Toplumun Sterilizasyonu

Millî bir zafer havası içinde kutladığımız AB adaylığı başvurumuzun kabulü ile birlikte, tam üyeliğe geçiş için gereken uzun süreçte devletin ne tür politikalar izleyeceği konusunda henüz projeler üretilmeden, Türkiye, medya manipülasyonlu üçüncü Batılılaşma seferberliğine başladı bile. Üstelik, tıpkı devlet gibi, AB entegrasyonu taraftarlarının da “nasıl” sorusuna bir yanıtı yok. Bu nedenle, daha önceki Batılılaşma hareketlerinde izlenen yol tekrarlanıyor ve toplumun imajının, yani görüntüsündeki Doğulu yanların “temizlenmesine” çalışılıyor. Türkiye’de aydınların yıllarca yoğun olarak tartıştıkları ve ilk dönem Türk romanının temel meselesi olan; “kimliklerimizin oluşumundaki Doğu-Batı çatışması” veya “Türkiye’de burjuva sınıfının yaratılamamış oluşu” türünden toplumsal analizlerin hiçbiri hatırlanmazken, Cumhurbaşkanı’nın ağzından yapılan işkence eleştirileri, Noel kutlamaları, yani, Türkiye’nin ne kadar heveskâr olduğunu gösteren demeçler, Batılılaşmanın yeni miladına dönüşüyor.

İstanbul kökenli dar bir burjuva seçkini ve Batılı gibi düşünüp Batılı gibi eyleyen entelijensiya için AB ile eklemlenme, Avrupa merkezli kategorilere uyum sağlama mümkündür belki. Öte yandan, tarihin hiçbir döneminde sivilleşememiş Türk toplumunun geri kalan kesimi için Avrupalı olmak kolay değil. Çünkü, Cumhuriyet’ten bugüne dek yaşadığımiz ekonomik, tarihsel ve toplumsal olayların kanıtladığı gibi; “başka tür politik kültür mirası içinde, kapitalist benzeri ilişkilere girmek insanı burjuva yapmaz. Burjuva Avrupalı’dır, onun bir kategorisidir. Batısal politik kavramlar ya da tarihî kategorileri, oradaki gelişim ve vargılarından soyutlayarak form olarak alıp reform diye tamamen başka tarih ve yapıda üstelik o yapıyı yok sayarak üstten monte etmek ne derece mümkündür? Bunları Batı üstünlüğü altında ezilmiş bir topluma, çaresizlik içinde görünür çare diye uygulamaya kalkmak nasıl sonuç verebilir? Farklı bir bütünlüğün ürünlerini tamamen farklı fakat bütünlüğü bozulmuş bir yaşam tarzı üzerine oturtmak? İşte bu toplumsal tarihî deneyi bir laboratuvar içindeymişçesine halen yaşıyoruz; tarih öncesi yok sayılan ya da kendine ait olmayan bir tarih öncesi ile yeni bir tarih düzeyine geçiş deneyini..!” (İdris Küçükömer, Sivil Toplum Yazıları, Bağlam yay.)

YENİ TANZİMAT KAFASI

AB üyeliği ile birlikte, -özellikle medya kuruluşları çevresinde- Batı taklitçisi eski Tanzimat kafasının yeniden hortladığı apaçık ortada. Belli bir kültürel ve ekonomik birikimle Avrupa’ya zaten entegre olmuş dar bir kesim dışında kalan, ama kendisini bu kesimlerin içinde görmek isteyen zihniyet, tıpkı Tanzimat romanının o ünlü tipolojisi; “gülünç kibarzade” kimliğiyle boy gösteriyor. Şimdi yapılmak istenen; topluma, Avrupalı’ya yakışan “medeni” bir görünüm vermektir. Bu anlamda düşünce yapılarının, geleneksel davranış biçimlerinin, yerel kültürün önemi yoktur. Tıpkı Tanzimat dönemi ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarında olduğu gibi, şekilsel olarak Batı’nın taklidi yeterlidir. Taklit ve yaratışsızlık, bu kifayetsiz muhteris gazeteci tayfasının ayırtedici özelliği olmuştur.

