Medyada Uzun Operasyon

Geçen günlerde çok sayıda gazete ve televizyon çalışanı işsiz kaldı. Aslında son yıllarda sık görülen toplu işten çıkarmaların, ilk kez köşe yazarı ya da yönetici seviyesindeki gazetecilere de uzanması, medyada bir siyasî operasyon düzenlendiği tartışmalarına yol açtı. Bana, medyaya yönelik yıllar önce başlamış ve sonuçlanmış bir operasyondan söz etmek daha doğru geliyor. Ve arkasında bıraktığı, yayın yönetmenleri, köşe yazarları ve üst düzeydeki çalışanları bile pervasızca işten çıkartılabilecek kadar etkinliğini, kimliğini ve itibarını kaybetmiş bir medya tablosundan... Ortaya çıkan bu manzaranın siyasî bir anlamı ve siyasî sonuçları var elbette.

Niteliklerini, atılan gazetecilerin “siyasî” ya da muhalif niteliklerinden çok bu tabloda ortaya seren operasyonu doğru değerlendirebilmek için, on yıl önce başlayan bir sürece bakmak gerekiyor. Bu noktadan ilerlersek, işten çıkartılan gazetecilerin ve köşe yazarlarının -bilindiği kadarıyla- muhalif bir karakter taşımaması, içlerinden belki yalnız bir-iki tanesinin siyasî operasyonu “hakkedecek” durumda olmasına bakıp, işten atılmaların siyasî anlamı olmadığını düşünmek ne kadar yanlışsa, ortadaki medya tablosundan yalnızca medya patronlarını, patronlar üzerinde etkili ya da onlarla işbirliği halinde olduğu varsayılan devlet güçlerini sorumlu görüp, işten çıkarılmaların olaya neredeyse kendiliğinden bir siyasî nitelik kazandırdığını düşünmek de o kadar yanlış olur.

Kısaca sayarsak, medyayı, yansızlık kisvesi altında ezilenlerin aleyhine süren toplumsal düzeni meşrulaştırmaktan, enformasyon bombardımanıyla insanları şaşkına çevirmekten, yaygın olarak kullanılan (tercih edilen) söylemle, azınlıkların, kadınların, yoksulların, farklı cinsel kimliklere sahip olanların yok sayılmasına neden olmaktan ve bu söylemin sonucu olarak, polis operasyonlarının, yargısız infazların, Güneydoğu’daki katliamların, kadınlara, cinsel azınlıklara yönelik kötü davranışların meşrulaştırılma aracına dönüşmekten sorumlu tutuyoruz. Ancak medyanın bu sayılan ve daha birçokları da sayılabilecek kusurlarının- suçlarının tek sorumlusu olarak gazete sahiplerini ve siyasî iktidarı (hükümet- devlet) görmek, çizgisel bir akıl yürütmeyle (yöneten- yönetilen iktidar- halk) kaba karşıtlığından türeyen siyasî görüşlere denk düşüyor. Bu görüşler, medyalarda patronlarla aynı ortak kültürel değerleri paylaşan çalışanların sorumluluğunu ortadan kaldırıyor. Dikkatimizi kullanılan söylemin, formatın iktidarından “gerçekliğin yeniden yaratılması” sürecinin karmaşıklığından, medyanın anlamlandırma işlevinin tartışılmasından çekip her şeyi “sahiplik” sorununa indirgiyor ki “medyaya siyasî operasyon yapıldı” tezleri de çoklukla, medyanın bu halinden tek başına patronları ya da daha genel anlamda egemenleri sorumlu gören düşünce tarzından kaynaklanıyor. Bu durumun doğal sonucu olarak da, işten atılan gazetecilerin internet üzerinden ya da başka bir iletişim aracıyla “yayına geçmeleri”, onların yapacağı şeyin muhalif ya da alternatif karakterinin bir nevi garantisi olarak düşünülebiliyor. Bence asıl dikkat çekici olan, her iki halde de (sistem yanlısı- ya da sistem karşıtı medya projeleri ) basit bir tüketici olduğu varsayılan okuyucunun-izleyicinin bu edilgen konumunda bir değişiklik öngörülmemesi...

Ben, medyadaki operasyonun “siyasî” yönünü ortaya çıkan tablo bağlamında değerlendirmeye ve “alternatif olma” konusunda yukarıda değindiğim yaygın yanlış anlama üzerine düşüncelerimi ortaya koymaya çalışacağım.

OPERASYONUN MİLADI: “MEDYA CENTER”LAR DÖNEMİ

Çok sözü edilen medya operasyonunun, hepimizin yer aldığı bir süreçte, nasıl başlayıp bittiğini tarihsellik içinde değerlendirmekte fayda var. Ben, medya operasyonunun gazetelerin “Medya Center”lara taşındığı, yani gazetecilerin büyük medya endüstrisinin işçileri, haberinse bu endüstrinin ürünü, bir meta haline gelmesi olgusunun, bu mekânsal müdahaleyle iyice “su yüzüne çıktığı” ’90’larda başladığını düşünüyorum.

Aslında, biraz daha eskiye gidip, basındaki büyük değişimin ilk belirtilerini, on beş- yirmi sene öncesinde, ’80’lerin ikinci yarısında, askeri diktatörlükten “sivil” idareye geçme ve Özal’ın temsil ettiği liberalizm dalgası içinde aramak ve görmek de mümkün. Ondan önce devletçi, klasik sağ ve Kemalist sol diye özetlenebilecek medya yelpazesi, yeni girişimcilere, yeni dergilere ve daha liberal bir etkiye açılıyordu bu sıralarda. Büyük gazeteler, biraz gazeteci kökenli patronların varlığı ve angajmanları, biraz da toplumsal düzenin sürmesi konusunda çok daha esaslı bir yükümlülükleri olması nedeniyle sağda ve solda muhafazakar yapılarını sürdürürken, birbiri ardına çıkmaya başlayan dergiler, (Nokta, Kadınca, Erkekçe, Tempo, tamamen farklı bir çizgide Yeni Gündem) medyada bir çeşitliliğin habercisi oldular. Yine bu dergiler, 12 Eylül sonrası dönemde sol görüşlü insanların medyaya girmesine de bir nevi aracılık etti. Çünkü dergiler, mevcut gazetelerden farklı olarak, başka bazı nitelikler taşıyan bir çalışan tipine ihtiyaç duyuyorlardı. Aranan nitelikler (pek çoğu basın- yayın ya da gazetecilik okullarından mezun olmasa da) sol kökenli insanlarda fazlasıyla vardı. Bu dönemde, dergilerle, günlük gazetelerde çalışan kişiler arasında eğitim, siyasî görüş, yaş ve hayat tarzı konusunda belirgin bir farklılık olduğu gözlenebilir. Ancak, 12 Eylül sonrası medyaya gelen sol kökenli gazetecilerin ortak bir özelliğinden söz etmek gerekiyor burada. Kimliklerini, sol siyasî inançlarının belirlediği dünyalar içinde tanımlamış bu insanlar, yalnızca o dünyaların değil, o dünyalara ait ahlaki, vicdani, insani değerlerin de ortadan yok olup gittiği hissini, içlerinde kuvvetle barındırıyorlardı. Gazetelerdeki eski (dönemin çok gerisinde kaldığı kabul edilen) gazeteci tipinden farklıydılar, daha akıllı ve daha bilgiliydiler, daha yaratıcıydılar ve daha hırslıydılar. Yaptıklarının doğru mu yanlış mı olduğuna dair referanslarını sadece yitirmemişlerdi, bu referansları geçmişten taşınan can sıkıcı bir ayak bağı gibi yok etmek, kaldırıp atmak istiyorlardı. Geçmişte değerli olan ne varsa unutmak, reddetmek, “tabuları yıkmak” istiyorlardı. Bu haleti ruhiyenin büyük inanç sistemlerinin çöküşünün yarattığı kimliksizleşme kadar, solun hegemonik karakterine bir tepki olduğu da düşünülebilir. “Tabu yıkma” konusunda en gayretkeş olanların, üyeleri üzerinde daha fazla baskı kuran (PDA) gibi siyasî hareketlerin mensupları olması tesadüf mü sayılmalı? Bu “tabu yıkma” hevesi, dönemin -nasıl elde edilirse edilsin- para ve güç dışında her türlü değerin hiçe sayıldığı genel ahlakıyla çakışıyordu. Bu dergilerde, devletçi olmayan liberal ya da yarı liberal fikirlerin benimsenmesi, devlete karşı olmak bakımından sol kökenli gazeteciler açısından görünüşte bir kolaylık da sağlıyordu.

