Jean-Pierre Thieck'in Anısına

Bundan on yıl önce, 5 Temmuz 1990 tarihinde, Jean-Pierre Thieck Paris’te yaşama veda etti. Le Monde gazetesinin Türkiye muhabiri olan ve yazılarını Michel Farrère mahlasıyla imzalayan Jean-Pierre uzun süredir AIDS’le mücadele ediyordu. Öldüğünde 41 yaşındaydı. Ama bu kısa ömre çok ama çok şey sığdırmıştı.

Yakın arkadaşı Gilles Kepel, onun değişik yazılarını Passion d’Orient (Doğu Tutkusu) adıyla kitaplaştırdı (Karthala, 1992, Paris). Kepel, Jean-Pierre’in yaşamının önemli anlarını şöyle anlatıyor: “Bizim kuşağın Fransız oryantalistleri arasında, hiç tereddütsüz, en göz kamaştırıcımız, en yeteneklimiz oydu. Biz zar zor bir-iki dil öğrenirken, o şaşırtıcı bir kolaylıkla onunu birden konuşurdu: Türk kamyon şoförlerinin argosunu ve bilimadamlarının Almancasını, New York gece kulüplerinin slang’ını, Kahire Akademisi’nin Arapçasını bilir, hiç de bunların boşuna olduğunu düşünmezdi. Tarih okumuştu. Tıpkı birçok fikri, davranışı ve kaderi paylaştığı dostu Michel Seurat gibi parçalanmış kimliğini ararken Doğu ile karşılaşmıştı.

1949 doğumluydu. Proleter enternasyonalizmin çocuğu olduğunu gülerek anlatırdı. Annesi Tunus Yahudisi kökenli bir Fransız komünisti, babasıysa daha sonra ‘sınıf işbirlikçisi’ olup Kraliçe tarafından asalet unvanıyla ödüllendirilen İngiliz bir sendikacıydı. Anne ve babası onu Prag’daki bir ‘Gençlik Kongresi’ ile Paris’teki bir ‘Barış Hareketi’ konferansı arasında bir zamanda yapmışlardı. Anne babası hiç birlikte yaşamadı. Jean-Pierre babasıyla, büyüdükten sonra, tek başına yaptığı bir Londra seyahatinde tanıştı ilk kez.

Dünyaya gözünü açtığında komünist kültürle tanışmış ve dünyaya bakışını onunla şekillendirmişti. Annesinin Tunus asıllı olmasından hareketle 20 yaşında Arapça öğrenmeye başladı. 1971-73 arasında Kahire’de yaşadı. Burada, tarihçiliğiyle komünist kimliğini birleştirerek Mısır sendikal hareketi üzerine bir master tezi yazdı.

Fransa’ya döndükten sonra Kara Afrika’nın Batı kısmını keşfetti ve ‘sosyalizmin inşâsı’ ile ilgilendi. ‘Anti-emperyalist’ görüşleri nedeniyle Gine’de sıcak karşılandı; bir hafta sonra da sınır dışı edildi. Komşu Gine-Bissau’da parasız Fransızca ve tarih öğretmenliği yaptı. Onun diğerkâmlığı siyasî polisin şüphesini çekti ve kötü alışkanlıkları olduğu bahanesiyle tutuklanıp Şubat 1975’te kovuldu.

1978’e kadar Paris’in banliyölerinde liselerde coğrafya ve tarih öğretmenliği yaptı. Bu arada 19. yüzyıl Kahire’sinde kent hayatı üzerine doktora yapmaya başladı. Tatillerde Mısır’a gidip arşivlerde çalışıyor; bu arada Mısırlı komünistlerin değişik toplantılarına katılmayı da ihmal etmiyordu. Tabiî askeri istihbarat da Jean-Pierre hakkında dosya tutuyordu.