Daha önce Habitat-II buluşmasında uygulanan ve AGİT zirvesinden hemen önce, Avrupalı konuklarımıza medeni görünebilmek için başlatılan kedi ve köpek katliamı, AB üyeliği sözkonusu olunca sürekli bir politika haline getirilmek isteniyor. Show, Star ve ATV’nin haber bültenleri ile Sabah gazetesindeki köşesinde Hıncal Uluç’un tetikçisi olduğu bu “temiz sokak” kampanyasında, hayvanların yokedilmesinden yana olanlar, Türkiye’de son on yılda kanıtlanmış hiçbir ölümcül kuduz vakasına rastlanılmadığı halde, tıp bilimini yalanlarına alet etmekten kaçınmıyorlar. Star TV’de, kuduz vakası tespit ettiğini ileri süren profesörün, aynı alanda uzman olan ve onu yalanlayan meslektaşı karşısında suçüstü yakalanmanın telaşı içinde söyleyeceklerini şaşırması, hiç değilse bir ar duygusunun varlığını sezdiriyordu. Ne yazık ki, Hıncal Uluç, Reha Muhtar, Ali Kırca gibi isimler, gerçekleri yansıtmayan tek yanlı haberlerle, cehaletin cüretiyle, sokakların hayvanlardan temizlenmesinin mantıklı nedenlerini sıralayıp duruyorlar.

Hıncal Uluç, “bu kentte sağlıklı, korkusuz, ruhsal hastalıklara yakalanmadan yaşama hakkı, sokak köpeklerinin köpekçe bir yaşama mahkûm edilme hakkından çok daha fazladır” biçimindeki görüşünü, Doç.Dr. Fehmi Tabak’ın “kaybettiğimiz hastamızın yaşamı mı, yoksa 300 bin sokak köpeğinin uyutulması mı ikileminde kalsam, hiç çekinmeden insan yaşamı derim” sözleriyle destekliyor. Hıncal Uluç’a göre, kendisinin önerdiği “ya onlara sıcak bir ev bulalım, ya da uyutalım” ikilemi, tüm uygar dünyanın uyguladığı yöntem olması nedeniyle reddedilmeyecek bir doğru. Bir tarafa hayvan, öbür tarafa insan yaşamını koyarak toplumda bir illüzyon yaratmaya çalışan Hıncal Uluç ve ekürisi, aslında başka seçeneklerin de bulunduğunu -maddi nedenlerden dolayı- görmezden geliyorlar. Çözüm, Anadolu’nun son yüzyılında defaten tekrarlanmış bir yöntem oluyor: “Vur kurtul”!..

AB ile birlikte, Avrupa toplumlarından gelebilecek muhtemel uyarılara karşı kendi kültürümüzdeki kentli olmayan davranış biçimlerini ıslâh etmekte, AB’yi bir kurtuluş gibi gören kesimlerin hummalı bir faaliyetine tanık oluyoruz. Radikal’deki “Avrupalı Olmak Ne demek” başlıklı yazısında Mehmet Y. Yılmaz, “yapmamız gereken başka şeyler de var” diyerek, kendisinin Avrupalı olma kriterlerini sıralarken, “sokaklarda başıboş kedi, köpek, fil, maymun gibi hayvanlar dolaşmayacak” cümlesiyle, aslında Hıncal Uluç’un -insan yaşamını tehdit eden kuduz- bahanesinin altındaki esas fikriyatı da faş ediyor. Gerçekten de, meselenin öldürücü bir hastalıkla hiçbir ilgisi yoktur; Avrupa’da kuduz vakasına yıllardır rastlanmadığı halde, sokak hayvanlarının yokedilmesi sistematikleşmiştir. Avrupa toplumları ve onların Doğulu hayranları için kedi ve köpekler, ancak belli bir ırka mensup oldukları ve ehlileştirildikleri ölçüde yaşama hakına sahiptirler.