Dolayısıyla medyada, bugünlere gelinen süreçte etkili bir muhalif, meslek etiğinin savunucuları olabilecek sol kökenli gazeteciler, tiraj kaygısından kaynaklanan sansasyonel bir habercilik anlayışının iyi uygulayıcıları ve medya patronlarının iyi çalışanları oldular. Mevki edinme yarışına girmeyenler de işten atılmamak için sessiz kalma yolunu seçti (istisnalar ne yazık ki kaideyi bozmadı).

Bu dergilerde görülen haber yapma ve yazma tarzının, bugün basında özellikle dergi ve gazete eklerinde egemen olan bir tarzın atası olduğu da görülecektir. (Kişiselleştirme, magazinleştirme, haber girişlerinde kullanılan ucuz edebiyat, “genç kadın”- “genç erkek” klişeleri, yazıların hep habere değil, hikâyeye özgü bir zaman içinde sunulması; özel hayatın mümkün olduğunca habere dahil edilmesi, çerçeveler ve kutularla farklı görüşlerin yansıtıldığı izlenimi yaratılırken, dil, format ve kullanılan başlık ve spotlarla yalnızca editörün, veya muhabirin seçtiği bilgilerin yansıtılması; en ciddi toplumsal olayların bile, “eğlencelik olanın” kalıbına sokularak, “düşünülmesi gerekenin” dünyasından çıkarılması.) Özellikle kapak haberlerindeki yaygın anlayış ise “haber çıkarmanın” hayal gücünün fazla mesaisini gerektiren oldukça aşırı bir biçimiydi. Çünkü, yaratıcılık, gazetecilerin toplumdaki trendleri sezme noktasında değil; tam tersine daha çok sansasyon mantığıyla, zorlama, hatta uydurma eğilimlerin keşfedilmesi ve konuya uygun açıklama yapacak uzmanlar desteğiyle kimi zaman olmayan haberin çıkarılması noktasında ortaya çıkıyordu. Bu gazeteciliğin bütün mahareti, ne söyleyeceği zaten bilinen bir sosyolog- psikolog ya da benzeri uzmandan haberini destekleyecek bir görüş almakta yatıyordu. Bu haberler, çarpıcı ve çoğu kez içerdeki haberi doğru yansıtmayan kapak başlıklarıyla veriliyordu. Konuyla ilgili düşüncelerini, tanıklıklarını anlatan insanların ya da uzman görüşlerinin istenen anlamları verecek şekilde kesilip biçilmesi sık başvurulan bir yöntemdi. Bu yöntemin pervasızca kullanılması, gazetecilerin itibar kaybının en önemli nedenlerinden biridir. Böylece çok farklı görüşlere başvurulmuş olsa da haber, gazetecinin kendi tanımlarına, neyin söylenip, neyin söylenmeyeceği konusundaki isteğine göre biçimleniyordu. “Köpürtme” ve “etlendirme” gibi “mesleki kavramlar” gazetecilerin lügatinde ilk sıralara yerleşiyor, “yeniden yazım” işlemiyle bütün yazılar, bir örnek hale getiriliyordu. O sıralarda hızla yaygınlaşan, okurun aptal olduğu ve sansasyonel başlıkları çekici ve almaya değer bulduğu yargısının ve buna dayalı habercilik anlayışının sol kökenli gazeteciler tarafından çabucak benimsenmesinin, hatta bizzat ortaya atılmasının 12 Eylül öncesi sol hareketlerin “kitle değerlendirmeleri” hatırlandığında hiç de tesadüf sayılamayacağını düşünüyorum. Medyada artan tiraj rekabeti, sansasyona direnmek konusunda son kaleleri de yıktı. Artık başarının, yükselmenin ya da işte kalmanın yolu, daha fazla tiraj getiren haberi bulmak veya uydurmaktı.

Böylelikle, medya patronlarının, birçok medya çalışanına göre daha yaratıcı daha bilgili oldukları için ihtiyaç duydukları “eski solcu” gazeteci tipi, bu ihtiyaçtan duyulan avantajını, en genel anlamda “düzgün” gazetecilik yapmak için bile kullanamadı.

Yine de genel olarak bakıldığında, mesleki etikle ilgili kaygı duyan ya da bu konuda bireysel ya da toplu olarak çaba gösterenlerin içinde sol görüşlü insanların ağırlıkta olduğunu söylemek yerinde olur. Ne yazık ki, bu çabalar yetersiz kaldı.

İletişim sektöründeki uluslararası gelişmeler, (bilgi teknolojisindeki baş döndürücü ilerleme, sektörün büyük kâr vaat ediyor olması) daha “liberal” bir iletişim piyasasının yaratılması(daha doğrusu yeni bir medya patronu tipinin palazlandırılması) için gazetelere verilen destek primleri, farklı sektörlerdeki sermaye birikimlerinin medyaya akmasına neden oldu. (Bu liberalliğin Türkiye’ye özgü bir biçimde algılanması gerekir) Aydın Doğan’la birlikte başlayan gazeteci olmayan patronların medyaya girme süreci Uzanlar, Erol Aksoy ve Doğuş Holding’le sürdü ve daha sonraları Korkmaz Yiğit’lere kadar uzandı. Gazetelere medya dışı sermayenin girmesi, sendikasızlaşmayı hızlandırarak, 12 Eylülden sonra güçlerini ve itibarlarını zaten büyük ölçüde kaybetmiş sendikaların medya sektöründen silinmesine yol açtı. Büyük gazetelerde sendikalardan tek tük istifa etmeyenler de, yöneticilerin odasına çağrılarak istifaya zorlandı. Çoğu gazetede sendikasızlaştırma operasyonu “Medya Center”lara geçmeden tamamlanmıştı. Bugün çaresizlik içinde sonuçlarını seyrettiğimiz medyaya yönelik teslim alma operasyonu, böyle başladı.

