Fazilet Kongresi: Milli Görüş Hareketi Kurumsallaşabilecek mi?

Fazilet Partisi’nin birinci olağan genel kongresinde Yenilikçiler olarak adlandırılan grubun açık muhalefetine tanık olduk. Milli Görüş hareketinin otuz küsûr yıllık tarihinde bir ilk olan Yenilikçi muhalefet, hareket ile ilişkisini tarif etmede “kurucu ve doğal lider” sıfatlarının yetersiz kalacağı Necmettin Erbakan’ın fiziksel varlığında pek de mümkün olamazdı.

Buna rağmen, Yenilikçi muhalefetin, yasaklı olması nedeniyle “yok” olan, fakat varlığı her zaman ve yerde hissedilen Erbakan’a rağmen ve Erbakan’a karşı olduğunu söyleyebiliriz. Fakat, kongrenin önemi ve başarısı sadece bir ‘ilk’e tanık olmamızdan değil, bu ‘ilk’in niteliklerinden ve bu niteliklerin işaret ettiği olası dönüşümlerden de kaynaklanmaktadır. Aslında, Erbakan ve kumpanyasından oluşan Gelenekçiler, “ilkesel veya ideolojik hiçbir farklılığımız yok” diyerek Yenilikçi muhalefetin niteliksel farklılığını gizlemeye çalıştı. Zira, Gelenekçilere göre eğer her iki grubun arasında herhangi bir “içeriksel” veya ideolojik fark yoksa; Yenilikçilerin mücadelesi ancak itaatsiz ve vefasız basit bir koltuk kapma mücadelesi olabilirdi. Buna karşılık: Yenilikçiler de aynı şekilde ideolojik herhangi bir farkları olmadığını ısrarla vurgulayarak, hareketin tabanına “İslâmi kimliğin hak ve özgürlüklerini savunma davamızdan vazgeçmiyoruz” garantisini vermeye çalıştı. Yenilikçiler farklarının sadece davayı savunma ve yürütme tarzları olacağını ısrarla vurguladılar.

Siyasetin sadece savunulacak ideoloji/değerler ile ilgili bir faaliyet olmadığı, ideolojinin/değerlerin savunulması tarzını da içerdiğini kabul ettiğimizde, ortada ‘dava’yı iki farklı şekilde yürütecek, iki farklı siyaset anlayışının olduğunu görebiliriz. Daha da önemlisi, ideoloji, kendisinin savunulma tarzından tamamen bağımsız olmadığı için, bu iki farklı siyaset tarzının yürütülecek davanın içeriğine yönelik bazı sonuçları olabileceğini de söyleyebiliriz. Siyaset tavizler vermeyi de gerektiren bir uzlaşma sanatı olduğu ölçüde, ideolojiden kısmen bağımsızlaşabilmelidir. Ancak, sadece uzlaşmaya veya çatışmaya odaklanarak ideolojisini göz ardı eden bir siyaset tarzı da siyaseti esas içeriğinden yoksun bırakacaktır. Bu açıdan baktığımızda, Yenilikçilerin muhalefeti basit bir makam-koltuk hırsına indirgenemeyecek, ideolojik bir dönüşümü de işaret eden nitelikli bir siyaset (yapma) anlayışı mücadelesi olarak algılanabilir. Nitekim, Yenilikçiler Erbakan’ın şahsında ifadesini bulan siyaset yapma anlayışından oldukça farklı bir siyaset anlayışı vaat ettiler. Kongrenin ve Yenilikçilerin önemi, gerek hareketin kendisi, gerekse genel Türkiye siyaseti açısından önemli sonuçlar doğurabilecek bir niteliksel farklılıktan kaynaklanıyor. Yenilikçilerin vaat ettiği tarzın niteliksel farklılığı ve önemi ancak eleştirdikleri geleneksel tarz da göz önüne alındığında anlaşılabilir.

