Popülist Otoritaryenizm ve Sadettin Tantan

“Kredi yani bankalar, ahlâklı muhitlerde kurulur ve ahlâklı muhitlerde inkişaf eder. Ahlâklı dediğim zaman bankadan para alan insanlar onu kendi menfaatlerine göre kullanırlar, kârını kendilerine alıkorlar, götürüp bankaya borçlarını öderler ve banka da diğer erbab-ı ihtiyaca onu vermek suretiyle sermaye daimî bir tedavül haline girer.(...) Biz ahlâklı milletiz. İmza verdiğimiz zaman onun altından kalkarız ve bankalarımız görüyorsunuz ki, bizim ahlâkî muhitimizde yeniden doğmaktadırlar ve yeniden inkişaf etmektedirler. Bu neden? Sizin ahlâkınızdan ve sizin sözünüze bağlı oluşunuzdan, vefalı ve sadık insanlar oluşunuzdan ileri geliyor.”

Celâl Bayar’ın Cumhurbaşkanı sıfatıyla

25 Nisan 1954’te Adana’da verdiği nutuktan[1]

MUHİTİN AHLÂKI VE “BÜTÜNSEL SERMAYE” AKLINDA EKSİKLİK

Türkiye İş Bankası kurucusu Celâl Bayar’ın bu nutkundan beri “muhitimizin ahlâkı” iyice gelişti, nice bankaların inkişafını gördük. 2000 yılının son çeyreğinde ise, aniden, muhitin ahlâkıyla ilgili şüpheler belirdiğini ve devletin sadece cezâî ve hukukî değil inzibatî tedbirlere de başvurarak bir ahlâklandırma harekâtına giriştiğini görüyoruz. Bir ihtilâl mi var?

Öncelikle, muhitin ahlâkıyla ilgili tarihsel, evrensel arkaplanı hatırlayalım.

Serbest piyasa ekonomisi hiçbir zaman pek o kadar serbest olmadı. Kapitalizm, saf, pirüpak piyasa ekonomisi haliyle bekasını sağlayamaz.[2] Ekonomi-dışı etkenlerin, sadece ilk sermaye birikim sürecinde değil, kapitalizmin bekasında ve işleyişinde hayatî işlevi vardır. Cinsel, etnik-millî, kültürel, bölgesel vb. ayrımlar üzerinden kurulan egemenlik ve tahakküm ilişkileri, olmazsa olmaz sömürü mekanizmaları olarak, piyasanın piyasa-dışı kurucu faktörleridir. Bugün kapitalizmin gelişmiş merkezlerinde bile, ücretlendirilmeyen, piyasa-dışı bir emek süreci olarak hane-içi kadın emeğinin GSMH içindeki payının % 30-40 mertebesinde olduğunu hatırlatmak yeterlidir. Devletin de, kapitalizmin, piyasanın işleyişinde yapısal bir rolü vardır ve bu rol, “en serbest” piyasada bile, “gölge etmeme” figürasyonunun çok ötesindedir. Devlet, öncelikle, sözünü ettiğimiz cinsel, etnik-millî, kültürel, bölgesel vd. ayrımların uzlaşmaya bağlandığı veya çatıştığı bir zemin ve bu çelişkileri nizama bağlayan bir merci olarak, kapitalizmin/piyasanın içinde eyleyeceği çerçeveyi inşâ eder. Bu, bir seferde olup bitmeyen bir yeniden ve yeniden inşâ sürecidir. Devlet, çerçeve koşulların ötesinde, kritik anlarda doğrudan doğruya sermaye birikim sürecine, piyasaya müdahale ederek düzenleyici rol oynar.

Bu genel karakter, sadece Andre Gunder Frank’ın eskimiş ama her dem taze sayabileceğimiz deyimiyle “lümpen gelişme” koşullarında değil, kapitalizmin “kitabî” bir gelişme gösterdiği merkez ülkelerde de kendini gösterir. Kapitalizmin “en devletsiz” evresi sayılan, kendini sâfi-piyasa olarak tahayyül eden globalizm de bundan bağışık değildir, devletlerin düzenleyici işlevine muhtaçtır.

