Osmanlı'dan Bugüne, Romanlarda Mektepler/Mektepliler

Üniversitelerdeki eğitim düzeyi, bilimsel yetersizlikler, yitirilen özerklik, anti-demokratik uygulamalar; yönetime siyasal, öğrencilere polisiye baskılar gibi ilk akla gelen sorunların dışında, bu kurumların toplumsal yaşamda kaybettiği -mesela saygınlık gibi- değerler de var. Meselenin birinci tarafı araştırma ve yorumlarla deşilebilir elbette, ama üniversitelerle ilgili toplumsal hissiyattaki değişimin en iyi ifadesi edebiyatta aranmalıdır. Cumhuriyet tarihinin çarpıcı vakalarının izini romanlarda sürmek kolay olmasa bile, bu önemli tarihlere değinmeden, tarihi olayların yarattığı toplumsal ilişkileri ele alan ve -daha çok aydın kesimin- duygu/düşünce dünyasını dışa vuran romanlardan pekâlâ söz edebiliriz. Çünkü, Cumhuriyet tarihinde merkezî bir yere sahip üniversiteler ve üniversiteliler sıklıkla romanların ana temasını oluştururlarken, edebiyatın artık pek umursanmayan önemli bir işlevi canlanıyor; romanlar, geçmişin rengini, kokusunu, tadını biraz soluk, biraz silik, biraz kekre de olsa belleklerimizde tazelememizi sağlıyorlar.

Bir dergi yazısını zorlayacak bir sayısal çoklukta olan bu edebî metinlerin tümüne değinmek ne yazık ki mümkün değil. Bu nedenle, anlamlı bulduğum alt başlıklarla, söz ettiğim atmosferi daha iyi yansıttığını düşündüğüm yazarları ve ürünlerini incelemeye çalışacağım.

CUMHURİYET YAZARLARININ OSMANLI DÖNEMİNE BAKIŞI

Cumhuriyet’in ilk yıllarında yazılan romanlarda, Osmanlı’dan devralınan miras ciddi bir tartışma konusudur; mirasın kabulu ya da reddi arasında salınan yazarları meşgul eden en önemli mesele, çekirdeğini Askeri Tıbbiye öğrencilerinin oluşturduğu İttihat ve Terakki cemiyetidir elbette. Cemiyetten bahis açan metinlerde, işte bu öğrenciler zorunlu olarak boy gösterirler. Aslında Tanzimat ve Meşrûtiyet dönemi romanlarında da öğrenci/aydın tipi sürekli işlenmiştir. Mesela Mehmet Murat, Turfanda mı Turfa mı (1891) romanında, Paris’te tıp öğrenimini gören idealist Mansur’un İstanbul’a dönünce nasıl harcandığını hikâye eder. Kendisini Emin Paşa’ya; “kulunuz üniversiteden diploma alarak çıktım. Doğu ilimleri mektebinden de mezun oldum” sözleri ile tanıtan Mansur’un, “Kalem’e alınacak bir efendi, mutlaka belli bir resmi vazifeyle mükellef olmalı, diğer taraftan yüksek mekteplerden diploması olmayanları, Kapı’ya uğratmamalıdır” sözleri, o dönemde -içeriği ne olursa olsun- eğitimle yöneticilik arasındaki ilişkinin bir göstergesidir. Bekir Fahri’nin II.Abdülhamit devrinde geçen Jönler (1910) romanının Mektep-i Tıbbiye öğrencisi Necip de, bir İttihat ve Terakki üyesidir. Üzerinde bulunan “evrak-ı muzırra” nedeniyle tutuklanır, kısa bir Taşkışla hapishanesi deneyiminin ardından Mısır’a kaçar. Necip özelinde inançlı gençlere sıcak yaklaşsa da, Bekir Fahri, İttihatçılar’a sempati duymaz. Nitekim, Necip, kendisi gibi sürgünde olan bir kısım İttihatçı’nın saray jurnalciliği saflarına geçişini görerek düş kırıklığına uğrar. Tıpkı Mansur bey gibi yitik bir karakterdir Necip.