GELENEKSEL TARZ: DAVANIN KİŞİSELLEŞMESİ

VE TEKELLEŞMESİ

Milli Görüş hareketinin geleneksel tarzı, bazı tarihsel nedenlerin de katkısıyla, İslâmi/İslâmcı misyonun Erbakan’ın şahsında kişiselleşmesini ve onun kontrolü altındaki Genel Merkezin idaresi altında tekelleşmesini ifade eder. Bunun doğal bir sonucu olarak, Erbakan ve onu temsil eden yakın çevresinin hareketin tabanı ve siyasal alanda görünür olan seçkinleri ile kurduğu ilişki ağının temel unsuru itaattir. Bu, itaate dayanan hiyerarşik ilişki biçimi, ataerkil ve duygusal bir söylemle meşrûlaştırılmıştır. Bu çerçeve içinde, tabana biçilen rol, misyonun veya izlenecek yolun ne olduğunun belirlenmesine katılım değildir. Tabandan beklenen, Genel Merkez tarafından saptanmış misyonun, gene Genel Merkez istediği zaman ve izin verdiği ölçüde, sadece ve sadece gerçekleştirilmesine/uygulanmasına katılımdır. Hareketi parlamento gibi üst düzeylerde temsil edenler için de durum benzeridir. Hareketin siyasal seçkinleri diyebileceğimiz bu grup izlenen siyasete ilişkin şikayetlerini/muhalefetlerini Genel Merkeze daha kolay duyurabilirler. Fakat, bu “duyuruların” hareketin izlediği siyasete pratik etkisi yok denecek kadar azdır. Nitekim, Partinin siyasal şeçkinleri tarafından başlatılan Yenilikçi hareketin mensuplarının hemen hepsi aslında geleneksel yapıda yetişmiş, ’90’lı yıllarda Refah Partisi’nin seçim başarılarına önemli katkılarda bulunmuş, fakat Genel Merkezde aldıkları görevler, siyasî olmaktan ziyade -siyaset üretiminde etkisiz-“idari” olmuş kişilerdir. Netice itibarıyla, Erbakan ve liderlik oligarşisi denilen yakın çevresinin tek hâkimi olduğu Genel Merkez, İslâmi misyonun ne olduğuna, ne zaman, nerede ve nasıl savunulacağına ve bu misyondan ne şekilde tavizler verilebileceğine tek başına karar vermiştir.

Dolayısıyla, Milli Görüş hareketinin açık ve belli bir dava etrafında değil, davayı temsil eden kişiler etrafında toplanmış bir hareket olduğu söylenebilir. Kişiselleştiği ölçüde davanın tam olarak ne olduğu belli değildir. Belli kişiler ne diyorsa dava ‘o’dur. Diğer bir deyişle, geleneksel tarzda, Milli Görüş ideolojisinin muğlak olduğunu iddia edilebilir. Tam da bu nedenle, hareketin “şeriatçı” bir ideolojisi olduğu söylemek bir spekülasyondur. Ancak, Erbakan ve kumpanyasının elinde, Milli Görüş hareketinin, İslâmi kimliğin hak ve özgürlüklerini hiçbir zaman demokratik bir çerçeve içinde savunmadığını da hatırlarsak, demokratik bir tarzdan da bahsedemeyiz. Dolayısıyla, Ruşen Çakır’ın “ne şeriat ne demokrasi” diyerek yaptığı gibi hareketi ne olmadığı temelinde tanımlamak daha az spekülatiftir.

Geleneksel tarz, İslâmi kimliğin hak ve özgürlüklerini savunurken, Kemalist mantığı tekrar edercesine, karşı-sosyal mühendislik tasarımı niyetini gösteren ve bugünkü Türkiye toplumunu olduğu gibi tanı(ya)mayan bir söylemle siyaset sahnesinde var oldu. Hareketin geleneksel siyaset yapma tarzı muhalefetten sert, bağıran fakat bir şey söylemeyen çıkışları, taviz vermeden de kendini inkâr edercesine bir önceki söylediklerinden vazgeçmeyi anladı. Geleneksel tarz, kesintilerle de olsa, siyasal arenadaki varlığını, günü birlik çıkışlar yaparak ve u-dönüşü izlenimleri veren tavizler vererek, tabana ve devlete karşı olmak üzere çift-söylem ve eylem kullanarak devam ettirdi. Kişiselleştirme ve tekelleştirmenin sonucu olan ideolojik muğlaklık/belirsizlik, beraberinde sadece tavizler vermede faydalı olan esnekliği değil, aynı zamanda bir “öngörülemezliği” de getirdi. Genel Merkez her an herhangi bir tavrı takınabilir, bunlar size göre birbiriyle çelişebilir, ama geleneksel mantığa göre, hiçbir zaman “dava”dan herhangi bir sapmayı içermez. Kullanılan çift söylem ve “öngörülemezlik” nedeniyle karşı-sosyal mühendislik tehdidi hep var oldu. Bu nedenle geleneksel tarzın uzlaşmacı tavizlerinin samimiyeti her zaman sorgulandı. Aslında, topluma değil devlete verilen bu tavizler de Türkiye siyasetini hiç- bir zaman rahatlatmadı. Çünkü, devletin gözünde hareket her an başka türlü de davranabilirdi. Geleneksel tarz, Türkiye toplumunu muhatap alan ve mevcut darboğazları aşmayı hedefleyen bir siyaseti değil de, devletle yapılacak ve statükoyu koruyacak uzlaşmalar hedefleyen bir siyaseti yürüttüğü için de üreticiliği sıfır olan kısır bir tarzdı.

