Taksim Cinayeti, Leeds Seferi ve Türk Milletinin Tahrik Olma Hakkı

Neredeyse belirli bir rutin içinde tahrik ve tertip edilen millî seferberlik kampanyalarının, Türkiye’de rejimin bir kriz idaresi yöntemi olarak kuramsallaştığı daha önce Birikim’de yazılmıştı (bkz.: Tanıl Bora, “Türkiye’nin ‘Kriz İdaresi’ Yöntemi: Millî Refleks ve Linç Orjisi”, Birikim, 116, Aralık 1998, s. 9-14). Bunlar her seferinde ‘planlanmıyor’ elbette -planlananları, daha doğrusu iktidar merkezlerince telkin ve teşvik edilenleri de var-, ancak tekrarlana tekrarlana oluşmuş bir davranış ve söylem kalıbı, belirli girdilerle kendiliğinden harekete geçiyor, geçince de kendine geniş popüler bir titreşim zemini buluyor. Bir ‘düşman’ üstüne millî hıncı boşaltmanın sarhoşluğu, millî izzet-i nefs müdafaasının ergence efelenmesi içinde tasa-kıvanç ortaklığı temin etmeye dönük bu harekâtların belki en sağlam vesilesi, Millî Takımın ya da kulüp takımlarının uluslararası futbol müsabakaları oluyor. Gerçi, yaklaşık 10 yıldır millî futbol takımı ‘hizmetini’ özelleştirmiş bulunan Galatasaray’ın istikrarlı başarısı, belirli bir doygunluk ve kanıksamaya yol açabilir gibi görünüyordu. Televizyon çığırtkanlarının bayrak kapıp sokağa fırlama çağrıları bile gönülsüzce karşılanır olmuş, Galatasaray’ın başarılarının “Türkler’e” değil, esas itibariyle Galatasaraylılar’a mahsus; hattâ rakip takım taraftarlarının ‘partizanca’ diş bilediği başarılar olarak algılanmasının işaretleri görülmeye başlamıştı...

Bu nispî normalleşme ihtimalinin önü, UEFA Kupası yarı finali ilk ayağındaki Galatasaray-Leeds United maçı öncesinde Taksim’de iki Leeds taraftarının, Kevin Speight ve Christopher John Loftus’un vahşice öldürülmesiyle kesildi. Bu olay, onbeş gün boyunca, memleketin kalıcı meselelerı bir yana, Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi bir “rejim sorunu”nu bile gölgeleyen bir millî seferberlik kampanyasına fırsat verdi.

Türkiye medyasının olağanüstülük ölçülerini bile zorlayacak derecede yer kaplayan bu olayın çıkarttığı toz bulutunun ardından, kamuoyunun üzerine aklı-muhakemeyi felç edici bir gürültüyle çöken demagoji unsurlarını kaydetmekle yetinelim. Bu demagoji, millî seferberlik kampanyaları ‘müfredatının’ dakik bir tekrarıdır.

Leedsli taraftarlar, “ahlâkî ve millî değerleri” aşağılayan davranışlarıyla, halkımızı ve “millî hassasiyetlerimizi” tahrik etmek suretiyle kendilerini öldürtmekle suçlandılar. Zaten bir “İngiliz karakteri” addedilerek, ırkçı bir şekilde damgalanan holiganların taşkınlıklarının ölümlü sonuçlara yol açmasının hiç de vukuat-ı adiyeden değil, istisna olduğu, holigan saldırganlığının bıçaklı-silahlı, ölümcül bir saldırganlık olmadığı bilmezden gelinerek, ölümler normalleştirildi. Birçokları, cinayetleri, “serserilere haddinin bildirilmesi” olarak hoşgördüler. Bu hayırhâhlık, sahadaki galibiyeti izleyen günlerde son özdenetim manialarını da yıkarak, özgüvenle alâkası olmayan bir ego şişinmesiyle ve av sürüsüne özgü linççi bir neşeyle doruğuna ulaştı: Hoşgörüyle karşılamanın ötesinde, cinayetleri gollerden biri gibi kutlayan lâflar gördük - tüm medyanın meylettiğini dibine vurduran Star gazetesinin 7 Nisan günkü manşeti, tüyler ürperticiydi ve şükür ki, azımsanmayacak sayıda insanın da tüylerini ürpertebildi. (Gelen tepkilerden azımsanmayacak sayıda insanın “duyguları”na da tercüman olduğu anlaşılıyor.) Milliyetçi-muhafazakâr basın için, İngilizler’i bıçaklayanları “kadınların namusuna el atan” Fransız askerlerine karşı silaha sarılan Sütçü İmam’a benzetmek fazla zor olmadı. O birkaç günde, Türkiye medyası, -en azından- “suç sayılan fiili övme” suçunu müteaddiden (tekrar tekrar) işledi ve belli ki, savcılar için bu pek ilgi çekici bir şey değildi. Tıpkı, zaten İçişleri Bakanının habire dillendirdiği üzere ‘insan hakları’ yüzünden gönlünce şiddet kullanamamaktan muzdarip bulunan polise, İstanbul’un göbeğinde saatler süren bir “adi” kavga-dövüş hâdisesinin “seyretme”nin dışında “enteresan” gelmemesi gibi...