Uygarlık olarak görülen “uyutma” işleminin doğru açılımı; “öldürmek”tir. Öldürülen hayvan için önemsiz olsa da, hayvanların sokakta vurulması, zehirlenmesi gibi yöntemler bu Avrupalı gazeteci takımı için kaba bulunmakta, ama bir iğne ile öldürülmeleri medeni sayılabilmektir. Mesele görüntüyü kurtarmaktır aslında. Oysa, Batı’nın hayvansız bir hayvan sevgisini taklit ederek hayvanlarla ve doğayla barışçı bir sevgi ilişkisi kurulamaz. Çünkü Batı, kamusal alana yansıtılmadığı sürece, hayvanlar üzerinde her türlü deneye izin veren, sahipsiz hayvanları yokeden, avcılığı centilmen sporu olarak endüstrileştiren, kendi ülkesinde yasaklanan hayvan dövüşleri için Asya’ya turlar düzenleyen iki yüzlü bir hayvan hakları savunuculuğunu yürütmektedir. Bunun karşısında, zaman zaman aç kalsalar bile, sokakta hayatlarını sürdürebilen, hemcinsleriyle, farklı türlerle ve insanlarla belli bir denge içinde yaşayan hayvan kolonileri çok daha insancadır. Batı’nın bu anlamda Doğulu toplumlardan daha “medeni” olduğunu söylemek, zaten ideoloji yüklü bir kavram olan “medeniyet”i, çok daha kuru, çok daha matematiksel çok daha insansız olarak tanımlamaktır.

Denetlenemeyen “öteki”ni yoketmek, ıslah olanı, kimliğinden vazgeçeni, biat edeni bağışlamak ve sevmek, Cumhuriyet’e de miras kalan tipik bir İttihatçı zihniyetidir. Önce Ermeniler’i, ardından Rumlar’ı, bir süre sonra Yahudiler’i, son olarak da Kürtler’i “zararsız” hale getiren yüz yıllık geleneksel devlet anlayışının şimdiki hedefi sokak hayvanları gibi görünüyor. Onların işi görüldükten sonra sıranın sokak çocuklarına, zengin semtlerde gezinen yoksul insanlara, zararsız ruh hastalarına geleceğinden emin olabiliriz. Tıpkı azınlıkların Türkiye siyaset sahnesinden silinip ekonomik ve toplumsal yaşamdaki etkililikleri tahammül edilebilir düzeyin altına çekildikten sonra -yine bu tarz zihniyet sahipleri tarafından- sevgiye mazhar olmaları gibi, bügünün yukarıda saydığım “marjinal” unsurlar da kökleri kazındıktan sonra, bir gün hasretle yad edilebilirler.

Batı ile imaj entegrasyonunun bu “sivil” savaşçıları kadar tehlikeli olmamakla birlikte, devletin dümen suyunda giden maaşlı sözcüler de az değil. Bugünlerde onlara düşen rol, Müslüman bir toplumun hassas olduğu bir konuda değişimin zeminini hazırlamak gibi görünüyor. Başta popüler din bilginimiz Yaşar Nuri Öztürk olmak üzere, Diyanet İşleri Başkanı, İstanbul Müftüsü, MÜ İlahiyat Fakültesi Dekanı ardarda yaptıkları açıklamalarla sokakta kurban kesilmesine karşı olduklarını açıkladılar. Nedense AB’ye adaylık sözkonusu olduğunda farkedilen bu karşı olmaklık halini rasyonalize etmek için öne sürülen argümanlar, başıboş hayvanları ortadan kaldırmayı isteyenlerin savlarıyla büyük benzerlikler taşıyor. Yaşar Nuri Öztürk; “kurban kesimi bugün kestiğimiz şekliyle İslam’ın emirlerine ters. Modern dünyanın uyguladığı şoklama sistemi getirilmeli” fetvasıyla, öldürme fiiliyatını “çağdaş” ve “çağdışı” olarak ayırabiliyor. Yine bu modern ulemalar, Kuran’dan aktardıkları ayetlerle, başka dinlerle girilecek toplumsal sözleşmelerin “vacip” olduğunu ilân ederlerken, her zaman olduğu gibi medya aracılığıyla Türkiye vitrinine çıkarılıyorlar.