KİMLİKSİZLEŞENGAZETECİLER, ŞEYLEŞEN HABERLER

Hükümetten alınan destekleme primleriyle, gazetelerin şehir dışındaki “Medya Center”lara taşınması gerçekten de milat sayılabilecek kadar önemli bir başlangıç noktası. Bu dev binalarda çoğu zaman birbirlerinin bulunduğu katlara bile çıkamayan, daha çok büyük işletmelerin büro çalışanlarına uygun mekanlarda çalışmak zorunda kalan gazeteciler, sigara içmenin, masasına çiçek, çekmecesine yiyecek koymanın sorun ya da yasak olduğu yeni bir dünya ile tanışmışlardı. Büyüklüğü ve soğukluğuyla insanda acz duygusu yaratan “Medya Center’larda asansörler, bilgisayarlar arasında insanlar yavaş yavaş kayboldu. Medya Center’larda “habere gitmek” bile ulaşım açısından bir sorun teşkil ediyordu. Ancak giderek “habere” ihtiyaç da kalmıyordu. Muhabirlerin bir üstü dışında diğer yöneticilerle ilişkileri büyük ölçüde kesilmişti. Gazeteci ile haber merkezi ve editör arasındaki iletişim bile, neredeyse, insanlar birbirini görmeden, konuşup tartışmadan, bilgisayar ortamında kuruluyor, çoğu gazeteci için o zamana kadar imkân dahilinde olan, haberini sayfada görmek, hangi resmi kullanacağına karar vermek, kısaltma ya da uzatma yapmak hakkı- zevki-görevi ortadan kalkıyordu. Haberin üretimi, büyük endüstrilere yakışır bir işbölümüne tabi kılınmış, gazeteci ortaya çıkarttığı, emek verdiği “ürüne” yabancılaşmıştı. “Yeni çıkan gazeteyi koklamaktan zevk almanın” hayal ettirebileceği mesleki ve buna içkin insani yanlar artık nostaljiden ibaret kalmıştı. Bu dev binalarda, büyük işten çıkarmalar ya da devamlı birilerinin ortadan kaybolması da pek göze çarpmıyordu. Çalışanların, işten çıkarıldıklarını, kapıda giriş kartları işe yaramayınca anladıkları toplu kıyımlara sık sık rastlandı Medya Center’larda, (son operasyonda kurban olanların bir kısmı bu operasyonlarda cellat rolündeydi). Öte yandan, bu yeni mekanın yarattığı ayrışma ve yabancılaşmanın psikolojik etkisiyle dayanışma tümüyle yok oldu. Medya çalışanları, şehir dışında sürülerek yalnızca halktan değil, birbirlerinden de uzaklaştırılmıştı. Belki de bu psikolojinin yarattığı güçsüzlük duygusundan kaynaklanan ve giderek kemikleşen gruplaşmalar, kıskançlık ve rekabet ortamı, kimilerinin yaptıkları işle izah edilemeyecek kadar yüksek ücretler almasıyla körüklendi. Her an işten atılabilme korkusu, son dayanışma kırıntılarını da yok etti. Yöneticiler ve ayrıcalıklı kesim, astronomik ücretler alırken, büyük çoğunluk son derece düşük maaşlarla çalıştırılıyordu. Haberde olduğu gibi habercide de nitelik aranmaması, (Aynı mantık televizyon programları ve farklı medyalar için de geçerli) ucuz eleman istihdamını kolaylaştırdı.

Patron eliyle medya seçkinleri haline getirilmiş yöneticiler, star gazeteciler ile diğer çalışanlar arasındaki uçurum giderek büyüdü. Gelinen noktada üst ve orta düzeyde yönetici ve köşe yazarı niteliğindeki medya çalışanlarının pek azının (trilyonluk villalar, dolar üzerinden astronomik maaşlar, yüzme havuzları vs) hayat standartları ,“gazetecilik” mesleğiyle ve bu mesleğin normal- adil kazancıyla açıklanabilir. Bu “standart”, medyanın teslim alınması kadar, yolsuzlukların üstüne gidilemeyişini de izah eder. “Medya Center”lardaki bu ayrıcalıklı çalışanların odaları, gazetecilerin değil holding yöneticilerinin odalarıydı artık. (İnsanların kapıdan girip, masaya ulaşana kadar küçüldükleri odalardan) Medya Center”larda yalnızca yöneticilerin yemek yediği şık lokantalar ya da yemek salonları, yalnızca onların kullanabildiği yüzme havuzları vardı. Bu ayrıcalıklı sınıfla diğerleri neredeyse asansörde bile karşılaşamıyordu. Eskisi gibi elinde bir haber metniyle yayın yönetmeninin odasına girmek imkânı, gazetelerin sıcak, insani karmaşası tümüyle ortadan kakmıştı. Gazete yayın yönetmenleri, aldıkları yüksek maaşlar, gitmeyi alışkanlık haline getirdikleri lokantalar, barlar, oturdukları semtler, çoğunun patron eliyle üye yapıldığı ve taksitlerinin de patronlarca ödendiği lüks kooperatifler ya da başka yakınlıklarla (çocukların aynı okula, eşlerin aynı jimnastik salonuna gitmesi gibi ) toplumun diğer seçkinlerinin arasına katılmışlardı. Bu “doğrudan temas” kaçınılmaz olarak ortak değerleri paylaşmaya ve ortak çıkarları korumaya uzandı. Nitekim yöneticilerin özellikle pazar günkü bazı köşe yazılarının, bu seçkin çevreyle alışverişlerinin ve “yeni hayatlarının” hikayesini anlatmaya ayrılmış olduğu görülür.

MEDYANIN “YETİŞTİRDİĞİ” ÇALIŞANLAR

1986’da Uzan Grubuyla Ahmet Özal , ilk özel televizyon olan Interstar’ı kurdular. Diğer medya grupları, siyasî ve ekonomik güç odakları onları izledi. Süreç, her ekonomik güç odağının bir de medya kuruluşu edinmesine doğru hızla evrildi. Mevzuat eksiklikleri ya da devletin göz yumması nedeniyle uzun süre frekans haritasında yer almadan yayın yapan bu televizyonlar, medyaya daha önce görülmedik bir rekabeti de getirmişti.

Özel televizyonların da ortaya çıkmasıyla medya çalışanı tipi de farklılaşacaktı. Medya “Center”larda şık, güzel, yakışıklı, iyi giyimli ve çok genç çalışanlar boy gösterdi. Daha çok satılır, daha çok seyredilir olmanın belirlediği azgın rekabet ortamında, 12 Eylül öncesi kuşağın sahip olduğu değerlere, bir nevi tepkiyle yetişmiş genç kuşak, karşısındakinde saygı duyacağı ya da kıymet vereceği hiçbir özelliğin de kalmadığını görüyor; iki grubun karşılıklı etkileşiminden ortaya rekabetin alabildiğine sürdüğü ve izleyicilerin “daha çok satılabilirin” kobayları haline getirildiği bütün etik değerlerden soyunmuş bir yayıncılık ortamı çıkıyordu. Bu kuşaklar değişiminin, bir biri ardına, daha gençlerin daha yaşlıları yerinden ederek sürdüğü ve en azından mesleki tecrübenin aktarılmasının, yalnız karşılıklı düşmanlık değil, kuşakların birbiriyle karşılaşmaması yoluyla da engellendiği görülür. Medya patronları, eski elemanların tasfiyesinde her zaman, onların yerini almaya hazır yenilerini kullandılar, karşıt grupları- “ekipleri” birbirine kırdırdılar, ücret ve mevki silahını kullanarak gruplaşmaları ve rekabeti körüklediler. Bu, özellikle (Aydın Doğan gibi) gazeteci kökenli olmayan patronlar için henüz pek bilmedikleri bir alanda “faka basmamanın” da garantisiydi.

Sonuçta, medya insan yiyen bir yaratık gibi giderek gençleşirken, medyanın aile ve eğitim kurumlarından daha etkili biçimde “yetiştirdiği” yeni kuşaklar, her seferinde daha “ideal” çalışanlar, verimli hasatlar olarak medyaya geri döndü.

Medyada şu anda bir kartelleşme dönemi yaşanıyor. Uydu yayınları, dijital kanallar, kitap, radyo, televizyon, gazete, dergi, vcd, dvd, cd, kaset gibi farklı medyalar tek elde toplanıyor. Bütün bu sektörlerde, farklı sermaye gruplarıyla (Yapı Kredi,Türkcell, Raks) dev ortaklıklar kuran Doğan Yayıncılık örneğinde olduğu gibi... Uzun süredir bu ortaklık ilişkileri yabancı medya devleriyle de kuruluyor. Oligopolik pazar yapısı, iki önemli sonuç yaratıyor; birincisi, piyasada giderek artan sayıda yayın olmasına rağmen bu, okuyucunun gerçek anlamda bir çeşitlilikle karşılaştığı anlamına gelmiyor. Öncelikle bu çeşitlilik, rekabetin ve reklam verenlerin biçimlendirdiği piyasa koşullarınca baştan belirleniyor. Bütün dergiler ve gazeteler söz birliği etmişçesine daha çok sattığı düşünülen konularda yayım yapıyor. Çok seyredildiği anlaşılan programın sayısız kopyası türüyor, tutan bir dizi, küçük farklılıklarla tekrar ve tekrar üretilmeye çalışılıyor. Tutulduğu varsayılan haber formatları, hemen diğer kanallarca da benimseniyor, ve bir gazetenin çıkardığı eki, hemen rakip gazeteninki takip ediyor. Ancak bu, içeriksel fark taşıdıkları anlamına gelmiyor. İçlerindeki aynı simalar, aynı magazinel haberler, aynı konular, aynı anlayış... Toplum çıkarlarını ilgilendiren konularda, habercilik anlayışında kullanılan gazetecilik dilinde ya da konuya yaklaşımda bir çeşitlilik yok. Yani medyadaki çeşit bolluğu, ne kültürel ne düşünsel, ne de ideolojik anlamda bir çeşitlilik yaratıyor. İkincisi, medya sektöründe giderek daha büyük sermayelerin yer alması, bu büyük güçlerle rekabetin çoğu kez imkânsız olması ya da anlamsız addedilmesi nedeniyle farklı girişimlerin varlığını zorlaştırıyor.