Dolayısıyla, ahlâktan söz edeceksek, kapitalizmin, piyasa muhitinin, yaradılıştan çift-ahlâklı olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye kapitalizmini ise bu etkenleri bilhassa hesaba katmadan tahlil etmek imkânsızdır. Ekonomi-dışı etkenler ve devletin nâzım rolü, çerçeve oluşturucu olmanın ötesinde, dolaysız bir etkiye sahiptir. Türkiye kapitalizminin piyasası, birikim oluşturmaya ya da tekelci yapıları korumaya dönük, rekabete asla alan açmayan himayeci uygulamalar itibariyle “serbestlikten” çok uzaktır; beri yandan düzenlenmemişliği, denetimsizliği açısından serbest denemeyecek kadar gevşek oluşuyla, sermayenin kapitalist anlamda sömürü olmaktan öte istismara ve vurguna dönüşen keyfîliğine açıktır. Devlet, Osmanlı patrimoniyal geleneğini patronaj ve klientalizme uyarlayan bir süreklilik içinde, bizzat sermaye birikiminin kaynağı olarak işlev görür. Türkiye’de devletin, daha açık bir ifadeyle devlette olmak/devletlû olmak üzerinden kendilerini ve güçlerini yeniden üreten zümrelerin (daha da açık bir ifadeyle bürokrasi, ordu ve muteber siyasetçi kastının) yüksek dereceli göreli özerkliğinde, bu “ekonomi-dışı” ekonomi-politik etmenin önemli payı vardır. Birikim’de zaman zaman anılan ya da imâ edilen “devlet sınıfı” teriminin kaynağı buradadır. Bu özgül sınıfsal veya zümrevî dinamik, kapitalist devletin, tekil sermaye fraksiyonları üzerindeki “bütünsel kapitalist”[3] rasyonaliteyi temsil etme işlevini de sekteye uğratabilmektedir. Sermaye fraksiyonlarının devletle simbiyotik ilişkileri içinde ondan “bütünsel sermaye” çıkarını (çıkarlar bileşkesini) değil kendi tikel çıkarlarını talep etmeleri de, Türkiye kapitalizminin yapısal “yönetişim” buhranını teşkil eder.

Son yirmi yılda, globalleşen, gelişen, büyüyen ve fraksiyon yapısı çatallanan Türkiye kapitalizmi açısından, bir “bütünsel sermaye” aklına, söz konusu yönetişim krizinin çözümüne olan ihtiyaç daha belirgin hale geldi. Fakat bu nesnel ihtiyacın öznel temsili hayli zayıftır; bu rol daha ziyade uluslararası “bütünsel sermaye” aklını temsil eden -yine çoğunlukla uluslararası- mercilere düşmektedir! Ve ilgili düzenleme gereklilikleri hem “devlet sınıfını” hem de tekil sermaye fraksiyonlarını tedirgin edici mâhiyettedir.

“Servet düşmanlığı”, yirmi yıldır bu kadar ‘in’ olmamıştı! “Kartel”, “holdingler”, “tekeller” kelimelerinin, bizzat “burjuva” güçlerin kaybeden fraksiyonlarınca, en galiz şekillerde sereserpe telâffuz ediliyor olması da bu durumun bir göstergesi değil mi? İşadamlarının ve onların Demirel (Cumhurbaşkanı olan) gibi ahbaplarının, hemcinsleri kelepçeleniyor, “kredi/teşvik almak günah gibi gösteriliyor” vb. diye abartılı dramatik tepkiler göstermesi, kuvveden fiile çıkmayan bir meşrûiyet ve hegemonya krizinin işareti olmuyor mu? Sahiden, sanki bir ihtilâl mi var? Tedirginlik ve telâş yaratan şu ki, sermaye blokları arasında haşin bir mücadele hüküm sürüyor, “temizlik” ve düzenlemelerin bu mücadeleye girdi-çıktıları vardır, “devlet sınıfı” da bu mücadeleyle doğrudan doğruya iltisaklıdır, dolayısıyla girişilen “operasyon”u gerek sermaye içinde gerek devlet içinde ikirciksiz sahiplenen bir bloktan söz etmek zordur.[4] Dizginlerinden boşanmış bir serbest piyasacılık savunusu altında Türkiye ekonomisine en geniş çaplı ekonomi-dışı müdahaleleri yaparak Cumhuriyet tarihinin en büyük çaplı “devlet eliyle birikim sağlama” harekâtını yürütmüş bir siyasî iradeyi temsil eden ANAP’ın bir bakanının, bu operasyonun simgesi haline gelmesi, bu tutarsızlığın yeterince trajikomik bir belirtisi. Bu, “bütünsel sermaye” aklının “kamuoyu” önünde temsilini zayıflatan, sadece “piyasalar”ın değil, aslında “sistem”in itibarını zedeleyen bir manzaradır. (Birikim’in geçen sayısındaki Geçen Ayın Birikimi yazısında Ömer Laçiner’in dediği gibi, hükümsüz bir meşrûiyet bunalımı.)