Anlaşılan o ki, AB’ye girene dek geçecek sürede, “varlığım Avrupa’ya armağan olsun” diyenler, yeni kılık kıyafet, oturup kalkma, yemek yeme biçimleri üreterek, toplumu kendilerinin medeni olarak algıladığı tarzda tektipleştirme mücadelesi verecekler ve Türkiye yukarıdan aşağıya dayatılan yeni bir toplum projesi ile akıbeti meçhul yeni bir maceraya atılacak. “Doğu’nun eski bütünselliğinin çözülüp dağıldığı; yasanın yokluğunu dolduran korkunun ve töresel yaptırımların geçerliliğini yitirdiği, bütünselliğin öteki dengeleyici ögelerinin etkili olmaktan çıktığı ve üstelik bu durumun üzerine Batı ilişkilerinin yani kabaca kapitalist ilişkilerin getirdiği olanaklar eklendiği zaman Doğu insan tekinin (açıkgözlüğün, kurnazlığın) inanılmaz serüvenleri de başlayacaktır. Başka bir deyişle, bütün öteki yaşam alanlarında görüldüğü gibi, burada da, eski ve parçalanmış tözün (din, inançlar ve töreler) yeni ilişkiler ve onların getirdiği olanaklarla örtüşmezliği ortaya çıkacaktır. Yani yeni biçim, eski ve köhne tözle (hiçbir zaman elenip ortadan kalkmaz bu töz) yani içerikle örtüşemiyecektir; ortada indirgenemez bir uymazlık süregidecektir. Siyasal yaşam, sanat ve edebiyat, cinsellik, giyim kuşan, davranış biçimleri, hep bu yeni biçim ve eski içerik aykırılığını göz önüne seren kasvetli örneklerini yineleyip duracaktır.” **Selahattin Hilav, “Doğu, Korku, Birey”, Yazko Felsefe, 5. kitap.

“İnsanların ekonomik koşullarını değiştirdiğimizde bu insanlar değişecekler mi? Binlerce yılda oluşmuş kültürü yok sayma eğilimi insanı dikkate alan bir davranış mıdır? -Her şey insan için, önce insan gibi- formüller insan adına insansızdır. Düşüncenin değişimi olmadan toplum değişmiş olur mu? Toplumu değiştirelim de düşüncesi sonradan gelsin..! Gerçekte onaydır asıl sorun. Düşünce sürecinde kabulden geçer değişme; yoksa önce değiştir düşünce sonradan gelsin (ki geçmişimizdeki karmaşa buradan kaynaklanır) diyemeyiz. Onaysız değişimle hayatın çağ atlaması (bir tür metamorfoz) paradoksaldır. Çünkü, geçmişte yeralmış bu gibi deneylerde, tamamlayıcı asıl ilişkiler de çözülür.” İdris Küçükömer, Sivil Toplum Yazıları.

SOLUN DURUMU

AB kapısında olmanın millî gururunu ve sevincini yaşadığımız şu günlerde, hakikatler iyice muğlaklaşmış, belleklere, dile ve bilgiye yönelik tahrifat, AB’nin ve ona uyumlu kurumların gerçek niteliklerini tersine çevirmiştir. Aslında yönetici kesim ve yönetilenler için aynı anlama gelmeyen hakikatler, yalan bombardımanına marûz kaldığımız bu dönemde sanki yekpare bir görünüm arzetmektedir. Her ne kadar kamusal alanda çok geniş kitlelere sesini duyurması mümkün olmamakla birlikte, sol kesimdeki suskunluk da, AB’nin herkesin yararına olduğu düşüncesini pekiştirmektedir. Dahası, solun bir kısmı için, Avrupa ile kurulacak güçlü bağların Türkiye’de demokrasi ve özgürlük isteyen kesimleri güçlendirecek bir unsur olarak kabul gördüğü de anlaşılmaktadır.