Bu ideolojik muğlaklık veya vizyonsuzluk bağlamında, gelenekçi tarzın hâkim olduğu Milli Görüş hareketi, özellikle yükseliş yıllarında, sürekli koşan/koşabilen, fakat hiçbir zaman durup nereye koşuyorum diye sormayan bir insana benzetilebilir. Çünkü, hem hareketin “dava”sı kişiselleştiği ölçüde muğlaktır, hem de hareketin merkezi tabanından dava için gece gündüz demeden, fedakârca ve disiplinli bir şekilde çalışmasını bekler. Ama çalışmanın “ne için” yapıldığını sadece Genel Merkez bilir, çalışanlar Genel Merkeze inanır ve koşmaya devam eder. Geleneksel tarzda, kişiselleştirme ve tekelleştirme nedeniyle zaten varlığı tartışmalı olan ideolojinin öznesi olan bir taban yoktur. Etik olarak doğru olup olmadığı bir yana, gelenekçi siyaset tarzının başarısız/sorunlu olduğu, Gelenekçiler dışında herkes için aşikâr. Kongre sürecinde Gelenekçilerin sık sık dile getirdiği, “birlik ve beraberliğimizi bozmayalım” ve bunun için de “A. Gül adaylıktan çekilsin” temennisi, aslında Gelenekçilerin hâlâ durup da düşünemeyen, fakat emir verildikten sonra sürekli koşacak bir parti (tabanı) arzuladıklarını gösteriyor.

Geleneksel tarzın ne ilkesizliği, ne tutarsızlığı, ne de ucuz fırsatçılığı sorgulanabilirdi. Genel Merkezin, daha doğrusu Genel Merkez’e hâkim iç konseyin, aynı zamanda bir şuur merkezi olduğu ve şuur merkezinin herhangi bir şekilde yanıldığını, bırakın iddia etmeyi, düşünmenin bile mümkün olmadığı daha önce Birikim’de (sayı 91) belirtilmişti. Davanın ne olduğunu, kişiselleştirme ve tekelleştirme nedeniyle, zaten o ilkesizlik görüntüsünü verenler saptıyor, o halde hangi kritere (ideolojiye) göre ilkesizlikten bahsedebiliriz ki? Geleneksel tarzdaki yapılanma, ne dışarıdan yapılacak bir eleştiriyi, nede içeriden yapılacak sesli bir özeleştiriyi hazmedebilir. Başarısızlıklar dışsallaştırılır. Örneğin, geleneksel tarza göre, 28 Şubat sürecinde Milli Görüş hareketinin hiçbir hatası olmamıştır. Geleneksel tarzın açıklamalarında ya Refah Partisi üzerine kurulmuş bir komplo vardır ya da milli iradenin üstünde iktidar odakları Refah Partisi’nin iktidarını istememiştir. Sorun, ne olursa olsun, “onlar”dan kaynaklanmaktadır. “Biz”in hiçbir sorumluluğu yoktur. Milli Görüş hareketinin kadroları, bu erişilemeyecek güçlere karşı mücadele eden bir avuç kahramandır. İnsanın elini kolunu bağlayan ve bizim karşısında hiçbir şey yapamayacağımız, Yahudi komplosu gibi, komplo teorileri bir yana, bu bir avuç kahramanın fevri ve popülist çıkışları dışında, ne zaman Türkiye siyasetinin gayrı-demokratik yapılanmasını ciddi bir demokratikleşme vizyonu içeren ve bir açılım yaratabilecek bir söylemle eleştirdiğini soracak olursanız, yanıt “hiçbir zaman” olacaktır.

