Kalemli Çete Örneği

Umudun adı Nükhet ve Mehmet Tüfekçi’ye

GİRİŞ

Siyaset yapmanın araçlarından biri de “toplu eylem” düzenlemektir. Toplu eylem, “başka araçlarla siyaset yapmak” (Fillieule-Péchu, 1993; s.79) olarak tanımlanır. Bir başka deyişle, parlamento dışı muhalefet yapmanın araçları parlamenter muhalefetin araçlarından farklılaşır ve bu araçlar katılımcı demokrasilerde ya da kendilerini anayasalarında demokratik devlet olarak tanımlayan ülkelerde siyaset yapmanın diğer araç ve yöntemlerini oluşturur. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenlemekten dilekçe hakkına, oturma eyleminden açlık grevlerine ve işgâllere kadar uzanan çok çeşitli eylem repertuvarları siyaset yapmanın bu adı geçen “başka araçları” kapsamındadır. Eylem repertuvarı, toplumsal hareketler literatürüne Charles Tilly’nin kazandırdığı bir kavram olup “ortak çıkarlar temelinde toplu hareket etme araçları” (Tilly, 1986; s. 541) anlamında kullanılmaktadır. Bu araçların neler olacağı eylemi gerçekleştiren grubun yapısına, amaçlarının radikalliğine, vs. bağlı olarak değişir. Bu konuda yapılan çalışmalar, örneğin, öğrenci eylemleriyle işçi ya da köylü eylemlerinin eylem repertuvarlarının farklılaştığının üzerinde durmuştur. Ayrıca, tarihsel süreç içinde toplumsal ve ekonomik yapıdaki değişimlerin de eylem repertuvarının belirlenmesinde etkili olduğunu gösteren çalışmalar vardır (Tilly, 1986; Boltanski-Chiapello, 1999, Fillieule, 1997).

Karar alma süreçlerine katılmak ya da alınan kararları etkilemek için çeşitli toplumsal gruplarca gerçekleştirilen bu toplu eylem biçimleri karşısında devlet kendi güvenlik söylemini nasıl kurmaktadır? Bu söylemin kurulmasında söz konusu toplumsal grubun eylem repertuvarı ne ölçüde etkilidir? Muhalif eylemler karşısında devlet güvenliğini nasıl sağlamaktadır? Devlet, toplumsal muhalefet hareketlerine ne oranda hareket marjı tanımaktadır? Ya da bir başka açıdan, bir demokraside bir yanda devletin güvenliği diğer yanda toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı olmak üzere, birinin diğerine göre üstünlüğü söz konusu mudur, aralarındaki ilişki nasıl olmalıdır? Anayasasında demokratik bir devlet olarak nitelendirilen ülkemizde bu ilişki ne yöndedir?

Bu makalede, Türkiye’de bir toplumsal grubun (öğrencilerin) sosyal haklarına ilişkin olarak alınan bir kararı (harçların arttırılması) etkilemek için, anayasal bir hak olarak toplantı ve gösteri yürüyüşleri haklarını kullanmaları ve devamında da aralarından bir grubun “devletin güvenliğini tehdit ettikleri gerekçesiyle” Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi önünde yargılanmaları örnek olayından hareketle yukarıdaki sorulara yanıt aranacaktır. Ele alınan tarihsel dönemde, parasız eğitim hakkının korunması için başlayan eylemler, olayların gelişmesiyle birlikte tutuklanan ve yargılanan öğrencilerin serbest bırakılması amacına yönelmiştir.

Örnek olay olarak parasız eğitim hakkının savunulması için gerçekleştirilen 1995-96 öğrenci eylemlerinin alınması, Türkiye’de, şiddet ögesi içermeden, demokratik bir çerçevede başlayan gösterilerin polisin müdahalesi ile nasıl bir dönüşüme uğradığını ve demokratik hakların savunulması için örgütlenmenin bedelinin ne olduğunu anlamak açısından önem taşımaktadır.

TÜRKİYE’DE DEVLETİN GÜVENLİĞİ VE DEVLET GÜVENLİK MAHKEMELERİ

Her devlet kendini “düşman”larından korumak için önlemler almaktadır. Bu alınan önlemler “hukuk devleti ve insan hakları” ilkelerine uygun olabileceği gibi, “devlet aklı” (raison d’Etat) ilkesine de uygun olabilir. Hukuk devleti ilkesine göre devlet, kendi güvenliğini sağlamada hukuk kurallarına ve insan haklarına bağlı kalmak zorundadır. Ancak bu ilkeler birer “ideal tip”tir ve devletlerin, yalnızca kriz dönemlerinde değil, olağan dönemlerde de yalnızca hukuk çerçevesinde kaldığını söylemek zordur. “Devlet aklı” ilkesine göre ise, devlet kendi güvenliğini sağlayabilmek adına herhangi bir ahlâki ve hukuksal sınır tanımaksızın her türlü araca başvurabilir ve bunu yaparken de meşrûluğunu devlet oluşundan alır (Sancar, 1997; s. 80). Yani devlet bekasını sağlamak için her şeyi yapabilir ve bunları yapabilme iktidarı da devlet oluşundan kaynaklanır. “Devlet aklı” ilkesi uyarınca, siyasal rejim ne olursa olsun, yönetenlerin eylemlerinin amacını belirleyen ve meşrûlaştırılmasını sağlayan, kelimenin geniş anlamında, “devlet yararı”dır (Lazzeri-Reynié, 1992; s. 92).

Devletin güvenliği ve bu güvenliği sağlamak için kullanılan araçların varlığı bir düşman betimlemesini de gerekli kılar. Diğer bir anlatımla, ancak bir düşmanın varlığı devletin güvenliğini sağlamanın gerekli temelini hazırlamaktadır. Dolayısıyla, tanımlanan düşmanın niteliğine göre, devletin güvenliğini sağlamanın araçları da biçimlenmektedir.

Carl Schmitt’in vurgusunu yaptığı “dost-düşman” ayrımı, siyasal yaşama ilişkin politikaların biçimlenmesinde ve devletin bekasının sağlanmasında temel bir işleve sahiptir. Schmitt’e göre bu ayrım, metafor ya da sembol olarak değil, somut bir kabul olarak anlaşılmalıdır. Ayrıca söz konusu ayrımda tanımlanan düşman “kamusal bir düşmandır”, yani toplumun bütününe yöneliktir ve bir toplumdaki “biz” ve “onlar” ayrıştırmasının temelinde yer alır. Bu kamusal düşmanın tayini, aynı zamanda, devletin belirlenen düşman karşısında izlediği politikaların ve yaptığı eylemlerin meşrûlaştırılmasını da sağlar (Schmitt, 1992; s. 66-67).

Türkiye’nin siyasal yaşamında “kamusal düşman”ın tayini önemli bir yere sahiptir ve devletin bekası anlayışı da sürekli bir düşman tehdidi varsayımına dayanmaktadır (Bora, 1995; s. 137). Bu sürekli düşman tehdidi anlayışı, “kutsal devlet” anlayışı ile birleşince, devleti ve güvenlik güçlerini eleştirmek, tartışma konusu yapmak, devleti zayıflatmak ve ülkeyi bölmekle eşdeğer sayılmıştır. Yani devlet dokunulmaz ve tartışılmaz bir nitelik kazanmıştır. Düşman karşısında güçlü bir devletin gerekliliği söylemi, devletin zayıflatılması korkusunu beraberinde getirmiş, siyaset yaşamında “bütünlük” ve “bölünmezlik” anahtar kelimeler haline gelmiştir.

Her devlet, “kamusal düşmanın” belirlenmesinde kendine özgü kurumlar yaratmaktadır. Türkiye’de Milli Güvenlik Kurulu ve DGM’ler bu işlevi yerine getiren kurumlar arasında sayılabilir. Bu makalede, bu kurumlardan DGM’ler üzerinde durulacaktır. DGM’ler, “devletin güvenliğine kasteden unsurları” tayin eden, yargılayan ve cezalandıran kurumlardır.

15 Mart 1973’te kurulan DGM’ler, hızla büyüyen toplumsal muhalefetin karşısında “yeni” güvenlik önlemleri alma gereğinin bir sonucu olarak kurulmuştur. Bu mahkemeler, kurulma sürecinde ve sonrasında parlamento içi ve dışı muhalefetin eleştirilerine hedef olmuştur. Parlamentoda, Mehmet Ali Aybar “demokrasilerde politik mahkemelerin yeri olamayacağı” gerekçesiyle, Necmettin Erbakan ise, dine bir tehdit oluşturduğu ve düşünce özgürlüğünü kısıtlayacağı gerekçesiyle bu mahkemelere karşı çıkmıştır (Milliyet, 11 Şubat 1973). Adalet Partisi milletvekillerinden Seyfi Öztürk ise,

“Hak ve hürriyetlerin kısıtlandığı iddialarına rastlanmaktadır. Ayrıca, olağanüstü bir mahkeme kurulduğuna ilişkin görüşler vardır. Bunların haklılık ve gerçekçilik payı yoktur. İleri sürülen endişeler yersizdir. Devleti yıkmak isteyenlerden endişe edilmiyor, cumhuriyet hükümetlerine verilen yetkiden endişe ediliyor, bunu anlamak mümkün değildir”

diyerek, “komünizmin saldırısına uğrayan devletin korunması için”

DGM’lerin kurulması gerektiğini savunmuştur (Milliyet, 9 Şubat 1973). Parlamento dışında ise bir yandan sivil toplum kuruluşları basın açıklamaları yaparken, diğer yandan üniversite ve lise öğrencileri boykot düzenlemiştir. DGM Yasası’nı protesto etmek için, Gaziantep Atatürk Lisesi öğrencileri derslere girmemiş, Diyarbakır Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencileri ise, bir günlük boykot kararı almıştır (Milliyet, 6 Ekim 1976). Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı Aziz Nesin ve yönetim kurulu üyeleri de yaptıkları açıklamada,

“yöneticiler robot insanlar istemektedirler. Batıda da DGM’ler vardır diyorlar. Eğer Batı dedikleri Şili ise, İran ise, faşist yasalarla yönetilen İspanya ise, kamuoyunu aldatmak için bu ülkeler örnek olarak gösterilmemelidir”

diyerek tepkilerini dile getirmiştir (Milliyet, 7 Ekim 1976).

Yoğun eleştirilere konu olan DGM Yasası, Diyarbakır DGM’nin anayasaya aykırılık iddiasını ciddi bulması ve Anayasa Mahkemesi’ne (AM) başvurması üzerine, AM’nin 11 Ekim 1975 tarihli kararı ile biçim yönünden iptal edilmiştir. Ancak, 12 Eylül 1980 askerî darbesinin ardından hazırlanan Anayasa, DGM’leri doğrudan anayasal bir kuruluş olarak yeniden düzenlemiştir. Böylece DGM’ler 1983’ten günümüze toplumsal muhalefetin önünde bir baskı aracı olarak varlığını sürdürmektedir. 1973 yılında bu mahkemeler ilk kurulduğu dönemde karşılaştığımız eleştiriler ve muhalefet gösterileri, 1980’li yılların başında, 12 Eylül askerî rejimi tarafından toplumsal muhalefetin bastırılması nedeniyle, yerini sessizliğe bırakmıştır. Böylece süreç içinde, Çağdaş Hukukçular Derneği’nden görüşlerine başvurduğumuz avukat Nedim Erkuş’un da altını çizdiği gibi, “olağanüstü nitelikteki Devlet Güvenlik Mahkemeleri olağan mahkemeler haline gelmiştir.[2] Tayin edilen iç düşmanın kesintisiz olarak varlığını sürdürmesi de bu sürece paralel gitmiştir. Böylece, devleti korumak için kurulan kurumlar, sürekli nitelikteki düşmanın varlığı ile kesintisiz bir meşrûlaştırma sistemine sahip olmuştur. Ankara DGM savcısı Nuh Mete Yüksel’in aşağıdaki sözleri de bu yöndedir:

“Bu mahkemeler, ülkemizin bütünlüğüne ve rejimine yönelik tehditler sürdükçe var olması gereken mahkemelerdir.”[3]

Var olan bu yapıda, devletin güvenliği, kamusal düşmanın sürekliliği ve devleti koruyacak kurumların varlığı karşılıklı olarak birbirlerini meşrûlaştıran döngüsel bir yapı ortaya çıkarmıştır. Her ne kadar düşman dönemsel olarak yeniden tanımlansa da, devletin güvenliğini korumaya yönelik olarak kurulmuş bir kurum olarak DGM’ler sürekli bir yapı halini almıştır. Öyle ki, bu yeniden tanımlama sürecinde kapsam genişlemiş, Türkiye Elektrik Anonim Şirketi (TEAŞ) yöneticilerine yönelik son operasyonlarda da gördüğümüz üzere, “devleti kendi bürokratlarından, yani ‘kendinden’, koruma”ya yönelik bir boyut kazanmıştır.