Cinayetin faaillerinin değil, ölenlerin, “cinayet sebebi” olmaları hasebiyle suçlanmasında kilit etken, “tahrik”ti. “Tahrik hakkı”nın, şayet millî refleksin bir belirtisiyse, her nevi tecavüz ve müessir fiilde bulunanlara yarı-resmî muafiyetler ve dokunulmazlıklar sağladığını, artık biliyoruz. “Sözde insan hakları”na diş bileyenlerin ‘millî’ insan hakları katalogunda yüksek bir yeri olan tahrik hakkı, yaşam hakkını bile görelileştirir, insan-olan ile “bunlar-insan-değil” olanı, değerli ve değersiz yaşamı ayırdetmeye katkıda bulunur. Meşrû ve muteber sayılan millî ve manevî değerlerinin incindiğini deklare eden ya da kendisine böyle bir incinme atfedilen biri, “fedakârca” bir eylemin faili ya da en kötü ihtimalle iradesi dışında gerçekleşmiş bir olayın parçası sayılarak mağdurlaşır. “Tahrik”, tabiî âfet kadar kaçınılmaz, çaresiz, ‘başa gelen’ bir olaydır. Öldürülen Leedsli taraftarların şişirilmiş sabıkalarının bile sicillerinin yanına yaklaşamadığı saldırganlar, açılan davada savcı Osman İkizoğlu tarafından da cömertçe teslim edilen bu tahrik hakkını kullanmışlardı. (Bizzat İstanbul Emniyet Müdürü, “karşı taraf”ın -kastedilen: İngilizler/yabancılar, bizimkiler-olmayanlar, ki aynı zamanda “öldürülen taraf” oluyor- “ağır tahrik”inden söz etmemiş miydi?)

Ölenlerin, öldürtmeyi azmettirici “serseriler” olduğu “gerçeği”, öldürenlerin millî tahrik hakkını kullanmış oldukları bilgisiyle birleşince, hele bir de “vur kır parçala, bu maçı kazan” atmosferi içinde, “Türkiye kamuoyu” denen süngersi mahlûk, iki insanın öldürülmesinin vahim bir olay olduğunu idrak edemedi. Ölümlere tepki gösteren İngiliz seyircilere matem marşıyla karşılık vermenin ne kadar utanç verici olduğunu ve cinayeti kitlesel olarak sahiplenmek anlamına geldiğini ise anlayamadı.

Gerek idarî-devletli resmiyet gerek futbol/kulüp resmiyeti çerçevesinde kınayıcı jestlerin cılızlığının, “zaten...”lerle, “ama...”larla sulandırılmamış vakur ve samimî bir taziye yeteneğinden yoksunluğun nasıl bir zillet olduğunu ayırdedemedi. (Fatih Terim’in, ‘iki insan öleceğine, maçı kaybetseydik’ sözleri bile ‘taktik’ gereği söylenmiş olarak algılandı.) Böyle bir taziyeye yeteneksizleşmiş, çünkü yas tutma yeteneği -evlât acısının oyuncak edilmesinden bildiğimiz gibi- baskılanmış, deforme edilmiş millî gurur ve somut hizmet kusurundan ötürü özür dilemeyi zûl addeden devlet kibiri, aralarında pek az mesafe bırakarak örtüştüklerinde, dolaylı olarak cinayeti üstlenen bir “ulusal tavır” çıktı ortaya. Belki ölümlerden de çok, ölümleri normalleştiren, önemsemeyen, geçiştiren bu “ulusal tavrın”, İngiltere’nin milliyetçi ve futbol taraftarı muhitlerindeki tepkiyi körüklediğini düşünemedi. Bu “İngiliz” tepkisi (tabiî ki, anında “haçlı seferi” diye tescil edildi - en azından Toktamış Ateş tarafından), ardından Galatasaray’a konan, uluslararası futbol bürokrasisinin teamülleri düşünüldüğünde gayet makûl bir tedbir niteliğindeki, Leeds’e seyirci getirme yasağı, söz konusu ulusal tavrı kendisi hakkındaki en ufak kuşku kırıntılarından da azat etti.

