Bir Diğer İsyanın Anatomisi

“İkinci İntifada”, Ekim ve Kasım aylarında işgâl altındaki toprakları saran şiddeti izleyenlerin yaşadığı deja-vu hissini çok iyi ifade ediyor. Olayları daha dramatik bir bakış açısından değerlendirecek olursak, olanların 12 yıl önce olanlara aslında çok benzediğini iddia edebiliriz. Zira, tek silâhı taşlar olan gençler Ortadoğu’nun en güçlü ordusuna karşı hâlâ savaşmakta, anneler hâlâ yas tutmakta ve uluslararası medya, özellikle şehit cenazelerinde esen milliyetçi havayı hâlâ haber yapmakta. Maskeli gençlerin silâhlarıyla yaptıkları resmi geçitler bile ilk intifadanın o karmakarışık sonunu anımsatıyor. Ancak bu sefer, ayaklanmanın birçok safhası daha yoğun, cinayetler daha vahşi, verilen tepkiler daha ivedi. Ayaklanmanın dili, hem siyasî gözlemcilerin, hem de isyan edenlerin gündelik hayatına damgasını vurmuş durumda. Betlehemli bir milletvekili, kuşatma altındaki şehre yapılacak yiyecek yardımından bahsederken, “kendimizi intifada ve intifada dışı günlere göre ayarlamalıyız” demişti.[1] İntifada dışı günler… Gündelik hayat kitlesel bir ayaklanmaya bir kez daha tâbi kılındı.

İlk ayaklanmada olduğu gibi, zaten patlamaya hazır olayların ateşleyicisi diplomatik bir çıkmazın ertesinde patlak veren dramatik bir olaylar silsilesiydi. 1987’de gayet umut kırıcı bir Arap zirvesi toplanmiş, Yahudi bir yerleşimci ilkokula giden bir kız çocuğunu öldürmüş, 7 Filistinli işçi Eretz kontrol noktasında bir trafik kazası sonucu hayatlarını kaybetmiş ve bunlar ilk ayaklanmanın ateşleyicisi olmuştu. Geçen Ekim ayında İkinci Camp David zirvesinin çökmesinden sonra Şaron’un Haram el-Şerif’i ziyaret etmesi ve ardından çıkan gösterilere katılanların bir bölümünün öldürülmesi son olayların tetikleyicisi oldu. Ancak, görece sakin ve tekdüzeleşmiş bir tahakküm sisteminden, halihazırdaki statükoya son vermek uğruna hayatlarını teklikeye atan on binlerce genç kadın ve erkeğin dahil olduğu gayet yaygın bir şiddet ortamına nasıl geçilebildiğini anlayabilmek için, her iki ayaklanmanın da müsebbibi gibi görünen bu tip kıvılcımların arka planına dikkat etmemiz gerekiyor. Yani, bir taraftan siyasî güç dağılımına ve diğer taraftan bunun kendiliğinden patlak veren hareketleri nasıl etkilediğine ve yönlendirdiğine bakmamız gerekiyor. Zira bu iki faktör, İsrail ve Filistin’in uzun vadeli siyasî stratejilerini belirlemelerinde çok merkezî bir rol oynayacak.

Bu iki intifada, farklı siyasî ve diplomatik bağlamlarda ortaya çıkmaları dolayısıyla birbirlerinden epeyce farklılar ve bu yazıda savunacağımız gibi, ortaya çıkacak sonuçların da farklı olması kuvvetle muhtemel. İlk intifada (1987-1993), siyasî yolların tamamen tıkandığı, Lübnan’ın işgâl edildiği, FKÖ’nün Lübnan’dan uzaklaştırıldığı ve Batı Şeria ile Gazze Şeridi’ndeki Yahudi yerleşim alanlarının genişlemeye devam ettiği bir bağlamda ortaya çıkmıştı. İsrail askerî rejimi şehir ve köyleri mutlak kontrol altında tutuyor, doğrudan sömürgeci koşullar altında Filistinlilerin günlük hayatını idare ediyordu. Ortaya çıkan ayaklanma, “iç” siyasî oluşumları, dinamik bir sivil toplum örgütlenmesini ve demokratik kitle örgütlerini güçlendirmişti. Bu silâhsız ve militan sivil direniş İsrail ordusuna ve kamuoyuna, Filistin’in sömürgeci bir idare altında yönetilemeyeceğini göstermişti. Yahudi toplumunun genişçe bir bölümünü ahlâki bir çıkmaza itmiş, ardından da bir moral çöküş süreci başlatmıştı. Aynı zamanda, 1988’de Filistin Ulusal Konseyi, BM’nin 242 nolu Genel Kurul kararına dayanan taksim planına ve iki devletli çözüme onay vermişti.

On yıl önce Filistinlilerin güçlü bir sivil toplumu, sorunlu da olsa bir lider kadrosu ve FKÖ’nün Tunus’tan idare ettiği ya da idare etmeye çalıştığı bir sosyal hareketleri vardı. Oysa şimdi Filistinliler, seçilmiş bir Meclise, silâhlı bir güvenlik teşkilatına, gitgide genişleyen FKÖ bürokrasisi tarafından idare edilen bir bağımlı devlet aygıtına sahipler. Bu idareciler, kendilerini ve yönettikleri insanları, işgâl altındaki topraklarda birbirleriyle ilişkileri koparılmış alancıklara hapsetmiş ve yedi yıldır devam eden bir barış sürecinin, hem de Filistin tarihinin bu en kritik ve önemli anının, son derece atıl bir parçası durumuna gelmişlerdir. Şu anda Filistin’de, olayları televizyondan takip eden milyonlarca Arabın sokaklara dökülerek desteklerken, Filistin sokaklarının, ancak sınırlı bir şekilde katılabildiği, sivil toplum desteğinden yoksun, muhalefetin azıcık katkıda bulunabildiği, hükümetten neredeyse hiçbir destek almayan ve Meclisin kahredici bir sessizlikle izlediği kitlesel bir başkaldırı söz konusu.

OSLO: BAŞTAN KOKAN BALIK MI, TUTULMAYAN SÖZLER Mİ?

Oslo süreci, kimilerinin başarı diye nitelendirdiği ilk intifadanın siyasî sonucuydu. Geçiş süreci müzakereleri, Wye Nehri, Netanyahu’nun imzaladığı Hebron ve Camp David Anlaşmaları bu aksak ritimli sürecin yanyana zar zor duran parçalarıydı. Bu sürecin nasıl değerlendirildiği, halihazırdaki sorunu anlamak için bir önkoşul niteliği taşıyor. Oslo’ya yöneltilen ilk eleştiriler, sürecin ya yeni bir apartheide ya da uzaktan kumandalı bir işgâle yol açacağını savunarak, aslında bunun işgâlin sürekli hale getirilmesi anlamına geleceğini öngörüyorlardı. Son iki aydır süren ayaklanma da bu tahlillerin sağlaması gibi duruyor. Ancak asıl bakılması gereken yer, anlaşmalara imza atan Filistinli yöneticilerin bu anlaşmaları nasıl anlamlandırdıkları ve zaman içerisinde çeşitli İsrail hükümetlerinin anlaşma maddelerini değiştirip değiştirmeyecekleridir.

Oslo’nun esas mantığı, Yahudi yerleşimciler, mülteciler ve Kudüs gibi dişli konuların nihai görüşmelere bırakılıp, İsrail’in işgâl ettiği Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden kademeli olarak çekilmesi üzerine kurulmuştu. Buna ek olarak, İsrail’in Jeriko’yu ve Gazze’yi terk etmesi üç aşamalı bir beş yıllık geçiş süreci sırasında gerçekleşecekti. Barış süreci sırasında imzalanan birçok anlaşma metni Batı Şeria ve Gazze’nin kesin olarak ne kadarının geri verileceği konusunda muğlaktı. Ancak, Filistin Yönetimi (FY) ve Oslo’nun Filistinli destekçileri, bunun, 1967’de İsrail’in işgâl ettiği tüm alanları ve askerî üsleri kapsayacağını, (Rabin hükümetinin de önayak olmasıyla) varsaymışlardı. Bu sorunlu varsayım ilk darbesini Netanyahu’nun yarım yamalak uygulamaya koyduğu ikinci aşama sırasında aldı. Ancak, hem Amerika hem Filistin Yönetimi Likud’un seçimleri kaybedip İşçi Partisi’nin başa geçmesiyle anlaşmaların o ilk “iyi niyetli” seyrine oturacağını umuyorlardı. Ancak, göz önünde bulundurmadıkları birçok şey vardı. Zira Oslo’nun en şatafatlı günlerinde Ehud Barak, Knesset’de Oslo’ya karşı oy kullanmıştı.

CAMP DAVID

Barak, hükümeti kurduktan sonra, Oslo’nun üçüncü aşamasını hiç gerçekleştirmedi. Onun yerine Temmuz’un 15’i ve 25’i arasında Washington’da başlayacak nihai barış görüşmelerine geçilmesi için ısrar etti. Bu ısrar Filistin Yönetimi’nin, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki kent merkezlerinin %18’inin tamamında ve ortak kontrol alanlarının (ki tüm alanın %24’ü oluyor) yarısında egemenlik sahibiyken, nihai çözüm için masaya oturmaya zorlanması anlamına geliyordu. Dahası, Oslo sürecine damgasını vuran taraflar arasındaki abartılı güç dengesizliğini de beraberinde getiriyordu. Daha önce, nihai görüşmelere başlamak için bir önkoşul olan İsrail’in işgâl ettiği topraklardan kademeli olarak çekilmesine dair uzlaşma, Filistinlilerle nihai görüşmelerde yapılacak pazarlıklara tâbi oluyordu. Yani pazarlığın önkoşulu pazarlık konusu yapılmıştı.

Ancak Filistinliler ödün verebilecekleri konulara dair ciddi bir ayrım yapmışlardı. Geçiş sürecine ilişkin Oslo’da bazı ödünler verilebileceklerine, ancak BM’nin 242 nolu kararı gibi bazı önemli konuların nihai görüşmelerde tartışılırken tavizsiz dayatılmasına dair örtük de olsa bir fikir birliğine varmışlardı. Oslo’nun ortaya çıkan ilk sorunlarının yukarıdan dayatılan bir çerçeve yüzünden oluştuğu, ancak esas kazanımın FKÖ’yü sürgünden memlekete geri getirmek ve bağımsız Filistin için Filistin’in içinden mücadeleyi başlatmak olduğu savunuldu.[2] Geçiş dönemi sırasında tutulmayan sözler arttıkça da, FKÖ liderleri nihai görüşmelere dair daha katı bir duruş belirlemeye ve geçilmesi mümkün olmayan kırmızı hatlar belirlemeye itildiler.[3] Bu nedenle Camp David’in başarısızlığı bu iki farklı mantığın çatışmasından kaynaklandı. İsrail, Filistinlilerin nihai görüşmelerde daha az toprak talep etmesini umuyor, zaten birçok ödün vermek zorunda bırakılmış Filistinliler de daha fazla geri adım atmak istemiyordu.