Devletin güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle DGM’ler önünde yargılanan kişileri amaçları açısından Avukat Şenal Sarıhan “gerçekten demokrasi için mücadele edenler ve illegal mücadele içinde olanlar[4] olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Benzer bir ayrımı Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu (FIDH, Fédération Internationale des Droits de l’Homme) bünyesinde Türkiye masası sorumlusu olarak görev alan avukat Benedicte Chesnelong da yapmaktadır:

“Türkiye’de çok rahatsız edici olan; bir aydının ya da bir gazetecinin DGM önünde yargılanmasıdır. Tabiî ki yazı, her tarafa bomba atılmasını teşvikin bir aracı olabilir, bu durumda evet, bu DGM’nin yetkisine girebilir. Ama, örneğin Güneydoğu sorunu üzerine bir düşüncenin açıklanmasının olağanüstü bir yargılamaya konu olması ve yıllarca hapis cezasına mahkûm edilmesi normal değildir.”[5]

Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Enstitüsü’nün yayımladığı istatistiklere göre, örneğin 1998 yılında DGM’lerde 6311 davada toplam 17.124 kişi yargılanmıştır. Bu 17.124 kişiden % 33.3’ü (6940 kişi) terör örgütüne üyelik ile yardım ve yataklık suçlarından (TCK m. 168 ve m.169) yargılanmışlardır. % 24.8’i (2575 kişi) ise 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası kapsamında yargılama konusu olmuştur. Bu iki grupta yargılanan kişilerden 15’i 11-14 yaş grubunda yer alırken, 246 kişi 15-17 yaş grubuna dahildir. Yani, 18 yaşın altındaki toplam 261 kişi terör suçu işledikleri gerekçesi ile DGM’lerde yargılanmıştır. DGM’lerde 1998 yılında yargılanan bu 17.124 kişiden 1.577’si kadın, 15.547’si erkektir. Yani, yargılananlar daha çok erkektir. Yaklaşık yetmiş milyon nüfuslu Türkiye’de, sadece bir yılda DGM’lerin önünde 17.124 kişi yargılanmıştır. Adalet Bakanlığı’nın istatistiklerinden elde ettiğimiz bu rakamlar, devletin son dönemlerde terör suçundan cezaevinde bulunanları marjinalleştirmeye, yani toplumda küçük bir azınlık olarak değerlendirip dışlamaya yönelik olarak kullandığı söylemin tersi yönünde veriler sunmaktadır.

DEVLETİN GÜVENLİĞİ VE SİYASÎ FAALİYETTTE BULUNMA HAKKI

Türkiye’de parlamento dışı ya da “başka araçlarla” muhalefet yapmak isteyenler yasakçı bir yasal çerçeve ile karşı karşıya kalmaktadır. 1982 Anayasası bu konuyla ilgili olarak haklardan çok yasaklamaları düzenlemektedir. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri yaparak, dernek kurarak, vb. karar alma süreçlerine katılmak isteyenlerin önünde sınırlı bir repertuvar bulunmaktadır. Ayrıca Terörle Mücadele Yasası karar alma süreçlerinde aktör olmak isteyenlerin önünde oldukça büyük bir engel oluşturmaktadır.

TOPLANTI VE GÖSTERİ YÜRÜYÜŞLERİ DÜZENLEME HAKKI

1982 Anayasası’nda “Siyasal Haklar” bölümünde değil, “Bireyin Hakları” başlığı altında düzenlenen “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Düzenleme Hakkı”, diğer haklarda olduğu gibi, “ulusal güvenlik” ve “Cumhuriyetin korunması” engellerine takılmaktadır. Anayasanın 34. maddesine göre, “Herkes, önceden izin almadan, silâhsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” Ancak bu hak, maddenin dördüncü ve beşinci fıkrasında bir dizi yasaklamayla etkisiz hale getirilmektedir. Buna göre,

“Kanunun gösterdiği yetkili merci, kamu düzenini ciddi şekilde bozacak olayların çıkması veya milli güvenlik gereklerinin ihlâl edilmesi veya Cumhuriyetin ana niteliklerini yok etme amacını güden fiillerin işlenmesinin kuvvetle muhtemel bulunması halinde belirli bir toplantı ve gösteri yürüyüşünü yasaklayabilir veya iki ayı aşmamak üzere erteleyebilir. Kanunun, aynı sebeplere dayalı olarak bir ile bağlı ilçelerde bütün toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yasaklanmasını öngördüğü hallerde bu süre üç ayı geçemez. Dernekler, vakıflar, sendikalar ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları kendi konu ve amaçları dışında toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenleyemezler.”

Birinci fıkradaki düzenlemeye göre silâhsız ve saldırısız gösteri yürüyüşleri yapma olanağı var iken, dördüncü ve beşinci fıkralardaki düzenlemeler barışçı nitelikteki gösteri yürüyüşleri yapılmasına bile olanak tanımamaktadır. Bu durum bize Karl Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde yaptığı saptamayı hatırlatmaktadır; bu tespite göre, burjuva anayasaları bir maddede ya da fıkrada bir hakkı düzenlerler, fakat az sonra başka bir maddede ya da aynı maddenin son fıkrasında bu hakkı ortadan kaldırır (Marx, 1990; s. 30). Bu tespit, 1982 Anayasası’nın hak ve özgürlükleri düzenleyen maddeleri için de geçerlidir.

34. maddenin dördüncü fıkrasına göre, toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasaklanabilir ve ertelenebilir. Bazı durumlarda erteleme yasaklama anlamına gelmektedir. Örneğin, 6 Kasım’da YÖK’ün kuruluşunu protesto etmek için yapılacak olan bir gösteri yürüyüşünün ertelenmesi aynı zamanda bir yasaklamadır, çünkü bu gösteri yürüyüşünü, örneğin, 15 Kasım’da yapmanın hiçbir anlamı olmayacaktır.

Anayasanın 34. maddesinin ilk fıkrasına göre toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenleme hakkı herkes için tanınan bir haktır. Fakat aynı maddenin son fıkrasında sendikalar, dernekler, vakıflar ve meslek örgütlerinin kuruluş amaçları dışında bir amaçla toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenlemeleri yasaklanmıştır. Bu yasaktan hareketle, örneğin sendikalar, eğitimde özelleştirmeye karşı öğrenciler tarafından düzenlenmiş bir gösteri yürüyüşüne katılamazlar. Düzenleme değişik toplumsal gruplar arasında dayanışma yaratılmasını engellemektedir, toplumsal grupları yalnız bırakmak hedeflenmektedir.

Uygulamada bu erteleme ve yasaklamalar keyfi olabilmektedir. Kamu düzenin korunması ve kamu güvenliği gerekçeleriyle, valilikler sıklıkla konserleri, toplantıları, vs. bile yasaklamaktadırlar. Bazen de gerekçe gösterme gereği bile duymamaktadırlar. İzin alınarak gerçekleştirilen toplantı ya da gösteri yürüyüşlerinde bile, baskıcı politikalar sürmektedir (Tanör, 1994; s. 109-112). Toplantı yerinin şehrin merkezinde uzak bir alan olarak gösterilmesi, polisin göstericileri ya da toplantıya katılanları videoya kaydetmesi, fotoğraf çekmesi, cezai kovuşturmalar, vs. bu baskıcı uygulamalara örnek olarak gösterilebilir.

Dayanağını Anayasanın 34. maddesinden alan 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, yürüyüş ve afiş asma özgürlüğüne ilişkin çok sayıda kısıtlama getirmektedir. Yasanın onuncu maddesine göre yürüyüşler en az 72 saat önceden valiliğe bildirilmek zorundadır. Uygulamada ise önceden bildirimi yapılan yürüyüşler sıklıkla yasaklanmaktadır. Yasaya aykırı nitelikteki gösteri yürüyüşleri için, yasanın 28. maddesi bir yıl altı aydan üç yıla kadar hapis cezaları öngörmektedir. Önceden bildirimi yapılmayan gösteri yürüyüşleri “korsan gösteri” olarak adlandırılmaktadır. Bu tür korsan gösterilere polis müdahale etmekte ve göstericileri şiddet kullanarak gözaltına almaktadır. Bu durum Uluslararası Af Örgütü raporlarına da konu olmaktadır (Uluslararası Af Örgütü Raporu, 1996; s. 32). Korsan gösteriler özellikle öğrencilerin sıkça başvurduğu bir yoldur. Bu nedenle de bu gösteriler, polisin en çok şiddet uyguladığı gösteriler olma özelliğini göstermektedir.

Sonuç olarak, Türkiye’de toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenlemenin “tehlikeli” bir repertuvar olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. “Başka araçlarla siyaset yapma”nın bu aracını kullanmak isteyenler, sonuçlarına katlanmayı da göz önüne almak zorunda kalmaktadırlar.

DERNEK KURMA HAKKI

Dernek kurma hakkı konusunda Anayasa koyucu hiçbir açık nokta bırakmaksızın her şeyi düzenleme kaygısıyla hareket etmiştir. Bunda, derneklerin politik kutuplaşmaların oluştuğu yerler olmasının etkisi vardır. 1980 öncesinde bu kutuplaşma güvenlik kuvvetleri bünyesinde bile oluşmuştur; Pol-Der daha çok sol eğilimli, Pol-Bir ise sağ eğilimli polislerin kurdukları bir dernek olmuştur. Bu kutuplaşmanın önüne geçmek için 1982 Anayasası ordu ve güvenlik güçleri bünyesinde dernek kurulmasını yasaklamıştır.

Bir hakkın anayasada ya da yasalarda ayrıntılı düzenlenmesi kısıtlamaları da beraberinde getirdiğinden, dernek kurma hakkına ilişkin bu ayrıntılı anayasal düzenleme de birtakım yasak ve kısıtlamaları içinde barındırmaktadır. Anayasanın 33. maddesine göre önceden izin almadan kurulabilen dernekler, 2908 sayılı Dernekler Yasası’nın 5. ve 37. maddesinde öngörülen amaçları taşıyamazlar ve yasaklanan faaliyetleri yerine getiremezler, bu kurallara uymayan dernekler hakim kararı ile kapatılırlar. Dernekler Yasası, getirdiği düzenlemelerle özünde derneklerin “yalnızlaştırılmasını” hedeflemektedir. Gerek yabancı derneklerle ilişkilerin düzenlenmesinde gerek diğer ulusal nitelikteki kuruluşlarla ilişkilerin düzenlenmesinde bu hedef esas alınmıştır. Diğer yandan da, derneklerin kuruluş amaçları dışında bir amaçla eylemde bulunmaları yasaklanmıştır. Böylece hem diğer kuruluş ve derneklerle ilişkileri açısından, hem de faaliyetleri açısından dernekler yasanın öngördüğü dar bir çerçeve içine hapsedilmiştir.