Oysa, bir olasılık barındırdığı düşünülse bile, Avrupa ile kurulan ilişkileri daha serinkanlı değerlendirmek, adaylığa giden yolun nasıl açıldığını unutmamak yerinde olur. Türkiye’deki muhalif grupların insan hakları, demokrasi, etnik ve cinsel ayrımcılık konusunda karşılaştıkları devlet politikalarında en ufak bir iyileşme olmadığı halde, AB’nin, Türkiye’nin adaylık başvurusunu, “hayali” gelişmeler ışığında kabul ettiğini biliyoruz. Bu yazının yazıldığı günlerde bile; Meclis’te pankart açan gençlere verilen cezalar, öğretmen istediği için DGM’ye sevkedilen orta öğretim öğrencileri, yargısız infazda beş kişiyi katleden özel timciler hakkında verilen komik hükümler, İnsan Hakları Vakfı görevlileri Günseli Kaya ve Alp Ayan’ın hâlâ mahkeme önüne çıkarılmayıp mahpusluk hallerinin uzatılmasi, İskenderun’daki işkenceye verilen takipsizlik kararı, Ege Üniversitesi kampüsünde öğrencilerin, Mersin’de memurların yürüyüşlerinin copla, dayakla, polis köpekleriyle dağıtılması gibi anti-demokratik olaylar ard arda yığılıverdiler. Demokrasi ve insan hakları adına Türkiye’de değişen bir şey yoktu aslında. Bu anlamda AB üyesi ülkelerin, kendi toplumlarına insan haklarıyla ilgili verdikleri sözleri tutmamış olduklarını söyleyebiliriz; tıpkı Aydınlanmanın demokrasi ile ilgili verdiği sözleri tutmayışı gibi!..

Gramsci’nin sivil toplum kavramının yeniden gündeme geldiği bu günlerde, onun aydın kavramı da yeniden hatırlanmayı hak ediyor. Çünkü yaşadığımız koşullar içinde aydınlar, toplumsal ve siyasî yaşama müdahale edebilme gücünden yoksunlaşmakta, karşılarındaki güçlü toplumsal otoritelerin -medya, hükümetler, büyük şirketler, vs.- oluşturduğu ağ karşısında, eski terminolojiyle söylersek oportünist bir yol izlemektedirler. Siyasî yaşamın öznesi olmaktan hızla uzaklaşan sol entellektüel için, toplumun demokrasiye doğru evrilmesi anlamında tek şans dış dinamikler, yani AB üyeliği olmaktadır. Entellektüelin toplumsal yaşamda oynayabileceği yegâne rol ise, STK’lardaki faaliyetleri ile sınırlı gibidir. Ne var ki, sistemin bir parçası olan -demokratik görünümlü- Batılı kurumlar aracılığıyla Türkiye gibi Doğulu kimliği ağır basan bir ülkede demokratik kazanımlardan çok, toplumun çehresine çeki düzen verilebilir.

İşin aslına bakıldığında, proje üreticisi ve vizyon sahibi yeni STK’lar ve onların kadroları olarak entellektüellerin durumu hiç de iç açıcı görünmüyor. Edward Said’in belirttiği gibi, “totaliter yönetim sistemlerinde düşünceye ve entellektüel özgürlüğe getirilen kısıtlamalar hakkında kaygılandığımız halde, entellektüel uyumculuğu ödüllendiren, kişiyi bilimin değil, hükümetin koyduğu amaçlara ulaşmayı teşvik eden, araştırmaların ve teşviklerin piyasadan daha büyük pay kapmak amacıyla denetlendiği bir sistemin entellektüel bireye yönelttiği tehditleri dikkate alma konusunda pek titiz davrandığımız söylenemez.” Elbette bunun tek sorumlusu olarak aydınları göstermiyorum; devrimci bir kitle hareketinin -pratiğin- olmadığı bir coğrafyada teorik zenginlikten bahsedilmesi, Marksist epistomolojinin ruhuna aykırıdır zaten. Özne olunamayan alanlarda, yani kapitalizmin bir üretim tarzı olarak ekonomik hareket yasalarının incelenmesi, burjuva devletinin politik aygıtının analizi, burjuva devlet aygıtının yıkılması için gereken sınıf mücadelesinin stratejisi gibi tarihî maddeciliğin klasik geleneklerinin en önemli alanlarında söz söylemek anlamsızlaştıkça, sol entellektüelin ilgi alanı felsefi ve kültürel konulara kaymış ve teorinin dili giderek akademikleşmiştir.