İncelemelerinde lazım olduğu için Oxford’da St Antony’s College’de Türkçe ve Farsça öğrendi. Bu sırada bir yandan teziyle ilgili makaleler kaleme alıyor, diğer yandan FKP Merkez Komitesi Dış Siyaset Bölümü İncelemeleri Dergisi’nin 22-23 Mayıs 1976 tarihli sayısında ‘Fransız EmperyalizmininOrtadoğu’daki Doğası ve Eğilimleri’ başlıklı yazısı çıkıyordu. FKP’liliği nedeniyle Aralık 1978’de geldiği Kahire Havaalanı’ndan dışarı çıkamadan, bir başka uçakla gerisin geri yollandı. Sahada ve arşivlerde çalışamayacağı için Kahire üzerine tezini iptal etti ve Osmanlı dönemindeki Suriye’ye, özellikle de 18. yüzyılda Halep şehrine yöneldi.

1980’de Fullbright bursuyla Şikago Üniversitesi’nde, 1981-83 arasında Şam’daki Fransız Arap İncelemeleri Enstitüsü’nde, 1983-85 arasında Beyrut’ta Çağdaş Ortadoğu İnceleme ve Araştırma Merkezi’nde (CERMOC) ve 1985’ten itibaren de İstanbul’daki Fransız Anadolu İncelemeleri Enstitüsü’nde bulundu. Arada birkaç haftalığına da olsa Mısır’a dönme şansını yakaladı. Ama ikâmetini uzatmak istediğinde yeniden uçağa konulup sınır dışı edildi.

Son on yılını ağırlıkla Suriye, Lübnan ve Türkiye’de geçirdi. 1985’te tezinin önemli bir bölümünü ‘Osmanlı’nın desantralizasyonu ve 18. yüzyıl Halep’inde Kentli Kimliği’ başlığıyla yayımladı. Bu makale sayesinde onun Osmanlı Türkçesiyle klasik Arapçayı rahatlıkla okuyabildiğini de öğrenmiş olduk.

İç savaş sırasında Beyrut’taydı. Anarşiye ve en aşırı düzensizliklere teslim olmuş bu toplum Jean-Pierre’i büyülüyordu. En başarılı antropolojik çalışmalarını erkekleri tavlarken yapıyordu. Arada sırada Michel-Marie Seurat çiftinin evlerine gelip duş alır ve sıcak yemek yerdi. Onlara milislerin dünyasını, şiddet, seks, eşkıyalık ve siyasetin bulamacı olan ve giderek tüm Lübnan’ı istila eden o toplumu anlatırdı.

1982 yazında, İsrail ordusunun kenti işgâli sırasında Beyrut’ta kalan Jean-Pierre, bombalanan Beyrutluların sesi oldu. 13 Ağustos tarihli Humanite’nin Pazar ekinde ‘Bombalar altında bir günlük’ başlıklı, sivillerin katledilmesini; ölü ve yaralıların sayısının her geçen gün artmasını anlatan bir yazısı çıktı: ‘Niçin insanları katlediyorlar? Tel Aviv teröristleri ortadan kaldırmaktan söz ediyor. Şatilla Kampı’nda, bir çukura üstüste atılmış, üzerlerine tek bir battaniye örtülmüş olanlar mı terörist? Yaralılara yardım etmeye giderken, terk etmediği mahallesi Şiha’da bir şarapnel parçasıyla hayatını kaybeden Naam adlı üniversite öğrencisi kız mı terörist? Doğum yeri Kudüs işgâl altındayken, pazar günü İsrail uçaklarına karşı Beyrut’u savunurken ölen Mustafa mı terörist?’

Fakat iç savaşın uzaması ve özellikle de dostu Michel Seurat’nın Mayıs 1985’te ‘İslami Cihad Örgütü’ tarafından rehin alınıp ardından öldürülmesiyle, olaylara bu şekilde bakmaktan vazgeçti. Dostu rehinken Jean-Pierre, Marie Seurat ve kızlarıyla birlikte kaldı. Günlerce onu kurtarmak için uğraşıp didindi.