Öğrenci dernekleri açısından bu yasaklamalar çok daha ağır bir biçimde düzenlenmiştir. “Öğrenci ve örgütlülük”, “öğrenci ve siyaset” kavramları “bağdaşmaz” nitelikte görüldüğünden ve bunlar arasına set çekme ihtiyacı duyulduğundan dolayı, düzenleme çok daha yasakçı bir nitelik kazanmaktadır. Yasanın 5. maddesinin son fıkrası uyarınca yükseköğrenim kurumlarında ancak bir öğrenci derneği kurulabilir. Genel olarak bütün dernekler için öngörülen kuruluş amaçları dışında faaliyette bulunamama yasağına karşın, yasanın 38. maddesi öğrenci derneklerinin faaliyetlerinin çerçevesini bir kez daha çizmek ihtiyacı duymaktadır. Bu maddeye göre öğrenci dernekleri ancak, eğitim, öğretim, çalışma, moral, beslenme, dinlenme ihtiyaçlarının karşılanması, beden ve ruh sağlığının geliştirilmesi ve öğrencilerin bu konularda kurum idaresi veya diğer kuruluşlar nezdinde temsil edilmesi amaçlarıyla kurulabilirler ve faaliyette bulunabilirler. Öğrenci derneklerinin faaliyetlerine yönelik hiçbir boş alan bırakmadan düzenleme kaygısı, öğrenciler ile siyaset arasına bir engel koyma istencinin bir ürünüdür.

Öğrenci dernekleri açısından yasada düzenlenen bu yasak ve sınırlamalar dışında uygulamada da birtakım zorluklar bulunmaktadır. 1980 askerî darbesinden bu yana sadece birkaç öğrenci derneğinin faaliyetini yeniden sürdürmesine izin verilmiştir. Yasal olarak faaliyetlerini sürdüren derneklerden biri de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Derneği’dir. Yasal olarak faaliyetlerini sürdüren bu derneklerin üyeleri bile yıllar boyunca, izlenmiş, fişlenmiş, gözaltına alınmış, iş sınavlarında güvenlik soruşturmalarından geçememiştir (Tatlıcan, 1995; s. 73). “Öğrenci derneğine üye olursam fişlenirim ve işe giremem” düşüncesi öğrenciler arasında egemen hale gelmiş ve yaratılan bu korkuyla öğrenci dernekleri marjinalleştirilmeye çalışılmıştır. Her yıl 6 Kasım’da düzenlenen YÖK’ün kuruluş yıldönümü protestolarından önce polis, çoğunluğu öğrenci derneği üyesi, gösterilerin örgütleyicisi konumundaki öğrencileri gözaltına alıp hareketin gücünü zayıflatmaya çalışmaktadır. Polisin bu “gizli” nitelikteki faaliyetlerinin yanı sıra yasa, Emniyet Müdürlüğü bünyesinde yaratılacak olan bir grup polis tarafından derneklerin denetlenmesini açıkça düzenlemektedir. Oluşturulan bu grup derneğin faaliyetlerini denetleme yetkisine sahiptir. Gary T. Marx’ın “Devlet ve Toplumsal Hareketler” başlıklı makalesinde de vurguladığı gibi, toplumsal hareketlerde, parlamento dışı muhalefetin faaliyetlerinde, devlet, bu faaliyetleri kolaylaştırmada ya da zorlaştırmada birtakım araçlara sahiptir. Toplumsal hareketlerin denetlenmesinde çalışmanın temelini bu hareketler hakkında bilgi edinilmesi oluşturmaktadır. Bilgi edinmek için polis, gazetelerin, militan yayınların, üye kayıt formlarının toplanması, örgüt, dernek ya da hareketlerin içine sızma yoluyla bilgi ağı oluşturulması, eski militanlardan ya da halen militan olanlardan ajan olarak yararlanılması, kamuya açık toplantılara ve gösteri yürüyüşlerine katılmak, fotoğraf çekmek, videoya kaydetmek, telefonların dinlenmesi ve diğer elektronik gözetleme araçlarının kullanılması, kişilerin ve mekânların doğrudan izlenmesi, vb. tekniklere başvurmaktadır (Marx, 1997, s. 238-239). Devletin güvenlik güçlerince kullanılan tüm bu teknikler toplantı ve gösteri yürüyüşlerine ve diğer muhalefet etme biçimlerine katılımı zayıflatmaktadır.

Ele alınan örnek olayda, bir öğrenci örgütlenmesi olan Koordinasyon’u oluşturan ve örgütlenmenin başını çeken öğrencilerin çoğunluğu aynı zamanda öğrenim gördükleri fakültelerin öğrenci derneklerine üye olan öğrencilerdir; bu nedenle de, bu öğrenciler zaten polis tarafından izlenmektedir. Dolayısıyla, harçların arttırılmasına yönelik protesto gösterileri sırasında polis, gösterilerin düzenleyicisi konumunda olan öğrencileri önceden tanımaktadır. Diğer bir anlatımla, bir yandan dernek üyesi olmak demokratik rejimlerde karar alma mekanizmaları üzerinde baskı yapmanın bir aracı iken, diğer yandan da “başka yollarla siyaset yapmak” isteyenlerin ‘deşifre’ edilmesine yol açmaktadır.

DAYANIŞMANIN YASAKLANMASI

Esas olarak dayanışma ağları yaratılması konusu incelenirken ele alınacak olan sendikalar, meslek kuruluşları ve öğrenciler arasındaki dayanışma, bu başlık altında yalnızca yasal düzenlemeler çerçevesinde işlenecektir.

Koordinasyon üyesi öğrencilerin yargılanma sürecinde, KESK, DİSK ve TÜRK-İŞ’e bağlı bazı sendikalar (Eğitim-Sen, Öğretim Elemanları Sendikası, Harb-İş, Tüm Yargı-Sen, vb.) ile meslek kuruluşları (Türk Tabipler Birliği, Türkiye Barolar Birliği, Türkiye Mimarlar ve Mühendisler Odası) öğrencilere ve ailelerine destek vermişlerdir. Her ne kadar bu sendikalar ve meslek kuruluşları harçların arttırılmasına karşı yapılan protesto gösterileri sırasında da öğrencilere destek vermişlerse de, bu kuruluşların desteği asıl olarak yargılama sürecinde görülmektedir. Oysa Anayasanın 34. maddesine göre, bu kuruluşlar ve yöneticileri kendi kuruluş amaçları dışındaki protesto gösterilerine katılamazlar; yöneticiler ve üyeler ancak kendi adlarına katılabilirler, kurumlarını temsilen katılamazlar.

12 Eylül askerî darbesinden sonra yürürlüğe giren Anayasa, sendikalara siyasal faaliyette bulunma yasağı getirmiştir. Siyasal faaliyette bulunma yasağına ilişkin bu düzenleme 1995’te yapılan Anayasa değişikliğiyle kaldırılmıştır. Bugün, sendikalar siyasî faaliyette bulunma hakkına sahiptirler, ancak kendi kuruluş amaçları dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenlemelerinin yasak olması, bu kuruluşları yalnızca kendi faaliyet alanlarında hareket etmeye zorlamaktadır. Diğer bir anlatımla, siyasî faaliyette bulunma yasağının kaldırılmasının, kuruluş amaçları dışında faaliyette bulunma yasağı kaldırılmadan sendikalar açısından bir getirisi yoktur. Örneğin, siyasal faaliyette bulunma hakkına sahip olan bir sendika olarak Eğitim-Sen hükümetin cezaevi politikalarına ilişkin bir toplantı veya gösteri yürüyüşü düzenleyemez ya da düzenlenenlere katılamaz, çünkü cezaevi politikaları kendi kuruluş amaçları arasında yer almamaktadır.

1996 öğrenci eylemlerinde ve “Kalemli Çete”[6] davasında da görüldüğü gibi, Anayasa ve yasadaki yasaklamalara rağmen Türkiye’de baskı grupları dayanışma yaratmaktadır: herkes bulunduğu koşullar içinde elinde bulunan kaynakları kullanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, “Kalemli Çete” davası dayanışmanın yaratıldığı davalara en iyi örneklerden birini oluşturmaktadır. DGM’lere karşı “Kalemli Çete” davası etrafında yaratılan bu dayanışmanın koşullarına geçilmeden önce öğrencilerin tutuklanma ve yargılanma süreçleri incelenecektir. Bu sürecin incelenmesi, “öğrenciler devletin güvenliğini nasıl tehdit ettiler?” sorusuna yanıt bulunmasını kolaylaştıracaktır.

1995-96 ÖĞRENCİ EYLEMLERİ VE GÜVENLİK GEREKÇESİYLE BASTIRILIŞI

Bu bölümde eğitimle ilgili sorunlar karşısında bir öğrenci hareketinin doğuşu ve devletin güvenliği gerekçesiyle bastırılışı üzerinde durulacaktır. Ayrıca, bir grup öğrencinin devletin güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle Ankara DGM önünde yargılanması çerçevesinde, söz konusu mahkemenin yargılama biçimi üzerine saptamalar yapılacaktır.

Türkiye’de yüksek öğrenimin durumunu genel hatlarıyla iki dönemde incelemek mümkündür: 1980 öncesi ve sonrası dönem. Bu iki dönem arasındaki farklılıklar konumuz açısından iki noktada toplanabilir. Bunlardan ilki, 1982 Anayasası ile birlikte üniversitelerin özerkliğinin kaldırılması, ikincisi ise yine aynı Anayasa ile üniversitelerin kurulmasında devlet tekelinin kaldırılmasıdır.

Türkiye’de üniversiteler ilk defa 1946 yılında, 4936 sayılı Yasa ile özerklik kazandı. 1961 Anayasası üniversitelere tanınan bu özerkliği genişletmiştir. 1961 Anayasası’nın 120. maddesine göre üniversiteler bilimsel ve yönetsel özerkliği olan tüzel kişilerdir. Yönetsel özerklik, üniversitelerin kendi karar organlarını kendilerinin seçmesi anlamına gelirken, bilimsel özerklik, hiçbir baskıya uğramadan araştırma yapabilme özgürlüğünü ifade eder. 1961 Anayasası’nın tanıdığı yönetsel özerklik uyarınca, 1946-1980 arası dönemde üniversite öğretim görevlileri fakültelerinin dekanlarını ve üniversitelerinin rektörlerini kendileri seçiyorlardı. Ancak 1982 Anayasası üniversitelerin yönetsel özerkliğini kaldırmış ve üniversiteleri yalnızca bilimsel özerkliğe sahip kuruluşlar olarak düzenlemiştir. 1982 Anayasası’nın 130. maddesinin altıncı fıkrasına göre dekanlar YÖK tarafından atanırken, rektörler cumhurbaşkanınca atanmaktadır. Böylece üniversitelerin kendi yöneticilerini seçme hakları ortadan kaldırılmıştır. 1980 Anayasası’nın tanımış olduğu bilimsel özerklik de diğer bir çok hak gibi, “devletin varlığı ve bağımsızlığı, milletin ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği” engellerine takılmaktadır.

1961 Anayasası’nın 120. maddesi, üniversitelerin ancak devlet tarafından kurulabileceğini öngörürken, 1980 Anayasası (md. 130/2) kazanç amacı gütmeyen vakıf üniversitelerinin kurulmasının yolunu açmıştır. Bu maddeden hareketle, Türkiye’nin ilk vakıf üniversitesi olan Bilkent Üniversitesi 1984’te kurulmuştur. Bugün Türkiye’de 53 devlet üniversitesi ve 19 vakıf üniversitesi bulunmaktadır (YÖK, 1999). Yalnızca İstanbul’da toplam yirmi üniversite vardır ve bunlardan on dördü vakıf üniversitesidir. Vakıf üniversiteleri açısından iki belirgin özelliğin altı çizilebilir: Birincisi, bu üniversitelerde şimdiye kadar neredeyse hiçbir öğrenci hareketinin doğduğu görülmemiştir, ikincisi ise, bursla okuyan öğrenciler de olmakla birlikte, bu üniversitelerde okuyan öğrenciler daha çok ekonomik refah düzeyi yüksek ailelerden gelmektedir.