Yine II. Abdülhamit döneminin mağdurlarındandır Gökyüzü’nün (1938) kahramanı. O da tıbbiyelidir, ama masumane bir politik suçtan dolayı Trablus’a sürülünce yarıda kalır eğitimi. Biraz da avaredir Reşat Nuri Güntekin’in Küçük Bey’i; Trablus’tan Avrupa’ya geçmiş, ama eğitimini sürdürmemiştir. Hem yarım kalan tahsili, hem de cemiyetle yeterince yakınlaşamamasından olacak, II.Meşruiyet’te yurda dönünce, eski ilişkilerin hatırına önemsiz bir memurluk bulabilir kendisine. Güntekin’in Ateş Gecesi’ndeki (1942) kahramanı Kemal ise, Milas sürgününün ardından gittiği Avrupa’dan üniversite mezunu olarak döner geriye ve hızla yükselir. Ancak, bir üyesi olduğu İttihatçı kadroların kendi çıkarlarının ardına düştüğünün farkındadır. Hem eleştirisini yapar, hem de aynı çıkar çarkının bir parçası olmaktan kendini alamaz Kemal. II.Abdülhamit rejimi aleyhtarı iki arkadaşın okul ve okul sonrası yıllarını konu edinen Zeki Mesut da benzer bir temayı işlemiş; ateşli ihtilalci tipi Cevdet’in II.Meşruiyet’in ilanından sonra mevkî ve güç sahibi olup, bu gücü nasıl kendi çıkarları için kullandığını ve giderek o yüce ideallerden kopuşunu anlatmıştır Hürriyet Pervanesi’nde (1943). Kaderlerini İttihat ve Terakki’ye bağlayan Mekteb-i Hukuk öğrencileri de aynı yozlaşmayı yaşarlar. Mithat Cemal Kuntay’ın, yine şu “meşum” cemiyeti anlattığı Üç İstanbul (1938), büyük idealler sahibi üç gencin mezuniyetten sonra savrulup giden hayatlarına dairdir. Belki de etraflarındaki herkesle aynı eğilimleri paylaştıklarından, her adımda inançlarından, değerlerinden biraz daha kopan bu insanlar, kendilerinde bir değişim hissetmez.

İttihat ve Terakki üyesi aydınlar/gençler üzerinden Osmanlı’nın eleştirilmesine neden olan bu yozlaşma tablosu, Cumhuriyet’in ilk yıllarında iki dönem arasındaki farkı belirginleştirmek ve Cumhuriyet ideolojisini kutsamak için iyi bir araç oldu. Yazarlık hayatı Osmanlı’da başlayan Fazlı Necip’in 1926 tarihli Külhani Enteller’i, II.Meşrûtiyet’in edebiyat ve aydın çevresi ile hesaplaşan bölümlerinden sonra, romanın bitiminde “daima vatanını, milletini, istiklalini, cumhuriyeti sev” sözleriye kurtuluşu Mustafa Kemal’in davasına bağlayan iyi bir örnektir. Dünü, bugünün propagandası için kullanan en açık metin ise, şüphesiz Burhan Cahit Morkaya’nın Dünkülerin Romanı’dır(1933). Cumhuriyet’in onuncu yılına bir armağan niteliği taşıyan romanında, Morkaya da öğrenci gençliğe çevirmiştir yüzünü. İçlerinde, eğitimini sürdürmek amacıyla Paris’e giden Ahmet Reşit biraz daha öne çıkar. Onun aracılığıya ülkenin dışarıdan görünümünü aktaran yazar, Turfanda mı Turfa mı romanında Mehmet Murat’ın -yurtdışında devlet parası ile tahsil gören öğrenciler- eleştirisini aynen tekrarlamıştır. Ama, tıpkı Mansur Bey gibi Ahmet Reşit de kötüye emsâl teşkil etmez; vatanı, milleti için çalışan olumlu bir tiptir. O ve arkadaşları arasındaki mektuplaşmalarla İttihat ve Terakki döneminin şiddetli bir eleştirisine girişir Burhan Cahit Morkaya. Hatta Mustafa Kemal bile misafir olur metne ve yazarın dönem değerlendirmesine katkıda bulunur! Cumhuriyet döneminde yaratılmak istenen -ama güdük kalan- edebiyat kanonunun bir parçasıdır Dünkülerin Romanı.