Ekonomik fair-play talebinin yükselmesi, kapitalizmin “post-...”lar evresine özgü sorunlarla da ilgilidir. Bu evre, sermayenin akışkanlık hızının olağanüstü artması ve paranın kamusal/kurumsal veçhesinin salt “mal” veçhesine indirgenmesiyle malî sermayenin “kendibaşınalaşma” eğilimine girmesi ile karakterize ediliyor. Akışkan sermayenin hegemonize ettiği (para-meta-para çevriminin para-para-para çevrimine dönüştüğü!) ve malî spekülasyonun neredeyse düzenleyici/regülasyon işlevini ikame ettiği iktisadî yapıda,[5] sadece kayıtdışı-gayrınizamî paranın hacmi artmamış, spekülasyonun doğası icabı, finansal “kazaların” riski ve cürmü de çoğalmıştır. Finansal “aletlerin” yatay ve dikey olarak yayılmasıyla beraber spekülasyonun kaplama alanının genişlemesi, kriz ihtimallerini ve krizlerin etki gücünü arttırmakta, “piyasaları” kırılganlaştırmaktadır. Risk ve batak potansiyeli, önleyici veya telâfi edici mafya hizmetlerine olan talebi artırmıştır. Beri yandan kapitalist sistem rasyonalitesi açısından, asgarî bir öngörülebilirlik, hesaplanabilirlik lâzımdır. Spekülatif ve akışkan sermayenin kontrolü, bu bakımdan bir sorundur. Nitekim aşağı yukarı son beş yılda sistem içinde yeniden regülasyon/düzenleme talebi daha fazla dillendiriliyor. Kayıtdışı veya “kara” paranın kontrol altına alınması, bu sorunu aşabilmek için alınacak önlemlerde gittikçe daha fazla üstünde durulan hayatî ilk adım oluyor; zira kara para aklamak tek seferlik bir işlem değil, yeni kara para akışını tahrik eden (dolayısıyla kriminaliteyi besleyen) bir çoğaltan etkisine sahip.[6]

Türkiye ekonomisi ve ekonomi yönetimi, uzun süre uluslararası seyyar/”serseri” spekülasyon sermayesini celbetmeye koşullanan, gayrınizamî malî operasyonları bir “millî iktisat” usûlü olarak kullanan “serbest” piyasasıyla, sadece bir regülasyon birimi/mercii olarak işlev yürütememekle kalmıyor, dahil olduğu global ekonomik düzene de sorun çıkartıyor.

Bankacılık sistemini denetime almaya dönük kurumlaşmanın ve “temizlik” operasyonlarının arkaplanında, böyle bir “global” baskı var. Tekrarlarsak, kabaca, uluslararası “bütünsel sermaye”nin Türkiye sermayesine/piyasasına bir “bütünsel sermaye” aklı zerketme ihtiyacı var. Türkiye’de bu modernleşme misyonunu üstlenen sınıfsal-toplumsal blokun yine yukarda değinilen ikircikliliği, kırılganlığı, yarımgönüllülüğü, bu operasyonların da klientalist mekanizmalar, seçmeler, kollamalar çerçevesinde yürümesini beraberinde getiriyor.