Vakıf üniversitelerinin kurulmasında ve sayılarının hızla artmasında YÖK’ün izlediği politikanın çok önemli bir etkisi vardır. YÖK, ilk kez 12 Mart 1972’den sonra 1961 Anayasası’nda yapılan değişiklikler sonucu kurulmuş, ancak Anayasa Mahkemesi tarafından yasanın iptal edilmesi üzerine tıpkı DGM’ler gibi, ancak 1982 Anayasası ile tekrar kurulmuştur. Bu açıdan YÖK ile DGM’lerin tarihi birbirine çok benzemektedir. 1982 Anayasası ile birlikte üniversiteler, merkezî ve üst kuruluş niteliğindeki YÖK’e bağımlı hale gelmişlerdir. YÖK, yüksek öğrenim kurumlarının öğretimini planlamaktan, denetlemeye kadar geniş bir yetki yelpazesine sahiptir.

1994 yılına kadar kurumun başkanlığını yapan İhsan Doğramacı aynı zamanda Türkiye’nin ilk vakıf üniversitesinin de kurucusudur. 1994’te Kemal Gürüz başkanlığında yeni bir ekip kurumun yönetimine atanmıştır. Yeni yönetim göreve gelince üniversite harcamalarına, üniversite öğrenim gören öğrencilerin sayısına ilişkin, vb. bir dizi araştırma yapmıştır. Bu araştırmaların sonucunda TÜSİAD’ın desteği ile “Türkiye’de ve Dünyada Yüksek Öğrenim, Bilim ve Teknoloji” başlıklı bir rapor hazırlayan Kemal Gürüz başkanlığındaki ekibin yaklaşımlarına göre, üniversite modern işletme teknikleri ile yönetilen bir kurumdur ve pazar ekonomisinin arz ve talep ilkelerine uygun hareket etmek zorundadır. Ayrıca öğrenciler de pazar ekonomisinin ihtiyaçlarına yanıt verecek tarzda yetişmelidir (Gürüz vd., 1994; s. 103-105). Yine bu rapora göre, paralı eğitim parasız eğitime göre daha demokratik bir yapı sunmaktadır. Bu demokrasiyi kurmak için, aileler, öğrenciler, işverenler, vb. üniversitelerin finansmanına katılmak zorundadır (Gürüz vd., 1994; s. 265-266). Rapor, üniversitelerin pazar ekonomisi koşullarına uyarlanması kaygısını içinde barındırmaktadır. Kemal Gürüz de bu kaygıyı düzenlediği basın açıklamalarında açıkça ifade etmektedir. Anka Haber Ajansı’na yaptığı açıklamada “eğitimde pazar ekonomisi ilkelerinin uygulanması kaçınılmazdır”(Cumhuriyet, 13 Nisan 1996) demektedir.

Hazırlanan rapordaki ilkeler uyarınca, bir yandan vakıf üniversitelerinin sayısı arttırılırken, diğer yandan da öğrenim harçları arttırıldı. Harçların arttırılması konusunda dönüm noktası olan 1995-1996 öğrenim yılında harçlar, örneğin hukuk fakültelerinde, iki milyon liradan sekiz milyon liraya çıkarıldı (% 400). Öğrencilerin ödedikleri toplam harç 1996 yılında 9.4 trilyon lira, 1997’de 15.6 trilyon lira ve 1998 yılında 33.3 trilyon liradır (YÖK, 1998). Öğrencilerin eğitim harcamalarındaki payının her yıl bu yüksek oranlı artışı YÖK tarafından izlenen politika hakkında fikir vermektedir. 1 Eylül 1995’te çıkarılan bir kanun hükmünde kararnameye göre, rektörler belirlenen harç miktarını arttırma yetkisine de sahip oldular. Ayrıca aynı kanun hükmünde kararname ile rektörler, üniversite kantin ve restoranlarının işletmesini de özel sektöre bırakabilmektedir.

YÖK yapılan bu uygulamaları meşrûlaştırmak için üç temel argüman sunmaktadır. Birinci argüman “yarar” kavramına dayanmaktadır. Buna göre, üniversiteler yalnızca toplumsal yarar sağlamakla kalmamakta, bireysel yarar da sunmaktadır. Eğer bireysel yarar sağlanıyorsa bedelini ödemek gerekir. Kurumun sunduğu ikinci argümana göre, üniversitelerde okuyan öğrencilerin çoğunluğu üst ve orta sınıfa aittir. Oysa vergileri ödeyen alt sınıftır. Bu nedenle alt sınıfı üst sınıfın ağır yükünden kurtarmak gerekir. Üçüncü ve son argümana göre ise, harç eşitsizlik anlamına gelmez, çünkü burs sistemi fakir öğrencilere üniversite eğitimi yapma olanağı sağlayacaktır (Gürüz vd., 1994; s. 54-55 ve Milliyet, 19 Aralık 1996). YÖK’ün yaptığı bir ankete göre, üniversite öğrencilerinin % 49’u harç miktarını yüksek bulmakta, % 46’sı yeterli bulmakta ve % 5’i az bulmaktadır (YÖK, 2000).

YÖK tarafından izlenen bu politikalar sonucunda, çeşitli üniversitelerin öğrenci dernekleri etrafında örgütlenen öğrenciler hareketlenmeye başladılar ve diğer öğrencilerin de katılımı ile hareketin kitleselliği giderek arttı. Öğrenciler birlikte mücadele etmek için “Koordinasyonu” kurdular. Aralık 1994’te, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde ülkücü öğrencilerin saldırısından sonra ilk önce İstanbul’da kurulan Koordinasyon, öğrenci hareketinin durumuna ilişkin olarak yapılan uzun tartışmaların ürünüdür. Bu tartışmalar ilk önce İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde başlamıştır. İstanbul’da başlayan tartışmalar, Ankara’ya taşınmış ve “İstanbul Üniversiteleri Öğrenci Koordinasyonu”ndan hareketle “Ankara Üniversiteleri Öğrenci Koordinasyonu” kurulmuştur. Öğrenci Koordinasyonları, Fransa’da 1995 yılında yapılan öğrenci eylemlerinin de örgütlenme biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. 1995 öğrenci eylemleri ve bu eylemlerin örgütlenme biçimi üzerine bir çalışma yapan Cointre’e göre, bu tür yapılanmalar (koordinasyonlar), katılımcı sayısını arttırmakta, ortak eylemi mümkün kılmakta ve öğrencilerin kamusal yaşamın etkin bir ögesi haline gelmesini sağlamaktadır (Cointre, 1991-1992; s. 48).

Bir örgütlenme biçimi olarak Koordinasyon nasıl bir yapıya sahiptir? Öğrencilerin tanımlamalarına göre, bir çatı olarak düşünülmüş olan Koordinasyon, ne değişik siyasî akımlardan oluşan bir platformdur, ne de hiyerarşik ve merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Daha çok kendinden önceki öğrenci hareketlerinin olumsuz yönlerini ortadan kaldırmaya çalışan bir tartışma “atölyesi”dir (Demokrasi, 22 Mart 1996 ve Devrimci Gençlik, 1995).

Koordinasyon çatısı altında birleşen öğrenciler, 20 Ekim 1995’te harçların arttırılmasına karşı toplanan üç yüz elli bin imzanın Milli Eğitim Bakanlığı’na sunulması için Kızılay’da yapılan mitingle başlayan ve 1996 yılının Nisan ayında içlerinden bazılarının gözaltına alınmasıyla yargılamaları protesto biçimine dönüşen birtakım eylemler gerçekleştirdiler. Bu eylemlerde bir öğrenci hareketinin şu üç temel özelliğini görmek mümkündür: Birincisi, tehdit altında olan sosyal hakların korunmasıdır. 1995-1996 öğrenci hareketi “parasız eğitim hakkımız engellenemez” sloganıyla ortaya çıkıp var olan bir hakkın korunmasına yönelmiştir. İkinci özelliği hareketin demokratik boyutudur. Bütün öğrenciler için ve son kertede de herkes için adalet istemi bu çerçevede düşünülmesi gereken bir istemdir. Üçüncü özellikte ise romantik bir karşı çıkış vardır; yani, yeni bir toplum istemi söz konusudur (Lapeyronnie, 1993; s. 89). Öğrenci hareketinin bu üç yüzü birbirinden ayrı düşünülmemelidir, bunlar bir hareketi oluşturan üç öge olup birinin nerede bitip diğerinin nerede başladığını belirlemek zordur. Gökyüzünü boyamak söylemiyle hareket eden, harçlara karşı çıkan, diğer yandan da Dinar halkına depremden sonra yardım götüren Koordinasyon hareketinde de bu üç öge birbiriyle içiçe girmiş durumdadır.

Tehdit altındaki bir sosyal hakkın korunması amacını taşıyan birinci boyutta öğrenciler, aynı zamanda karar alma mekanizmalarına da katılmaya çalışmaktadırlar. Bilindiği gibi karar alma süreçlerine katılım yalnızca, doğrudan karar organlarında yer almakla olmamakta, karar süreçlerini etkileme yoluyla da bir anlamda karar alma süreçlerine katılınabilmektedir. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri bu amaca hizmet eden toplumsal muhalefet repertuvarıdır. Koordinasyoncu öğrencilerin bu dönemde Alternatif Eğitim Şurası düzenlemeleri, Türkiye’de karar alma süreçlerine katılma yollarının yeterince açık olmadığını ve toplumsal muhalefet grubu olarak öğrencilerin bu yolları zorladığını göstermektedir.

20 Ekim 1995’teki Kızılay mitinginin ardından öğrenci eylemleri, Kasım ayında, YÖK’ün kuruluş yıldönümü protestoları ile birleşmiş ve daha çok sembolik bir nitelik kazanmıştır. Üzerinde YÖK ve harç yazılı kartondan bir tabutun yakılması, eski YÖK başkanı İhsan Doğramacı’ya üniversiteye verdiği hizmetlerden dolayı sembolik bir tören düzenlenerek “üniversitenin ebedi lalesi” unvanının verilmesi,[7] fotoğrafının yakılması (Cumhuriyet, 1 ve 7 Kasım 1995), vb.

Sembolik ve medyatik nitelikteki eylemleri çerçevesinde Şubat ayında isyanın saçlarını kısaltan (Cumhuriyet, 4 Şubat 1996), Çukurova Üniversitesi’nde rektörlük binası önüne mendil açıp üzerine bozuk para atan ve üniversitelerin ticari kuruluşlar haline dönüşmesini protesto etmek için Beyoğlu’nda diplomalar satan (Cumhuriyet, 11 Mart 1996) Koordinasyon öğrencileri, polis şiddetine marûz kalmadıkları bu tür eylem biçimleri yanında üniversite işgâlleri, gösteri yürüyüşleri, açlık grevi gibi “klasik” nitelikteki eylem biçimlerine de başvurmuşlardır. Ancak, bu tarzdaki eylem repertuvarları karşısında polisin aldığı güvenlik önlemleri de farklılaşmıştır.

Klasik repertuvar içinde değerlendirdiğimiz üniversite işgâllerinde, öğrenciler “bir alana sahip olmak duygusu” (Fillieule, 1997; s. 217) ile hareket ederken, aynı zamanda işgâl edilen alanın dışında kalanlar üzerinde bir baskı uygulamayı da hedeflemektedir (Tilly, 1986; s. 521). Burada üniversiteyi işgâl eden öğrenciler, sahiplendikleri alan üzerinden güvenlik güçleri, dekan ya da hükümetle pazarlık gücü elde etmeyi amaçlamaktadır. Yine aynı sınıflandırma içinde ele alınan sokak gösterilerinde (yürüyüş, miting, oturma eylemi, vb.) ise, aynı şekilde kamusal bir alanın, ama bu defa açık bir alanın, işgâli söz konusudur. Bu işgâlde nicelik bir araç olarak kullanılıp “ses getirme” (Offerlé, 1998; s. 110) ve böylece de, dolaylı ya da dolaysız olarak siyasal bir düşüncenin ifade edilmesi hedeflenmektedir.