Toplumda üniverite sözcüğünün anlamının “büyük adam”lıkla -yani devlet adamlığıyla- karşılandığı, yüksek tahsilin iş güç için değil bilgilenme ve aydınlanma amaçlı olduğu, öğrenciliğe de siyasetin zorunlu olarak karıştığı bu ilk dönem algısındaki belki de en çarpıcı nokta, İstanbul’daki eğitimden sonra mutlaka bir Avrupa -çoğunlukla Fransa- döneminin yaşanması zorunluluğudur. Ancak ondan sonradır ki rüştünü ispat edebilecektir Osmanlı genci. Yazarların kahramanlarına yaklaşırken ikircikli olmaları da dikkat çekici; bir yandan kültür ve eğitim kutsanmakta, öte yandan bu sürecin doğuracağı batı ile melezlenmiş yeni kültürden ürkülmektedir. Ama her durumda, eğitim ve eğitimli kimselerle halk arasında bir yakınlaşmadan söz edilemez. İlk dönem mektep ve mektepli anlatıları, ’80’li yıllara kadar değişik biçimlerde -ama mutlaka- tekrarlanmış, toplumda kabul gören bir üniversiteli imgesinin prototipini yaratmıştır. Zaman ilerledikçe; tıp, mülkiye ve hukukla sınırlı olan eğitim, “yüksek mimar mühendislik” ve -genç kızlar için- öğretmenlik ile zenginleşecektir!..

YENİ BİR ANLAYIŞ, İDEALİZE EDİLEN ÜNİVERSİTE

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e; Doğulu kimliğinden Batılı kimliğine geçiş aşamasında, eğitimli insan tipi, onun ülkücü ideolojisi ve modern hayat tarzı, topluma bir örnek teşkil etmeliydi, ama Cumhuriyet’in çağırdığı bu yeni tarz hayatların ve aydınlanma seferberliğinin romana yansıması için belli bir zamana ihtiyaç vardı. Gerçi acele edenler de olmadı değil! Ethem İzzet Benice’nin, Cumhuriyet’in kuruluşunun onuncu yılı münasebetiyle Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan On Yılın Romanı (1932), baştan sona bu meseleye adanmıştır. I.Dünya savaşının Anadolu üzerindeki -maddî ve manevî anlamda- yıkıcı etkilerinden eğitim seferberliği sayesinde yüksek öğrenim gören köy çocuklarına sıçrayan roman, devlet açısından olması gerekeni temsili etmesiyle ve olması gerekeni olmuş gibi göstermesiyle önem kazanır. On Yılın Romanı da aynı -güdük- kanonda yer alır.

Ethem İzzet Benice’nin giriştiği hamleye destek, dönemin aydınlanma ideallerine pek de denk düşmeyen bir türden geldi. Aşk romanları, yeni toplum tarzının popüler destanları oldular. Birbiri ardına gelen ve Anadolu’nun her köşesine yayılan bu romanlara yazılan, Cumhuriyet kuşağının adab-ı muaşeretinin manifestosuydu. Yüksek mektepler ve mektepliler, hem memleket hem de bu hayatı tercih edenlerin menfaatleri gösterilerek ele alınmaya başlandı. İyi bir eğitim, yüksek bir devlet kademesini değil; saygın bir iş, iyi bir gelir ve iyi bir eş; yani mutluluk vaad ediyordu artık. Bu tarz romanlarının yazıldığı yıllarda, tek parti döneminin üniversitelileri sindirme gayretleri hiç eksilmiyordu, ama aşk romanlarında tarif edilen gençlerin mücadelesi ne düzene, ne hükümete karşıydı; onlar, iyilerle kötüler arasındaki -abartılmayan- bir ahlak çatışması içerisindeydiler. Kızlı erkekli, danslı flörtlü eğlenip, efendi efendi mekteplerine gidiyorlardı.

İlk dönem aşk romanlarında, Tanzimat ve Meşrûtiyet romanlarında görülen doğu-batı karşıtlığından izler de vardır. Üniversitede okuyan genç kızların özgür davranışlarından doğan rahatsızlıkları ve karşılaşılacak “muhtemel” ahlaki sorunları işleyen yazarlar görülmekle birlikte, ağırlık Muazzez Tahsin Berkand’ın Halide Edip’ten devir aldığı olumlu aydın genç kız tipinde ve “çağdaş” Türk kadınının toplumsal yapıda yerini almakta kararlılığını sergileyen romanlardadır. Dönemin Cumhuriyet Kadını gibi dergilerinden yansıyan resmi ideoloji ile de örtüşür bu söylem. Söz konusu romanların Yeşilçam’a ilham vermeleri nedeniyle, geçerli etkilerinin sanıldığından daha derin ve yaygın olduğunu da ekleyebiliriz.