Onun gibi Ortadoğu’da çok şey görüp yaşamış birinin Ortadoğu’yla ilişkisi Seurat’nın katliyle onarılmaz bir şekilde yara aldı. Hep onların ‘davası’nı savunan birinin hayatını savunmak için pek az ses çıkmıştı ve ‘İslami Cihad’ militanları, onu hücresinde ölüme terk ederken kendisini bir de aşağılamışlardı.

‘Hayatımda böyle nankörlük görmedim’ demişti Paris’te bir keresinde bana. Sanıyorum Arap ülkelerini bırakıp Osmanlı Arşivleri’nde çalışmak için İstanbul’a gitmesinde bu olayın önemli bir rolü oldu.

Aslında bu zor bir karardı. İstanbul’da Enstitü ile şekilsel bir bağı olacaktı. En kısa zamanda geçinmenin yolunu bulmalıydı. Öte yandan üst üste gelen hastalıkların ve iyice belirginleşen zayıflığını gerçek nedenini de öğrenmişti.

Le Monde’da önce birkaç yazısı çıktı; ardından Türkiye muhabiri oldu. Olağanüstü yeteneğiyle yeni mesleği gazetecilikte hızla parladı. Üç yıl boyunca Fransızlara bilmedikleri bir Türkiye’yi anlattı. Michel Seurat ve Türkiye’de yaşamış yazar Claude Farrère’in anısına Michel Farrère adını kullandı.

Kaynayan bir ülkede her türden değişimin tutkulu bir gözlemcisi olarak İslami hareketlerden travestilerin gösterilerine, kimyasal silahlardan kaçıp Türkiye’ye sığınan Irak Kürtlerinin kamp yaşamlarından, hâlâ yayımlanmamış olan 60 sayfalık İstanbul geceleri rehberine kadar birçok konuyu işledi.

1989’da iyice yorgun düşmüştü, sık sık tedavisi için gelmek zorunda kaldığı Paris’e dönmek zorunda kaldı. ABD’ye yaptığı son bir gezi sırasında bana, günlerini büyülenmiş bir şekilde televizyon izleyerek geçirdiğini yazmıştı: ‘Şu 700 Kulübü ve televizyondaki diğer Hıristiyan programları harikulade, ama hiçbiri Müslüman vaazlarının yerini tutamaz…’

Defin işlemleri güzel bir yaz günü, küçük bir kalabalıkla yapıldı. Tüm ülkelerden gelenler vardı ve ağlıyorlardı.”


12 Temmuz 1990’da Paris Père-Lachaise Mezarlığı’nın Krematoryumunda yapılan törene ben de İstanbul’dan gitmiştim. Aynı saatlerde Jean-Pierre’in Türkiyeli dostları Ortaköy açıklarında onun anısına Boğaz’a çiçek bıraktılar.

On yıl sonra, Paris’te Luis Martinez’in Cezayir’de İç Savaş adlı, bu ülkenin yaşadığı dramı en iyi anlatan eserlerden biri olan kitabını satın aldım. Kitabın sunuş bölümünün teşekkür kısmında şöyle bir cümleyle karşılaştım: “Oğlu Jean-Pierre’in anısını yaşatmak için bu çalışmamı gerçekleştirmemde bana katkıda bulunan Bayan Thieck’e teşekkürlerimle…”

Ben de, ölümünden kısa bir süre sonra, 1990 Kasım ayında çıkan ilk kitabım Ayet ve Slogan’ın sunuşunda “Kendisine çok şey borçlu olduğum Jean-Pierre’i” sevgiyle anmıştım.

Luis Martinez’i tanıyorum. Parlak ve maddi imkânları kısıtlı genç bir araştırmacı olduğunu biliyorum. O da Jean-Pierre gibi yazılarını gerçek adıyla yazamıyor. Çünkü İslâm dünyasında, yani bizim dünyamızda hâlâ şiddet egemenliğini sürdürüyor.