Yıldız Teknik Üniversitesi’nde harçların kaldırılması, öğrenci burslarının arttırılması ve polisin üniversite dışına çıkarılması talepleriyle yapılan açlık grevi, 4 Şubat 1996’da İstanbul’da ve 5 Şubat’ta da Ankara’da yapılan “artık haraç ödemiyoruz” mitingleri, 15 Şubat’tan itibaren başlayan üniversite işgâlleri, 29 Şubat 1996 tarihinde TBMM genel kurul salonuna pankart asılması, 23 Mart’ta Yüksek Öğrenim Konseyi toplantısı ile aynı saatlerde Kızılay Meydanı’nda yapılan ve yaklaşık iki bin kişinin katıldığı miting, polisin bastırmak için şiddet kullandığı eylemlerdir. Polis, 20 Ekim 1995’te düzenlenen ilk eylemden itibaren yaptığı anonslarla mitingleri düzenleyen öğrencilerin bir bölümünün “örgüt üyesi” olduğunu söylemektedir (Cumhuriyet, 21 Ekim 1995). Bu söylem bakanlar ve milletvekilleri düzeyinde de benimsenmekte ve eylemin örgütleyicisi konumunda olan öğrenciler “terörist” olarak nitelendirilmektedir.[8] Dönemin İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Aysel Çelikel de, “Sekiz milyon çok yüksek bir miktar değil, üniversiteye girebilmek için özel liselere, dershanelere onca para ödediniz, siyaset yapıyorsunuz!” (Cumhuriyet, 9 Şubat 1996) diyerek, güvenlik güçlerinin ve bakanın yaklaşımlarına benzer bir yaklaşım sergilemiştir. Bu yaklaşımların ortak özelliği, öğrencileri, toplumsal ve siyasal yaşamın aktif bir öznesi olarak kabul etmemesidir.

Tüm bu eylemler sırasında polis en sert tutumu üniversite işgâlleri ve gösteri yürüyüşleri sırasında göstermiştir. Özellikle üniversite işgâlleri, Koordinasyon çatısı altında hareket eden öğrencilerin kendilerini en fazla 68 kuşağı ile özdeşleştirdikleri eylem biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. “Yeni bir 68 geliyor!” diyerek, öğrenciler bir yandan kendilerinden önceki kuşakla tarihsel bağlarını kurmaktadır, diğer yandan da tarihten kalan mirası yarına taşıma misyonunu yüklenmektedirler. Kendilerinden önceki kuşaktan devraldıkları eylem biçimleri de bu sürekliliği göstermektedir.

Öğrencilerin gerçekleştirdiği bu eylemler aynı zamanda bazı sendika, siyasal parti ve meslek örgütlerinin öğrencilerle dayanışma sergilediği eylemlerdir. Açlık grevinin 47. gününde CHP heyetinin grevcilere yaptığı ziyaret, mitinglerde ÖDP, HADEP, Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD), İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Eğitim-Sen, Harb-İş, vb. sendikaların en azından yönetici bazında katılarak verdikleri destek, bunlar arasında sayılabilir. Bu dayanışma polisin uyguladığı şiddet artıkça, nitelik ve nicelik olarak artmıştır.

23 Mart 1996’da düzenlenen Kızılay mitingi polisin uyguladığı şiddetin doruğa çıktığı eylemdir. Polisin müdahalesi üzerine kaçan öğrencilerden bir kısmı Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni işgâl etmiştir. Polis bunun üzerine gaz bombası, tazyikli su ve cop kullanarak eylemi sona erdirmiş, olaylar sonucunda bir öğrenci ağır yaralanırken, üç yüz öğrenci gözaltına alınmıştır. Polisin uyguladığı şiddet aralarında İHD, İnsan Hakları Vakfı, Eğitim-Sen, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu, Tüm Yargı-Sen, ÇHD, Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD), ÖDP ve CHP’nin bulunduğu bir grup sivil toplum örgütünü ve siyasal partiyi harekete geçirmiştir. Buna karşılık dönemin başbakan yardımcısı Nahit Menteşe, “işgâl eylemini gerçekleştirenler arasında PKK ve DHKP-C militanları vardır”(Cumhuriyet, 30 Mart 1996) açıklamasını yaparak, eylemci öğrencilerle yasadışı örgütler arasında bağ kurmuştur. Başbakan yardımcısının yaptığı bu açıklama, polisin uyguladığı şiddeti meşrûlaştırma ve kamuoyunda, gösteri yürüyüşü düzenleyenle “terörist” kimliğini özdeşleştirme amacına hizmet etmektedir. Diğer bir anlatımla, eylemlerin demokratik meşrûiyet tabanı yok edilmeye çalışılmaktadır. Devletin iç düşman tanımlaması içinde yer alan iki örgüt ile protestocu öğrencilerin özdeşleştirilmesi eylemlerin meşrûiyetini yok etmeyi kolaylaştırmaktadır.

Bir yandan eylemlerin şiddetinin, diğer yandan da polisin uyguladığı şiddetin arttığı bir ortamda, Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nin Ankara DGM Savcılığı ile birlikte yürüttüğü bir operasyon çerçevesinde, 17 Nisan 1996 tarihinden itibaren, bazı öğrenciler evlerinden, sokaktan, okullarından gözaltına alınmaya başladı. Oysa bu tarihe kadar yalnızca polisin müdahale ettiği eylemler sırasında gözaltına alınanlar olmuştur. 3 Mayıs 1996 tarihli Cumhuriyet’te, gerçekleştirilen operasyonlar sonucunda gözaltına alınanlardan yedi tanesinin tutuklandığı haberi yer almaktadır. Tutuklanan bu yedi öğrenci daha sonra medyada “Kalemli Çete” olarak ünlenecek olan öğrencilerden başkası değildir.

YARGILAMA SÜRECİ

Bir öğrenci hareketi ve hareketin örgütleyicisi konumundaki öğrenciler devletin güvenliğini nasıl tehdit eder? Devlet, bir toplumsal muhalefet hareketi karşısında güvenlik söylemini nasıl kurmaktadır ve toplumsal muhalefet üzerinde uyguladığı şiddeti nasıl meşrûlaştırmaktadır? Bu sorular üzerinde, Ankara Üniversiteleri Öğrenci Koordinasyonu üyesi yedi öğrencinin Ankara DGM önünde yargılanması örnek olayından hareketle düşünülecektir.

Max Weber’in devlet tanımından yola çıkarak Pierre Bourdieu devleti,

“Farklı türde sermayelerin (fiziki güç ya da baskı aygıtları [ordu, polis], ekonomik, kültürel ya da daha doğrusu bilgi sermayesi ve sembolik sermaye) yoğunlaşarak, devleti diğer sermayeler ve onların malikleri üzerinde iktidar sahibi kılan ve onu bir tür meta-sermayenin maliki haline getiren sermaye yoğunlaşma sürecinin ulaştığı son durum”

olarak tanımlamaktadır (Bourdieu, 1994; s. 109). Fiziksel şiddeti uygulama tekelini elinde bulunduran devlet, kendi varlığını bu sermayeleri aracılığıyla sağlamaktadır. Fiziksel sermayeyi oluşturan güçlerden polis ile yargısal sermaye arasındaki suçların kovuşturulması ilişkisinde görüldüğü gibi, bazı durumlarda bu sermayeler işbirliği içinde çalışmaktadır. Soulier’nin de belirttiği gibi, fiziksel sermaye ile yargısal sermaye arasındaki ilişkide, adalet sisteminin işleyişi polis olmaksızın düşünülemez; suçların kovuşturulması polis aygıtı ile adalet aygıtının faaliyetlerini birbirine bağımlı kılmaktadır (Soulier, 1985; s. 537).

Polis ile yargı faaliyetlerinin devlet güvenlik mahkemelerinde işbirliğini aşıp içiçe geçtiğini görüyoruz. Bu mahkemelerde, polisin ilgili birimi olarak da Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ve İstihbarat Şube Müdürlüğü görev yapmaktadır. Emniyetin bu birimlerinin DGM’lere suçun intikal ettirilmesinde önemli bir rolü bulunmaktadır.[9] Ancak bu rol suçun savcılığa intikal ettirilmesi ile sınırlı kalmamakta, sonrasında delillerin toplanması aşamasında da sürmektedir.

Savcılık ve Terörle Mücadele Şubesi’nin işbirliği ile yürütülen operasyon sonucu tutuklanan yedi Koordinasyon üyesi öğrenci on beş gün süresince gözaltında kaldı. Diğer mahkemelerin görev alanına giren suçlardan farklı olarak DGM’lerin görev alanına giren suçlarda gözaltı süresince sanıklar ne avukatları ne de aileleri ile görüşememektedir. Bunun nedeni, avukatlara olan güvensizlik olarak karşımıza çıkmaktadır.

“Terör avukatları var, kuryelik yapıyorlar.”[10]

“Bu suçlar örgüt suçları, örgüt suçlarında gizliliğe riayet edilmesi lazım, gizliliğe riayet edilmediği takdirde hiç bir netice alamayız.”[11]

Avukat Şenal Sarıhan da, bütün siyasî davalarda avukatların müvekkillerinin siyaseti ile özdeşleştirildiklerini söylemektedir.[12] Bu, şu anlama gelmektedir; eğer müvekkiliniz DHKP-C üyesi olduğu iddiası ile yargılanıyorsa siz de DHKP-C üyesisiniz, çünkü onu savunmayı üstlendiniz. Avukata yönelik bu düşüncelerin yanında, gizliliğe riayet adına sanığın gözaltı süresince avukatı ile görüştürülmemesi, devletin güvenliğinin sanığın (bireyin) hakları karşısında öncelik taşıdığını ortaya koymaktadır.

Ankara 1 No’lu DGM savcılığı, Devrimci Yol örgütünün gençlik kanadı olan Devrimci Gençlik üyesi oldukları gerekçesi ile, TCY’nin terör örgütüne üyeliği düzenleyen 168. maddesi uyarınca Koordinasyon üyesi yedi öğrenci hakkında dava açmıştır. DGM savcılığının iddianamesinde, 1 Mayıs mitingine “Devrimci Gençlik” pankartı altında katılmaktan, Milli Eğitim Bakanlığı’na harçların kaldırılması için toplanan imzaları sunmaya giden heyette yer almaya ve “Eğitim-Sen Kapatılamaz” konulu mitinge katılmaya kadar, demokratik bir devlette “başka araçlarla siyaset yapmanın” sıklıkla kullanılan araçlarına başvurmak, devletin güvenliğini tehdit eden birer suç olarak nitelendirilmiştir (İddianame, 1996).

Savcılığın iddianamesine göre, ki savcılık-polis işbirliği en belirgin olarak bu noktada ortaya çıkmaktadır, “Kalemli Çete” üyelerinin üye olduğu “Devrimci Gençlik” örgütü, 1980 öncesi faaliyette bulunan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’ni (THKP-C) oluşturan dört gruptan biridir. Bu örgütün yöneticileri, 1991 yılında çıkarılan af yasası sayesinde cezaevinden çıkmış ve bu tarihten itibaren kurdukları dört grupla amaçlarına ulaşmaya çalışmaktadır. Bu dört grup ÖDP, Devrimci Gençlik Örgütü, Yıldız-Yumruk Grubu ve Dördüncü Yol taraftarlarından oluşmaktadır. Yine iddianameye göre, ÖDP bu dört grup içinde legal amaç taşıyan tek yapılanmadır. Devrimci Gençlik Örgütü ise, polisin verdiği bilgiler doğrultusunda hazırlanan savcılık iddianamesine göre, Marksist-Leninist ilkeler doğrultusunda yeni bir devlet kurma amacını taşıyan bir örgüttür (İddianame, 1996). Verilen bu bilgiler doğrultusunda iddianamede ilgi çekici olan nokta yasal bir partinin, silâhlı terör örgütü olarak nitelenen bir örgütle doğrudan bağlantısının kurulmasıdır. Oysa Anayasanın 169. maddesine göre bir siyasal partinin yasadışı olup olmadığına ancak Anayasa Mahkemesi karar verebilmektedir.