Ezilen sınıflar, yoksullar, her türden azınlıklar, özürlüler, (duygu sömürüsüne malzeme olmak ya da maskara edilmek dışında ) giderek daha fazla görülmez ve duyulmaz oluyor. Farklı görüşler her geçen gün daha az yer buluyor. Sadece tüm yayınların tek elde toplanması değil, dağıtımın da tekelleşmesi ve bu dağıtım tekellerinin dayattığı ağır koşullar, “pazarı” medya tekellerinin dışındaki yayınlara kapatıyor. Ama, isterseniz, medyadaki dağıtım tekelleri konusuna değinmeden önce, promosyon savaşlarını hatırlayalım. Çünkü promosyon kampanyaları, gazetelerin ve gazetecilerin itibar kaybının önemli nedenlerinden biri olduğu kadar, sektörün gazetecilik kelimesinin en basit anlamlarını dışlayacak şekilde, nasıl vahşice kara endeksli bir endüstri geldiğini de en açık şekilde ortaya koyan olgulardan biriydi.

PROMOSYON SAVAŞLARI

Özellikle günlük gazetelerin itibar kaybetmesinin önemli nedenlerinden biri oldu promosyon savaşları. Medyada, promosyon kampanyalarının başlangıcı 1980’e uzanıyor. Ancak bu kampanyaların gazeteler arasında kıyasıya bir savaşa dönüşmesi 1990’lı yılların ikinci yarısına denk düşüyor. Promosyon savaşları, hatırlanacağı gibi Sabah gazetesinin bütün yıl kupon biriktirenlere Larousse ansiklopedisi vermesiyle başlamıştı.

Bu kampanyanın Sabah’ın tirajını arttırması, Milliyet ve Hürriyet’in de iştahını kabarttı. Yüksek tiraj, daha çok reklam geliri anlamına geliyordu. Karşılıklı kampanyalar kısa süre içinde gazetelerin birbirlerinin promosyon ürünlerine karşı yönelttikleri karalamalara dönüştü. (O dönemde bu promosyon savaşlarından Milliyet gazetesi kârlı çıkmış ve 200 bin olan tirajı 600 bine fırlamıştı.) 1996’da promosyon kampanyaları Milliyet’in her okuyucusuna bir araba vereceğini ilan etmesiyle doruk noktasına ulaştı. O dönemde, bütün gazetelerin ön sayfalarının promosyonların ilan edilmesine ve kuponlara ayrıldığı görülür. Emek harcamadan, bedel ödemeden, bedavadan kazanmaya prim veren, asalaklığın meşrulaştığı, spekülasyonun insanlara saniyede milyarlar kazandırdığı yaygın anlayışın sonucu olarak her bireyi birer avantacı haline gelen toplum, bu promosyonlara büyük ilgi gösterdi. Bedava fırın, buzdolabı, müzik seti, tencere, tabak veren gazeteler büyük tirajlara ulaştı. Gazete okuru olmayan insanlar kuponları için gazete satın alırken, ön sayfalarda en hayati haberler için bile yer bulunamıyordu. Önemli promosyonların ilân edileceği zamanlarda bazı gazeteler iki ön sayfayla çıktı. Kimi zaman manşetler kimi zaman sür manşetler bu pespaye kâr savaşını konu edindi. Kâr o kadar büyüktü ki. (600 bin gazeteden her gün alınan nakit para ve dev reklam gelirleri ile dünyanın herhangi bir yerinde bir fabrika “kapatılarak” ya da bir ünlü bir marka satın alınıp ona promosyon için özel imalat yaptırılarak bazen bir günde üretilen taklit-ucuz- kalitesiz ürünlerin maliyeti arasındaki fark.) O dönem iktidarda olan DYP-RP koalisyonunun (Refah-Yol) tam bir çılgınlığa dönüşen promosyon savaşlarına müdahale etmesiyle büyük medya grupları, “yıldırım, bahar, armağan” gibi adlar altında yalnızca promosyon gazeteleri çıkartarak yasal engelleri kırdılar. Promosyon savaşlarının günlük gazetelere büyük itibar kaybettirmesi, gazeteciler açısından olduğu gibi medya patronları açısından da bir “etik kaygının” doğmasına yol açtı. Yönettikleri gazetelerde her türlü meslek etiği çiğnenirken, bazı gazete yayın yönetmenlerinin sık sık etikten söz eden yazıları, “ Gazete okuyorum” kampanyası ve benzerleri, medya patronlarının etik kaygılarının sonucudur daha çok. Öte yandan okurlarda “kaliteli gazete” ye duyulan ihtiyaç da artmıştı. Yeni Yüzyıl’ın tiraj alması, Radikal’in piyasaya çıkmasının yanı sıra Hürriyet Grubu’nun çıkardığı (Gazete Pazar) da kaliteli gazete ihtiyacına cevap olarak “pazarda” boy gösterdi. Günlük gazetelerin itibarı, ancak Susurluk konusundaki yayınlarıyla o da görece olarak iade edilecekti. Yine de özellikle büyük medyaların (Hürriyet, Sabah ve Milliyet) yükselen İslami harekete karşı aldıkları saldırgan laik tavır, kaybedilen itibarın kazanılmasında ve toplum nezdinde prim yapılmasında asıl önemli etkendir denilebilir. Promosyon savaşlarının dizginlemesi, dağıtımın tekelleşmesini ve dağıtım savaşlarını körükledi bu kez de.

DAĞITIMIN TEKELLEŞMESİ

’90’ların ikinci yarısında, dönemin en güçlü iki medya kuruluşu, Sabah ve Hürriyet Birleşik Basın Dağıtımı oluşturmuşlardı. Bu güçlü dağıtım tekeli, daha sonra Doğan grubunun dağıtımını yapan Yay-Sat’la birleşerek Bir-Yay adını aldı. Bir-Yay, kurulduğu dönemde Türkiye’deki bütün yayınların %90’ını dağıtma ayrıcalığına sahipti ve bu gücünü diğer medya kuruluşlarını pazardan silmek için aktif olarak kullandı. Bunun en tipik örneği, Akşam gazetesinin dağıtımının durdurulmasıdır. Akşam “başarılı” bir promosyon kampanyasıyla satışını bir milyona çıkarmıştı. Bu, o zaman Akşam, Dost ve Önce Vatan gazetelerinden oluşan (eski Tercüman sahipleri) Ilıcak grubuyla Sabah ve Doğan grubu arasında savaşa neden oldu. (Bu savaşta, elektronik eşya piyasasına aynı anda, bir milyon aynı ekran bedava televizyonun sokulmasına, sektör açısından tepki gösteren Elektronik Eşya üreticileri Birliği de Doğan grubu ve Bir-Yay’a destek verdi.) Daha sonra benzer bir durum Star gazetesinin dağıtımının engellenmesinde yaşandı. Başka sektörlerde de birbirlerine karşıt güç ve çıkar odakları haline gelen medya kuruluşları kendilerine ait gazeteleri, birbirlerine yönelik hakaret ve saldırılarla dolduruyorlardı. Günlük gazete ve televizyonlar, patronlar arasındaki bu pis kar kavgasının aleti olarak kullanıldı. Yayın yönetmenleri, köşe yazarları bu savaşlar sırasında taraf oldu. Televizyon ekranlarından yapılan kavgalar ve halka seslenişler, çete -mafya ilişkilerinin toplumda yaygınlaşmasına koşut olarak, yaygın söylem haline gelen delikanlılık jargonuyla yapılıyordu. Ancak burada özellikle üst düzey medya çalışanlarına basit bir alet olarak bakmak doğru olmaz. Hayat standartları yükseltilen ve türlü ayrıcalıklara kavuşan üst hatta orta düzey medya mensupları, gazeteci kimliklerini çoktan kaybetmiş, daha çok kar için boğazlaşan bir sektörün yöneticileri haline gelmişlerdi. Onlar alet değil, kar ortaklarıydı.