Ayrıca, bu derginin daha önceki sayılarında da belirtildiği gibi, Genel Merkezi sorgulayan kişiler, dost kılıklı düşmanlar da dahil her (kötü) şey olabilir. Bu açıdan bakıldığında Yenilikçiler muhalif tavırlarıyla aynı zamanda bir riski de göze aldılar. Bu risk, dışlanma, aşağılanma, suçlanma ve şuursuz olarak adlandırılma riskidir. Nitekim, Abdullah Gül ve arkadaşları itaatsizlik ve vefasızlıkla, rantiyeye alet olmakla suçlanmıştır. Yanlış yolda olduğu, ya da şuursuz olduğu, ne yaptığının farkında olmadığı, adaylıktan çekilmesi gerektiği “Gül dalında güzeldir” gibi sloganlarla, telkin edilmiştir. Bununla beraber, bazı Milli Gazete yazarları tarafından dostlar arasından çıkan düşmanlardan sayılmış, ve “İsrail gülü” olmakla suçlanmıştır. Kongrede Abdullah Gül’e yönelik atılan “devlet seninle gurur duyuyor” sloganı da Yenilikçilerin aynı zamanda bölücü olarak görüldüğünün bir örneğidir. Bu bağlamda, Yenilikçilerin, cesurca bir eleştirel tavırla hareketin geleneksel tarzını sorunsallaştırmaları ve sorgulamaları, ürettiği sonuçlara bakılmaksızın, kendi başına, önemlidir.

VAADEDİLEN TARZ: MİSYONUN

KURUMSALLAŞTIRILMASI

VE ŞEFFAFLAŞMASI

Kürt meselesi, laiklik gibi konularda görüşlerinin ne olduğunu tam olarak bilemediğimiz için Yenilikçilere temkinli yaklaşılabilir. Ayrıca, gerek hareketin, gerekse Türkiye siyasetinin kilit konularından biri olan din-devlet ilişkileri konusunda, Abdullah Gül’ün “bu konu din alimlerinin konusudur” şeklindeki kaçamak yaklaşımı da aslında siyasî olan bir sorunu teknik bir soruna indirgeme eğilimini taşıdığı için eleştirilebilir. Öte yandan, Yenilikçilerin demokrasiyi en iyi yönetim biçimi olarak benimsemelerini, diyaloğu ve çoğulculuğu savunmalarını ve –kasıtlarının ideolojisi çoğulcu bir demokrasi olan devlet olduğunu varsayarak- “ideolojik” devlete karşı olmalarını olumlu karşılanabilir. Fakat, özellikle 28 Şubat sürecinden sonra, demokrasi, insan hakları ve çoğulculuk gibi değerler Erbakan ve Gelenekçi tayfasının da sıklıkla dile getirdiği değerler. Buna karşılık, Gelenekçilerin bu kavramların içini dolduramadığını ve bu kavramları sadece birer aksesuvar olarak kullandığı da iddia edilebilir. Tam da bu nokta Yenilikçilerin farklılaştığı noktalardan biri. Hareketin 28 Şubat sürecinden beri sıkça kullandığı fakat içini boşalttığı kavramların içini, vaat ettikleri siyasal tarz sayesinde, Yenilikçiler doldurabilir.

Milli Görüş hareketinin 28 Şubat sürecinden bu yana siyasetteki boşluğu değerlendiremediği ve rölantide gittiği açık. Yenilikçiler bu durumu eleştiriyor. Gelenekçilerin mazereti ise gene bir dışsallaştırma içeriyor: olağanüstü şartlardan geçiyoruz, partinin üzerinde bir baskı var vb. Elbette, Erbakan’ın yokluğu da bir mazeret olabilir, ancak bu mazeret bile davanın kişiye bağlı olduğu handikabının bir göstergesidir ve bir açıklama değildir. Aslında, hareketin rölantide gitmesi bir sindirilmişlikten ziyade, bir ısrarın, geleneksel tarz ile siyaset yapma ya da değişmeme ısrarının göstergesi. Zira, siyasetteki mevcut boşluğu doldurabilecek tarz geleneksel tarz olamaz. Siyasetteki boşluğu dolduracak tarz, kitlelere umut zerk eden, toplum ve siyaset arasındaki bağları yeniden kurarak insanlara birer “siyasal hayvan” olduklarını hatırlatan ve siyasî rakiplerini hakları ve özgürlükleri olan kişiler ve platformlar olarak gören çoğulcu ve kapsayıcı bir toplumsal/siyasal proje içeren bir tarz olacaktır. Bu durumda, yukarıda tarif etmeye çalıştığımız gibi, diğer şeyler yanında, fikirsiz ve vizyonsuz olan geleneksel tarzın siyasetteki boşluğu doldurabilecek bir tarz olmadığı açık. Yenilikçiler sadece siyasetteki boşluğu değil, boşluğu doldurmanın fikirsel/ideolojik gereklerini de kavramış görünüyorlar.