Camp David’de gerçekten ne olduğuna dair geliştirilen senaryolar arasında ciddi farklılıklar var. Zirvenin başarısızlığının hemen ardından, Clinton yönetiminin sözcülüğüne soyunduğu İsrail’in resmi görüşü baskın çıkmıştı. Uluslararası medyada pazarlanan bu görüşe göre Barak, “bir kereye mahsus olmak üzere gayet cömert” tekliflerde bulunmuş ancak Filistinliler bunu reddetmişlerdi. Görüşmeler Kudüs üzerinde kilitlenmiş ve İsrail, Haram El-Şerif üzerinde tam olmasa da bir tür egemenlik talep ettiği için zirve başarısız olmuştu. Zira bu talep, Şaron’un geçen Ekim ayındaki ziyaretinin de perde arkasıydı...

İsrail’in Camp David’de aslında ne önerdiği, görüşmelerin neden başarısızlığa uğradığı ve daha da önemlisi İsrail’in tüm bu görüşmeler sırasında uyguladığı ana taktiğin ne olduğu hakkında geçtiğimiz aylarda yeni görüşler ortaya çıkmaya başladı:

KUDÜS

Her ne kadar Barak geçtiğimiz Eylül sonunda yaptığı bir açıklamayla Kudüs’ün iki kısmının iki ayrı devletin başkenti olmasını savunduysa da,4 bununla ne demek istediğini açıklığa kavuşturmamıştı. Müzakereler sırasında İsrail’in ana delegesi Şolomo Ben Ami’nin danışmanı Menahim Klein’a göre İsrail, Doğu Kudüs’teki Yahudi yerleşim alanlarını topraklarına resmen katacak[5] ve Kudüs’ün sınırlarını[6] Hebron yakınlarındaki Guş Etzion’a kadar genişletecekti.[7] Doğu Kudüs’ün çevresindeki Arap mahallelerinden Filistin kontrolünde bir “dış halka” oluşturulacak, merkezdeki Eski Şehir’in hemen dışında kalan Arap mahalleleri ise, Filistinlilerin kısmi bir egemenliğe sahip olduğu bir “iç halka” içinde kalacaktı.[8] Ayrıca Eski Şehir’deki Müslümanlara ve Hıristiyanlara ait kutsal mekânlarla, Arap mahalleleri “genişçe” bir özerklik sahibi olacak, ancak egemenlik, hegemonyasını dayatan İsrail’de kalacaktı.[9] Bu düzenlemeye göre anakentin, biri İsrailli diğeri Arap olmak üzere iki belediyece yönetilmesi öngörülmüş, uluslararası sınırları olmayan, ancak etnik sınırlarında kontrol noktaları olan bir açık şehir olarak tasarlanmıştı.[10] Özü itibariyle Barak’ın “iki başkentli” çözüm önerisi bundan ibaretti.

Camp David’deki Filistinli danışmanlardan Ekrem Haniyyeh bu yukarıdaki yorumu revize eden bir yaklaşım getirdi. Amerikalıların süzgecinden geçen İsrail önerisi Filistinlilere Eski Şehir’de başka, dış halkada başka bir “geniş özerklik” veriyordu. Amerikalılar ise Eski Şehir’deki Hıristiyan ve Müslüman mahallelerin Filistin’in, Ermeni ve Yahudi mahallelerinin ise İsrail’in egemenliği altında olmasını öngören bir plan öne sürmüştü.[11]

Haniyyeh ve Klein’ın yorumları üç noktada birbirlerine çok yaklaşıyor: 1) Arafat’ın Doğu Kudüs’ün tam Filistin egemenliği altında olması haricinde tüm seçenekleri reddetmesi; 2) İsrail’in Haram El-Şerif üzerinde bir çeşit egemenlik iddia etmesinin görüşmeleri tıkaması; ve 3) Müslümanların üst alanı, İsrail’in alt alanı kontrol edeceği bir ortak egemenlik ya da “dikine bölünmüş” bir egemenlik tasarısının içeriği.[12] “Ortak egemenlik” önerisi epeyi şaşırtıcıydı, zira daha önce ne Likud’dan ne de İşçi Partisi’nden böylesine bir öneri geldiği olmuştu. Klein’a göre görüşmeler tam bu noktada tıkanmıştı.

YAHUDİ YERLEŞİMCİLER

Filistin cephesinden bakıldığında Yahudi yerleşimciler konusunda İsrail’in çözüm önerisinin bazı önemli sorunları vardı:[13] Gayet geniş olan Etzion yerleşimci blokuna ek olarak, İsrail’in nihai sınırlarının, Filistin topraklarında önemli bir alana yayılan iki ayrı Yahudi yerleşim alanını da kapsayacak olması. Bu üç blok 250.000 İsrail vatandaşı yerleşimciyi kapsayacak fakat 80.000 – 100.000 arasında Filistinli, resmen İsrail topraklarında yaşarken İsrail vatandaşlığından mahrûm edilecekti.[14] Bu düzenlemenin belki de en sorunlu tarafı, Maale Edumim ve Har Homa gibi giderek genişleyen yerleşim alanlarıyla Doğu Kudüs’ün kuşatılmasını meşrû kılmasıydı. Bu üç Yahudi yerleşimci bloğunu birbirlerine bağlamak ise Jeriko’nun doğusundan başlayarak Beyt Sahur’a kadar uzanan bir hat ekseninde Batı Şeria’yı ikiye bölmek demekti. Aynı zamanda bu, Kudüs’teki Filistinlilerle Batı Şeria’daki Filistinlilerin arasındaki bağlantıyı yok etmek anlamına geliyordu.

MÜLTECİLER

Mülteciler meselesinde bir çözüme ulaşmak Kudüs konusunu çözmekten daha zordu. İsrail’in önerisi “ailelerin birleşmesi” adı altında, “uluslararası bir fon”un masraflarını karşılayacağı, Lübnan’da yaşayan yalnızca birkaç bin Filistinliyi kapsayan sembolik bir geri dönüş hakkı vermekti. Bunun karşılığında da beklentisi, Filistinlilerin mültecilerin vatanlarına geri dönüş hakkından tamamen vazgeçmeleri ve bu meselenin nihai görüşmelerde artık konuşulmamasıydı. Bunun anlamı, İsrail’in mülteciler konusunda sorumluluk sahibi olmasının bir daha hiçbir zaman bahis konusu edilmeyecek olmasıydı. Böylesine bir öneriyi kabul etmenin en önemli sonuçlarından birisi Arafat ile sürgünde yaşayan Filistinlilerin arasının iyice açılması ve Arafat’ın onları temsil etmesinin artık mümkün olmamasıydı.

Camp David’in çerçevesini çizmeye çalıştığı nihai görüşmelerin başarılı olmasının önündeki engel, belki de kutsal mekânların üzerinde iddia edilen egemenlik hakkından ziyade, bu mülteciler bahsiydi. Ekrem Hanniyeh şöyle yazmıştı:

“Şu anda Camp David’te İsrail/Amerika’nın ulaşmaya çalıştığı sonuç belli oldu: Filistinlilere işgâl altındaki toprakların ancak bir bölümünün verileceği, sınırların İsrail tarafından kontrol edileceği, mülteciler sorunun yeni iltica adresleri ya da parayla çözülmeye çalışacağı, Kudüs üzerinde bir süzerenlik kurulacağı, Haram El-Şerif’in İsrail egemenliğine bırakılacağı ve karşılığında da tüm meseleyi sona erdiren, İsrail’in tanınmasını ve nihai meşrûluğa kavuşmasını sağlayan bir anlaşmayı Filistinlilere dayatmak ve altın imzayı sonunda koparmak.”[15]

Önemli bir İsrailli siyasî gözlemci olan Uzi Benziman da bu yorumu destekliyor. Camp David’deki en önemli sorunun Kudüs değil mülteciler olduğunu o da belirtiyor:[16]

“Eğer Barak Camp David’de Har Habeyt’in[17] egemenliğini Filistinlilere vermeyi kabul etseydi bile, mültecilerin geri dönüş hakkı konusu kapanmayacaktı ve ne olursa olsun Arafat bu konu çözülmeden hiçbir nihai metne imza atmayacaktı.”[18]

BARAK İÇİN BİR KAÇIŞ MI?

Her ne kadar anlaşmanın önünde birçok engel varsa da, her iki taraftan da siyasî gözlemciler “nihai çözüm” maddesinin kendi başına ciddi bir rahatsızlık yarattığını ve görüşmelerin bu konu nedeniyle çıkmaza girdiğini ve daha da önemlisi Haram El-Şerif mevzusunun bu meseleden daha sonra konuşulduğuna dikkat çektiler. Eğer bu senaryo anlamlıysa ve görüşmeler gerçekten bu noktada tıkandıysa, neden son anda İsrail tarafı Haram El-Şerif üzerinde ortak bir egemenlik önerdi? Buna dair de üç adet açıklama var: Birincisi, Barak aşırı sağın ağzına bir parmak bal çalarak Şas Partisinin çatırdamaya başlayan koalisyonda kalmasını sağlamaya çalışmıştı. Filistinlilerin zaten baştan reddedecekleri böylesine bir talep en azından Barak’a İsrail iç siyasetinde bir parça güç kazandıracak ve Filistinlilere verdiği ödünler ortaya çıkınca kendisini savunacağı bir alan kalacaktı. İkincisi, Barak ciddi bir kararsızlığa düşmüş ve Filistinlilerin reddedeceğini iyi bildiği bir öneride bulunarak görüşmeleri çıkmaza itmişti.[19]

Birçok Filistinli delegenin inandığı ise üçüncü olasılıktı: Barak Camp David’e zaten barış görüşmelerini baştan çıkmaza sokmak için gelmişti. Sınırlı da olsa Filistinlilere verilecek ödünlerin kendi sonunu hazırlayacağını bildiğinden Filistinlilerin kendisine bir kaçış yolu açmalarını sağlaması gerekiyordu. İsrailli bir tarihçi, kısa bir süre önce yaptığı bir analizde, İsraillilerin Camp David’e gitmelerindeki esas amacın, Filistinlilerin reddiyesiyle sonuçlanacak bir kriz yaratmak olduğunu savundu.[20] Bu olasılığı, İsrail lider kadrosuna gayet yakın bir gazeteci olan Dan Margalit öne sürmüş ve Camp David görüşmelerinin bitmesinden bir hafta önce şöyle yazmıştı:

“Filistinlilerle olacak şey şu: Barak, İsrail kamuoyunun çok zor kabul edebileceği bazı ödünler verecek. Eğer reddedilirse hem Arap hem da Batı dünyası Arafat’ın Hafız Esat’tan bir farkı olmadığını anlayacak ve devam eden anlaşmazlığı barışa tercih ettiği ortaya çıkacak.”[21]

Bu senaryoyla gerçekte olan arasındaki benzerlik çok esrarengiz. Her ne kadar İsrail, önerilerinde gayet “tutumlu” davrandıysa da, görüşmelerin hemen ertesindeki “halkla ilişkiler” atağı İsrail’i cömert, Filistinlileri ise taviz vermez olarak gösterip Barak’a puan kazandırdı. Margalit yukarıdaki paragrafta alıntı yaptığımız makalesinde çok ilginç bir noktaya parmak basıyor:

“Her kim İsrail’de bir millî birlik hükümeti kurulmasını amaçlarsa, iki şeyi başarması gerekir: bir taraftan cömert teklifler yapmak diğer taraftan da Filistinlilerin bunları reddetmesini sağlamak.”[22]

Ancak Likud’un Ariel Şaron’uyla kurulacak bir milli birlik hükümeti barış görüşmelerinin sonunu getirecek ve İşçi Partisi’nin Amerikalılarla arasını bozacaktı. Böylesine bir koalisyonu hem mümkün kılacak, hem de Amerikalıların onaylamasını sağlayacak şey de Filistinlilerin intifada benzeri bir direnişe başlamalarıydı.