Sonrası malûm: Medyanın gökten taş yağsa ‘kule’sinden inmeyen çok sayıda yüksek rütbeli personeli ve birçok yasa tasarısı müzakeresinde denkleştirilemeyen sayıda milletvekili, seyirci yasağını delmek ve gövde gösterisi yapmak üzere Leeds seferine çıktı. İngiltere’nin bir uluslararası turnuvanın evsahipliğine talipliğinden ötürü “dikkatli olma” mecburiyetinden yararlanma hesabıyla sınırsız asayiş hizmeti talep edildi; dört koldan yoklayarak önlemlerin yeterliliği ve “küstah İngiliz”lerin saldırganlık seviyesi teftişe tâbi tutuldu. İngiltere’de stad nüfusu tahrike o kadar amâde olmadığı ve ‘kamu düzeni’ de tahrik hakkını teşvik edici mâhiyette olmadığı için, seferin -kuvva-yı seyyârenin kimi üyeleri için hayal kırıklığı yaratacak şekilde- olaysız, üstelik skor başarısıyla nihayetlenmesi, bu görmemişlik manzarasını oluşturanları büsbütün kibirlendirdi.

Bu kampanyanın egemen zihniyet adına kazanımı, marazî bir “Türk’e komplo” itikadının tazelenmesi ve “her şeye rağmen”, yani bütün insanî değerlere, hukukî ve ahlâkî normlara rağmen bu komployu kuranları altetmeye dönük kör hırsın kabarmasıdır.

Fakat bu millî seferberlik kampanyası esnasında, ‘millî mukavemeti’ kırıcı seslerin de duyulduğunu görmezden gelemeyiz. Hattâ ‘bu sefer’ muhalif seslerin görece gür ve yaygın çıktığını söyleyebiliriz. Bizzat “büyük medya” içinden bile, şaşırtıcı derecede fazla ‘sağduyulu’, sükûnetli yorum işitildi. Kamusal hayattaki milliyetçi zehirlenmeye öteden beri itirazı olan yazarların, öteden beri futbol ortamını ‘kültürlendirmeye’ çalışan futbol yorumcularının yanısıra, her zaman pek de basiretiyle tanınmayan bazı yazarları, yorumcuları da UEFA kararlarının rasyonalitesine ve İngiltere’deki maç ortamının düzgünlüğüne dikkat çekerken gördük.* Epey fazla sayıdaki kişisel örneğin yanısıra, özellikle YeniBinyıl gazetesi yazıişlerinin, baştan itibaren Taksim cinayetinin bir skandal olduğunu hiçbir bahaneyle gölgelemeden kararlılıkla vurguladığını kaydetmek gerekir. (Benzer tavrı gösteren Yeni Şafak yazıişlerini de unutmamak gerekiyor.) Cinayetlerin normalleştirilmesine, futbol ortamına savaş dilinin hükmetmesine, “İngilizler”e dönük ırkçı söyleme, “Avrupa hep açığımızı kolluyor” komplolarına karşı küçümsenmeyecek bir direnç -değişik saiklerle- kendini gösterdi. Bu ülkedeki kitle ruhundan ya da toplumsallık halinden, kamu düzeninden ve ‘kamuoyu’ yapısından memnun olunmamasını, buraların yüzleşilmesi gereken marazlarla dolu olduğunu söyleyen çok sayıda ‘söz sahibi’ çıktı. Zaten bu dirençtir ki, kampanyanın bayraktarlarını küstahlığa sevketti; bu histeri halini yerenleri, kâh “içimizdeki İngiliz” olmakla, kâh eğlenme/coşma yeteneğinden yoksun kompleksli demode-entellektüellikle suçladılar.

Galiba bir başka teselli, futbol dünyasına özgü tercihleri, Taksim olayını millî mesele yapan tercihlere baskın kılarak Leeds lehine tezahürat yapan, “katiller dışarı” diye bağıran Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı taraftar gruplarının boy göstermesidir. Kuşkusuz orada da başka bir fanatizm var, üstelik birçok durumda da millî seferberlik kampanyalarıyla aynı kalıbı yeniden üretiyor, evet, fakat hiç değilse “surda bir gedik”tir. Futbol/taraftar ortamının irrasyonalitesi, her nevi biz-öteki ayrımını özselleştiren milliyetçi irrasyonalitenin tahakkümünden ve söyleminden arındığında, ‘o kadar kötü’ olabilir mi?

TANIL BORA - ABDULLAH ONAY

(*) Ancak bu tavır alışlar içerisinde alt sınıflara olan nefretini dile getirme fırsatını yakalamış “seçkinleri” de atlamamak gerekiyor. Onlar, bütün suçu, artık “bizde” de ortaya çıkmış olan “işsiz güçsüz” “serseriler”in üzerine yıkarak, “imajımızı bozan” bu “mahlûklar”dan utançlarını ısrarla belirttiler.