Abdullah Gül’ün deyimiyle Yenilikçilerin vaat ettiği tarz, hissiyatı değil gerçekliği ön plana alacak ve siyaseti gereksiz bir biçimde gerginleştirmeyecek bir tarz olacak. Yani duygulara değil akla hitap edecek, komplo teorilerinden uzak, siyasal akla dayanan gerçekçi bir tarz. Ayrıca, vaat edilen yenilikçi tarz verdiği tavizleri savunduğu ilkelerle bağdaştırabilecek ve hareketin tabanıyla daha az hiyerarşik ve daha çok katılımcı bir ilişki kuracak. Yenilikçilerin sadece meydan okumasının bile haddinden fazla kişiselleştirilmiş misyonun kurumsallaşması doğrultusunda bir adım olduğunu düşünebiliriz. Fakat, daha da önemlisi, Yenilikçilerin söylediklerinin de misyonun kurumsallaşmasına, arkasında tutarlı bir şekilde durulabilecek bir hale getirilmesine ve kitlelere açılarak toplumsallaşmasına işaret ettiğini de söyleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında, Yenilikçiler, en son hatırlayamayacağımız kadar uzun süre önce yapılmış olması muhtemel bir sorgulama yapıyorlar. Yenilikçiler, aslında diğer partilere de hâkim olan, ufku siyasal arenada sadece “var olmak” ile kısıtlı bir tarzı sorguluyor. Günü birlik siyaseti aşan, siyasal arenada var olmanın niteliğine dair bir sorgulama bu. Vaat edilen de uzun soluklu olabilecek bir vizyon/misyon ile bu arenada var olmak. Vizyonun uzun soluklu olmasının ne kadar kapsayıcı ve çoğulcu olduğuna ve ne kadar umut verdiğine bağlı olduğu Yenilikçiler tarafından fark edilmiş görünüyor. Bu ise siyasetin yeniden toplumsallaşması açısından bir umut kaynağı.

Ancak, bunlardan Yenilikçilerin siyasetteki boşluğu doldurmak için İslâmi kimliğimizden/davamızdan vazgeçelim dediği sanılmasın. Tersine, Yenilikçiler, İslâmi kimliğin hak ve özgürlüklerini savunmada Geleneksel tarzın başarısız olduğunu iddia ediyorlar. Yenilikçilere göre, İslâmi kimliğin kamusal alana serbestçe giriş davası, liderlik oligarşisi tarafından geriletilmiştir. Nitekim, İslâmi kimlik, haklarının ve özgürlüklerinin Geleneksel tarz tarafından demokratik bir çerçeve içinde savunul(a)mamasının kurbanları olmuştur. Yenilikçiler, İslâmi kimliğin hak ve özgürlüklerinin savunulmasının, karşı-sosyal mühendislik imâsı içermeyecek demokratik-çoğulcu bir tarzda yapılması gerektiğini iddia ediyorlar. İslâmi kimliğin hak ve özgürlüklerinin “çoğulcu bir demokrasi” çerçevesinde savunulmasının birkaç olumlu yönü vardır. Her şeyden önce, eğer siyasal kültür, siyasal pratik ile değişebilecek bir unsur ise böyle bir yaklaşım başta İslâmi kesim olmak üzere, Türkiye siyasetine hâkim olan cemaatçi mantığın yıkılmasına yönelik bir ilk adım olabilir. Bu tür bir ilk adımın da hem İslâmi kimliği mücadelesinde daha avantajlı bir konuma sokacağını hem Türkiye siyasetini rahatlatacağını da söyleyebiliriz. Yenilikçi tarz, mevcut siyasal yapıyı koruyarak sadece İslâmi kimlik için alan açma yerine, mevcut siyasal yapıyı da demokratik bir biçimde dönüştürerek İslâmi kimlik için alan açma anlayışının işaretini vermesi nedeniyle hem İslâmi kimlik hem de Türkiye siyaseti için bir umut kaynağıdır.

Yenilikçi tarzı umut kaynağı yapan en önemli unsurlardan biri, onun hareketin tabanıyla kuracağı ilişki biçimidir. Geleneksel tarzın hareketin tabanıyla girdiği ilişki, toplumla girdiği/gireceği ilişkinin küçük çaplısıdır. Geleneksel tarzda kurulan, İslâm davası adına/için katı bir hiyerarşiye itaati güçlendirmeye/içselleştirmeye yönelik bir ‘bilinç’lendirme ve eğitme ilişkisidir. Demokratik mekanizmaların ikâmesi olan istişare mekanizması ise bu doğrultuda, yani bir ikna ve eğitim mekanizması olarak çalışmakta ve yüz yüze ilişkiler vasıtasıyla itaatkâr yapıyı meşrûlaştırmaktadır. İstişare mekanizması ile taban üst yönetime hesap vermekte, ondan yeni direktifler ve eğitim almakta ve diri tutulmaktadır. Fakat, taban/teşkilatlar hiçbir şekilde siyaset üretimine katılmamakta ve hareketlerinin öznesi olarak değil, liderlerinin nesnesi olarak kalmaktadır. Eğer bir hesap verilecek ise bunu yapacak olan tabandır. Yönetimi hesap vermekten kurtaran komplo teorileri gibi araçlar vardır.