’50’lere gelindiğinde, aradan geçen otuz yılda bir Cumhuriyet neslinin oluştuğunu, bazı ideallerin ve düşünce tarzlarının topluma yayıldığını görüyoruz. Mesela, kendisi bu nesle dahil olmamakla birlikte, Aka Gündüz’ün Bir Kızın Masalı (1954), genel kabul gören saygın üniversite öğrencisi imgesini sık sık yineler. Hatta, hikayenin trajedisini yaratan, tam da bu saygınlığın zedelenişidir. Bir üniversiteli kızın işlediği iddia edilen cinayet büyük bir heyecan ve şaşkınlık yaratırken, genç kızın rektörlüğe yazdığı mektup işi özetleyiverir; “eline kan ve adına leke bulaşmış birisine üniversitede yer yoktur. Hayır! Bunlarla o mukaddes çatı altında dolaşamam. Asıl o zaman manevi suç işlerim”!.. Yine aynı romanda, toplumdaki üniversiteli algısının bir başka biçimine, cahil bir kabadayının ağzından çıkan “bu kızla ne zamandır fingirdeşmeye başladın? Yoksa sen de mi fakültelisin?” sözlerinde rastlarız. Hayranlık ve kıskançlık, ayrıcalıklı bir yerde duran üniversiteli/aydın insan tipine toplumun beslediği hissiyatın iki kutbu olarak bundan böyle romanlarda sıklıkla karşımıza çıkacaktır. Aka Gündüz’ün bu iddiasız romanında, iki fakülte bitirmiş gazetecinin geçim sıkıntısı içerisinde oluşu, popüler romanlardaki mutluluk vaadinden de bir kopuştur.

Yaşanan atmosferi yansıtan kadri bilinmedik anlatılardan da söz etmek istiyorum; Dr. Burhan Öncel’in Bir Beyaz Gömleklinin Romanı (1951), Dr. Muzaffer Sencer’in Hekim Aşkı (1954) ve Münir Tevfik Uras’ın Dağlar Ardındaki Cennet (1952) kitapları anı roman biçiminde kaleme alınmışlar... İki doktor da, bağnaz ve basiretsiz yöneticilerin bütün engellemelere rağmen vazgeçmedikleri meslek tutkularını, bilim aşkını, ülkeye hizmet için giriştikleri gayretleri ve İstanbul’dan kalkıp Doğu’ya gidişlerini son derece detaylı, inançlı ve tutkulu bir dille anlatıyorlar. “Hekim aşkı”nda yine tıp öğrencileri ile siyaset arasındaki ilişkiden söz edilse de, aslolan “tıpkı bir ecnebi misyoner” gibi sürdürülen hayattır! Dağlar Ardındaki Cennet ise doğudaki kültür hamlesi ve Van Üniversitesi’nin kuruluş hikâyesi -veya mütevazı bir destanı- olarak yayımlanmıştır. Kahramanlarının hiç bir maddi menfaat peşinde koşmadığı bu üç romanda, Cumhuriyet’in bütün ideolojisini eksiksiz olarak temin edebilir, eğitime ve üniversitelere yüklediği “mukaddes” anlamı çıkarabilirsiniz.

Aynı yıllarda, muhalifliği ile tanınan pek çok yazarın da ilerlemeci, aydınlanmacı bir anlayışa sarılarak üniversiteli gençleri -halkı karanlıklardan çıkarmak adına- Anadolu köylerine giden misyoner giysilerine sarmalamaları, Cumhuriyet ideolojisinin hanesine yazılacak bir başarı ve Türk solunun Kemalizmle olan akrabalık ilişkisinin kanıtı olarak vurgulanabilir. Ancak bir süre sonra, halktan kopuk ama halka adanmış -öğretmen, mühendis, doktor, savcı- tiplerini idealize eden bu naif solculuğun yerini köy enistitüsü güzellemelerinin alacağı ve bir başka türden sol ideolojinin yaygınlaşacağı izlenecektir.

Bir hatırlatmada bulunayım; yakın zamanda yayımlanan ve Cumhuriyet tarihine bakan bazı romanlarda da “Cumhuriyetimizin gelişmekte olduğu o umut dolu yıllar, o yılların coşkulu, yurtsever, çalışkan insanları” yeniden gündeme getirildi. Gönül Pultar’ın Ellerimden Su İçsinler (1998), Esin İnan’ın Karanlıktaki Aydınlar (2000) ve Fatma Gürel’in 36 Baharı (2000) romanları, Cumhuriyet’in yetiştirdiği üniversiteli aydın insan tipine yapılmış övgülerle dolu.