Konjonktüre uygun olarak bir Rauf Tamer deyimi kullanalım, bu “düzene çekidüzen” operasyonunun bir temel karakteristiği, elbette, “bütünsel sermaye” aklını esasen devletin temsil etme istidadında olmasıdır. Bu kadarı çok acaip değildir; Engels “düşünsel anlamda bütünsel kapitalist, devlettir” tespitinde bulunmamış mıydı? Kapitalist devlet kuramının eski ama sağlam ustalarından Claus Offe, bu savı aktarırken, devletin bu işlevi reel anlamda yerine getirdiğinin düşünülemeyeceğini söyler.[7] Bu noktada, “ustalar”, TC devleti için belki bir istisna düşünebilirlerdi! Türkiye’de devlet, ananevî korporatist ve vesayetçi iktidar mekaniğiyle, “bütünsel sermaye” aklını, kapitalist sistem rasyonalitesi adına olmaktan öte, kendi güç tekeli uğruna üstlenmekte; serbest bir Weberci terminoloji uyarlamasıyla, “sorumluluk etiğiyle” değil, “itikadî etikle” [yüce değerler etiği] davranmaktadır.

Söylemeye gerek var mı? Emek gücüne dayalı olarak yaşayanlar ve “piyasalara” emek güçlerini dahi arz edemeyecek durumda olanlar, rutin istismarın üstüne söz konusu operasyonların bedellerini de öderken, herhangi bir “bütünsel” iktidar aklının, hiçbir zaman olmadığı kadar menzili dışındadır.

“TANTANİZM”

Finansal cambazlıklarla ve esasen de “özel” ilişkileriyle servetler kazanan, o servetleri hudutsuz lükslere döken, milyonlarca insanın yoksulluk çektiği memlekete dudaklarının kıyısında sarkastik bir gülüşle bakan birçok muktedirin eninde sonunda hırsızlık anlamına gelen ithamlarla polis nezaretine alınması, varsın mücrimler toplamı gözönüne alındığında kısmî ve geçici olsun, önemsiz değildir. Nail Keçili gibi, muhtelif güç ve iktidar kaynaklarının kesişim noktası hükmündeki bir figürün tutuklanabilmiş olmasının simgesel anlamı küçümsenemez. Türkiye toplumunun yerleşik çifte-ahlâkına nüfuz etmiş ve özellikle alt sınıfların temel hayat bilgisi olarak hıfzettiği, “yukarıdakiler”e asla dokunulamayacağına ilişkin köklü tecrübede bir sarsıntıdır bu. “Zenginlerin sevildiği” bir politik kültürün, bir gündelik hayat ideolojisinin surlarında mukaddes bir gedik açabilecek bir tecrübedir.

Fakat bu sarsıntının, bu gediğin, politik bir tecrübeyle ve talepler manzumesiyle birleşmediğinde, popülist bir otoritaryenizmin (ya da “kanun-ve-nizam-popülizmi” denebiliyor) zeminini genişletmeye pekâlâ elverişli olduğu unutulmamalıdır.

Mukayese için, son on yılda “kara para”-“organize suç”-siyaset zümresi arasındaki çıkar bağlarını koğuşturan “temiz toplum” kampanyasının simgesi olan meşhur Di Pietro’nun serencâmına bakalım. Avrupa Birliği “globalitesinin” kenarındaki İtalya’da devletin regülasyon sisteminin tamirine olan büyük ihtiyacın doğurduğu ve bir asrî arınma kültüne dönüşen “Temiz Eller” operasyonunu kişileştiren Savcı Antonio di Pietro, olağanüstü popülaritesiyle 1994’te politikaya atladığında, her nevi solculuktan-sağcılıktan “arınmış” bir “temizliği” temsil etme savındaydı. Dürüst, düzgün, köylü kökleri hâlâ taze, yerli-millî kişiliğiyle, politikaya-politikacılara uzaklığını bir erdem olarak halka arz etti. Ancak bu tutum bizatihî politikti; politikayı bizatihî yozlaşmış bir asalaklık olarak gören, işleri erdemli, ne yaptığını bilen, başarılı liderlerin işbilirliğine terk etmeyi savunan Berlusconi’nin faşizan söylemine çok yakındı. Nitekim Di Pietro, Berlusconi’nin Forza Italia’sına yakın olduğunu, ama onun yargıya dönük saldırılarını, suçlamalarını onaylamadığı için ayrı durmayı tercih ettiğini açıklamıştı. Ancak sol-sağ ayrımını önemsemeyen Di Pietro 1996’da sol eğilimli partilerin “yanına giderek” kısa süreliğine Prodi’nin bakanı oldu. Politik tercihleri, ayrımları üzerine almayan, bütün problemleri bir hukukî “temizlik” talebine indirgeyerek politikayı imkânsızlaştıran çizgisi, apolitikleşme eğilimindeki bir topluma bile fazla geldi, “Süper Savcı” ehemmiyetsizleşti.[8]