Geleneksel tarzın tabanıyla girdiği ilişki biçiminin, demokratik bir devlet-toplum ilişkisi açısından iç karartıcı yönleri ile birlikte, en önemli ve en çok sıkıntı yaratan sonucu, hareketin tabanının bir muamma olarak kalmasıdır. Hareketin tabanı, siyaset üretimine herhangi bir katkısı olmadığı için, kendisini ifade edemez. Bu nedenle, hakkında farklı şeyler söylenen ve bizlerin bunlardan birine inandığı, esrarengiz bir tabandır. Tabanın esrarengizliği aynı zamanda onun suiistimallere de açık olması anlamına gelir. Gerek laik çevreler gerekse hareketin liderlik kadrosunun bizzat kendisi bu esrarengizlikten faydalanmaya çalışmıştır. Örneğin, 28 Şubat sürecinin en sıcak günlerinde, Oğuzhan Asiltürk, “RP kitlesine hâkim oluyor, RP olmasa kargaşa çıkar” diyerek, Refah Partisi’nin muhalefet ettiği devlet için aynı zamanda işlevsel olduğunu ve bu nedenle de kapatılmaması gerektiğini iddia etmiştir. Sorun şu ki: Tam olarak ne olduğunu bilmediğimiz bu tabanın kendi başına kalsa kargaşa çıkarıp çıkarmayacağını da bilemeyiz. Daha doğrusu, biz bu tabanın radikal olup olmadığını veya kargaşa çıkarıp çıkarmayacağını aslında onu, izlediği siyasetle, esrarengiz kılan Asiltürk gibilerin yansıttıklarından biliriz. Yoksa tabanın kendini ifade edeceği herhangi bir kanal yoktur. Dikkat edilirse, taban adına ve taban hakkında konuşan Asiltürk’ün söylediği şey aynı zamanda partinin varlık nedeni hareketin tabanın kontrolüne ve bunun devlet için işlevsel olduğuna indirgiyor. Buna göre, RP kendi yarattığı/yansıttığı tehdidi kontrol etmesi nedeniyle devlet için faydalı bir partidir. Diğer taraftan, tabanın esrarengizliği başka grupların da kendi varlıkları için ihtiyaç duydukları tehdidi yaratmalarına elverişli. Örneğin, varlık nedenini “şeriatçı tehlike” karşısında olmakta bulan gruplar için de bu esrarengiz taban bulunmaz bir nimettir.

Yenilikçilerin vaat ettiği tarz ile tabanın esrarengizliğinden fayda sağlama olanakları azalacaktır. Yenilikçiler misyonun halka, tabana ve teşkilata açılmasını, yani demokratikleşmesini, savunarak hem misyonun kurumsallaşmasını hem de toplumsallaşmasını ve şeffaflaşmasını istiyor. Taban ile kurulacak katılımcı bir ilişki sayesinde misyon tekel idaresinden kurtulacak ve üyeler kurumsallaşmış hareketlerinin/ideolojilerinin öznesi haline gelebileceklerdir. Özneleşme, diğer partilere de örnek olabilir ve Türkiye siyasetini toplumdan kopukluğunu gidermeye yarayacak bir ilk adım olarak görülebilir. Ancak daha önemlisi, şeffaflaşmış ve toplumsallaşmış bir misyon sayesinde, varlığı tabanın esrarengiz kalmasına bağlı olan ve Türkiye siyasetini kuşatan laik-şeriatçı gibi sanal kutuplaşmalar/ikilikler sorgulanmaya başlayacaktır. Böylece, hem varlık nedenini genellikle “laiklikçilik” karşıtlığında bulan geleneksel tarz hem de şeriatçılara karşı olmaktan başka hiçbir özelliği olmayan laiklikçi kanat, kendilerini neye karşı oldukları temelinde değil de, neye taraf oldukları temelinde tanımlamaya, dolayısıyla da siyaset üretmeye, zorlanacaktır. Böylece, topluma yıkıcı karşıtlıklar arasından değil de yapıcı taraflıklar arasından seçebilme olanağı doğabilecektir.