SOĞUKKANLI YAKLAŞIMLAR

Mektepler ve mektepli övgüleri ile bezeli “pembe” hikâyelerle aynı zaman dilimi içerisinde yazılan gerçekçi romanlarda farklı bir manzara ile karşılaşıyoruz. Bir umudun varlığı yadsınmamakla birlikte, bu cepheden bakıldığında ne mutluluk, ne başarı, ne de saygınlık sigortasıdır üniversite eğitimi. Öğrencilik günleri ise son derece çilelidir. Bu romanların önemli bir bölümünde öğrenci tipi az çok siyasi bir tutum takınır. Ancak, ülke gerçeklerine, siyasal ve toplumsal meselelere ilgi duyan öğrenciler -ve pek seyrek rastlanan öğretim üyeleri- toplumla ilişkileri açısından öteki kanaldan akan “ideolojik ideal” öğrencilerden farksızdır; ister yoksul mahallelerinde, ister zengin muhitlerinde yaşasınlar, aydın/öğrenci tipleri, geleceğe ilişkin düşleriyle, hal ve tavırlarıyla halktan uzak resmedilmişlerdir.

Kısaca göz atarsak, aralarındaki yıl farkına rağmen, Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan (1940), Oktay Akbal’ın Garipler Sokağı (1950), Samim Kocagöz’ün Onbinlerin Dönüşü (1957) ve Şahap Sıtkı’nın Kimin İçin (1967) romanları 1935-45 yılları arasındaki bir dönemde ele alırlar üniversite çevresini. Sabahattin Ali ve Samim Kocagöz, Nazizmin İstanbul Üniversitesi etrafında taraftar bulmasını, aydınların -basiretsizliğini- çaresizliğini, yer yer ideallerinden kopuşlarını anlatırlarken, Şahap Sıtkı, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ndeki baskılara değinir. Oktay Akbal’ın öğrencisi ise Garipler Sokağı’nda yaşayan yoksul insanları yalnızca gözlemektedir.

Naim Tirali’nin 25 Kuruşa Amerika (1948) ve Aşka Kitakse (1954), Sait Faik’in Kumpanya (1951) kitaplarında yer alan hikâyelerde, Ayhan Hünalp’ın Küçük İstasyonlar (1955), Kemal Bekir’in Kaçaklar (1960), Erhan Bener’in Loş Ayna (1960) ve Tahsin Yücel’in Mutfak Çıkmazı (1960) romanlarında, üniversiteli gençlerin gündelik yaşantıları, maddî sıkıntıları, yaşadıkları mekãnlar, aşkları, tatmin edilmeyen cinsellikleri, gelecek beklentileri, değer yargıları ve umutsuzlukları -gerçeğe uygun bir atmosfer içerisinde- aktarılır. ’60’lara yaklaşıldığında, kimi öğrencilerde siyasî bir hareketliliğin başladığı fark edilirken, öğrencilerin sınıfsal aidiyetleri de çeşitlenir. Artık, halkla mesafesini korumakla birlikte, halkın da ilgi alanına girmiştir üniversiteler. Mesela, baştan sona üniversiteli gençlerin hayatına ayrılan Kaçaklar’da, Adanalı memur bir ailenin çocuğu olan hukuk öğrencisi İhsan’la, müteahhit Sadi Bey’in üniversite öğrencisi kızı Necla arasındaki aşk anlatılır. Ancak Kemal Bekir, mutlu aşkların filmlere ve pembe romanlara mahsus olduğunu kavramıştır; farklı sınıf yapılarının konsensusu anlamına gelecek bu birleşmeye izin vermez. Yine de pişman değildir İhsan, tutacağı bir yol, kendisini bekleyen okulu ve arkadaşları vardır; “aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere” gidecektir elbette.

Üniversitelerde yaşananlara, üniversite gençliğine gerçekçi yaklaşan ve halkın okumuş yazmışlığa bakışını belki de en iyi gözlemleyen yazar Orhan Kemal’dir. 1966 tarihli Evlerden Biri, edebî açıdan çok başarılı olmamakla birlikte, yoksul hukuk öğrencisi Erdal ve ailesi üzerinden, üniversite diplomasının ifade ettiği anlamları eksiksiz yansıtır. Bundan böyle paraya tahvil edilecek bir ünvandır eğitimin karşılığı; elle tırnakla söküp kazanılacak bir kurtuluştur! Yalnız Erdal’ın değil, ailesinin, kardeşlerinin de umududur uğruna fedakârlık ettikleri hukuk diploması. Hepsi de -diğerlerini dışarda bırakan- hayallere dalarlar. Hatta mahalle halkından bile, bir akrabalık tesisiyle yoksulluktan kurtulmayı umanlar vardır. Ama devir değişmiş, gemisini kurtaran kaptan olmuştur; Erdal, bu çaresiz insanları terk edip gider zengin insanların dünyasına. Romanını, daha önce sözünü ettiğim hayranlık ve kıskançlık ikilemi üzerine kuran Orhan Kemal, geleceğin -bugünün- köşe dönmeci, sınıf atlamacı zihniyetinin ipuçlarını yakalayabilmiştir.