Türkiye’de de “kanaat önderleri” zümresi, İtalya’daki zuhurundan beri, bir Di Pietro arıyor. Şu aralar bu kadro için -birbirlerine rakip sayılmayan- adaylar var: Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Başkanı Zekeriya Temizel ve İçişleri Bakanı Sadettin Tantan. Bir “dürüstlüğüyle” bilinen maliye bürokratı ve bir polis. Devlet-siyaset-iş âlemi sarmalındaki “arınmayı” gerçekleştirme misyonunun Sadettin Tantan’da simgelenme biçimi, popülist otoritaryenizme açıklığı bakımından daha öne çıkıyor.

İçişleri Bakanının epeydir kahramanlaştırıcı bir hâleyle kuşatıldığını görüyoruz. “Sessiz, kendinden emin, mağrur devlet adamı” (Hürriyet, 12.8.1999)... “Tapınak şövalyelerine karşı Tantan kasırgası” (Yeni Şafak, 20-24.11.2000)... Bütün partilerin milletvekilleri, Meclise dertlerini arz etmeye gelmiş mağdur yakınları havasında Tantan’a şükrediyorlar: “Tek başına devlet gibi”, “sakın korkmayın, halk size güveniyor”, “Allah korusun, sizi de görevden almasınlar” (YeniBinyıl, 21.11.2000). Yarı şaka, “Tantanizm”den bahsediliyor.

Tantan imgesinin toplumsal ve politik çağrışımlarına bakalım. Sadettin Tantan, hal ve davranışlarıyla, öncelikleriyle, esas itibariyle polistir. “Halk kahramanı” yapılmasının temelindeki hasletleri, yani cesareti, sertliği, dobra oluşu (ki isminde bile vardır: Tantan!), “politik” olmaması, ki güzel konuşmaması da neredeyse bunun karinesi sayılıyor, formaliteleri pek takmaması, polis imgesinin uzantılarıdır. Resmettiği “ekipler amiri” cevvaliyeti ve “angajmanı”, polisiye davranışa itibar kazandırmakta, polis örgütüne/“tabanına” moral vermektedir. Tantan’ın “partizan” bir yönetici olmaması, polis örgütünde yirmi yıldır pekişen sağ kadrolaşmaya özel bir katkıda bulunmaması -hattâ galiba zaman zaman bunu geriletmesi-, Emniyet’in göreli özerkliği hedefiyle tutarlıdır. Polis içinde bir parti doğrultusunda eylemek değil, devlet ve toplum içinde “polis partisi” olarak eylemektir onun yönelimi. Temsil ettiği “meslekî” hülya, polisin siyasî iradeyle engellenmeksizin tam serbestî içinde davranmasıdır. “Operasyon” ânında tutkuyla dillendirilen “sonuna kadar gitme” azmi, ananevî polis ülküsüdür ve gitgide bir politik-toplumsal ülkü mertebesine yükselmektedir. Tantan’ın savcılardan, hâkimlerden yakınmalarına mukabil Yargıtay Başkanının “polis yargıyı bilgilendirmiyor” şikâyetiyle de görülüyor ki, polisin “sonuna kadar gitme” iştiyakinin doğal uzantısı, yargıdan da mümkün mertebe bağışık olmak, dahası adliyeyi kendisine tâbi kılmaktır. Tantan methiyelerinde, polisin muktedirleri kollayan-kayıran bir bağımlılıktan sıyrılmasından duyulan memnuniyet ile, topluma re’sen nizam veren kudretli bir polis inisyatifine açılan kredi arasındaki çizgi gayet incedir.