KONGRE: FİKRÎ SEFALET VE GÜÇ İLİŞKİSİNİN DOĞUŞU

Siyaset yapma anlayışı fikirsel temelden ve vizyondan yoksun olan Gelenekçilerin, Yenilikçi muhalefetin karşısına herhangi bir fikir içerikli sav kurarak çıkması beklenemezdi. Yukarıda da belirttiğim gibi, geleneksel tarz eleştirileri ve başarısızlıklarını ancak dışsallaştırarak savuşturabilir Nitekim, “FP üzerindeki baskı,” “içinden geçtiğimiz anormal şartlar” ve “bu birlik olunması gereken şartlar altında Yenilikçilerin rekabet yaratarak ve uluorta konuşarak –en şefkatli şekliyle “şuursuz bir biçimde”- ‘bölücülük’ yapmaları, kartel medyasına alet olmaları ve partiyi zayıflatmaları” dillendirilen karşı ‘sav’lardandır! Gelenekçilerin Yenilikçilere karşı en önemli silâh ise Erbakan’a yaptıkları itaatsizlikti, eğer ortada bir hata varsa, o da “Erbakan’ın bir zamanlar Gül’ün elinden tutmuş olmasıydı.” Bu ve benzeri suçlamalar karşısında Yenilikçiler kendilerini savunmaktan, ne yapmak istediklerini anlatmaya pek fırsat bulamadılar belki, ama Erbakan’a itaatsizlik olarak yansıtılan muhalefetlerinin aslında davaya sadakatten kaynaklandığı mesajını, Gelenekçilerin düştüğü seviyeye düşmeyerek, net bir biçimde verebildiler. Bu açıdan bakınca, Fazilet Partisi’nin birinci olağan kongresi ile davanın kurumsallaşmasının başladığını söyleyebiliriz.

Kongre sonucunda, adamları ve parti içinde tuttukları köşe başları çok, fakat fikirleri az olan Gelenekçiler yönetimi aldı, fakat yeni ve gerçek bir vizyon umudu veren Yenilikçilere karşı, Ömer Çelik’in deyimiyle, siyasal açıdan mağlup oldular. Yenilikçilerin oyların yarıya yakınını alması ve Gelenekçilerin kıl payı genel başkanlığı ve yönetimi ele geçirmeleri ile kongre aslında bir başlangıç olarak sona erdi. Aslında, Gelenekçiler kongrenin üstüne sünger çekebilmeyi, kongreyi sanki hiç yapılmamış sayabilmeyi isterlerdi. Fakat, kongre sonuçları bir miladı ifade ediyor. Bu milat sadece kurumsallaşmanın başlamasını değil, aynı zamanda Yenilikçiler ve Gelenekçiler arasında bir güç ilişkisinin doğuşunu ifade ediyor. Yenilikçilerin artık Erbakan’ın lütuflarından bağımsız ve Erbakan’a rağmen, sadece vaat ettikleri -fakat tam olarak ifade edemedikleri- siyasal vizyonları sayesinde kazandıkları bir siyasal güç/destek var. Gelenekçilerin hâkim olduğu Genel Merkez, Yenilikçilerin bu gücünü her an ensesinde hissedecek. Ayrıca, Yenilikçilerin gücünün fikirsel bir temeli olması nedeniyle, Gelenekçiler enselerinde hissettikleri bu gücü, başka partilerin yaptığı gibi, kolayca biçemeyecekler.

Aslında, Gelenekçiler, Yenilikçileri kongrede ağır bir yenilgiye uğratıp, onlara evden kaçıp sonra evine lütfen tekrar kabul edilmiş sorunlu bir evlat muamelesi yapmayı arzu ediyorlardı. Yenilikçiler ise bu evden kaçma riskini ve şefkatsiz ebeveynleri göze almıştı. Ne var ki, kongre sonuçları, ebeveynlerin sandığının aksine, evlatların reşit ve fiil ehliyetine sahip olduğunu ve daha da önemlisi artık aile reisinin değil, ev idaresinin öncelikli olduğunu gösterdi. Eğer iyi anlaşılırsa, bu ataerkil değerlerle de beslenen duygusallığın yerine siyasal aklın konulmasını gerektiriyor. Bundan böyle, Milli Görüş hareketi, ve özellikle yönetimi, eş, dost ve akrabalardan oluşan geniş bir ataerkil aile veya cemaat değil de küçük bir toplum olmaya başlayabilir. Fakat, kongre sonuçlarını değerlendirmek için “anketler vasıtası ile kamuoyunun neticeye nasıl baktığı belirlenmelidir” gibi anlamsız şeyler diyebilen bazı Gelenekçilerin varlığı nedeniyle durum hiç de umut vaat etmiyor. Aslında, Gelenekçilerin değişmemek için kendi siyasal akıllarını ret ettiklerini bile düşünebiliriz. Ya da siyasal akılsızlıkları nedeniyle değişim ile davadan vazgeçmeyi eş tutuyorlar ve değiş(e)miyorlar.