DIŞARIDAKİLER

Türkiye’de eğitime böylesine merkezî bir anlam atfedilirken, Türk gençlerinin Avrupa kentlerindeki yaşantısı bambaşka bir atmosferdedir. Sait Faik’in Grenoble Hikâyeleri (1935) ile Samed Ağaoğlu’nun Strassburg Hatıraları (1944) aynı tarihlerde geçer. Her iki yazar, eğitim amacıyla gittikleri Avrupa kentlerindeki öğrenci hayatını yansıtırlar. Sait Faik ve Samed Ağaoğlu’nun, karşılaştıkları bu farklı üniversite kavrayışından ve özgürlük duygusundan etkilendikleri çok açıktır. Ciddi, sorumlu, otoriter ve kendini aşan amaçlarla yüklenmiş bir eğitim geleneğinden çıkıp, Grenoble veya Strassburg’da gündelik hayatın sıradan bir parçası olan öğrenci kimliğine bürünmenin her iki yazara da büyük bir rahatlık ve huzur duygusu verdiğini çıkarsamak mümkündür. Ancak Ağaoğlu’nun metinlerinde, belki de sorumlulukla yetişip sorumsuz kalma halinden doğan bir gerilim de eksik değildir. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sının kahramanı Raif ise içine kapanır Berlin’de. Toplumsal hayatta öğrenciliğe -kendi ülkesindekine benzer- bir ayrıcalık tanınmayan ve herkesin kendi hayatını yaşadığı bu kentte, bir pansiyona yerleşen sıradan bir öğrencidir şimdi o.

Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (1967) romanın da otobiyografik niteliği çok açık. Ana karakter Ahmet, Nazım Hikmet’in kendisi; Kerim, İsmail, Neriman, Si-ya-u, Anuşka gibi diğer önemli karakterler de, yine yaşadığını bildiğimiz insanlar... Yazar, Moskova’da, değişik ülkelerden, renklerden, ırklardan oluşan üniversitelileri, insanî ilişkiler çevresinde ele alırken, Sait Faik, Samed Ağaoğlu ya da Sabahattin Ali gibi gözlemci değildir. O, bu renkli, neşeli ve coşkulu dünyanın bir parçası olmayı seçer. Belki de aynı ideolojiye bağlılık sağlamıştır bu yakınlaşmayı. Ama dört yazarımızda da ülke hasretinin izleri görülür. Yiğit Okur’un 1999 tarihinde yazdığı, ama 1950’li yılları anlattığı Hulki Bey ve Arkadaşları’nda, Paris’e hukuk tahsiline giden Hulki de, aradığını bulamayıp İstanbul’a, sevdiklerinin yanına dönecektir.

Özcan Ergüder’in Maskeli Balo (1956) ve Mehdi Halıcı’nın Karides Durağı (1967) kitaplarında yer alan hikâyelerde, Avrupa’da yüksek eğitim gören Türk gençlerinin Avrupa kültürüyle karşılaşmalarına ilişkin benzer anlatımlar var. Ama Avrupa’daki Türk öğrencilerin birbirleriyle ve yabancılarla olan ilişkilerinin en iyi ifadesini Yıldırım Keskin’in Bir Gecenin Beyliği (1957) romanında buluyoruz. Yıldırım Keskin’in gençleri de kolay kaynaşamıyorlar Avrupalı gençlerle, onların serbest yaşam tarzları, aşk ve cinsellik anlayışlarına alışmakta zorlanıyorlar. Bu romanda da, eğitime yüklenen anlam farklarının öğrenciler üzerindeki etkileri, Türkiye’den yola çıkarken amaçladıkları hedeflerin alt üst oluşu ve toplumlar arasındaki atmosfer farkı kendisini hemen belli ediyor.