İsrail’in amaçladığı ne olursa olsun, İsrail’in ortak egemenlik taleplerinin Haram El-Şerifi’i de kapsamaya yönelmesi, özellikle kutsal mekânların egemenliği gibi çok hassas dinî konuların görüşmeler sırasında tartışmaya açılmasına ve daha sonra da kamusal alana taşmasına neden oldu. Böylesine bir tartışma başlatmak ve daha sonra da Ariel Şaron’a Haram El-Şerif’i ziyaret etmesi için polis koruması vermek, Camp David’deki başarısızlığı ayaklanan Filistin sokaklarıyla ilişkilendirmekti. Bu süreç içerisinde, gösterilerin dini bir karakter almaması neredeyse kaçınılmazdı.

Gazze Şeridi ve Batı Şeria halkının Oslo süreci deneyimleri halihazırdaki ayaklanmayı fişekleyen ana dinamik oldu. Uzadıkça uzayan geçiş döneminin yarattığı sorunlar yüz binlerce Filistinli için dayanılmaz bir hal almıştı. Daha da önemlisi, bu sorunlar Barak hükümeti sırasında hafiflememiş, aksine Netanyahu’nun başlattığı sürecin, hayatı daha da çekilmez kılan bir devamı haline gelmişti. Peki bu ne gibi bir sonuç doğuracaktı?

Öncelikle Batı Şeria ve Gazze Şeridi birbirlerinden iyice koparıldı. Küçük bir siyasî elit ve büyük tüccarlar dışında Filistinlilerin ülkelerinin bu iki bölgesi arasında seyahat etme özgürlükleri neredeyse tamamen engellendi. Her ne kadar nüfusun yalnızca %5’ini oluşturan ve İsrail’de işçi olarak çalışan 125.000 Filistinli çalıştıkları yerlere gidiş iznini alabiliyorlardıysa da, İsrail’de başka bir yere gitmelerine izin verilmiyordu. Uzun zamandan beri beklenen ve 1999’da uygulamaya konan “güvenli geçiş” düzenlemeleri de yeni bir makyajla sunulan ve Filistinlilerin nefret ettiği yeni bir izin sistemiydi.

Önce işgâl altındaki topraklardaki şehir ve köyler birbirlerinden ayrıldı, daha sonra da çevrelerindeki ziraat alanlarıyla bağları koparıldı. Bu “özerk” alanların sınırları, yalnızca Yahudi yerleşimcilerin kullanması için yapılan bağlantı yolları ve İsrail ordusunun kontrol ettiği ve istedikleri an herhangi bir alanın diğer bütünle ilişkisini kesebilecekleri güvenlik bölgeleri tarafından çizilmişti. Haas’ın yazdığı gibi,

“Batı Şeria’da iç nüfus hareketinin olabildiğince kısıtlandığı bugünlerde, her bağlantı yolunun ne kadar detaylı bir şekilde planlandığını görebiliyoruz. Zira 200 Yahudi serbest dolaşım hakkına sahip olsun diye, üç milyona yakın Filistinli, İsrail’in dayattığı talepleri kabul edene kadar, Bantustanlarına hapsedilmiş durumda kalacaklar. Yalnızca Yahudilere mahsus bu yollar İsrail’in koca bir milleti küçücük bir alana hapsetmesinin en etkili aracı.”[23]

Filistinliler, yalnızca büyük olan belediyelerin kontrolü altındaki alanlarda askerî bir idareden bağımsız olarak yaşayabilmekte. Köylerin mahalli idaresinde yaşayanlar (B Alanı) ve her hangi bir belediye ya da mahalli idare altında olmayan alanlarda ikamet edenler (C Alanı) için İsrail’in doğrudan askerî idaresi kesintisiz olarak sürmekte.

Stratejik olarak yerleri planlanmış ve giderek genişleyen Yahudi yerleşim alanları ve bağlantı yolları Batı Şeria’yı resmen Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye bölmüş ve Kudüs’ü genel Arap topraklarının içinden kesip çıkartmıştı. Kudüs’ün dış mahallelerinde devam eden ve kenti etnik sosyal evreninden koparmayı amaçlayan bu yalıtım süreci, İsrail’in içinden ithal edilen on binlerce yerleşimcinin sayesinde sürdürülen yoğun bir Yahudileştirme atağı halini almıştı.[24] Aynı politika, Kudüs’ün Filistinli sakinlerini dışarıya sürmek amacıyla başlatılan ve ikametgâh izinlerinin iptali yoluya işleyen bir bürokratik üçkâğıt şeklinde kent merkezinde yaşayanlar için devam ediyordu.

1998-2000 yılları arasında, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde devam eden bu taksim hareketi Yahudi yerleşimci alanlarının ciddi bir genişleme sürecine girmesine paralel gitmiş ve özellikle birbirleriyle bağlantıları görece zayıf olan Yahudi yerleşim alanlarının büyük yerleşim blokları haline getirilmeleri vasıtasıyla nihai görüşmelerden sonra varlıklarını sürdürebilmeleri amaçlanmıştı. Özellikle Oslo sürecinde C Alanı adıyla anılan, nüfusça seyrek, daha çok tarım arazilerini kapsayan ve İsrail’in tam kontrolü altında kalan bölge Yahudi yerleşimcilere altın bir tepside sunulmuştu. İsrailli bir gözlemci bu “C” alanı için söyle yazıyor:

“(Bu düzenleme) İsrail’in 10 yıl içerisinde yerleşimci sayısını iki katına çıkarmasını, yerleşim alanlarını genişletmesini, üç milyon Filistinliyi su kaynaklarından mahrûm etmeyi amaçlayan ayrımcı siyaseti sürdürmesini ve Batı Şeria’nın büyük bir kısmında Filistin’i iktisaden geri bırakmayı mümkün kılan araç”.[25]

1999 ve 2000 yıllarında Yahudi yerleşimcilerin zeytin hasadına çıkan Filistinlilere saldırılarını sıklaştırmalarıyla, İsrail’in yerleşim alanlarını genişletmek için sürdürdüğü kamulaştırmalar ve sürgün amacıyla yerli halkın evlerini yıkmaya başlaması el ele gitmişti.[26]

İKİ İNTİFADA

Şu anki ayaklanmaya zemin hazırlayan genel durum buyken, çeşitli unsurların, ayaklanmanın yönünü ve karakterini tayin eden ve böylece onu bir öncekinden niteliksel olarak farklı kılan belirli sonuçları oldu. Örneğin ilk intifadanın lojistiğini, sivil halkın İsrail ordusu ve sınır polisi ile topyekûn çatışmaya girdiği şehir merkezleri belirliyordu. Bu özellik, ayaklanmayı geniş bir alana yayıyor ve kontrol altında tutulmasını zorlaştırıyordu. Şu anki ayaklanmayı teşkil eden gösteriler ise, daha çok şehirleri çevreleyen ya da yerleşim yolları (Netzarim yol ayrımı) ve dini mekânlar (Yakup Kuyusu, Raşel Türbesi) gibi stratejik mekânlar üzerindeki hakimiyeti takviye eden askerî kontrol noktalarını hedef alıyor.[27] Bu yeni coğrafyanın en önemli sonucu, İsrail ordusunun isyanı belirli mekânlara tahdit etme ve stratejik mahalleri elinde tutarak kendini savunma şansının daha yüksek olmasıydı. “Muharebe cephesinin” bu coğrafyası, çatışmaların askerî boyutunun ağırlık kazanması sonucunu da doğuruyor.[28] Ordu, savaş helikopterleri, füze ve tank kullandığını açıklamaktan çekinmiyor; ama öte yandan, en önemli silâhı olan keskin nişancılar konusunda sessiz kalmayı tercih ediyor. Avneri’nin ifadesiyle, “keskin nişancı, bir kitlenin içinden hedefini seçip, onu bedeninin üst bölümünden veya kafasından vurması için eğitim alır.”[29] Öldürülen 120’yi aşkın Filistinli’nin[30] büyük bir çoğunluğunun ölümü aynen bu şekilde gerçekleşti.

İlk intifadanın aksine, bugün Filistinlilerin yaklaşık 40.000 polisten oluşan bir güvenlik birimi var. Bu resmî kuvvetin varlığı, polisler çatışmalara genelde iştirak etmiyor olsalar bile, İsrail tarafına askerî güç kullanımını gerekçelendirmek için güçlü bir koz sunuyor. Halbuki, silâhlı eylemlerin büyük bir çoğunluğu, halk arasında saygınlığı yüksek olan “Fatah Tanzim” adına gerçekleştiriliyor. Bu bulanık ibare, Fatah hareketinin sokak kadroları ile (ki bunların silâhları genelde özel ruhsatlı) yerel güvenlik birimlerinden çeşitli unsurları kapsıyor.[31] Filistinliler, silâhlı eylem aracılığıyla İsrail ordusunu yalnızca bir mevkiden (Yakup Kuyusu) çıkartmakta muvaffak oldu, ki buranın lojistik zayıflığı göz önünde bulundurulursa, bu bir ihtimal silâhsız bir şekilde bile başarılabilirdi. Bunun dışında, silâhlı eylemcilerin sivil gösterilere karışma teşebbüsleri, genelde halkın tepki göstermesine ve bu grupların çatışmalardan çekilmesi için geniş tabanlı talepler dile getirilmesine neden oldu; çünkü silâhlı eylemcilerin varlığının başlıca sonucu, İsrailli keskin nişancıların çarpışan topluluğa “daha yüksek fiyatlar ödetmesine” olanak tanıması oluyordu.