Ankara 2 No’lu DGM’de yargılanan öğrenciler için karar tutuklanmalarının üzerinden yedi ay geçtikten sonra, 6 Aralık 1996 tarihinde verildi. Karar sonucunda, Ahmet Aşgın Doğan, Özgür Tüfekçi ve Metin Murat Kalyoncugil, terör örgütüne üyeliği düzenleyen TCY’nin 168. maddesi uyarınca on sekizer yıl hapis ve yaşam boyu kamu haklarından yasaklılık cezalarına çarptırılırken, Mahmut Yılmaz yine aynı maddeden on iki yıl hapis cezasına çarptırıldı. Deniz Kartal, Elif Kahyaoğlu ve Nurdan Bayşahan ise, TCY’nin 169. maddesi uyarınca terör örgütüne yardım ve yataklık etmek suçundan üçer yıl hapis cezasına çarptırıldılar.

İlk karar açıklanana kadar çocuklarının beraat edeceğini düşünen aileler, kararla birlikte harekete geçti. Her aile ve yargılanan gençlerin Koordinasyon üyesi arkadaşları, sahip oldukları kaynakları ve ilişkiler ağını harekete geçirdi. Bu açıdan medyada “Kalemli Çete” davası olarak yer alan dava, bir hukuk mücadelesi aracı olarak kaynakları harekete geçirme, var olan ve yeni yaratılan ilişkiler üzerinden bir dayanışma ağı yaratma konusunda şu ana kadar var olan en iyi örnek olarak gösterilebilir. Başarısı kısmi olmakla birlikte -çünkü sonuçta ikinci yargılama sonucunda ceza oranları yarıya düşmekle birlikte öğrencilerin beraat etmesi sağlanamamıştır ve özgürlüklerine kavuşabilmeleri için ancak Şartla Salıverme Yasası’nın çıkmasını beklemek gerekmiştir- adalet arayışında bu tür bir mücadele geleneğini başlatan dava olmuştur.[13]

Yazılı basında geniş yer alan dava, özellikle yargı sistemindeki adaletsizlikleri göstermede araç olarak kullanılmıştır. 7 Aralık 1996 tarihli Radikal gazetesinde Adnan Keskin “Assaydınız bari!” manşetiyle mahkeme kararını eleştirirken, 9 Aralık 1996 tarihli Milliyet gazetesinde Ali Sirmen

“Sivas’ta 37 kişiyi yakan kişiler üç yıl hapis cezasına çarptırılırken, Mecliste pankart açan, korsan gösteri yapan öğrencilerin 18 yıla mahkûm edilmelerini kabul edemiyorum”

diye yazmıştır. Yargıdaki adaletsiz uygulamaların sembolü haline gelen öğrencilerin davası, izleyen günlerde de köşe yazılarına giderek artan ölçüde konu olmaya devam etti (Altaylı, Hürriyet, 9 Aralık 1996; Çalışlar, Cumhuriyet, 26 Aralık 1996; Tuşalp, Radikal, 28 Aralık 1996). Davayı medya aracılığıyla gündemde tutma girişimleri özellikle ikinci yargılamanın sonuna kadar yoğun bir biçimde sürdü. İlk kararın açıklandığı 6 Aralık 1996 tarihinden, Yargıtay’ın 18 Mart 1998’de “eksik soruşturma” gerekçesiyle davanın alt mahkemede yeniden görülmesine karar vermesine ve sonrasında da ikinci kararın verilip ardından da kesinleşmesine kadar “dayanışmacı” bir anlayışla yürütülen hukuk mücadelesinden dolayı, Özgür Tüfekçi’nin babası Mehmet Tüfekçi bu davaya “imece usulü dava” nitelemesini yapmaktadır.[14]

İkinci yargılamada, polis hazırladığı raporda Devrimci Gençlik Örgütü’nün niteliği üzerinde durmaktadır. Buna göre, Devrimci Gençlik Örgütü, Terörle Mücadele Yasası’nın birinci maddesi uyarınca “terörist” bir örgüttür. Yasanın ilgili maddesine göre, iki veya daha fazla kişinin biraraya gelmesi ve cumhuriyetin niteliklerini, kamu düzenini, hukuki, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türkiye devletinin ve cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zayıflatmak, yok etmek, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak, devletin iç ve dış güvenliğini zaafa uğratmak, genel sağlığı bozmak amaçlarıyla ya da bu amaçlardan en az birini gerçekleştirmek amacıyla kurulan örgütler terörist örgüt olarak kabul edilmektedir (3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası, m.1). Oysa, bir hareketin ya da örgütün terörist nitelikte olduğunu belirlemede kullanılan ölçüt “şiddet araçlarına başvurması”dır. Yani bir örgütün terörist olup olmadığına amacından çok, kullandığı yöntem ve araçlara bakılarak karar verilmektedir (Crettiez, 1999; s. 217 ve Wieviorka, 1988; s. 15). Oysa Terörle Mücadele Yasası’nda, terörist örgüt tanımı tamamen amaçlar eksenli olarak yapılmaktadır.

İkinci yargılama devam ederken, 13 Temmuz 1998 tarihinde mahkeme, öğrencilerin tutuksuz yargılanmasına karar verdi. Böylece, Nisan 1996’da gözaltına alınan öğrenciler yaklaşık iki buçuk yıl sonra cezaevinden çıkabildi. Mahkeme ikinci kararını, 9 Kasım 1998’de açıkladı. Bu dönemde, “Devlet Güvenlik Mahkemelerine Hayır” eylemi çerçevesinde sanıklar ve avukatları DGM’lerde görülen davalara katılmıyorlardı. 9 Kasım’da Ankara 2 No’lu DGM, “Devrimci Gençlik Örgütü’nün, davaya konu olan molotof kokteyli atma eylemi dışında hiçbir silâhlı eylemine rastlanmadığı ve bu nedenle de yalnızca amacına bakarak bu örgütü silâhlı terör örgütü olarak nitelemenin doğru olmadığı” gerekçesiyle, öğrencileri bu defa da silâhsız terör örgütü üyeliğinden mahkûm etti. Ankara 2 No’lu DGM’nin vermiş olduğu bu kararı Yargıtay 6 Aralık 1999’da onadı. Aşağıdaki tablo, yargılanan öğrencilerin, her iki yargılama sonucunda ortaya çıkan ceza oranlarındaki değişimi vermektedir:

Yargıtay’ın onama kararından sonra, öğrencilerden üçü (Ahmet Aşgın Doğan, Özgür Tüfekçi ve Nurdan Bayşahan) cezalarının kalan kısmını tamamlamak için tekrar cezaevine girdi. Aralık 2000 tarihinde çıkan Şartlı Salıverme Yasası ile de serbest bırakıldılar. Eğer yeniden suç işlemezlerse artık özgürler. Diğer yandan öğrencilerin avukatları, iç hukuk yolları tükendikten sonra, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “adil yargılanma hakkı”nı düzenleyen altıncı maddesine aykırı yargılama yapıldığı gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru yapmıştır.

HUKUK MÜCADELESİNDE REPERTUVAR VE KAYNAKLAR

“Kalemli Çete Davası”nı diğer davalardan ayıran nedir? Davanın ya da daha doğru bir anlatımla yargılananların hangi nitelikleri bu davayı diğerlerinden ayırmıştır ve medyada, bu kadar yer almalarına yol açmıştır? Bir mahkemenin kararını etkilemek için, medyaya başvurma ve dayanışma yaratılması anlamında bir gelenek başlatan “Kalemli Çete” davasının bu özelliğini, ilişkiler ağını ortaya koymadan anlamak mümkün değildir.

Türkiye’de slogan atan, pankart asan, gösteri yürüyüşüne katılan, basın açıklamasına katılan, bildiri dağıtan kişiler çok uzun yıllar hapis cezalarına çarptırılmaktadır. Bunun nedeni “kutsal devlet” anlayışına ve yürürlükteki mevzuata dayandığı kadar, uygulamaya da dayanmaktadır. Örneğin, bir protesto gösterisi sırasında tutuklanan kişi sıklıkla Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na muhalefetten değil, örgüt üyesi olduğu iddiası ile yargılanmaktadır. Yani, her tür siyasal eylemin arkasında bir örgüt bağlantısı arama yaygın bir uygulama haline gelmiştir. Durum böyle olunca, “başka araçlarla siyaset yapmak” isteyenler, yani parlamento dışı muhalefet yolunu seçenler için örgüt üyeliği suçlaması her an karşı karşıya kalınabilir bir suçlama niteliği kazanmıştır. Mevcut hukuk sistemi bu uygulamalarla mücadelede yeterli araçları sunmayınca aileler, avukatlar ve yargılama konusu olan kişiler farklı araçlara başvurmaktadırlar. “Dayanışma davaları” bu mücadele yöntemlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dayanışma davaları ile anlatılmak istenen, “çok sayıda avukatın, siyasal bir duruş sergilemek için ve karşılığında ücret almadan katıldıkları davalardır”.[16] Kalemli Çete davası, Sivas davası, Manisa davası, vb. dayanışma davalarına örnek olarak gösterilebilir. Avukatların kendi aralarında kurdukları bu dayanışma dışında, aydın ve sanatçıların desteğini sağlama, medyanın desteğini sağlama da bir mücadele aracı olarak karşımıza çıkmaktadır.

“Kalemli Çete” davası açısından, DGM’de yapılan yargılamaya karşı yürütülen mücadelede başvurulan kaynaklar üç başlık altında ele alınabilir: “toplumsal muhalefet ve medya”, “bir mücadele aracı olarak hukukun kullanılması” ve “dayanışma ağları”.

TOPLUMSAL MUHALEFET VE MEDYA

Harç protestoları ile başlayan ve bir grup öğrencinin yargılanması ve hapis cezasına çarptırılması ile devam eden süreçte medya, gerek öğrenci hareketiyle olan ilişkileri (toplumsal hareketler-medya ilişkisi), gerekse yargı ile olan ilişkileri (yargı-medya ilişkisi) açısından sürecin temel aktörlerinden biri durumundadır. Medya ile ilişkiler açısından, öğrenci eylemleri ve “Kalemli Çete” davası çerçevesinde, iki evreden bahsetmek mümkündür: Koordinasyon’un eylemleri sırasında, bir toplumsal muhalefet hareketinin sesini duyurma aracı olarak medya ve yargılama sürecinde de, “hukuksal adalet” arayışında bir mücadele aracı olarak medya.

1995-96 öğrenci eylemleri boyunca medya nasıl bir tutum almıştır? Medya, bir toplumsal muhalefet hareketi olarak ’95-96 öğrenci hareketine karşı mıydı yoksa onun yanında mıydı? Bu konuda “evet” ya da “hayır” diye kesin bir yanıtın verilebilmesi zordur. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, medyanın homojen bir yapı olmaması, yani bütün medya kuruluşlarının aynı tutumu sergilememesi, ikincisi de, aynı medya kuruluşunun bile, eylemler boyunca aynı tutumu sergilediğini söylemenin zor olmasıdır. Erik Neveu, karmaşık ilişkiler ağının egemen olduğu toplumsal hareketler-medya ilişkisinde, toplumsal hareketin hep kaybeden taraf olduğuna yönelik yaygın anlayışın savunulmasının zor olduğunu söylemektedir (Neveu, 1999; s. 54-56). Yapılan çalışmalar ve gözlemler toplumsal muhalefet hareketlerinin, hareketle ilişkide olan grupların sayısını arttırmada (Lagroye, 1997; s. 460), sesini duyurmada (Champagne, 1990a; s. 237), daha geniş kamuoyuna seslenebilmede (Ollitrault, 1999; s. 164), hareketin maliyetini düşürmede (Fillieule, 1997; s. 212), vb. medyadan yararlandıklarını göstermektedir.