’68’DEN SONRA

Suat Derviş’in Aksaray’da Bir Perihan (1968) romanı; “Talebeler, hükümet aleyhine nümayiş yapıyorlar” ve “Hürriyet, Hürriyet avazeleri uzaklaşırken arsadaki işçilerden birçoğu da bu nümayişçiler kalabalığına katılmış, diğer halk gibi onların arasında uzaklaşıyor” sözleri ile biter. Her ne kadar bu sahnenin yaşandığı günler 1960’ı gösterse de, romanın yazılış tarihi ve yazarın sosyalist kimliği dikkate alındığında, ’68 öğrenci hareketini de işaret ettiği söylenebilir. İşte bu tarihten başlayarak ’80’lere kadar uzanan bir dönemde, Türk romanında -hikâye ve şiirlerde- üniversite sözcüğü siyasal bir yüklenmeden bağımsız olmamıştır. Aslında vurgu pek de yanlış değildir. Ancak bugünden geriye doğru bakıldığında, üniversitelerdeki gündelik hayatın izlerinin yokluğu dikkat çekicidir. Eylemde, işkencede ve hapishanede anlatılan tek bir öğrenci tipi, çok sayıda romanın ana malzemesidir.

Türk romanının bu dönemini -12 Mart ve 12 Eylül bahislerinde de ele aldığım için- tekrarlamak anlamsız olur. Yine de, Adalet Ağaoğlu’nun aynı yıllarla ilişkili olmakla birlikte, temasal farklılıklar taşıyan Ölmeye Yatmak (1973), Bir Düğün Gecesi (1979) ve Hayır (1987) romanlarına değinmek istiyorum. Bir öğretim üyesi kadın karakter özelinde, Cumhuriyet tarihinin geniş bir panoramasını çizen Ağaoğlu, Aysel’le birlikte toplumsal değişimi de çok iyi yansıtır üçlemesinde. Çeşitli kesimlerden çok sayıda insan, farklı tarihsel dönemler, farklılaşan ilişkiler ve farklılaşan değer yargılarıyla anlatılırken, yüksek öğrenim kurumlarındaki başkalaşım da -belki de Türk romanındaki en kapsamlı biçimiyle- ortaya çıkar.

Oğuz Atay’ın yarım kalan romanı “Eylembilim”, bilinmedik sonu nedeniyle süprizlere açık bir metin. Atay, her zamanki ironik uslubuyla üniversite çevresini anlatıyor, ama öğrenciler arkada, öğretim üyeleri başrolde. Bir yanda siyasî iktidarla doğrudan çatışmaktan -mevzuat bahanesiyle- sıyrılan yönetim, diğer yanda kahramanımız Server Gözbudak’ın da aralarında bulunduğu ateşli -toplumcu- doçentler, profesörler... Üniversitedeki bir yarılmayı işaret ediyor Atay! Üstelik bu alaycı üslubu ile pek umutlu olduğu da söylenemez. İlginç ve hüzünlü bir rastlantı var romanda; üniversite koridorunda öldürülen bir arkadaşları için anıt dikmek isteyen öğrencilerin talebi karşısında yönetimin düştüğü sıkıntılar, suçu yönetmeliklere atarken kullandıkları dil, bir kaç yıl önce Ege Üniversitesi koridorlarında ölü bulunan Serkan Eroğlu’nun ardından yaşananlarla şaşırtıcı biçimde örtüşüyor. 1973’te yazdığı Tehlikeli Oyunlar’da, küçük burjuva aydının gecekondulara vedasını erken bir tarihte dillendiren Atay, sanıyorum üniversitelerin düşeceği bugünkü acıklı halin de daha o yıllarda farkındadır..!

BUGÜNÜN ÜNİVERSİTESİ

Yazı içerisinde belirttiğim gibi, ister pembe, isterse kırmızı olsun, Türk romanındaki üniversiteli öğrenci tipinde sorumlu ve ciddi bir yan vardı. O, bakılan, imrenilen, haset edilen -her zaman insanî vasıflara değilse bile- umut vaad eden bir geleceğe sahip olan adamdı. Aşk romanları dışındaki anlatılarda, siyasi geçmişi Tanzimat’a kadar uzanmış, pek çok kez siyasi iktidarı sarsmayı bilmiş, inançlarının bedelini fazlasıyla ödemişti. ’80’lerden sonra, pek çok değerinden sıyrıldığı gibi, geleneksel üniversiteli tipinden de “kurtuldu” Türkiye toplumu. Gerçek hayat içerisinde, romanlara bile yazılamayacak bir şiddetle gerçekleşen üniversitelerdeki tasfiyenin ardından gelen restorasyon döneminde yeni bir öğrenci tipiyle karşılaştık. Yakından baktığımızda uzaktan hısmımız olduğunu farkettiğimiz bu “ibrişim kuşak” öğrencileri de kısa bir süre sonra romanlara yerleştiler elbette.