MEDYADA KARTELLEŞME

Öte yandan kartelleşmenin bir sonucu olarak, bir yayın kuruluşunun, aynı zamanda bir bankayla Aydın Doğan (Alternatif Bank, Dış-Bank) Dinç Bilgin, (Etibank) Uzanlar (İmar Bankası), Erol Aksoy (İktisat Bankası) NTV (önce Çağlarlar sonra Doğuş-Garanti-Osmanlı Bankası) ATV (Demirbank) İhlas Holding TGRT (Türkiye) . ya da başka sektördeki şirketlerle aynı grupta yer alması kural haline geldi. Birbirinden pek ayrışmayan ekonomik ve siyasî güç grupları için bir televizyona ya da günlük gazeteye sahip olmak elzemdi. Bu birebir ilişki siyasî anlamda olduğu kadar ekonomik anlamda da haberlere daha dolaysız bir müdahaleyi, “kardeş” şirketlerle ilgili olumsuz haberleri göz ardı etmeyi, reklam ve halkla ilişkiler bölümünün taleplerine göre çalışmayı, ya da ekonomi sayfaları kanalıyla, piyasa hareketlerinin etkilenmesi, hatta Alternatif Bank olayında görüldüğü gibi orta ve küçük güdümlenmesi sonucunu yarattı. Ekonomi sayfaları borsa oyunlarına alet edildi. Şu anda bir siyasî ya da ekonomik güç odağından bağımsız herhangi bir gazete ya da televizyondan söz edilememesi, durumu, herhangi bir açıklamaya ihtiyaç göstermeyecek kadar ortaya koymaktadır.

Bütün medya sektörü içinde Uzanlar ayırt edici bir özelliğe sahip. Diğer sektörler üzerinde güç sağlamaya yönelik bir projeksiyonla medyaya giren Uzanlar, basına çalışanlarına ve birlikte iş yaptıkları insan ve kuruluşlara uyguladıkları mafya yöntemleriyle de bir gelenek başlattılar. Star’ın çalışanlarına uyguladığı bu yöntemler kısa sürede diğer gazete ve televizyonlarda da özellikle üst ya da orta düzey yöneticilerin işten çıkartılmasında benimsendi. Sahip olduğu medyaları, İmar Bankası- İnter-Star olayında görüldüğü gibi menfaat için kullanan Uzanlar, enerji sektöründeki faaliyetleri için de aynı pervasızlığı gösterdiler. Şu anda bu durumun çok daha vahim sonuçlarının yaşandığı bir noktadayız. Ülkenin egemenleri arasına giren medya patronları , kendileriyle ilgili bir durum ortaya çıktığında gazetelerin toplumsal meşruiyetini sağlayan görünüşte tarafsızlık ve nesnellik üzerine kurulmuş konsensusu (kendi varoluş zeminlerini) bile çiğneyecek kadar ileri gidebiliyor artık. Örnek olarak Etibank- Dinç Bilgin olayında Sabah gazetesinin yayını verilebilir. (Basın özgürlüğü genel kavramıyla Dinç Bilgin”in durumunu özdeşleştiren Hıncal Uluç’un yazısı, Çetin Altan’ın “Allah kurtarsın”la diye biten makalesi.) Dinç Bilgin gibi kolay lokma olmayan, ama sümen altında bekleyen büyük yolsuzluk dosyalarından birinin de sahibi olan Aydın Doğan’a bir gözdağı anlamına da gelebilecek Bilgin operasyonu, ülkedeki medya kuruluşlarının büyük çoğunluğunun tek sahibi haline gelen Aydın Doğan’ın kendi elindeki medya imkânlarını nasıl kullanabileceğini düşünmek için bize bir fırsat veriyor aslında. Nitekim CNN Türk’de İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın konuk olduğu Mehmet Ali Birand’ın programına, Aydın Doğan’ın doğrudan müdahalesi, bunun çok küçük bir provası. Yeri gelmişken Türkiye’de kontrolsüz ve birbirine rakip güç odakları içinde Doğan Yayıncılık gibi bir medya kuruluşu, bir güç grubunun temsilcisi, yandaşı olma rolüyle tanımlanmamalı artık. O, çoktandır iktidardaki bütün siyasî güç odaklarıyla yarışabilecek durumda. Dolayısıyla herhangi bir gazetecinin, daha yüksek bir güç odağının (mesela MGK) isteğiyle işten atılması argümanı da, ( bir iki durum için geçerli olabildiği düşünülse de) işten çıkarmaları değerlendirmekte fazlasıyla yetersiz kalıyor.

GENELKURMAY MANİPÜLASYONU!

Genelkurmay’ın medya üzerinde dolaysız bir baskı uyguladığı düşüncesi yine son on- on beş yılda çokça tartışılan konulardan biri. Ben bu durumun, doğrudan bir baskıdan çok, ordunun basın (toplum) üstündeki kabul görmüş etkisi ve prestijiyle açıklanabileceğini düşünüyorum. Türkiye’de insanların orduyla devletin kuruluşundan bu yana sürdürdükleri, neredeyse bu ülkeye özgü sayılabilecek bir ilişkileri var. Korku ve saygı karışımı bu algılayış, medya çalışanlarının askerden ya da polisten gelen “bilgiye” karşı mesafe almalarını engelliyor. Gözlem ve bilgilerime dayanarak, medya yöneticilerinin, yayın yönetmenlerinin Genel Kurmay brifingine ilk çağrıldıklarında, bu olayı eleştirmek şöyle dursun, bu merci tarafından kabul edilmeyi bir gurur-şeref meselesi olarak algıladıklarını (Solcu olanlar dahil) kimilerinin de gazetecilerle asker arasındaki bu ilişkinin hayırlı sonuçlar getireceğini düşündüklerini söyleyebilirim. Az önce söylediğim gibi basının da ötesinde toplum-ordu ilişkisinin karışık psikolojik süreçleri, askerin medya üzerindeki etkisini kolaylaştırdı. Bundan yalnızca birkaç sene önce gazetelerin ve televizyonların itibarlı üyeleri, bu açık korku -saygı- hayranlık ilişkisinin sonucu olarak askeri helikopterlerle gittikleri (bazıları askeri kıyafetler de giymişlerdi) bir Güneydoğu gezisinden haber olarak şunları getirmişlerdi: Genç subaylar İngilizce konuşabiliyordu; garnizonlarda tenis kortları, yabancı markaların satıldığı butikler vardı. Yemekler çok güzeldi. Komutanlar kibar ve bilgiliydi. Bu arada binlerce insanın öldüğü, bir kültürün yok edildiği, yaşam alanlarının çöle çevrildiği bir bölgeden geliyorlardı bu gazeteciler. Güzel İngilizce konuşan o genç, yakışıklı çocuklar, insanları tank paletleri altında çiğniyordu; ırzına geçilmiş bir gerilla kızın kesik kafasını ailesi kapısının önünde buluyordu. Ve bu 20 gazeteci, Türk ordusunun Avrupai davranışlarından ve eriştiği medeniyet seviyesinden duydukları kıvanç içinde (Birisinin üstünde oradaki butiklerden birinden aldığı bir rüzgarlık da vardı) yukarda sözünü ettiğim şeyleri anlattılar. İşte tek başına bu program bile, medyanın Genelkurmay’la ilişkileri açısından hem ibret verici hem de çok açıklayıcı geliyor bana. Öte yandan Güneydoğu’da sürüp giden savaş sırasında gazetelerin açıkça devletin yanında yer aldığını eklemek sanırım gereksiz. Bu dönemde patrondan ya da ordudan bir manipülasyona -genellikle- ihtiyaç olmadığını bilecek kadar uzun bir süre haber merkezinde çalıştım. Paylaşılan “millî” duygular, ortak kültürel değerler ve gazetecilik meslek ilkelerinin bu kişisel duyguları, ya da yukardan gelen baskıları engelleyecek- dengeleyecek şekilde devreye girebileceği mekanizmaların yokluğuydu bu sonuçları yaratan. Gazete çalışanlarının tavırları açıkça devletten yanaydı. Haberler buna göre kotarılıyor, haber dili bu tarafgirliği yansıtıyordu. Güneydoğu ile ilgili haberlerde gazetecilerin, askerlerce verilen bilgilere itibar etmesi dışında sözü edilen durumu körükleyen bir şey daha vardı. Askeri yetkililerle iyi ilişkiler kurulması, ahbap olunması, haber konusunda onların imkânlarından yararlanmayı sağlıyordu. Tabiî bu kıymetli istihbarat, tek bir şekilde sürebilirdi; haber kaynaklarının istediği şekilde yazılmak koşuluyla. Yazının başında anlatmaya çalıştığım rekabet ortamında pek çok gazeteci, bu “imkânlardan” yararlanmakta mahzur görmedi.