Ayaklanma Kasım’da ikinci ayına girdiğinde, Tanzim ibaresi ile anılan Filistinli silâhlı eylemciler, gösterilerden tamamıyla çekilerek, yeni bir hedefe yöneldiler: İsrailli yerleşim alanları, özellikle de Psagot, Netzarim ve Gilo. Yerleşim alanları ve yerleşimcilerin şu anki çatışmaların önemli bir parçası haline gelmiş olması, iki ayaklanma arasındaki bir başka farkı yansıtıyor. İlk ayaklanma sırasında silâhsız halk, devletin tepeden tırnağa silâhlandırdığı yerleşimcilerin gazabını üzerine çekmekten çekiniyor ve böylece çatışmalar ender olarak bu grubu hedef alıyordu. Ancak Filistin halkının yerleşimcilere karşı olan tavrındaki değişimin tek nedeni, bu azalan korku katsayısı değil. İlk intifadayı takip eden 12 yıl süresince, yerleşimcilerin nüfusu gözle görülür bir biçimde artarken, yerleşimleri de durmaksızın genişledi ve Filistin şehirlerinin dış mahallelerine neredeyse komşu oldu. Bu listeye daha önce sözünü ettiğimiz toprak ilhaklarını ve son yıllarda “C bölgesi” meskunlarının maruz kaldığı olağan şiddeti de ekleyebiliriz. Bütün bu gelişmelerin neticesinde, Oslo’dan çıkacak olası bir anlaşmanın sonrasında İsrail’in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde geniş toprakları elinde tutmaya devam etmesinin ve kurulacak Filistin “devletinin” sınırları içinde askerî varlığını sürdürmesinin temel taşının yerleşim alanları olduğu her iki tarafça da somut olarak anlaşıldı.

İlk intifadanın sonunda Hamas önemli bir güç olarak siyasî sahneye adım attıysa da, bu ayaklanmanın dinî kimliği zamanında pek öne çıkmamıştı. Şu anki ayaklanmada ise din, kitleleri harekete geçirmede önemli bir sembolik rol oynuyor. Buna karşın, Hamas ve başka İslâmi kuvvetlerin bugünkü ayaklanmadaki varlığı, ironik bir şekilde cüzi bir seviyede kalıyor. Katılımları, bu yazının kaleme alındığı tarihe değin, cenaze yürüyüşlerinde Hamas bayraklarının açılmasından ibaret.[32] Büyük çatışmalarda hakimiyet daha ziyade seküler grupların elinde.[33] Öte yandan, El-Aksa camisinin ayaklanmanın ana ateşleyicilerinden olması itibarıyla, dinî iştiyakın, ihtilafın akışını zaman zaman topyekûn belirleyen önemli bir unsur olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Buna sokakların siyasî dilinde ve FY’nin Kudüs üzerindeki mücadelesinin İslâmi temalara kayışında şahit olmak mümkün. İsrailli askerlerin Nablus’tan başarıyla ihraç edilmesinin ardından Filistinli gençlerin Yusuf Türbesini tahrip etmeleri, bunu takiben Tiberyus ve Akka’da camilerin yakılması, Yafa’da benzer bir kundaklama girişiminin yaşanması ve Eriha’da bir sinagogun ateşe verilmesi, çatışmanın dini boyutunun önemli göstergeleri. Ayaklanmanın ikinci haftasında bazı Filistinli imamlar, cuma hutbelerinde çatışmanın Müslümanlarla Yahudileri karşı karşıya getiren dini dinamiğini vurguladı ve bu hutbeler, Filistin TV’nin haber programlarında geniş yer buldu (13 Ekim 2000). Gazze ve Nablus’ta Hamas grupları içki satan bazı kafe ve dükkanlara saldırdı. Bu mezhepçi gelişmelere tek resmi tepki, hadiseleri kınayan ve milli birlik çağrısı yapan Enformasyon ve Kültür Bakanı’ndan geldi.[34] Ama bunu takip eden günlerde çok sayıda entellektüel, mücadelenin milli temelinden uzaklaştırılarak Yahudi ve Müslüman cemaatlerin arasındaki bir din çatışmasına indirgenmesine muhalefetlerini dile getirdi.[35] Bu değişen vurgunun olumsuz bir sonucu, mücadelenin milli (ve seküler) yönlerinin aşınması, dinî ve mezhepçi yönlerinin öne çıkması oldu.

Öte yandan, İsrail sınırları içerisinde Filistinlileri harekete geçiren ve bir çatışmalar dalgasına neden olan yine bu dinî boyut. İlk intifadanın aksine, İsrail içerisindeki Filistinlilerin kitlesel protestosunun yaygınlığı ve gücü, devletin Arap ve Yahudi vatandaşları arasında kayda değer bir uçurumun açılmasına neden oldu. Arap İsrailliler, “yeşil hattı silmeye” teşebbüs etmekle ve daha da kötüsü bir beşinci sütun[36] teşkil etmekle suçlandılar.[37] Çatışmaların ilk haftasında yalnızca İsrail’in içerisinde on dört Arap gösterici öldürüldü. Bunu Nasıra şehrinde Filistinlileri hedef alan pogrom benzeri saldırılar ile Yafa, Lida, Akka ve Hayfa’da meydana gelen büyük çaplı çatışmalar izledi. Galile’deki Arap köylerinin yakınında yollar, hattâ sahil boyunca uzanan otoyol, günlerce sivil trafiğe kapatıldı. 1976’daki Toprak Günü’nü anımsatan bu hadiseler, İsrail’in ayaklanmaya tez bir şekilde son verme teşebbüsünde bulunmasında önemli bir rol oynadı. Ayrıca bu protestoların şiddeti, Oslo’nun “içerdeki” Filistinliler için de bir fiyasko anlamı taşıdığının bir alametiydi. Barış sürecinin dışında tutulmuş olmaları, İsrail’i “vatandaşlarının tamamı için var olan” bir devlete dönüştürmeyi hedef alan entegrasyoncu yaklaşımın yükselişiyle alakalıydı. Ancak, geçen yıllarda İsrail siyasî düzeni ve yönetimi, Arap vatandaşlarına yönelik geleneksel siyasetinin ötesine adım atmak istememiş ve böylelikle de ülkeyi içerden teslim alan protestoların zeminini hazırlamıştı.

Medya, meydana gelen hadiselerde çelişkili roller oynadı. İletişim araçlarının kullanım ve denetiminde bu defa bazı önemli farklılıklar göze çarpıyor. İlk intifada esnasında İsrailli televizyon ve radyo kanalları dışında yalnızca birkaç Ürdün ve Mısır kanalını dinlemek ve seyretmek mümkündü. Ahmed Cibril’in kısa ömürlü korsan Kudüs’ün Sesi (Sawt El-Kuds) radyosu dışında Filistinliler’in düşünce ve yorumlarını yaymak için ağır bir şekilde sansürlenen yerel gazeteleri vardı yalnızca. Bu nedenle ilk intifada, sokaklara siyasî komutlar vermek için, bildiri ve duvar yazısı benzeri “gerilla iletişim araçlarına” muhtaçtı. Günümüzdeyse, Filistin resmi medyasının (Filistin TV ve Radyo) yanında irili ufaklı birçok özel televizyon ve radyo istasyonu ve belki de daha önemlisi, nüfusun büyük bir kısmının seyredebildiği Arap uydu kanalları var. Siyasî yönetim intifada için genel bir strateji ya da plan ortaya koymaktan kaçındığından, resmi iletişim organları halka açık talimatlar vermek için kullanılmıyor. Bunun yerine işlevleri, güncel hadiselerle ilgili sürekli bir haber akışı sağlamak ve haber aralarında milli duyguları körükleyici müzik ve görüntüler sunmakla sınırlı.[38] Bu veriler ışığında, İsrail’in Filistin TV’nin stüdyolarını havadan bombalamasının, Filistin direnişinin iletişim ağlarını tahrip etmek gibi stratejik bir hedefinin olduğunu ifade etmek pek mümkün değil.

Sokaklara etkileri itibarıyla, Arap uydu televizyon kanallarının varlığının yadsınamaz bir önemi var. Yerel fabrikalarda üretilen uydu çanaklarının uygun fiyatlı ve kolay bulunur olması, bu cihazı şehir peyzajının hazır ve nazır bir parçası haline getirmiş durumda. Katar’dan El-Cezire, Beyrut’tan El-Müstakbel ve LBC, Londra’dan MBC ve İspanya’dan ANN evlerde sıkça adı geçen kanal isimleri. Bölgede bunların neredeyse hepsinin haber teşkilatları ve ünlü habercileri bulunuyor. Bunlar aracılığıyla siyasî durum, hadiselerin yaşandığı mahallerden kapsamlı bir şekilde ekranlara yansıtılıyor. Bu haber programlarının dışında, Filistinli ve Arap siyasî düşünür ve liderlerin katıldığı tartışma ve yorum programlarına da yer veriliyor. Bu kanalların, özellikle de El-Cezire’nin, yerli halkın intifadanın anlamını ve amaçlarını tanımlamasına ve mücadeleyi daha geniş bir coğrafyaya yaymaya önemli bir katkıda bulunduğunu da söyleyebiliriz. Bir yandan, devlet televizyonlarının sunabileceğinin çok ötesinde bir çeşitlilik ve yoğunlukta haber ve yorumlar yayımlayarak Arap kamuoyunu harekete geçirmekte anahtar rol oynuyorlar, ki bu mobilizasyon, Arap ülkelerinde ilk intifadaya nazaran çok daha kapsamlı bir protesto ve dayanışmanın ortaya çıkmasını mümkün kıldı.[39] Öte yandan, Arap kitle dayanışması yine uydular aracılığıyla tekrar Batı Şeria ve Gazze’ye geri yansıyor. Sonuçta Filistinliler, Nasırcılığın yükselişte olduğu yıllardan bu yana ilk defa tüm Arap dünyasını (siyasî rejimleri hariç tutarsak) bu denli yanlarında hissediyor.

Arap medyasının olumsuz bir etkisiyse, zaman zaman ayaklanmanın milliden çok dini bir mücadele olduğu fikrine katkıda bulunması. Ancak kitle iletişim alanında yaşanan en ciddi sorun, Batı medyasında Filistin tarafının kendini ifade etmeye neredeyse hiç muvaffak olamamış olması. Genç Muhammed Ed-Durra’nın babasının arkasına sinmiş acılı görüntüsü bir yorum gerektirmeyecek denli etkileyiciydi belki; ama Ramallah’ta iki İsrailli askerin linç edilme görüntüleri, medyadaki dengeyi yine alışılageldik İsrail yanlısı konumuna geri kaydırdı. Sonuçta, Batı kamuoyunu etkilemek için Filistin tarafının bir medya stratejisinin bulunmaması ve Batı kamuoyunun Filistinli siyasetçiler tarafından siyasî haritanın nadiren önemli bir parçası addedilmesi yeni olgular değil.