Şimdi söz edeceğim romanlardaki karakter tahlilleri, yazarlarına yöneltilen bir eleştiri anlamına gelmiyor. Yazarlar, gördükleri, bildikleri, yaşadıkları bir gerçeği anlatıyorlar ve kuşkusuz bu gerçekliğin sorumlusu da değiller. On binlerce öğrencinin eğitim gördüğü kampüslerde, mesela YÖK protestosuna ancak yüzlü sayılarda öğrenci katılıyorsa, hikâyelerin kahramanlarının da bu azınlıklardan seçilemeyeceği -sessizce ama mahçup bir ifadeyle- kabul edilmelidir. ’80 sonrası kuşağının siyasi düşüncelerle tanışmalarını mümkünsüz kılan hayatları, Bülent Akyürek’in Yağmur Getiren Fırtına (1997) ve Mehmet Arif Derbent’in Yalnız Balayı (2000) romanlarında, siyasetin yerini cinselliğin ve şiddet kültürünün doldurmasıyla paralelik içerisinde tarif edilmiştir. Ayşe Önal’ın Kötülük Mektupları’nda (1998), öldürülen üniversiteli kızına fahişe muamelesi yapan ve “düştüğünü” varsaydıkları bu genç kızın cesedini keyifle didikleyen “akbabalar”la çevrili bir annenin dramı da çarpıcıdır.

Toptan bir yargıda bulunmak belki doğru olmaz, ama bahis konusu romanların öğrencilerinin önemli bir özelliği, iletişimlerini sağladıkları küfürlü, cinsiyetçi ve basit dildir. Bu anlamda toplumla uyumları bütünüyle sağlanmıştır! Hoşgörüsüzlük paydasında da yakalanır aynı uyum. Bu basit dil aracılığıyla en sık tekrarlanan temalar ise şiddet ve cinsellikle alakalıdır. Sezgin Kaymaz’ın Kaptanın Teknesi (1999), Küçük İskender’in Zatülcenp (2000) ve Alper Canıgüz’ün Tatlı Rüyalar (2000) romanlarında bu “lirik dil” hemen fark ettirir kendisini. Giderek polisiye, korku, fantastik ve absürd romanlara ilham verir olmuştur üniversiteler ve üniversitelerde yaşananlar. Roman türleriyle üniversite algısı arasındaki bu ilişkiler masum edebî tercihlerin dışında da değerlendirilmelidir. Mesela Sinan Tamer’in korku romanı Karanlık Masumiyet (2000), üniversite hayatının allegorik bir yorumudur. Kaptanın Teknesi’nde, Azrail bir üniversite öğrencisi olarak gezinir sınıflarda. Yıldırım Üçtuğ’un polisiye romanı Çapraz Ateş’te ise bir cinayet mekânıdır üniversite kampüsu. Tatlı Rüyalar’ın kendisi de pek sağlam akıl olmayan profesörü Olcayto Fişek’e göre öğrencilerinin hepsi geri zekâlıdır ve “Pavlov’un köpekleri bile daha akıllıdır” onlardan.

İrkiltici bir öğrenci tipi ve psikolojisi de, Barış Tuna’nın Düşbilim (2000) romanında çıkıyor karşımıza. Cinsellik sarmalına kısılmış ODTÜ öğrencisi Emine’nin sınıfsal aidiyeti, ailesi ve yoksulluğundan duyduğu utancı öylesine canlı ve etkileyici bir dille işliyor ki Barış Tuna, yıllarca süren bir mücadelenin, gururla anlatılan bir tarihin cenaze marşı çalınıyor kulaklarınızda. Restorasyonun tamamlandığını, üniversitenin sahip değiştirdiğini, aydınlarla siyaset bağının koptuğunu tarihsel bir süreçte eksiksiz anlatıyor romanlar. Artık ne hayranlık ne haset duyulacak bir üniversiteli tipi kaldı geriye; şimdilerde iş ve işçi bulma kurumunda sıra bekleyen gençler var üniversite koridorlarında. Topluma duyarlı ve idealleri olan öğrenci tipi ve onun muhalif kimliği top yekün imha edilirken, aslında kendi yaşam kanallarının yok olduğunu hâlâ fark etmiş değil bu coğrafyanın sessiz sakinleri...