Sadettin Tantan’ın işkence ve insan hakları ihlâlleri ile ilgili tutumu da gözden kaçmamalıdır. Emniyet örgütünü herhangi bir bürokrasi olmaktan öte bir teşkilât olarak kollarken, işkenceyi değil, işkence iddialarını bertaraf etmeye yoğunlaşmakta; polis âmirlerinin gözde deyimiyle “içimizdeki çürük yumurtaları ayıklama” işinde esasen yolsuzluk, rüşvet vs. zanlılarının üstüne varılmaktadır - işkence zanlıları ve hükümlülerinin değil. İşkence kelimesinin “Tantanizm”de de uyandırdığı ilk çağrışım, insanların kişiliğini, onurunu yıpratan yüz kızartıcı bir suç, bir barbarlık değil, “polisi yıpratma taktikleri”dir. Meclis adına yürüttüğü denetlemelerle “teşkilâtı” rahatsız eden TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Selma Pişkinsüt’ün görevinden alınması için bu nedenle kulis yürütülmüştür. Tantan, Emniyet üst bürokrasisi ve MHP’lilerden oluşan bir lobi, son af kanununun hazırlıkları sırasında, işkenceden her nasılsa mahkûm olabilmiş polislerin cezalarının af kapsamına dahil edilmesi için bu çeşit “adalet ve vatanseverlik duyguları”yla seferber olmuştur.

“Tantanizm” şakasının ciddi yanı, siyasî iradeyi polise havale etme, kamusal alanda “temizliği”, ancak siyasîlerce engellenmeyen bir polisliğin altından kalkabileceği bir “operasyon” konusu olarak görme eğiliminin yaygınlığıdır.

AHLÂK VE POLİTİKA

Almanya’da sosyal demokratların yaşlı kuşağından (Willy Brandt’ın yol arkadaşlarından), aynı zamanda beşerî bilimci Erhard Eppler, geçtiğimiz ay, Politik Ahlâkın Özelleştirilmesi başlıklı bir küçük kitap yayımladı.[9] Eppler, Almanya’da Kohl’ün yolsuzluğu ve ABD’de Clinton’ın “Monika” macerası gibi spektaküler örneklere de bakarak, özel ahlâk ölçütlerinin ve bu yönde kışkırtılan merakların, politik tartışmayı esir aldığını saptıyor. Politikacıların (Kohl’ün yaptığı gibi) şeref sözü vermesi, onların söz ve eylemleri hakkında özel hayatlarındaki davranışlarının ahlâkîliği ölçülerek değerlendirmede bulunulması, işte tam anlamıyla “politik ahlâkın özelleştirilmesi” oluyor. Eppler’in hatırlattığı gibi, aşırı-ahlâkileştirme, ahlâksızlaşmayı davet eder ya da zaten onun habercisi, işaretçisidir. Gereken, “daha fazla ahlâk” değil, ahlâka onun anlamlı olduğu noktada referans vermektir. Şimdiyse eğilim, sahici içerikler talîleşir, politik tartışma nesnesiz bir müzakere yarışına dönüşürken, bu boşluğu ahlâkı yardıma çağırarak doldurma yönündedir. Oysa politika değer-belirleyen ve değerleri somutlaştıran bir etkinliktir; bu işlevin topyekûn ahlâka havale edilmesi, politikayı imkânsızlaştırır, onun içini boşaltır. “Politikasız, politikadan yoksun ahlâk, bir toplumu, tıpkı ahlâktan yoksunluğun mahvettiği gibi mahvedebilir” (a.g.e., s. 108).[10] Politikanın körleştiği yerde, ahlâk da vaz’ettiği ölçüleri anlatma, onlara ikna etme ve onlar doğrultusunda değişiklikler gerçekleşmesini sağlama olanağı bulamaz (a.g.e., s.117-8). Eppler’in çağrısı şudur: “Politik ahlâkın birinci emir kipi: Politika yapmalısın! Bu demektir ki: Ne istediğini bilmelisin! Söylediğin şey, istediğin şey olmalı! Doğru bulduğunu söylemelisin! Bunun neden doğru bulduğunu temellendirebilmelisin! Olanın ne olduğunu ciddiye almalısın, fakat olması gerekeni de bilmelisin.” (a.g.e., s.140).