’90’ların başındaki durumun aksine, Filistin’deki sivil toplumun uzun bir direniş kampanyası sürdürebilmesinin temelinde iktisatlarını yeniden düzenleyebilme kabiliyetleri yatıyor. Öte yandan İsrailliler, Filistin ekonomisinin kendilerine bağımlılığını hedef alarak intifadayı çökertebileceklerinin gayet farkındalar. Kullanabilecekleri yöntemlerin arasında şunları sayabiliriz: İşçilerin İsrail’deki işlerine gidişlerini engellemek;[40] Filistin kontrolü altındaki bölgelerden dışarıya tarım ürünleri ihracatını bloke etmek; Paris anlaşması gereği ödenen ithalat gümrüğü vergileri ve başka kesintilerin aktarımını durdurmak; daha da düşündürücüsü, işgâl altındaki bölgelerin elektrik ve suyunu kesmek. Ekim ayının sonunda, El-Aksa çatışmalarının başlamasının otuz gün sonrasında, Finans Bakanı Zuhdi Naşşibi Filistin ekonomisinin kuşatmadan dolayı toplam kaybının 875 milyon dolar olduğunu açıkladı.[41] Bu rakam ilk intifadanın yaklaşık bir yıllık kaybına denk. Üstelik iktisat uzmanlarına göre bu oldukça muhafazakar bir tahmin. Filistin’de uzun dönem ekonomik eğilimleri gözlemleyen UNSCO’nun[42] ifadesiyle, 1997-2000 döneminde, özellikle kamu sektöründeki büyük yatırımlar sonucunda hatırı sayılır bir iktisadi büyüme yaşanmış, 2000’in ilk yarısında işsizlik %11’e kadar düşmüştü.[43] Çatışmalarla birlikte toplam işsizlik oranı Ekim sonunda %30’a fırladı. Vergi ve gümrük gelirlerindeki düşüşten kaynaklanan ek kayıplar Filistin’e yapılan cömert dış yardımları birkaç milyar dolarla sollamış durumda.[44] Bu bağlamda, son Arap zirvesinde karara bağlanan bir milyar dolarlık ek yardımın iç gelirlerdeki kayıpları karşılaması çok zor görünüyor.

Bugün ile 1987’deki intifada arasındaki çarpıcı farklılığın, bu yazdığımız nedenlerden dolayı Filistin ekonomisinin son 6 yılın otonom idaresi altında gösterdiği büyümeyle yakından alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Bu büyümenin ana unsurları; altyapı ve kamu sektöründeki yatırımlar (ki bunlar İsrail idaresi döneminde görülmemiş şeylerdi), özel sermaye yatırımları ve küçük ama giderek büyüyen imalat ve telekomünikasyon sektörleri. Ancak güç tedarikinde, vasıfsız emek istihdamında ve dış ticaret kanallarında İsrail’e bağımlılık konusunda Filistin ekonomisinin yerinde saymış olduğunu ifade etmek gerek. Ama şunu da belirtmek lazım ki, Filistin ekonomisinin ilkelliğinin tutsağı olmasının aksine, İsrail ekonomisini incinir kılan; ileriliği, merkeziliği ve Avrupa ve Amerikan pazarlarıyla bütünleşmişliği. İntifada tarzı halk isyanları askerî yöntemlerle kontrol altında tutulabilir; ama bu İsrail tarafında son yıllarda hakim olan güven ve “normalleşmiş” olma duygularını onulmaz bir biçimde zedeliyor. Kış turizm sezonunda yaşanan gerileme, tarım sektorünü tehdit eden kriz ve inşaat sektörünün uğradığı yarı felç, intifadanın etkilerinin İsrail toplumunda şimdiden derin bir şekilde hissedilmesine neden oluyor. Filistinliler, İsrailliler’e nazaran çok daha fazla maddi ve insani kayba maruz kalsa da, gizli silâhları son kertede ekonomilerinin gelişmemiş yapısı, ki bu ekonomi aylar sürecek kuşatmalara ve kıskaca alma teşebbüslerine direnç gösterebilir, ve toplumun genç tabakalarının direncinde yatıyor.

ZAYIFLAYAN SİVİL TOPLUM VE KAYIP DEVLET

Şu ana dek üzerinde durduğumuz etkenler, yani çatışmaların militarize olmuş olması ve direnişin yeni coğrafyası, bu intifadayla bir önceki arasındaki ana farklılıklardan birini, ki bu, bugünkü direnişin yumuşak karnı belki de, tam anlamıyla açıklayamıyor; bu da isyanın daha geniş tabanlı, sivil bir çerçeve kazanamamış olması. Halkın büyük bir kısmının, şehirlerde mum taşıyarak yapılan gece yürüyüşleriyle cenaze gösterilerinin dışında etkin bir rolü kalmamış durumda ayaklanmada. Bu tabii ki isteyeyerek varılmış bir nokta değil. Halihazır bu durumun temelindeki ana neden, ilk intifadanın 1988-1999 döneminin önde gelen itici gücü olan geniş tabanlı sivil örgütlenmeleri teşkil eden siyasî yapı ve hareketlerin artık var olmamaları. Bunları geçmiş dönemde idame etmiş olan halk ve mahalle komiteleriyle diğer kitlesel örgütler ve siyasal oluşumların çoğu, İsrail’in halkın direncini ezme tekniklerinin ağırlığı altında, ilk intifadanın sona erdiği sıralarda çökmenin eşiğine gelmişti. Körfez savaşı ve Oslo’yla başlayan devletleşme süreci, toparlanmalarını imkânsızlaştırdı.[45] Halkın demobilizasyonu ve siyasî eylemlere karşı artan yabancılaşması (en azından şu anki ayaklanmaya dek) FY’nin en göze çarpan sonuçlarından biriydi.[46] Halihazırdaki durumda sivil direnişi örgütleyebilecek oluşumların sayısı parmakla sayılacak kadar az. Bunlar arasında “profesyonelleşmiş” STK’ları ve Fatah’ın dışında var olmayı sürdüren az sayıda siyaseti sayabiliriz. STK yapılarının dayattığı sınırlar (geniş tabanlı olmayan profesyonel örgütler olmaları) ve hedeflerinin dar kapsamı onları kitleleri örgütleme ihtiyacını karşılamada aciz kılıyor.[47] Fatah ve bir dereceye kadar Hamas’ı bir yana bırakırsak, Oslo sonrasına damgasını vuran siyasî ve örgütsel krizlerin altından kalkamamış olan çeşitli siyasetlerin da kitleleri örgütlemesi mümkün değil.

İronik olan şu ki, ayaklanmanın “sivil toplum”dan sonra ikinci gaibi “devlet”in ta kendisi. Siyasî idare, kesin bir ifade bulan örgütleyici ya da öncü bir rol üstlenmiyor. İntifadanın ilk ayı boyunca FKÖ üst kadrosu, Bakanlar Kurulu ve Yasama Meclisi, ne ayaklanmayla ilgili tek bir toplantı yaptı, ne de bu konuyla ilgili bir direktif yayımladı. En sonunda 1 Kasım’da yapılan Meclis toplantısındaysa yalnızca 12 vekil katıldı ve müzakereler dayanışma ve destek mesajlarıyla sınırlı kaldı.[48] Hatırlarsak, 1988’de ilk intifada sırasında Tunus’taki FKÖ liderliği, tam aksine ayaklanma önderliğini üstlenmiş, ona ihtiyaç duyulan siyasî ivmeyi kazandırmıştı. Bu ivmenin temelinde, o dönem FKÖ’nün “Batı Cephesi” komutanı olan Ebu Cihad’ın yönetiminde şekil bulan, yerel Fatah kadroları ve Birleşik Liderlik aracılığıyla Filistin sokaklarına iletilen lojistik destek ve stratejik yönlendirmeler vardı. Halihazırdaki ayaklanmadaysa, FKÖ’nün Filistin içinde her açıdan hakim durumda bulunması ve kapsamlı bir proto-devlet aygıtının olması, devletin siyasî atıllığını daha da bir şaşırtıcı kılıyor. Ama bu çelişkinin cevabı da, liderliğin işgâl altındaki bölgelerde bulunmasında. Liderliğin dönüşünü mümkün kılan, Oslo’da, uzayan bir müzakerenin sonunda ulaşılan uzlaşma. Müzakere masasında gerçekleşen alışverişin en önemli şartlarından biri, FY’nin güvenlik meselelerinde oynayacağı roldü. Güvenlik yönü giderek ağır basan uzlaşma arayışında “güvenlik işbirliği” İsrail ve ABD’nin sürdürdüğü politikanın gözbebeğiydi. Bu nedenle, Arafat’a yönlendirilen “şiddeti durdur” çağrılarını yorumlarken, onların Arafat’ı bu şiddeti başlatmış olmakla suçlamanın yanında, Oslo çerçevesinde onun kilit rolünü bu şiddeti kontrol etmek olduğu varsayımına dayandığını görmek gerekiyor. Bu çağrılar, güvenlik işbirliğinin tekrar hayata geçirilmesi için farklı yollardan yapılmış birer talep olarak da okunabilir.[49] Resmen ifade edilmese de, güvenlik işbirliğinin sona ermiş olması, herhalde FY’nin İsrail’e gönderdiği en güçlü mesaj.

Arafat bugün yaşanan protesto dalgasının mimarı değil; ama onu kullandığına ve ayaklanan halka “arkalarında olduğu” vaadi vererek, çatışmaların artmasına göz yumduğuna da şüphe yok. FY, resmi veya sözlü düzeyde intifadanın “başına geçmese” de, onun hareketin içinde bulunmadığını söylemek yanlış olur. Halihazırdakı siyasî yönetimin şekli, FY’nin çeşitli “otonom” oluşumlar aracılığıyla ayaklanmaya katılmasına imkân tanıyor. Bu oluşumların başını Fatah (ya da Batı Şeria’da “Tanzim”) çekiyor ve bunu da güvenlik aygıtının çeşitli unsurları takip ediyor.

Bazı muhalif siyasî gözlemciler, FY idaresinin FKÖ’nün Lübnan’da uyguladığı modelin Batı Şeria ve Gazze’nin özel şartlarına uyarlanmış bir şekli olduğunu tesbit ediyor. Bu savın özünü, Lübnan’da FKÖ’nün mobilizasyon faaliyetleri sonucunda sivil ve siyasî toplumun tek bir hareket içerisinde birleştiği fikri teşkil ediyor. Böylelikle, FKÖ’nün dışında hiçbir unsur barındırmayan yekpare bir düzen ortaya çıkıyor; hareketin içinde askerî kanatları, siyasî karar verme organlarını ve sivil kurumları birbirinden ayıran çizgiler siliniyor ve zaman içinde, karşılıklı çıkara dayalı hamilik ilişkileri, düzenin ana güç mekanizması haline geliyor.[50] Batı Şeria ve Gazze’de bu modelin varlığı, siyasî komiteler ve askerî kanatlardan oluşan, birden fazla ve çelişen roller üstlenen bir atanmışlar ordusunun, yanıbaşında var olan siyasî ve sivil kurumlarla seçilmiş siyasî organları devreden çıkarmasında sezilebiliyor. Ama Lübnan’daki bağlamın aksine, FY içerisindeki genel stratejinin işlevinin mobilizasyondan ziyade denetim ve muhalif alanları ele geçirmek ve bunun en ciddi sonucu, hukuk rejiminin ve demokratik kurumsallaşmanın bir kenara itilmesi.