Gazeteciler, bu savaşta ellerindeki bütün imkânlarla (kullandıkları manşetler ve haber yazma teknikleriyle, haberlerin çerçeveleriyle ve açıkça haberi değiştirme ve çarpıtma da dahil) devletin yanında yer aldılar. Kendileri bu savaşın tarafıydılar. Öte yandan bu on-on beş yıllık süre içinde polis ve askerin özel terminolojisinin haber bültenlerine tümüyle yansıdığı gözlenebilir.

Şüphesiz yukarda anlatılan kadar vahim sayılabilecek başka bir gelişme ise, bazı üst düzey yöneticilerin ve köşe yazarlarının Genelkurmay ve MİT’in bazı kanatlarıyla kurdukları sürekli “enformasyon” ilişkisi. Kimi zaman basında etkili bir yere gelebilmek, kimi zaman diğer meslektaşlarını bu “değerli” haberlerle atlatmak için girişilen bu işin, gazetecilerden daha akıllı olan asker (Kimi zaman MİT) için en zahmetsiz güdümleme ve yanlış bilgilendirme kanalı olduğunu söylemek gereksiz. Medya bu “gazeteciler” kanalıyla, bu karanlık örgütlerin, içlerindeki kanatlar- gruplar arasındaki kavgalara da alet oldu. Kimi zamanda medya sahipleri, bu ilişkilerin kurulmasında aracılık yaptı. Bazı “gazeteciler” bu “bedavadan” enformasyonla kitap yazacak kadar ileri gitti.

HABERCİLİK NASIL YAPILIYOR...

Haberin en sade tanımı, dış dünyada yeni bir durum yaratan ve doğrudan kamuoyunu bilgilendiren eylem, süreç, oluşum ve değerlendirmenin tarafsız bir üslûpla sunumu olarak yapılabilir. Basit gibi görünen bu tanımın bile aslında pek çok temel aksamayı açığa çıkardığını görebiliriz. Medya araştırmacısı, J. Curran’ın güncelliğini koruyan “Medya ve Demokrasi” adlı makalesinde diğer bazı medya araştırmacılarına da dayanarak verdiği haber tanımı, pek çok yönüyle yukarıdaki tanımla tam bir zıtlık içinde:

“Süreç yerine eyleme, soyutlama yerine görselleştirmeye, insan karmaşıklığı yerine basmakalıp yargılara vurgu yapan basitleştirilmiş, kısaltılmış, kişiselleştirilmiş, bağlamsızlaştırılmış enformasyon”

diye tanımlıyor Curran, haberin aldığı şekli.

Kamuoyunu bilgilendirme ihtiyacı, kararı okuyucunun-izleyicinin kendisine bırakma anlamına gelen tarafsızlık, haberin eylem ya da olay yerine insanların özgür iradeleriyle bütün seçenekleri değerlendirip, olayla ilgili geçmişte ne olduğuna da kapsayacak şekilde tam ve açık bir fikre sahip olmaları anlamına gelen sürece dayalı enformasyon... Bütün bunlar, hayatı değiştirici bir ışık yol gösterme aracı olarak bilgiye değer veren Aydınlanma anlayışının ve inancının sonuçlarıydı. Bu anlayış, haber ya da bilgi verilen kişinin bunu değerlendireceği ve bu bilgiyi pratiğe de dönüştürerek, hayatında ya da toplumsal yaşamda bir değişiklik yapabileceği varsayımına dayanıyordu. Bu nedenle haber daha ayrıntılı, geçmişte neler olduğu izah edilerek, bir tarihsellik içinde verilmeliydi. Günümüzde artık bilginin değerli, kurtarıcı ve dönüştürücü olduğuna dair inancın ortadan kalktığı, Aydınlanma düşüncesine has bu ihtiyaç ve beklentilerin çoktan tarihe gömülmüş olduğu görülüyor. Bilginin, insanın hayatını dönüştürebileceği düşüncesi yenilgiye uğradı. Bilgi tüketim nesnesine dönüştürülerek itibarını ve etkinliğini kaybetti. Dolayısıyla basit bir tüketiciye dönüşmüş olan gazete okuru ya da televizyon izleyicisi, bilgiden bir şey beklemediği gibi ondan da, olayları anlamlı bir bütünlük içinde algılaması ve bir sonuç çıkarması beklenmiyor. Bu nedenle izleyici- okuyucu- medya ürünü tüketicisi, insandan çok, teneke çalarak bir hayvanın dikkati çekilirmişçesine, yani insana değil, insan vasıflarını taşımadığı kabul edilen bir yaratığa uygun bir biçimde, yüksek sesle, spotla, renkle, şamatayla gürültüyle cezbedilmeye çalışılıyor. Haber, insana özgü yetilerin ( serbest düşünme- özgür iradesiyle karar alma) yokluğu- gereksizliği üzerine inşa ediliyor. İnsanların, anlamlı bilgiler alıp onları düşünüp, kafalarında tartıp, yoğurup, bir sonuç çıkarması, karar vermesi ve bu kararı pratiğe geçirmesi istenmiyor ve beklenmiyor. Gerçek karar sahipleri ise, haberi ne televizyon bültenlerinden ne de gazetelerden ediniyor doğal olarak. Onlar, bilgisi olanları, konunun uzmanlarını bir brifinge, konferansa, öğle yemeğine, özel görüşmelere davet ediyor. Bilgilere medyanın dolayımından geçmeden, güvenlik örgütlerinden, devlet yetkililerinden, kurum yöneticilerinden direk istihbarat alarak ulaşıyor.

Toplum gerçek haber ve bilgiden giderek uzaklaşırken, gazeteler, televizyonlar, dergiler, cd’ler Baudrillard’ın yerinde kullandığı deyimle ortalığı tam bir “enformasyon tipisi” ne boğarak, haberin herkesin ulaşabileceği hale geldiğinin yaygarasını yapıyor. Oysa birçok haber ya gazetelerin haber merkezlerinde, kendileri de iktidar odakları olan patronlar tarafından, uygun bir zamana kadar günlerce bekletiliyor (Turgut Yılmaz’ın Tekstil Bank’ının devalüasyondan bir gün önce Merkez Bankası’ndan çektiği 3 milyar dolar örneğindeki gibi) İnter-Star’ın yaptığı gibi rakiplere şantaj yapmak üzere elde tutulabiliyor. Ya da hiçbir zaman okuyucuya ya da izleyiciye ulaşmıyor. Bilgi, gazeteler ve televizyonlar marifetiyle toplumdan giderek daha fazla saklanıyor.