Ahlâkla ilgili bir epigrafla başlayan bu yazıyı, yine ahlâkla ilgili bu uyarıyla bitirelim. Türkiye’de, ahlâkîlik adına da öyle, politikaya ihtiyacımız var!

[1] Celal Bayar’ın Seçim Kampanyalarındaki Söylev ve Demeçleri. 1946-1950-1954. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1999, s. 145-6.

[2] Joachim Hirsch, Der nationale Wettbewerbsstaat, Edition ID-Archiv, Berlin 1995, s. 21 vd.

[3] “Bütünsel sermaye aklı/çıkarı”, tek tek sermaye fraksiyonlarının ya da burjuvaların çıkarlarının ötesinde, belki bunların hegemonik nitelikli bir kısmının çıkarıyla örtüşen ya da belki hiçbirisininkiyle örtüşmeyen, mamâfih topyekûn sermayenin çıkarı ve geleceği açısından rasyonel ve ilerletici olan tercihi ifade eder.

[4] Bu karmaşaya dair, iki ‘ayrı dilde’, iki güçlü tasvir ve yorumu alıntılayalım.

Levent Kavas (Star, 30 Ağustos 2000): “‘Tekstil, perakende, bankacılık üçlüsünün ağırlığını ‘telekomünikasyon, internet, enerji’ye bırakacağı, ‘gıda, finans, ticaret, sağlık’ dörtlüsünün konumunu koruyacağı, ‘turizm, inşaat, yine tekstil’in arkadan geleceği söyleniyor, benimseniyormuş. Peki bunun sermaye açısından yirmi, yirmi beş yıllık bir ‘geri kalma tasarısı’, ‘yanaşmalığı pekiştirme kurgusu’ anlamına geldiği de anlaşılıyor muymuş? Doğuş ile Eczacıbaşı topluluklarının dışında ‘sağlık’ alanına yüklenecek bir büyük sermayeden söz edilmiyor örneğin. Oysa eski ‘demir-çelik’ yatırımlarının kamusallıktan çıkıp ‘kişisiz sermaye’ye geçmesinin, ‘tekstil’ ile ‘gıda’da büyük ölçüde, ‘otomotiv’de çanına ot tıkanmış biçimde ‘yeşil sermaye’/’Anadolu sermayesi’ işbirliğinin pazara ortak olmasının, ‘iletişim’, ‘bilişim’ alanında da ‘Cumhuriyet kurumları’nın saldırıya geçmesinin ardından hem temel hem belirleyici alanlarda adamakıllı sıkışarak aşağı ya da yukarı, geri ya da ileri itilen yerleşik büyük sermaye hem yaşamak hem büyümek için doğrudan doğruya ‘yaşam’a yönelmek zorunda kalacak: ‘Genetik, sağlık, boş zaman, kültür, spor...

‘Özelleştirme yoluyla küreselleşme’ye ‘Cumhuriyet kurumları’nın verdiği tuhaf karşılık malların üretilip pazarlanması işini ‘yayılmış sermaye’ye, kamusallıktan çıkardığı temel ya da belirleyici alanları ‘kişisiz, kimsesiz sermaye’ye aktarırken yerleşik büyük sermayeyi de ‘sıçramaya’ zorluyor: İktisadi gelişmenin bügünkü aşaması üzerinden gelecek aşamasına atlamaya. Bu bunalımda siyasal belirleyiciliğini iyiden iyiye yitiren büyük sermaye ise durumu pek kavramamış görünüyor. Şöyle bir durum uydursak yeterince ipucu vermiş olur muyuz: OYAK Türk Telekom’un yüzde yirmisini alır, Türk Telekom ‘GSM1800’ ağında İş Bankası’yla işbirliği yoluna gider; böylece kurulan iktisadî bağ bir yandan örneğin ‘enerji’ yatırımlarında ortaklığı, bir yandan da siyasal işbirliğini destekler. Bankacılık, çimento, cam, inşaat, otomotiv, mağazacılık gibi temel alanlardaki yatırımları da doğrudan ortaklık yoluyla oluşan sınıfsal destekleri de yeterlidir. (Vergi konusunu hiç açmayalım.) OYAK-İş Bankası-CHP-Cumhuriyet (‘gazete’) bir sınıfsal bileşimi gösterir çünkü: ‘Bu ülkenin aydınlık insanları’. Şevket Sabancı’yı İş Bankası’yla birlikte Cumhuriyet’e ortak olmaya iten güdü ‘kule komşuluğu’ ya da Uğur Mumcu ile Özdemir Sabancı’nın ortak yazgısının doğurduğu bir duygudaşlık olmasa gerek.”