FKÖ’nün Filistinliler’in tamamının temsilcisi olarak kalmasının siyasî önemi, Arafat’a, yasama meclisi gibi demokratik oluşumların rolünü atanmış kişiler ve FKÖ’nün siyasî organları aracılığıyla sulandırma kozunu sunuyor. Halihazırda hükümetin resmi aygıtı geriye çekilmiş ve “ulusal bağımsızlık hareketinin” çeşitli kanatlarını temsil eden unsurların öne çıkmasına izin vermiş durumda. Fatah hareketi, sokakların en etkin örgütü. Ama herkesin gurur kaynağı “Tanzim” FY’nin siyasî yapısının resmi bir parçası değil ve üyelerinden bazılarının sokaklarda sergilemekten zevk duyduğu kalaşnikofların sahipleri ve ruhsatları “özel.” Üstelik siyasî arenaya giren yeni bir oluşum olan “İntifadanın Takibi İçin Milli ve İslâmi Yüksek Komite”yi FKÖ’nün içindeki bazı siyasetlerle İslâmi hareketler (Hamas, İslâmi Cihad ve ayrıca Hamas’ın siyasî partisi (Hizb El-Halas) meydana getiriyor.

Şu dikkati çekiyor ki, Komite kendini (ilk intifadanın bıraktığı geleneği göz ardı ederek) “birleşik liderlik” olarak isimlendirmiyor ve bunun yerine “takip komitesi” ifadesiyle yetiniyor ve ilk bildirisinde ifade edildiği gibi rolünü liderlikten ziyade kılavuzluk olarak görüyor. Komite’nin ilk bildirisini[51] okuyunca iki özellik göze çarpıyor: İlkin, FY bir liderden çok yardımsever bir seyirci şeklinde tasvir ediliyor. İkincisi, çağrısı yapılan eylemlerin içeriğiyle ilk intifadadakilerin bariz bir benzerlik var. Bildiride FY’nin adı sadece iki defa geçiyor ve çarpışma kurbanlarına ekonomik destek sağlaması ile ilgili kullanılıyor. Halka yapılan eylem önerileri arasında, arasında savunma komitelerin oluşturulması, İsrail mallarının boykot edilmesi, millî ürünlerin özendirilmesi, kadınların katılımının desteklenmesi ile seslerin ve eylemlerin birleştirilmesine yönelik genel çağrılar var. Bildiride ifade bulan en önemli ve belki de tek stratejik hedef, yerleşim alanları konusu. Bu açıdan en somut çağrı, bu alanları kuşatarak ve yerleşimcileri silâhsızlandırarak onların işgâl altındaki bölgeleri terk etmelerini sağlamak için eylemleri yoğunlaştırmak.

Komite FY’nin gazetesi El-Hayat El-Cedide’de bir eylem takvimi de yayımladı. Bu takvimde “kitlelere” günlük talimatlar veriliyor. Yapılan çağrıların çoğu, halkın değişik sektörlerinin katılacağı barışçıl gösterileri kapsıyor; ama belirli zamanlarda İsrail kuşatmasını kırmak için şiddetin dozunun artırılması da isteniyor. Ancak, Komite’yi meydana getiren 15 hareket ve partinin mahalli düzeyde örgütlülüğü çok sınırlı. Çoğu (daha önce belirttiğimiz gibi) kitlesel tabanlarını yitirmiş durumda ve birçok insanın gözünde bunlar, çeşitli açılardan FY’nin idare düzeninin parçası olmuş eski zihniyetli liderliklerden ibaret. Buna iki istisna var: Oslo süreci esnasında, bir devlet partisi olarak “doğru” ilişkilerin içinde olması sayesinde ufalmayan, hattâ tam tersine büyüyen Fatah ve Oslo’ya muhaliflerin başını çeken ve (şimdiye dek) FY muhitinden uzak duran Hamas. Bundan çıkarılacak sonuç, sokakların örgütlenmesinde Fatah’ın intifadada ana siyasî hareket olmayı sürdüreceği. FY’nin başından beri dışladığı Hamas’ınsa, aksine, ayaklanmada merkezî bir rol almakta çok daha fazla çekimser kalıyor.

Fatah’ın baskınlığı, devlet gücüne olan karmaşık bağları göz önünde bulundurulursa, intifadanın sivil alana genişlemesini sınırlaması muhtemel; zira sokak kadrolarını oluşturanların çoğunluğu o ya da bu şekilde güvenlik teşkilatıyla ilişkili ve bu nedenle silâhlı eyleme sivil bir ayaklanma örgütlemekten daha fazla öncelik tanıyorlar.

Sonuçta ne FY’nin, ne de Yüksek Komite’nin intifadayı ateşlediği söylenebilir (her ne kadar ikincisi intifadaya “yön verme” telaşında olsa da). Tam tersine, protesto dalgasının kendi bir dinamiği var. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, çoğu halk ayaklanmasında olduğu gibi, bunda da birden çok ve çoğu zaman birbiriyle çelişen siyasî süreçler söz konusu. FY’den çeşitli unsurların ve daha özel bir seviyede Yaser Arafat’ın kitlesel popülaritelerini intifada ile arttırdığı doğru; ama sokakların koşulsuz desteğinin varsayılamayacağını gösteren çeşitli karşıt temayüller de mevcut. Zımni bir pazarlık söz konusu. Bir yandan liderlik, 1996’daki “Tünel intifadası”nda olanların aksine, sokakların Filistinli ölümlerin görüşmelerin bırakıldığı yerden devam etmesi için bir koz olarak kullanılmasına izin vermeyeceğinin farkında. İşte bu “öfke” dengesi FY’nin somut bir zafer kazanılmadan ayaklanmanın başına geçmeye teşebbüs etmesini imkânsız kılıyor. Yaser Arafat bu kurala uyduğu sürece halk desteğini yitirmesi pek ihtimal dahilinde değil.

Ancak bunun arka planında, Filistin Yönetimi’ne, sivil halkı lojistik ve örgütsel olarak desteklemede giderek daha az başarılı olmasından dolayı giderek sertleşen bir eleştiri yöneltiliyor. Ne sivil savunma ne de acil müdahale birimleri oluşturuldu. İdarenin su ve elektirik kesintileri gibi acil durumlara hazır olduğuna dair bir belirti yok. Bu eksiklikler Filistin Yönetimi’nin iradesizliğinin hattâ daha da kötüsü ihmalciliğinin göstergesi olarak algılanıyor. Böyle bir bağlamda esas zor olan şey ise halkın giderek artan bir iktisadi bunalımına çözümler getirmesini beklediği ve çeşitli yolsuzluklara karıştığını çok iyi bildiği bir hükümete karşı güven duymasını sağlamak. “İntifada Yüksek Komitesinin” sınırlı sığası ve tahayyülü de Filistin Yönetimi’nin açıklarını kapatmaya yetmiyor. Devam eden intifada, Filistin Yönetimi’nin etkili bir hükümet olup olmadığına dair, ki şu ana kadar bunda başarısız olmuştur, bir imtihan niteliği taşımakta. Aynı zamanda bu intifada, Filistin Yönetimi’nin, ulusal bağımsızlık hareketinin tarihsel lideri olduğuna dair sahip olduğu kendinden emin duruşu da sınayacak.

Filistin Yönetimi liderleri sessizliklerini, çeşitli STK ve üniversitelerin düzenlediği forumlarda, Kasım ayının sonuna doğru bozmaya başladılar.[52] Katılımcı sayısının oldukça fazla olduğu bu tartışmalar bilgilendirilmeye aç kitlelerce yakından takip edilen yerel radyo ve televizyon kanalları tarafından yayımlandı. Hem Filistin Yönetimi ve muhalefet partilerinden çeşitli liderler hem de aydınlar, intifadanın gidişatı üzerine fikirlerini söyleme olanağını bu forumlarda buldular. Buna benzer tartışmalardan birinde Enformasyon ve Kültür bakanı Yaser Abed Rabbo Filistin Yönetimi’nin kendisine koyduğu hedeflerden bahsetti.[53] İntifadanın barışçıl bir tepki seline dönüşmesi gerektiğini söyledi, İsrail’in çok şiddetli bir şekilde karşılık verdiği silâhlı tepkileri ortadan kaldırmak gerektiğini ekledi.[54] Hattâ 15 Kasım’da devlet ilan etmenin, İsraillilerin eline C Alanını ve Yahudi yerleşim bölgelerini ilhak etme ve zaten iyice cılız olan Filistin kurumlarını paralize etme fırsatı vermek olduğuna dikkat çekti.[55] Konuşmasının geri kalanında isyanın üç hedefi olduğunu söyledi. 1) Toprak verme ekseninde değil, İsrail’in 1967’deki sınırlarına geri çekilme koşuluyla barış görüşmelerine devam etmek. Bu, Filistin Yönetimi’nin daha önce Filistin’deki Yahudi yerleşimcileri kabul edebileceğine dair verdiği sinyalleri reddetmesi anlamına geliyor. 2) ABD’yi tek arabulucu olma durumundan çıkarmak ve soruna taraf olan Avrupa Birliği, Mısır ve Ürdün gibi diğer ülkeleri görüşmelere katmak. 3) Sivil halkı korumak için uluslararası bir barış gücünün Filistin’e gelmesini sağlamak ve bu gücün iki taraf arasında bir tampon olmaktan ziyade karşılıklı güven ortamının yaratılması için bir ön adım vazifesi görmesi.

Abed Rabbo’nun uluslararası bir garantörlük önermesi ve Amerika’nın müzakerelerdeki baskın rolünün ortadan kaldırılmasını talep etmesi halkın duygularının tercümanı oldu. Ancak, intifada içindeki silâhlı direnişin kontrol edilmesi ve barış görüşmelerinin yeni şartlara uygun bir şekilde yeniden başlaması gerektiğini savunması, bu pozisyonu savunan Rabbo gibi FY liderleri ile intifadanın silâhlı mücadeleye yakın duran siyasetlerinin, yani Fatah, Tanzim ve muhalefet partileri gibi intifadanın yaygınlaşmasını ve Yahudi yerleşimcilere ve İsrail ordusuna karşı silâh kullanılması gerektiğini savunan grupların arasını açtı.

Fatah adına, en güçlü dört muhalefet partisinden (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Demokratik Cephe, Hamas ve daha önce adı Komünist Parti olan Halk Partisi) temsilcileri de yanına alarak bir açıklama yapan Merwan Barguti, intifadanın daha da yaygınlaştırılması gerektiğini savunmuştu. Ancak bütün sol siyasetler tek taraflı bir devlet ilanını savunurlarken Barguti buna karşı çıktı.[56] İsrail medyasının en nefret ettiği kişi ve lanetlenen Tanzim’in lideri olan Barguti esas önemli olanın “zaten 1988’de ilan edilmiş olan devletin bir daha ilan edilmesi değil, işgâlin sona erdirilmesini garantileyecek bir mücadelenin devam ettirilmesi” olduğunu savundu. Yahudi yerleşimciler Filistin topraklarını bölüp parçalara ayırırken, herhangi bir bağımsızlıktan bahsetmenin mümkün olamayacağını da ekledi. Barguti’nin bu sözlerini, Abed Rabbo’nun yaklaşımı bağlamında yorumlayacak olursak, Tanzim’in Filistin lider kadrosunun genel politikalarıyla çelişmediğini, bilakis genel bir stratejinin parçası olduğunu söyleyebiliriz.