1995-96 öğrenci eylemleri açısından bakıldığında durum nedir? Hareket istemlerini duyurmada ve kitlelere ulaşmada medyadan yararlanabilmiş midir? Bu dönemde öğrenci eylemleri, özellikle görüntülü medyada, ancak polisle çatıştıkları, coplandıkları ve gözaltına alındıkları ölçüde haber bültenlerinde yer alabilmiş, programlara konu olabilmiştir. Diğer bir anlatımla, medya öğrenci eylemleriyle ancak polis müdahalesi olduğunda ilgilenmiştir. Öğrencilerin bütün gösteri yürüyüşlerine ve mitinglerine polisin müdahale ettiği göz önünde bulundurulursa, medyanın eylemlere geniş yer verdiği söylenebilir. Ancak bu ilginin niteliği de önemlidir. Medya öğrenci hareketi karşısında olumlu mu yoksa olumsuz bir tutum mu sergilemiştir? Cumhuriyet ve Radikal gibi, “sol” eğilimli olarak kabul edilen ve muhabirlerinin davayı başından sonuna kadar izlediği gazeteler istisna olarak tutulursa, ortaya çıkan tablo, medyanın bu hareket karşısında olumsuz bir tutum takındığı doğrultusundadır. “Provokatör” olarak nitelendirilen kişilerin görüntülerinin (polise taş atan, yüzü maskeli olan, banka camı kıran, vb.) ön plana çıkarılması, üniversite işgâl eylemlerinden sonra sloganlarla kaplanmış fakülte duvarlarının ya da barikat kurmada kullanılmış sıra ve sandalyelerin gösterilmesi, vb. görüntü ve bilgilerle “devlet malına zarar veren” ve “polise mukavemet eden” eylemci düşüncesinin kamuoyunda işlenmeye çalışılması bu düşüncemizi destekler yöndedir. Somut bir örnek vermek gerekirse, Show TV’de Reha Muhtar’ın haber programında, Sabancı suikastı ile harç protestoları arasında bağlantı kurması, öğrenci eylemleri aleyhine bir kamuoyu yaratma girişimidir. Suikastın sanıklarından DHKP-C üyesi olduğu iddia edilen Fehriye Erdal’ın da öğrenci olmasından hareketle Reha Muhtar, Şevket Sabancı’nın her yıl üniversitelere büyük miktarlarda bağış yaptığını, ama tüm bu yardımseverliğine rağmen bir öğrenci tarafından öldürüldüğünü, dolayısıyla da öğrencilerin bindikleri dalı kestikleri yorumunu yapmıştır (Show TV Ana Haber Bülteni, Mart 1996). Harç protestolarından görüntülerle birlikte sunulan bu yorum, harçlara yapılan zammı protesto eden öğrencilerin terör örgütü üyesi gibi algılandıklarını ve gösterildiklerini, potansiyel birer katil olarak sunulduklarını göstermektedir.

Eylemler süresince, özellikle de Şubat-Nisan ayları arasında, polis tarafından uygulanan şiddetin dozu arttıkça, medyada farklı tutumlar da görülmeye başlanmıştır. Cumhuriyet gazetesi muhabirlerinden, “Kalemli Çete” davasını ilk haber yapan ve başından sonuna izleyen Alper Ballı’nın da söylediği gibi, “bu öğrenciler polis tarafından niçin dövülüyor” sorusu sorulmaya başlamıştır.[17]

Toplumsal gruplar tarafından düzenlenen sokak gösterilerinin stratejik önemleri vardır: bir sokak gösterisi medyada yer alabilmek için gazeteciler üzerinden hareket eder ve böylece, “kamuoyu” ve dolayısıyla da iktidar üzerinde etki etmeği amaçlar (Champagne, 1990b; s. 339). Burada, toplumsal bir sorunun iktidarın gündemine alınmasını sağlamada medyanın araç olarak kullanılması söz konusudur. Diğer bir anlatımla, medya toplumsal hareketin “hoparlörü” (Neveu, 1999; s. 26) durumuna gelmektedir. Medyanın bu hoparlör işlevi aynı zamanda toplumsal muhalefet hareketlerinin masraflarını da kısmaktadır. Şöyle ki; bildiri dağıtma yoluyla ulaşılabilecek kişi sayısı sınırlı kalırken, aynı zamanda da maliyeti yüksek olmaktadır. Oysa, televizyonda geçecek bir haberin bir yandan hareket için hiçbir maliyeti olmamakta, diğer yandan da ulaşılabilecek insan sayısı bildiri dağıtarak ulaşılandan çok daha fazla olmaktadır. Bu açıdan bakılınca, medya ile toplumsal muhalefet hareketleri arasındaki ilişkinin yalnızca çatışmaya dayanan bir ilişki olmadığı görülmektedir. Medya, kamuoyu ve iktidar üzerinde egemenlik kurmanın bir aracı haline gelmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, medyada yer alabilmek açısından kişiler ve gruplar fırsat eşitliğine sahip değildir. Dolayısıyla her toplumsal muhalefet hareketi medyadan eşit oranda yararlanamamaktadır. Bu durum medyadan yararlanma açısından toplumsal muhalefet grupları arasında bir “aristokrasi” yaratmaktadır.

1995-96 öğrenci hareketi sürecinden ayrı olarak değerlendirilmesi mümkün olmayan yargılama sürecinde, “Kalemli Çete”nin medyada geniş yer almasının nedenleri nelerdir? Benzer biçimde yargılama konusu olmuş bir çok öğrenci varken, neden bu öğrencilerin yargılanmaları medyada bu kadar yer alabilmiştir? Davanın medyada bu denli yer almasında iki etkenin rolü vardır. Birincisi, ailelerin, özellikle de Mehmet Tüfekçi’nin, özel çabaları, ikincisi ise kurulan ilişkiler ağıdır.

Davayı başından sonuna kadar izleyen Cumhuriyet gazetesi muhabirlerinden Alper Ballı ailelerin rolü konusunda:

“ Tek tek baktığınızda inanılmaz şeyler çıkıyor gerçekten. Öyle aileler var ki! Antalya’da Ahmet Aşgın Doğan’ın bir annesi var; yani, şehri ayağa kaldırdı. Öyle haykırışlarla ağıtlarla falan değil... Herkese tek tek yazıp... Tansu Çiller’e mektup yazdı kadın, yazdığı bu mektup nedeniyle hakkında soruşturma başlatıldı.”[18]

demektedir.

Radikal gazetesi muhabiri Adnan Keskin de davanın medya tarafından bu denli izlenmesinde ailelerin çabalarının altını çizmektedir.

“Kalemli Çete dediğimiz, doksan altı yıllıklar dediğimiz grup çok yoğun izlendi. Çünkü o grup kendi halkla ilişkilerini çok iyi yürüttü. Babaları, kardeşleri, kitle örgütleri bu işi öncelikli mesele yaptılar. Yani muhabir onu izlemeyi bıraksa bile, oradaki grup geldi, dosya getirdi, telefon açtı, bazı yeni bilgiler getirdi, yeni yeni şeyler yaptı ve akıllı şeyler yaptı. Gazeteler de bundan kopamadı.”[19]

Ailelerin bu özel çabaları yanında, gerek öğrencilerin gerekse ailelerin kurdukları ilişkiler ağı da davanın medyada ön plana çıkmasını kolaylaştırmıştır. Bu ilişkilerin bir kısmı zaten var olan ilişkilerken, bir kısmı da dava sürecinde kurulan ilişkilerdir. Yargılanan öğrencilerin öğrenim gördükleri okullardan kaynaklanan bağları ile politik bağları, önceden var olan ilişkilerin kaynağını oluşturmaktadır. Nurdan Bayşahan, Ahmet Aşgın Doğan ve Özgür Tüfekçi’nin, mezunları arasında sıkı bağların olduğu Mülkiye’de öğrenci olmaları, davanın medyada ön plana çıkmasını kolaylaştıran ilişkiler ağının genişlemesinde önemli bir etken olmuştur. Örneğin, Kanal D’de “Teke Tek” programında davayı konu alan Fatih Altaylı da Mülkiye mezunudur. Öğrencilerin öğrenim gördükleri okulun etkisinin yanında, siyasal ilişkilerinin de etkili olduğunu görüyoruz. Örneğin, Sabah gazetesindeki köşesinde dava hakkında sıklıkla yazan ve Show TV’de gösterilen demokrasi üzerine bir programına Mehmet Tüfekçi’yi konuk eden Can Dündar ile yargılanan öğrencilerin aynı siyasal partiye (ÖDP) yakın oldukları bilinmektedir.

“Kalemli Çete Davası”nda medyanın bir baskı aracı olarak kullanılması, tutuklu yakınlarında bir geleneğin de başlamasına öncülük etmiştir: “sorunlarını duyurmak için medyaya başvurma”. Bir araç olarak medyanın kullanılması kamuoyu yaratmak ve böylece de iktidarı ve mahkeme kararını etkilemek amacını taşımaktadır. Bu açıdan bakıldığında ailelerin başarısının kısmi olduğunu görürüz. Her ne kadar yaratılan kamuoyu mahkeme kararını etkilemiş ise de, öğrencilerin beraat etmelerine yetmemiştir.

“Kalemli çete olayında medyanın duyarlılığı ile ailelerin arayışları çakıştı. Bu olayda medya çocukların suçsuz olduğuna inandı. Suçlu olsalar bile cezasının bu olmadığına inandı. Ben hâlâ suçsuz olduklarına inanıyorum. Eğer medyaya başvurma geleneği başarılı olsaydı, Susurluk davası böyle olmazdı, kalemli çete böyle olmazdı... Şimdi bu çocukların şöyle bir hatası vardı: Bizim şahsımızda DGM’ler tartışılsın dediler. Tartıştıramazsın! Yani sen yetmezsin! Onu göremediler. Orada medyanın büyülü gücüne onlar da kapıldılar ne yazık ki! İlk ölüm yaşanana kadar açlık grevlerinden haberi olmayan bir ülkede, DGM’leri medya aracılığıyla nasıl tartıştırabilirsin ki?”[20]

Adnan Keskin’e göre medyaya başvurma, sivil toplum örgütlerinin gelişmediği, daha doğru bir anlatımla gelişmesi için uygun zeminin bulunmadığı bir toplumda, bir “yanılsama”dan öte bir şey değildir.

“Normalde bu tür sorunları sırtlanması gereken sivil toplum örgütleridir. Ama her derneğe devletin bakış açısı baştan belli; İnsan Hakları Derneği bölücü ,islamcı eğilimdeyse onlar şeriatçı,vb. Ne tür sivil toplum örgütleri kalıyor? Siyasilerle ilişkili, kara paranın aklanmasına hizmet eden örgütler falan kalıyor. Bunlar sivil toplum örgütü olarak sunuluyor. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkını kullanamayınca gidecek tek yer medya. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkını kullanamayan bir insan yanılsamaya düşerek medyanın kurtarıcı olabileceğini düşünebiliyor.”[21]

Parlamento dışı muhalefeti benimseyen bir toplumsal muhalefet grubunun, siyaset yapmak için araçlardan yoksun bulunduğu Türkiye gibi ülkelerde, medya bu repertuvar boşluğunu dolduracak bir araç olarak düşünülmektedir. Ancak her toplumsal grup medya aracılığıyla sesini duyurmada eşit olanağa sahip değildir.