Türkiye’de son yıllarda yaşanan bütün siyasî ve toplumsal gelişmeler, belki de tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar ekonomik altyapı tarafından belirlenir ve üstyapının görece bile olsa özerkliği kalmazken, AB’ye girilmesi için zorunlu olan demokratik kurumların ithaliyle toplumun ve siyasî hayatın yukarıdan aşağıya değişeceğini beklemek kolay kabul edilebilecek bir iddia değildir. Bugün Türkiye solu için siyasî, ekonomik ve teorik mücadele her zamankinden daha fazla önem kazanmıştır. Çünkü, kendi baskıcı devlet aygıtının üzerinde, daha güçlü ve daha görünmez uluslararası bir yönetim ve denetleme mekanizması oturmak üzeredir.

Artık bir veri haline gelen Küreselleşme ve AB karşısında solun ulusal sınırlar içerisinde vereceği bir mücadelede kazanma şansı olduğu elbette söylenemez. Ama, sermaye için küreselleşen ilişkilerin emekçi kesimler için de bir enternasyonal biçiminde genişletilmesi, tekellerin alacağı kararlara dünya ölçeğinde direnilebilmesi mümkündür. Mesele serbest dolaşım hakkı ile işçinin ekonomik çıkarlarının iyileştirilmesi değil, sisteme siyasî katılımının sağlanmasıdır. Yani solun gündemi, AB aracılığıyla toplumun rasyonelleştirilmesine çalışmaktansa, kaynakların yeniden bölüşümü, demokrasinin genişletilmesi, iktidar aygıtlarının denetlenmesi için siyasî mücadeleye hız vermektir. Doğrudan üreticilerin sistemin karar alma mekanizmalarına katılımının yerel ve küresel ölçekte nasıl olabileceği sorusunun yanıtı için başka coğrafyalardaki sol örgütlerle ortak politikalar üretmek zorunludur. Sol aydın açısından, kendi ceberrut devletinin yerini çok-uluslu yeni bir iktidar aygıtının alması, birtakım yasal haklar sağlasa bile sevinilecek, ya da desteklenilecek bir kazanım değildir.

Türkiye’de işçi sınıfının ve sol hareketin cılızlığı düşünüldüğünde, parti ve örgütlerin mücadelesi yeldeğirmenleri karşısındaki Don Kişot’a benzetilebilir, Ne var ki, böyle bir konjonktürde muhalif hareketin örgütlenmesi, eylemlerinin etkisi veya başarısı reel olarak değerlendirilemez. “Bunun nedeni, çatışmanın esas olarak, toplumsal ilişkilerin yüksek yoğunluklu iletişim sistemleri içinde kurulu egemen kodlara meydan okunması ve bu kodların alt üst edilmesiyle simgesel bir temelde cereyan etmesidir. Simgesel bir meydan okumanın yalnızca varolması bile, kendi başına, başat kodların maskesini düşürmenin ve dünyayı farklı biçimde algılama ve adlandırmanın bir yöntemidir. Ayrıca bu eylemlerin görünür sonuçları da vardır.” (Alberto Melucci, “Toplumsal hareketler ve günlük hayatın demokratikleşmesi”, Merhaba Sivil Toplum, Helsinki İnsan Hakları yay.)