Şu andaki intifada, Fatah’ın, FY’nin partisi olarak değil, sokakları mücadeleye çekebilen ve İsrail askerlerine ve yerleşimcilere karşı direnebilmesini sağlayan bir halk hareketi olması durumunu öne çıkardı. Aynı zamanda Yaser Arafat’ın, Filistin’de ve Arap dünyası içinde ulusal bir lider olmasını mümkün kılan meşrûiyet zeminini eski sağlamlığına kavuşturdu, bir diğer yandan da İsrail ve Amerikan dayatmalarına direnebilecek kapasitede bir devlet adamı olduğunun altını çizmiş oldu. Ancak bu iki başarı, Filistinlilerin ulusal örgütlerinin, hem devlet hem de sivil toplum kuruluşları bağlamında kurumsallaştırılamaması pahasına elde edildi. Fatah, Hamas’ın da dahil olduğu muhalefeti dışlamaya devam ettikçe, bir taraftan Hamas’ın örgütsel etkinliği azalmakta, ancak dini söylemleri, değiştirilerek de olsa, sokaklar tarafından giderek daha çok benimsenmeye devam etmekte.

SONUÇ: ASKERİ BİR ÇIKMAZ MI, OSLO’YA DEVAM MI?

Abed Rabbo ve Barguti’nin açıklamalarına dayanarak, Filistin’in lider kadrosunun yeni stratejik yöntem ve amaçları, dirilen intifada zihniyetinin bir parçası haline getirdiğini söyleyebiliriz. Şu anda en acil amaçlar, BM barış güçlerini ve diğer müdahilleri müzakere sürecinin bir parçası haline getirerek, konunun uluslararası hukuk içerisinden çözümünü sağlamaya çalışmak ve ABD ile İsrail’in süreçteki yoğun kontrolünü kırmaktır. Bu çerçeve kullanılırsa ve eğer İsrail ordusu dışında bir barış gücü bölgeye girerse Yahudi yerleşimcilerin işgâl alanlarından uzaklaştırılması amacı daha kolay gerçekleştirilebilir. Zira Oslo süreci içerisinde tartışmaya açık bir konu olarak kabul edilen yerleşim alanları, Cenevre Konvansiyonları ve BM’nin 242 numaralı kararı gereğince yasadışı oluşumlardır. Uluslararası bir barış gücünün varlığı çok büyük bir olasılıkla Filistinliler için bu yerleşim alanlarının yarattığı korkunç sonuçların uluslararası kamuoyu tarafından tanınmasına ve bu alanların lağvedilmesine yol açacaktır. Ve bu da, uluslararası kamuoyunun, geçici de olsa kısa vadeli tek çözümün İsrail’in 1967’de işgâl ettiği yerleri geri vermesi ve bir Filistin devletinin kurulması olduğunu idrak edip bunu bastırmasında aracı olacaktır. Eğer bu olasılık, kısa vadede ulaşılabilecek amaçların bir üst sınırı olarak belirlenirse, Oslo sürecinin üçüncü aşamasında İsrail’in en azından 1967 sınırlarına yakın bir alana kadar çekilmesi sağlanabilir. Daha fazla sayıda Yahudi yerleşim alanının dağıtılması ve çok da güdük olmayan bir Filistin devletinin, nihai bir imza atmadan kurulması, bu son Oslo uygulama aşamasında başarılabilir.

Bu bağlamda intifada, birçok açıdan direnişi devam ettiriyor ve İsrail üzerindeki baskıyı arttırıyor. Bir yandan sivil direnişin devam etmesi statükonun dayanılmazlığının altını çiziyor, diğer yandan da kitlesel olarak lanetlenen Oslo’ya bırakıldığı yerden devam etmenin mümkün olmadığını gösteriyor. Buna ek olarak, İsrail’in verdiği askerî tepki sivil halkı korumak ya da en azından halkla yerleşimciler/İsrail ordusu arasında bir tampon bölge oluşturulması için uluslararası bir barış gücünün gerekliliğini meşrû kılıyor. Keza, yerleşimcilere yönelen sınırlı silâhlı eylemler bu yerleşim alanlarında yaşayanlara, Filistin’de barış içerisinde barınamayacaklarına dair, İsrail’e de, onları bu alanlarda tutmaya çalışmanın iktisadi ve askerî olarak çok masraflı olacağına dair bir mesaj niteliği taşıyor.

İsrail Ordusu, Güney Lübnan’den çekildiğinden beri, ülke içerisindeki iktidarını ve merkeziyetini sağlama alan meşrûiyet zeminini korumak için elinden geleni yapıyor. Genelkurmay başkanı Şaul Mofaz’ın ortalığı velveleye veren ve bölgesel bir savaş çıkacağını belirten beyanatlarının ertesinde askerî bütçenin iyice arttırılmasını istemesi de tam bu yüzden.

Oslo öncesine kadar süren ordu ve yerleşimciler arasındaki soğukluk, bir süredir yerini tam bir içiçe geçmiş ilişkiye bırakmış durumda.[57] Her yeni yerleşim alanı içinde, (masrafları Amerikan vatandaşlarının verdiği vergilerle karşılanan) küçük de olsa bir askerî üssün açılıyor olması, aralarındaki işbirliğinin doğallaştırılması anlamına da geliyor. Böylesine bir gelişme aslında İntifada sonrasında İsrail’in ne yapmaya çalışacağına dair de ipucunu veriyor. Zira atacağı adımlar yine askerî olacak.

İntifada, Oslo’nun çarpık zihniyetinin Camp David’in ana çerçevesi yapılması nedeniyle dirildi. Bu zihniyetin özü, 1967’de işgâl edilen yerlerin olabildiğince azı geri verilerek, Filistinlilerden olabildiğince çok ödün koparmak ve son derece sınırlı bir çerçeve içerisinde görüşmeleri sürdürüp arkasından Filistinlilerin sorunu tamamen tarihin raflarına kaldıracak nihai bir senede imza atmalarını sağlamaktı. Ehud Barak tüm siyasî kariyerini bunun üzerine inşa etmişti ve zaten BM’nin 242 nolu kararına yakın bir ortak noktaya yaklaşmak ya da Filistinlilerin kabul edebileceği bir şekilde Oslo’nun üçüncü aşamasını hayata geçirmek bu kariyerinin sonu olacaktı. Yaptığı hesaplardan biri de üçüncü aşamayı başlatmadan nihai görüşmelere başlamak ve İsrail’i tüm bölgeyi içine çekecek bir krizin içine sokmaktı.

İlk intifada’nın başarılarından biri İsrail’de askerî bir çözümün mümkün olmadığını göstermek oldu. Bu başarıya, kitlesel cezalandırma ve direniş kırma taktiklerine karşı insanüstü bir gayretle başkaldıran Filistin halkı ulaştı. Her ne kadar organizasyon ve önderlik açısından çeşitli aksaklıklar olsa da, çok zor şartlarda elli yıldır mücadele vermenin getirdiği deneyim sayesinde, direniş inatla devam etmekte. Bütün gidişat, isyanın süreceğini ve Filistinli lider kadrosunun buna güveniyor olduğunu gösteriyor. Ancak Filistin halkı bu kez, daha önceki direnişin aksine, liderlerinin yeni bir Oslo’ya adım atmamaları için ellerinden geleni yapmaya hazır.

(*) Her iki yazar da Birzeit Üniversitesi Antropoloji Bölümünde ders vermekte ve Kudüs Araştırmaları Enstitüsü’nde araştırmacı olarak çalışmaktadır. Salim Tamari adı geçen enstitünün yöneticisidir. Yazarlara ulaşmak isteyen okurlar [email protected] ve [email protected] adreslerine yazabilirler.

[1] Filistin Ulusal Konseyi üyesi Salah Tamari, The Voice of Palestine, 2 Kasım 2000.

[2] Bu konuya dair en isabetli yorum için bkz. Mamdouh Nofal, 1995, Qıssat İttifaq Uslu (Oslo Anlaşmasının Hikâyesi) Ahliyyeh Publishers, Amman. Özellikle bkz. s. 289-298.

[3] Azmi Bişara, 24 Kasım 2000’de yaptığı bir konuşmada hem Arafat hem de karşıtları tarafından sık sık tekrarlanan “Kırmızı Sınırlar” kavramının İsrail tarafından, özellikle Kudüs ve Yahudi yerleşimcilere dair ciddi olmayan bir retorik olarak görüldüğünden ve üstüne üstlük hiç ciddiye alınmadığından bahsetmişti. Al-Hayat Al-Jadida, 25 Kasım 2000.

[4] Al-Quds, 28 Eylül 2000.

[5] Ramot, Givat Zeev, Maaleh Adumim, French Hill, Pizgat Zeev, Gilo ve Har Homa.

[6] Bu alan yine de İsrail yönetiminde ayrı bir idari bölge olarak kalacaktı.

[7] Bu önerinin detayları için bkz. Graham Usher, 2000, Menahim Klein’la Yapılan Söyleşi, 14 Eylül 2000, Publico, Lizbon.

[8] Dış halka Şufat, Beyt Hanina ve Valajehi’yi, iç halka ise Şeyh Jarrah, Vadi El-Joz ve Silvan’ı kapsayacaktı.

[9] Usher, 2000.

[10] A.g.e.

[11] Ekrem Haniyyeh, 2000, The Camp David Papers, Al-Ayyam Publishers, s.42-43. (Arapça baskı) Aynı zamanda Amerikan planında dış halkada adı geçen bazı köyler ve iç halkada adı geçen bazı mahalleler İsrail’in planında yoktu.

[12] Usher, 2000. Klein söyle demişti: “Arafat, Doğu Kudüs’ün Arap mahalleleri konusunda ödün vermeyi reddetti. Eski Şehir’de Müslüman, Hıristiyan ve Ermeni mahallerini de kapsayacak tam bir egemenlik istedi. Dahası Har Habeyt kompleksinde tam Filistin egemenliği talep etti. Arafat’a göre bu alanlar Yahudilerin tarihi ya da diniyle hiçbir bağı olmayan yerlerdi. Tamamen Filistin egemenliği altında olmaları gerekiyordu. Nokta!” (İsrail devleti Haram El-Şerif’ten İngilizce’de Temple Mountain, İbranice’de Har Habeyt olarak bahsetmektedir. Bu nedenle burada yapılan alıntıdaki Haram El-Şerif’e yapılan göndermeyi İbranicedeki aslını koruyarak buraya Har Habeyt olarak aldık - ç.n.)

[13] Daha kapsamlı bir tartışma için bkz. Haniyyeh, 2000.

[14] Ya da İsrailli siyasî gözlemci Nahum Barnea’nın söylediklerini buraya alacak olursak, “İsrail topraklarında yaşarken Filistin parlementosu için oy kullanacaklardı.”

[15] Hanniyeh, 2000, s.43.