Ahmet Çiğdem (Gerçek Hayat, 10 Kasım 2000): “... iktisadî olarak gittikçe büzülen sınıflar, siyasal iktidarı ellerinde tutmak için büyük bir gayret sarfetmekte, buna karşılık yükseltilen sınıfçıklar ise modern burjuva toplumunu çekip çevirecek bir politik olgunluğa ve iradeye henüz erişmiş gözükmemektedirler.(...) Özal’ın yarattığı ‘katman’ (hayali ihracat ‘sektörü’), üstelik herhangi bir kültürel ya da ideolojik tercihi olmadığından kolaylıkla saf değiştirdi; zaten bir müddet sonra sadece varkalmak için mücadele eden bir çapulcular grubuna dönüşecekti. Anadolu kaplanları olarak adlandırılan ikinci gruba gelince (Orta Anadolu’daki arkaik orta sınıfın derlenip toplanmasına yol açan ‘İslâmî’ holdingler), yetersiz sermaye birikimini premodern yöntemlerle gideren bu grubun 28 Şubat ‘süreciyle’ gerilemesi, sadece bu yöntemlerin kapitalist pazarın mantığına bir şekilde dönüştürülmesi zorunluluğuyla yüzyüze kalacakları gerçeğini hatırlatmaz, aynı zamanda bu yöntemlerin ideolojik temsilcilerine sırt çevirdiklerinde, elde ettikleri alanın devlet ve ‘örgütlü’ burjuvazi tarafından yutulmasına sessizce rıza göstermelerini de buyurur. (...) her ikisi de tahakküm altındaki burjuvazinin ve bürokrasinin, bu yeni yetme grup karşısındaki ittifakının daha ne kadar süreceğini bilemeyiz, ancak biri siyaseten diğeri de iktisaden aşınan ittifak elemanları, kendi çıkarlarını mantıksal sonuçlarına götürdüklerinde birarada olmalarının imkânsız hale geleceğinin herhalde farkındadırlar.”

[5] Robert Guttmann, “Die Transformation des Finanzkapitals” ve Michael Heine-Hansjörg Herr, “Money Makes the World Go Round - Über die Verselbstständignung der Geldsphäre und andere Mißverständnisse”, Prokla 103 (Haziran 1996), s. 165-224. Bu bahiste ayrıca Ahmet İnsel’in istişarî katkısına teşekkürler.

[6] Thomas Achim Werner, “Geldwäsche - die ökonomische Dimension unbekannter Gefahren”, Prokla 103 (Haziran 1996). s. 265-7.

[7] Claus Offe, Strukturprobleme des kapitalistischen Staates, Suhrkamp, Frankfurt 1975, s. 65.

[8] Anselm Jappe, “Freiheit, die sie meinen”, jungle world, 13 Eylül 2000.

[9] Erhard Eppler, Privatisierung der politischen Moral, Suhrkamp, Frankfurt 2000.

[10] Bunu Ahmet İnsel de vurgulamıştı: “Dinî ahlâk ve erdem söylemi karşısında özgürlükçü sosyalistler”, Birikim 88, (Ekim 1995). Yeni Bir Sol Tahayyül İçin (der. T. Bora), Birikim Yayınları, İstanbul 2000 içinde, s. 203-218.