ALTERNATİF MEDYA SAHİPLİK

SORUNUNA İNDİRGENEMEZ

Bütün bu anlatılanların ışığında, alternatif medyalar konusuna gelirsek, medyanın işlevini, medyaya sahip olan sınıfın- görüşün-gücün çıkarlarını yansıtma olarak tarif edenlerin, ister dinci kesim, ister devlet, ister sol kesim olsun, sorunu, asıl olarak sahiplik konusuna indirgediğini görüyoruz. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak, medyada yaşanan bütün karmaşık sorunlar, medyanın büyük ekonomik ve siyasî güç odaklarına tam ve dolaysız bağlılığıyla açıklanabiliyor. Ekonomik bağımlılığın bu belirleyici rolünü benimsemeyenler ise, medyanın güç odaklarının çıkarlarını yansıtmanın ötesinde, medyanın bu çıkarlarının devamı üzerine kurulan toplumsal düzeni meşrulaştırma aracı haline nasıl gelebildiği, yani bu meşrulaştırmanın gereği olan kitlelerin “rızasını” nasıl sağlayabildiği sorusuna dikkat çekiyor uzun süredir. Çünkü, medyanın görünüşte de olsa nesnel ve bağımsız olması, medyanın bu meşrulaştırma işlevini yerine getirebilmesinin olmazsa olmaz koşulu. Medyanın nesnel ve bağımsız olması gerektiğine dair bu toplumsal konsensus medyayı var kılıyor. Medyanın düzeni meşrulaştırma gücü, ancak bu varsayımı, yani bağımsız ve nesnel olduğu varsayımını inanılır kılabildiği ölçüde artıyor. Öyleyse medya hem bağımsız ve nesnel görünüp hem de egemenlerin büyük ekonomik güç odaklarının çıkarlarını nasıl savunabiliyor. İşte bu nedenle medya alternatiflerinin yaratılmasındaki can alıcı sorun, medyalara kimin sahip olduğu kadar ideolojinin, dilin toplumsal ve siyasal öneminin, söylemin siyasetinin yeniden keşfinde yatıyor.

Hall’ın yıllar önce yeniden altını çizdiği gibi, gerçek, gerçekliğin belli bir tarzda kurulmasıysa, medya, gerçekliği yalnızca yeniden üretmiyor, tanımlıyor. Gerçeklik tanımları dilsel pratikler yoluyla desteklenip üretiliyor ve bu dilsel pratikler aracılığıyla “gerçek”in seçilmiş tanımları temsil ediliyor. Yine Hall, “temsil etmenin yansıtmadan (medya) farklı bir nosyon olduğunu ve temsil etmenin aktif bir seçme, sunma, yapılandırma ve biçimlendirme işini ima ettiğine dikkat çekiyor: “.Söz konusu olan bir anlam üretimidir. Medya anlamlandırmanın faalidir”

Yani, medyalara kimin sahip olduğu ya da neyin haber yapılıp neyin göz ardı edildiği kadar kullanılan söylem, format, dil ve içeriklendirme yani haberin nasıl meydana getirildiği. Sözgelimi yaşanılan ekonomik krizle ilgili haberleri ele alalım. Görüldüğü gibi, olan bitenler, salt bir mali kriz, bir malî problem olarak ortaya konulmakta. Krizin neden kaynaklandığı ve bu konuda alınması gerekli önlemler konusunda sağ, sol, devletçi ya da liberal pek çok görüş öne sürülüyor. Ama tartışmanın terimleri aynı. Zemin, çözümün finans sistemi içinde olduğu üzerine kurulmuş. Bu konuda söylenen karşı fikirler ise, tartışmanın bu zeminde olduğunu kabul ettiğinden, tartışmanın terimlerini yeniden ve yeniden üretiyor. Tek ve asıl değerin ekonomi olmadığını, sorunun öncelikle ve tümüyle insana yakışır tarzda yaşamak olduğu, ekonominin, insanların hayatını sürdürebilmesinde basit bir araç olduğunu söyleyebilmek için bu tartışma zeminin dışına çıkmak ve “karşıt fikirler değil, karşıt terimler üretmek gerekiyor.”

Ayrıca, haber üretilirken, haberin unsurları olan görüşler, toplumun seçkinleri ve yerleşik kurumların oluşturduğu güçlüler yelpazesinin içinden seçildiğinden, (devlet kurumlarının temsilcileri, saygın akademisyenler, ekonomi ve siyaset uzmanları, işadamları) azınlıkta kalan fikirler ve muhalif fikirler, istenmeyen düşünceler daha haber üretilirken dışarıda bırakılıyor.

Medya ve Siyaset adlı bir kitabı olan Keane’nin haberlerin veriliş tarzına ilişkin olarak diğer medya eleştirmenlerinden de alıntılıyarak vurguladığı gibi, haberler, birbirinden kopuk, sansasyonel acayiplikler olarak veriliyor ki, televizyon haber bültenleri bunun en çarpıcı örneği.

“Olaylar daha geniş bir sosyolojik bağlam içine konulmadan, diğer risk seçenekleriyle karşılaştırılmadan tıpkı hortum fırtınaları havada çarpışan uçaklar, kimyasal fabrika yangınları ve doğal gaz patlamaları gibi bir felaket statüsüne indirgeniyor.”

diyor Keane...

Bütün bunlara ek olarak, habere konu olan olaylar, kişiselleştirilerek, bayağılaştırılarak ciddiyetinden koparılıp, algı magazinel bir yöne doğru kaydırılıyor. (Kemal Derviş’in yataktan kalkış saati, karısının artist kadar güzel olması, babasıyla ilgili ayrıntılar. Ya da Devlet Bahçeli’nin müzmin bekarlığı ve beyaz çorapları)

Yine medya eleştirmenlerinden Sholle, haber formatının, bu formatı düzenlenme mantığının yalnızca “muhtemel anlatıları değil, muhtemel çözümleri de sınırlayan bir sabit yapı” haline geldiğine dikkat çekiyor. Görme ve işitme klişeleri yaratılarak neyi göreceği ya da neyi işiteceğine izleyicinin iradesi dışında karar veriliyor. Olayları bağlamından koparan adeta birbirinden bağımsız olay ve olguları anlamsızca bir araya getiren böylece bu olay ve olguları izleyenlerin kafasında anlamlı bir bütün haline getirme yetisini yok eden haber bültenleri, bir haberle ilgili tüm ayrıntıları ve her türlü farklı görüşü izleyen kişinin, kendi iradesiyle tartıp, düşünüp değerlendireceği şekilde değil, tam tersine bu düşünme yetisini zedeleyecek, yok edecek tarzda sunuluyor. Bütün bunların yarattığı en vahim sonuç ise, bütün bu kargaşa içinde şaşkına dönen izleyici ya da okuyucunun, kendisini olan biteni değiştirmekten aciz hissetmesi, olayları çaresizce seyreden, edilgen bir konuma hapsolup kalması. İşte alternatif medyanın neden basit bir sahiplik sorununa indirgenmemesi gerektiği konusundaki en can alıcı nokta da bu bana göre. Okurun ve izleyicinin değişmez bir kader görünen edilgenliği...

ALTERNATİF MEDYA, NEDEN BİR OKUR AKTİVİTESİ OLMASIN?