[16] Örneğin diğer birçok siyasî gözlemci gibi Menahem Klein da mülteciler sorununun önemli bir konu olduğunu belirtmekte ancak bunun, meseleyi sona erdirecek olası bir anlaşma için önemli bir engel teşkil ettiğine değinmemektedir.

[17] Bkz. Dipnot 12.

[18] Uzi Benziman, “Corridors of Power – Battle Fatigue”, Haaretz, 3 Kasım 2000. Makalede başka ilginç bir detay daha var: “…İsrail, Arafat’tan İsrail’in değil, Filistin devletinin mültecileri kabul edeceğine dair bir resmi açıklama duymamıştı. Daha da kötüsü, hem İsrailli hem Filistinli kaynakların belittiğine göre, mültecilerin vatanlarına dönme hakkı tanınmadan Arafat hiçbir anlaşmaya imza atmayacığını söylemişti.” s. B2.

[19] Bu, Barak’ın kendi kabinesinden iki bakanın, Yossi Beilin ve Şolomo Ben Ami’nin neden Haram El-Şerif’in üzerinde ortak bir egemenliğe karşı olduklarını açıklıyor.

[20] Amnon Raz-Krakotzin, “Different Aspects of the Bloody Events”, Between the Lines’ın içinde. Kudüs, Kasım 2000, s.10-14

[21] bkz. Raz-Krakotzkin, 2000, s. 12.

[22] A.g.e.

[23] Amira Haas, “Israel has Failed the Test” Haaretz, 18 Ekim 2000.

[24] Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek için bkz. Salim Tamari, 2001, “Jerusalem’s Unsacred Geography” Seteney Shami, Capital Cities and Urban Governance in the Middle East’in içinde. Toronto: University of Toronto Press. (Baskıda)

[25] Haas, 2000.

[26] İkinci intifada sırasında çiftçilerle Yahudi yerleşimcilerin arasında çıkan olayların ayrıntılı bir listesi ve açıklaması için bkz. http://www.alternativenews.org/settlers_violence/

[27] İsrail içindeki karışık kentlerde meydana gelen ilk çatışmaları ve Kudüs’ü bu gözlemimizden hariç tutuyoruz.

[28] Uri Avneri’ye göre, İsrail Ordusu, Filistin tarafından gelecek tek taraflı bir devletleşme ilanı ihtimalini göz önünde bulundurarak, böylesi bir çatışma için aylar öncesinden hazırlık yapmaya başladı. General’in İsrail tarafına has bir dille ifade ettiği gibi, bu stratejinin tek bir öncülü var: “Karşı tarafa yüksek bir fiyat ödetmek.”

[29] Avneri, a.g.e.

[30] Yazının kaleme alındığı tarihteki ölü sayısı (Ç.N.).

[31] Filistin güvenlik güçlerini teşkil eden parçalı bulmacanın kapsamlı bir özeti için bkz. Usher’in Dispatches from Palestine. (Pluto Press, 1999)

[32] Cenazelerde yaygın olarak kullanılan sarı Hizbullah bayrakları, Hamas’tan ziyade milliyetçi grupların gözdesi. Ancak Hizbullah’ın Filistin topraklarında siyasî bir örgütlenmesi mevcut değil.

[33] Bunların başını Fatah çekiyor, ama Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve başka sol grupların da gözle görülür varlığından da söz etmek mümkün

[34] Yaser Abed Rabbo, Al-Ayyam, 15 Ekim 2000.

[35] Özellikle Hasan Kadir’in 6 Kasım 2000’de Al-Ayyam’da yayınlanan ve radikal dinî grupların sokaklarda popülaritesi artan sloganlarını tiye alan “Hayber, Hayber, Ya Yahud” başlıklı yazısına bakınız. (Hayber Medine’de Muhammet’i yarı yolda bırakan Yahudi kabilenin adı. Ç.N.

[36] İspanya İç Savaşı’nda milliyetçi taraftan bir generalin kullandığı bu ifade, düşman rejimin dayanışma duygusunu çökertmek için içerden çeşitli eylemler düzenleyen gizli grup ve faksiyonları anlatıyor (Ç.N.).

[37] Yosi Dahan, Yediot Ahranot, 19 Ekim 2000; ayrıca Zeev Şif’in “Son Kargaşalardan Çıkarılacak Dersler” başlıklı yazısına göz atabilirsiniz (Haaretz, 20 Ekim 2000): “Yaşadığımız toplumsal hadiseler zinciri karşısında İsraillilerin yaşadığı şokun iki ana nedeni var. İlki, Arap İsrailliler’in bu hadiselere katılımı ve katılımlarının aldığı şekil. İkincisi, şu ana dek içinde yaşadığımız güvenlik balonunun tam anlamıyla patlamış olması. Varlıklı bir toplumun bir parçası olmanın verdiği güven duygusundan, en ufak bir toplumsal kargaşa çıktığında, özellikle demografik yönden karışık şehirlerde evden dışarı çıkılmaz hale gelen bir ülkede yaşadığımızın acı farkındalığına ani bir kayış yaşıyoruz.”

[38] İsrail tarafının Filistin TV’nin halkı tahrik ettiği suçlamaları, her iki intifada sırasında esas İsrail televizyonlarında yayınlanan görüntülerin Filistin sokaklarının “tahrikçisi” olduğu gerçeğini göz ardı ediyor. Hem, Filistin TV’nin vasat programcılığı ve ağır sansürlü haber anlayışı, bu kanalı diğer kanalların arasında daha az izlenir kılıyor.

[39] Bu konuda The Economist dergisinin Ortadoğu muhabirinin isabetli gözlemleri var (21-27 Ekim sayısı).

[40] Günde yaklaşık 125.000 işçi İsrail tarafına çalışmak için geçiyor.

[41] Bu demeç 29 Ekim 2000’de El-Kuds gazetesinde yayınlandı.

[42] UNSCO, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’nce Haziran 1994’ de kurulan İşgâl Altındaki Bölgelerde Birleşmiş Milletler Özel Koordinatörü Dairesi’nin kısaltması. Özel Koordinatör’ün görevleri arasında BM programlarının eşgüdümünü teshil etmek ve onlara kılavuzluk etmek, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde çalışan STK’larla bağlantıda kalmak ve İsrail-Filistin İlkeler Deklarasyonu’nun uygulamanmasına destek olmak var. (Ç.N.)

[43] UNSCO, The Impact on the Palestinian Economy of the Recent Confrontations, Mobility Restrictions, and Border Closures, Gazze, Ekim 2000 (Salim Acluni, editör).

[44] UNSCO Raporu, s. 3; ayrıca Tamer Hausman’ın 20 Ekim 2000’de Haaretz’de yayınlanan “Filistin Ekonomisi Savaşın Son Şehidi: Bölgenin Dışarıya Kapatılması ve Filistin Hisse Senedi Borsası Ekonomiyi Durma Noktasına Getirdi” başlıklı yazısına bakınız. (s. A9)

[45] Bu sürecin analizi için Rema Hammami’nin “NGOs: The Professionalizatıon of Politics” (Race and Class. 37, 2. 1995) adlı makalesine bakınız.

[46] Azmi Bişara bunu Filistin İdaresi’nin “kamusal alanı tekeline alması” şeklinde açıklıyor.

[47] En etkin STK şemsiye örgütü olan FSTK (Filistin Sivil Toplum Kuruluşları) Ağı’nın intifada içindeki eylemleri, şu ana dek yerel basında yayınlanan, USAID’den (ABD’nin Uluslararası Gelişme Örgütü, Ç.N.) para yardımlarını ve İsrail/Filistin ortak projelerini boykot etme çağrıları ile sınırlı kaldı. Ayrıca, birinin görevi Filistin’deki durum için stratejiler belirlemek olan birkaç çalışma grubu kurdular. Üye 120 kurumun çoğu, halihazırdaki kriz sonucunda etkinliklerini gözden geçiriyorlar.

[48] El-Kuds, 2 Kasım 2000; Al-Ayyam, 2 Kasım 2000. Şunu da belirtmek gerek ki, milletvekillerinin Gazze Şeridi ve Batı Şeria arasındaki, hattâ Batı Şeria içindeki İsrail kontol noktalarından geçmeleri engellendi, ki bu düşük katılımı kısmen de olsa açıklıyor. Öteyandan meclisin böylesi olağandışı bir hadise meydana gelirken neden daha erken bir tarihte toplanmadığını açıklamak mümkün değil. Ancak 6 Kasım’da Yasam Meclisi’nin aynı anda hem Ramallah, hem de Gazze’de toplanan ikinci bir oturumu oldu. Her iki toplantıda da katılım yüksekti ve El-Aksa İntifadası ile artan işsizlik ve fakirlik gibi sorunlar ele alındı. Kamusal istihdam için bir acil durum fonunun tesis edilmesi yönünde karar alındı. Al-Ayyam, 7 Kasım 2000, “Yasama Meclisi uluslararası bir güvenlik gücünün kurulması için çağrı yaptı ve Bakanlar Kurulu’nu kamu istihdamını için bir acil durum fonu tesis etmeye davet etti.”

[49] Güvenlik işbirliğinde halihazırda yaşanan çöküşün boyutu, Filistin Haber Alma Teşkilatı’nın Batı Şeria yöneticisi Tevfik Tirawi’nin Ha’aretz muhabiri Gideon Levi ile yaptığı mülakatta verdiği açık mesajda görülebilir. Ha’aretz Haftasonu Eki, 27 Ekim, 2000.

[50] Hamiliğin kullanımı da dahil olmak üzere, FY’nin yönetim biçimleri üzerine yapılmış en kapsamlı araştırma için şu esere bakınız: Cemil Hilal. El-Nizam Es-Siyasî El-Falastini Bağad Oslo. Institute of Palestine Studies ve Muwatin, 1998.

[51] Bildiride sayı ve tarih belirtilmiyor.

[52] Arap Düşünce Forumu, Muvatin, Baysan gibi oluşumlar ve Birzeit ve Najah Üniversitelerinde yapılan toplantılar bu forumların en etkili örneklerindi.

[53] 5 Kasım 2000, Ramallah.

[54] Bkz. Al-Ayyam, 6 Kasım 2000.

[55] Rabbo bu noktaya daha önce de dikkat çekmişti: “Tek taraflı devlet ilanına karşıyız. Ancak biz buna ne kadar uzak durursak, Barak ve Şaron bizi o kadar buna itmeye çalışıyor. Anlaşılan o ki Barak ve Şaron iki devlet fikrine o kadar alışmışlar ki Filistin’in bağımsızlığını en çok onlar istiyor. Al-Ayyam, 5 Kasım 2000.

[56] Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nden Ali Jaradat da, önemli olanın resmi bir devlet ilanı olmadığını, “görüşmelerin askıya alınmasının ve devletin yerine işler durumda tutulabilecek halk örgütlenmelerinin kurulmasına devam edilmesinin” daha acil olduğunu savunmuştu. Al-Ayyam, 8 Kasım 2000.

[57] Bu konuda Hebron hâlâ bir istisna.