Partinin yarısını temsil ettiği için de biçilmesi zor olan Yenilikçi güç, Kongreden önce yapılan tüzük değişikliği nedeniyle, yönetimde temsil edilmiyor. Yönetime katılımın aynı zamanda bir entegrasyon mekanizması olduğunu göz önüne aldığımızda, partinin fiilî olarak bölünmüş olduğunu söyleyebiliriz. Buna rağmen, Recai Kutan’ın demeçlerinde, yönetimde de temsil edilmeyen Abdullah Gül ve arkadaşlarının da en az kendisi kadar partinin başarısından sorumlu tutulacağını söylemesi de aslında geleneksel tarzı ile bir devamlılık arz ediyor. Yenilikçiler yönetimde değil. Yönetim de Yenilikçilere gidip fikirlerini sormayacak. Fakat, Kutan’ın demeçlerinden öğrendiğimize göre, bu grubun getireceği teklifler lütfen dikkate alınacak. Yani, Yenilikçiler isterse teklif götürecek, yönetim de keyfine göre bunları dikkate alacak. Hatırlanacağı gibi, Yenilikçi grup daha önce yönetimde olmalarına rağmen, siyaset üretimine hiçbir etki yapamamıştı. Zaten, bu nedenle parti içi muhalif bir hareket olarak ortaya çıkmışlardı. Dolayısıyla, Gelenekçiler parti yönetiminde hiçbir etkili rolleri olmayan, ya da yetkisiz olan, Yenilikçi grubu, “birlik ve beraberlik” değerlerini de vurgulayarak, partinin başarısından/başarısızlığından sorumlu tutmaya çalışıyor. Bu aynı zamanda, Gelenekçilerin yönetiminin sorumluluğu kabul etmemeleri ile aynı şey. Zira, herkesin sorumlu olduğu yerde aslında hiç kimse sorumlu değildir. Abdullah Gül ise yeni yönetim büyük sorumluluk almıştır diyerek, Kutan ve arkadaşlarına aldıkları sorumluluğu hatırlatıyor ve “kim talimat verirse versin benimsemediğimiz politikalara evet demeyeceğiz diyerek” parti içi muhalefetin sinyallerini veriyor. Fakat, en azından bir sonraki kongreye kadar, kol kırılsa bile yen içinde kalacak ve açıktan muhalefet yapılmayacak. Böylece, zaten partinin yarısını oluşturduğu için biçilmesi zor olan Yenilikçi teşkilatların biçilmesine de fırsat verilmeyecek.

Fazilet Partisi sadece büyümek için değil, davasını daha iyi savunabilmek ve can çekişen siyaseti tekrar diriltebilmek için Yenilikçi doğrultuda adımlar atmak zorunda. Ama, hareketin içinde büyüme ile hareketin sulandırılmasını eşanlamlı görenler, davanın kurumsallaşmasını istemeyenler ve önceliği cemaatçi yapıyı korumak olanlar varken, yenilikçi adımların atılacaksa bile çok sancılı bir biçimde atılacağını söyleyebiliriz. Bundan sonra, Gelenekçilerin enselerinde hissettikleri Yenilikçilerin gücü geleneksel tarzı “terbiye” edici bir faktör olacak. Bu doğrultuda, Gelenekçiler, Yenilikçileri yönetime katmadan da olsa, rölantide gitmekten vazgeçip daha etkili bir muhalefet yapmayı deneyecek. Ancak, herhangi bir fikirsel içerikten ve siyasal vizyondan yoksun olduğu sürece, Fazilet Partisi‘nin yapacağı muhalefetin etkisi tartışmalı ve olası başarısı da saman alevi gibi geçici olacaktır. Herhalükârda, Yenilikçilerin varlığı sayesinde, Gelenekçi yönetimin yaptıklarından ve yapmadıklarından ilk fırsatta sorumlu tutulacaktır. Birilerinin zoraki de olsa sorumluk alması ve hesap vermek durumunda olması Milli Görüş hareketi için bu aşamadaki önemli bir değişimin ve gelecekteki olası dönüşümlerin işareti olsa gerek.

MENDERES ÇINAR