Alternatif bir medyanın yaratılması, gazetecilerin bir işi ve neredeyse onların bir ihtiyacı mı? Kısmen evet; ama alternatif bir medya öncelikle okurun ihtiyacı değil mi? Oysa alternatifçiler, genellikle bu fikirden yola çıkmaz. Okurun ya da izleyicinin, yukarda da sözü edilen edilgenliği öyle sarsılmaz bir varsayımdır ki, öncelikle bu yoksul ve aldatılmış kesimlere en yaygın ve en ucuz yolla ulaşmak sorunu ele alınır. Farklı bir medyaya ihtiyaç duyması beklenmeyen izleyici-okur, eline para ya da gayret harcamadan geçecek, farklı fikirler, değişik bir bakış açısı içeren iletişim aracıyla karşılaştığında, bunu okuyarak ve izleyerek aydınlatılacaktır. Okurun ya da izleyicinin böyle bir amaca erişmek için, kendiliğinden bir çaba sarf etmesi ve bedel ödemesi o kadar düşünülmeyecek bir şeydir ki, alternatif medya yaratacak olanlar önce bir ekonomik kaynak - sponsor arayışına girerler. Ya da çoğu kez, amaçla zıt kaçacak bir şekilde reklam alabilmenin yolları aranır. Çünkü sistem içi ve sistem dışı görüşlerin hepsinin paylaştığı genel anlayış gereği, insanlar ekmek isteyebilir, daha iyi yaşamak isteyebilir, ev isteyebilir, çocuklarını iyi okullarda okutmak isteyebilir, geleceğinin güvencede olmasını isteyebilir. Bütün bunlar gerçek ihtiyaçlardır. Ya insanın kendi öz iradesiyle, hayatı hakkında karar vermesini sağlayacak enformasyon ve bilgi almak isteği, gerçek ihtiyaçlar listesinde midir? Ve neden insanların karnını doyurmak isteği kadar güçlü bir biçimde, hayatı hakkında söz sahibi olmak isteyebileceğini varsaymayalım? İzleyicinin ya da okuyucunun bu varsayılan edilgenliği ile farklı şeyler izleyip, okuyunca, edilgenlikten kurtulacağı hayali arasında bir çelişki olduğu kolayca görülür. Bu da bizi dönüp dolaşıp ezen -ezilen düz mantığının sonucu olan edilgen kitle düşüncesiyle baş başa bırakır. Solcu ya da alternatif yayın yapan gazetecilere biçilen ise, hepimize oldukça tanıdık gelecek bir rol, bu kitleyi dönüştürecek bir öncü rolüdür olsa olsa.

Her şeyi sahiplikle sınırlayan görüş, alternatif olamaz. Çünkü burada kavga, anlamın kimin tarafından, kimin çıkarları açısından yeniden üretileceği ve anlamın iktidarına kimin sahip olacağı noktasında verilir. İşte bu yüzden alternatif olma iddiasındaki medyaların yapması gereken, kendisini bu sahiplik konumuna hapsetmek ve hedefini medya iktidarını kendi çıkarı için kullanmaya indirgemek değil, okuyucu ve izleyiciyi bu edilgen konumdan çıkarmak, onu karar sahibi olacak tarzda, eksiksiz tam ve doğru biçimde bilgilendirmek olmalı. Alternatif medyalar yaratma iddiasında olanlarının, kullanılan dil, format, görüntüyü ya da haberi veriş biçimi, başlıklandırma, resim kullanma tarzı, haberi içeriklendirme tarzı üzerinde düşünmesi, alternatif olmayı, başka medyalarda göz ardı edilen haberleri vermekle sınırlamaması, anlam yaratma biçimlerini sorgulaması ve haber oluştururken sahip oldukları “seçme iktidarını”, söylem kullanma ve anlam oluşturma iktidarını, bu tür bir iktidarın oluşmasını engelleyecek tarzda kullanmayı hedeflemesi gerekiyor.

Sözü edilen konularda büyük imkânlar içeren BİA (Bağımsız İletişim Ağı) gibi kuruluşların varlığı bu noktada çok önemli. Ayrıca, geleneksel kabulü değiştirip, kaliteli haberin hayati bir ihtiyaç olduğu varsayımından hareket ederek kablolu yayın ya da digital kanallarda frekans kiralama gibi projelere de yönelmek mümkün. Ama, yazının başından beri saydığım nedenlerle, kuşkusuz iyi niyetle, fakat fazla safça yazılmış bir yazıda okuduğum gibi, işten atılan gazetecilerin bir araya toplanıp internet üzerinden yayına geçmesi, alternatif bir anlam taşımaz elbette.

HERKESE GEÇMİŞ OLSUN!

Diyelim ki, benim anlatmaya çalıştığım gibi uzun ve düşündürücü bir operasyondan değil de muhalif karakteri nedeniyle kıyıma uğramış bir medyadan söz ediyor olsaydık; şimdiye kadar çoktan oluşmuş kurumlarımız, örgütlerimiz (sendika vs) kendi aramızda oluşturduğumuz bir yardımlaşma zinciri olurdu; aramızda düşmanlıktan değil dostluk ve dayanışmadan söz edebiliyor olurduk.

Oysa, gelinen durumda, ülkenin en büyük istihdam kaynaklarından biri olan iletişim sektöründen bu toplu çıkarmaların, diğer sektörlerdeki işçi kıyımlarından bir farkı yok. Gazetecilerin toplumsal itibarlarından söz edilebilseydi, özellikle üst düzeydeki çalışanların işten atılmasıyla toplumda oluşacak tepkiden doğan büyük bir gücümüz olabilirdi halbuki. (Çek Televizyonu örneğindeki gibi) Yine diğer sektörlerden farklı olarak, mesleğin imkânlarını kullanarak, çok etkili bazı özel dayanışma ve direniş biçimleri gündeme getirilebilirdi. Ama işten çıkarılan çok sayıda medya çalışanı, halkın gözünde diğer işsizlerden ne daha fazla ilgi, ne de merhamet uyandırıyor. Tam tersi, yukarıda özetlemeye çalıştığım süreçte alttan alta gelişen bir toplumsal tepki, bu ilgisizliği antipati boyutlarına bile vardırabiliyor. İşte bu etkisizlik halinin nasıl yaratıldığına bakmak ve siyasî anlamları buralarda aramakta yarar var bana göre. Bu iş o kadar ileriye gitmiş durumda ki; izlemeye hiçbir zaman gönlümün elvermediği, bir televizyon reklamını hatırlatacağım “Bisiklet kuponu; yanında Milliyet’iniz bedava. Fırın ya da tencere veren filanca gazete yanında Hürriyet’iniz bedava” diye sesleniyordu bu reklam izleyicilere. Burada bedava olanın, yalnız gazete değil, ona emek verenler olduğunu anlamak için çok uzun bir zaman ve herkesin feda edilebilir olduğunu gösteren bir operasyon gerekti ne yazık ki?

Baudelaire, “her iki durumda duyumsananların neler olduğunu öğrenmek için, sırasıyla hem cellat hem de kurban olmak isterdim” demişti. (Gerçi bunu Paris komününden sonra söylemiş ama bizim durumumuza da pekâlâ uygun.) Sanıyorum ki bu kez, pek çok kişinin eline bu değerli fırsat geçti. Hem kurban hem cellat olarak yaşananlara bakabilmek fırsatı...

Son olarak, işten çıkarılan gazetecilerin, kendilerine pek az kişinin geçmiş olsun dileğinde bulunduğundan şikayet ettikleri kulağıma geldi. Bana da gazetecilik hayatım boyunca, başıma gelenler yüzünden kimse “geçmiş olsun” dememişti. Ama ben işten atılan arkadaşlardan “geçmiş olsun” dileğimi esirgeyecek kadar kindar değilim. Yalnız, kullandığım “ geçmiş olsun” sözlerinin, birkaç sayfaya sığdırmaya çalıştığım şu hikayenin ışığında, hepimizin sorumlu sayılabileceği bir sürece şamil olduğunu ve bu yüzden de acı bir anlam taşıdığını belirtmeme herhalde gerek yok.

Bu yazıyı yazarken, John Keane’nin Medya ve Demokrasi (Ayrıntı Yayınları- çeviren Haluk Şahin) adlı kitabıyla, Mehmet Küçük’ün Medya İktidar ve İdeoloji adlı derlemesindeki bazı makalelerden (Stuart Hall, James Curran, David J.Sholle- (Ark Yayınevi- çeviren Mehmet Küçük) yararlandım.