BİR MÜCADELE ARACI OLARAK HUKUK

Bu davada hukuk bir mücadele aracı olarak nasıl kullanılmıştır? Hukukun, adalet sisteminin kendisine karşı bir mücadele aracı olarak kullanılması mümkün müdür?

Bourdieu’nün kavramsallaştırdığı biçimiyle hukuk ve adalet sistemi, “kullanma tekeli devlete ait olan, meşrû nitelikteki ve fiziki güç kullanımını da içinde barındıran sembolik şiddetin bir biçimidir.” (Bourdieu, 1986; s. 3) Bu tanımdan hareketle, devlet üzerinde sembolik şiddet uygulamak için savunma tarafından kullanılan bir hukuk düşünülebilir mi? Avukatlar arasında siyasal bir duruş sergilemek için yaratılan dayanışmanın, devlet üzerinde sembolik şiddet uygulamada kullanılan bir yöntem olduğu söylenebilir mi?

Yukarıda da belirtildiği gibi, avukatların bir siyasal duruş, bir dünya görüşü birlikteliği sergilemek için birlikte hareket ettikleri, karşılığında bir ücret talep etmeden dayanışma adına hareket ettikleri davalara dayanışma davaları denmektedir. Bu davalar, tanımı gereği ancak siyasî nitelikteki davalarda başvurulabilecek bir mücadele yöntemidir. Dayanışma davalarına, toplam altı yüz avukatın katıldığı Sivas davası örnek olarak verilebilir. Bu davada, avukatların sergilediği dayanışma başka bir siyasal dünya görüşü karşısındadır, ancak DGM’lerde görülen bir çok davada, “Kalemli Çete” davasında da olduğu gibi, doğrudan devlete karşı yaratılmaktadır. “Sayı ögesi”,[22] yani niceliksel güç kullanılarak, mahkeme üzerinde bir baskı yaratılmak istenmektedir. Bazı durumlarda ise, Barolar Birliği bir davanın savunmasını doğrudan üstlenmektedir. Türkiye’de uygulandığı biçimiyle dayanışma davaları, kavramların Weberci anlamında, DGM’lerin “egemenlik” (domination) kurma çabası karşısında bir “etki” (puissance) oluşturma aracıdır. Burada egemenlik, “belirli bir düzene itaat etmeye hazır, belirlenebilir nitelikteki kişileri bulabilme şansı” (Weber, 1995; s. 95) anlamında, etki ise “bir toplumsal ilişkide kendi iradesini başarıya ulaştırabilme şansı” (Weber, 1995; s. 95) anlamında kullanılmaktadır. Burada anlatılmak istenen, DGM’lerde davanın tarafları arasındaki ilişkinin eşitsiz bir ilişki biçiminde kurulduğudur; dayanışma içinde hareket edilen davalarda bile, savunmanın şansı, mahkeme kararını “etki”lemeye çalışmaktan öteye gidememektedir.

Dayanışma davaları aynı zamanda demokratik bir işleyiş mekanizmasına sahip davalardır. Çünkü bu davalarda, özellikle de “Kalemli Çete” davasında, avukatlar ve sanıkların aileleri, ortak bir strateji belirlemek, yani istemlerini başarıya ulaştırabilmek için toplantılar düzenlemektedir. Diğer bir anlatımla, hukuksal mücadeleye ilişkin kararlar ortaklaşa alınmaktadır.

Özetlenecek olursa, dayanışma davaları, “niceliğin gücü”ne başvurulan, demokratik bir işleyiş mekanizmasına sahip, mahkemelerin ve son kertede de devletin üzerinde etki yaratmayı amaçlayan siyasal nitelikteki mücadele davalarıdır.

Hukukun sınırları içinde kalan bu mücadele yöntemi dışında başvurulan bir başka yol ise, “yargılamaların reddi” olarak adlandırılabilir. Bununla anlatılmak istenilen, avukatların ve sanıkların davaları boykot etmesidir. En son 1998 yılında DGM’lere yönelik olarak başlatılan boykotta hukuk sisteminin işlevsizleştirilmesi amaçlanmıştır. Boykotun sona erdirilmesinin ardından bazı avukatlar “senaryosu başkaları tarafından yazılan bir oyunda yer almak istemedikleri gerekçesiyle”,[23] DGM’lerde görülen davalarda savunma yapmamayı sürdürmüştür.

Üçüncü ve son olarak, hukuksal mücadelede uluslararası hukukun da bir araç olarak kullanıldığı görülmektedir. Özellikle politik davalarda, iç hukuk yollarının tüketilmesiyle birlikte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru Türkiye’de sıklıkla başvurulan bir repertuvar haline gelmiştir. Bu repertuvarla siyasal alandaki mücadele uluslararası hukuk alanına kaydırılmaktadır. Mücadele alanının ulusal ölçekten uluslararası ölçeğe kaydırılması, mahkemelerin ve devletin üzerinde yeni bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurunun içinde barındırdığı baskı unsuru yanında, yargılanan kişilerin Türkiye’de bulamadıkları adaleti uluslararası platformda arama kaygısı da yatmaktadır.

Yukarıda açıklanılan her üç mücadele yöntemine de (dayanışma davası, mahkeme boykotu ve uluslararası hukuk yollarına başvurma) “Kalemli Çete” davası sırasında başvurulmuştur. Yani, hukuk demokratik bir mücadele aracı olarak kullanılmış ve DGM’ye karşı kendi araçlarıyla bir mücadele yürütülmüştür.

DAYANIŞMA AĞLARI

Eğer “Kalemli Çete” davasının belirgin özelliklerinden biri “medyaya başvurma” ise, diğeri “dayanışma ağları yaratılması”dır. Mehmet Tüfekçi’nin nitelemesiyle bu dava, “imece usulü”, yani herkesin elinden geldiğince bir katkı sağlamaya çalıştığı bir davadır. Peki bu dayanışma ağları nasıl yaratılmıştır? Bu ağ kimleri kapsamaktadır? Öncelikle belirtilmelidir ki, “ağ” (réseaux) kavramı, karşılıklı etkileşimleri biçimlendiren uzlaşmaların ya da çıkar gruplarının bütünü”nü ifade etmektedir (Lagroye, 1997; s. 468). Öğrenci eylemleri sırasında ilk önce çeşitli üniversitelerin öğrenci dernekleri arasında kurulan ağ, daha sonra, daha etkili bir baskı grubu oluşturarak karar alma mekanizmalarını etkilemek amacıyla sivil toplum kuruluşlarına doğru genişlemiştir. Bu aşamada sendikalar ve meslek örgütleri dayanışma ağının önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Öğretim Elemanları Sendikası’nın, bize, Fransa’da 1990 yılında “S.O.S. Racisme” örgütünün ırkçılık karşıtı “Dostuma dokunma!” (ne touche pas à mon pot !) kampanyasını hatırlatan “öğrencime dokunma!” (Cumhuriyet, 29 Nisan 1996) kampanyasından, basın açıklamalarına, doğrudan eylemlere katılmaya kadar uzanan dayanışma, öğrencilerin, bir yandan devlet karşısındaki konumunu güçlendirmeyi amaçlarken, diğer yandan, güvenlik güçlerinin müdahaleleri karşısında yalnız olmadığını göstermeyi hedeflemektedir.

Harçları protesto eylemleri sırasında, sadece bazı ülkelerin öğrenci dernekleriyle sınırlı olan uluslararası dayanışma, dava sırasında öğretim elemanlarına,[24] siyasî partilere ve avukatlara[25] doğru genişlemiştir. Japon profesörlerden Alman hukukçulara kadar bu açılım nasıl sağlanmıştır? Bir yandan, öğrenci dernekleri arasındaki ilişkiler, diğer yandan da özellikle Avrupa’da, Türkiye’den giden çok sayıda siyasî mültecinin varlığı, hukukçu dernekleri, sendikalar, meslek kuruluşları arasındaki ilişkiler sayesinde öğrencilerin davası uluslararası arenada duyulmuştur. Ulusal alanda sendikalar, meslek örgütleri ve derneklerle yaratılan dayanışma, uluslararası dayanışmanın yaratılmasına da temel oluşturmuştur. Bundan başka, Cumhuriyet’te yayımlanan bir köşe yazısının haftalık Courrier International dergisinde yayınlanması da davanın Avrupa’da duyulmasında etki etmiştir. Böylece, ulusal alandan uluslararası alana yayılan dayanışma ağı, devlet ve mahkeme üzerinde yaratılmak istenen baskıyı arttırmıştır.

Yaratılan bu ulusal ve uluslararası dayanışma ağı neden sadece bazı davalarda görülmektedir? Neden bazı davalar bu kadar ön plana çıkarken, diğerlerinden kamuoyunun haberi bile olamamaktadır? Daha önce de belirtildiği gibi, öğrencilerin okudukları okulların, aydınların ve medyanın, kişisel ilişkilerin bu konuda öncelikli rolü vardır. Karar alma mekanizmalarına kurumsal katılım yollarının bulunmadığı ülkelerde, alınan kararlar üzerinde etkide bulunabilmede kişisel ilişkilerin önemi büyüktür (Wilson, 1983; s. 226). Bu dava sırasında bu nedenle kişisel ilişkiler yoluyla bir dayanışma ağı ve baskı mekanizması kurulmaya çalışılmıştır. Nurdan Bayşahan, Özgür Tüfekçi ve Ahmet Aşgın Doğan’ın öğrenim gördüğü Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin (Mülkiye) dayanışma ağlarının kurulmasında önemli bir yeri vardır. Devletin önemli kadrolarında görev alan ve aralarında kuvvetli bir dayanışmanın bulunduğu mezunların kurduğu Mülkiyeliler Birliği, bir yandan ilişki ağlarının kurulmasına katkı sağlamış, diğer yandan da, yaptığı basın açıklamaları ile doğrudan hükümet üzerinde etki kurmaya çalışmıştır. Bir baskı grubu olarak Mülkiyeliler Birliği’nin üyelerine etki etme yoluyla hükümet politikalarında bir baskı unsuru oluşturmaya çalışması Birliğin çeşitli kararlarında görülmektedir. Birliğin 1996 yılında, tutuklu ve hükümlüler tarafından yapılan açlık grevlerinde sergilediği tutum nedeniyle Adalet Bakanı Mehmet Ağar’ı üyelikten çıkarma kararı (Benli, 1996; s. 285), bu yöndeki uygulamalara örnek olarak gösterilebilir. Birlik, ailelerin Meclis başkanı gibi birtakım üst düzey devlet yetkilileri ile görüşmesinde de aracı olmuştur. Ayrıca, Ankara dışından davaya katılmak için gelen ailelere Mülkiyeliler Birliği Otelinde kalacak yer sağlayarak ekonomik açıdan da destek vermiştir.

İlk başlarda daha çok Koordinasyon üyesi öğrencilerin çabaları ile başlayan davaya aydın ve sanatçı desteği, medyanın devreye girmesiyle birlikte, karşılıklı olarak birbirini desteklemiştir. Yani, davaya aydın ve sanatçılar destek verdikçe medyanın davaya olan ilgisi artmış, diğer yandan da, medya davayla ilgilendikçe davaya katılım ve destek artmıştır: karşılıklı bir etkileşim söz konusu olmuştur. Her ikisinin devreye girmesi ise, var olan ilişki ağların daha da genişlemesini sağlamıştır.

Davanın kamuoyunda bu kadar ön plana çıkmasının bir de ailelerin sosyal konumları açısından ele alınması gerekmektedir. Yargılanan öğrencilerin sosyal kökenlerine baktığımızda “küçük burjuva” sınıfına ait ailelerden geldikleri görülmektedir. Davanın kamuoyuna duyurulmasında en çok çabayı harcayan Özgür Tüfekçi’nin babası Mehmet Tüfekçi devlet memuru emeklisidir. Erdemir ve Toprak Mahsulleri Ofisi’nde üst düzey görevlerde bulunmuştur. Ancak yapılan incelemeler ve gözlemler, ilişkiler ağının genişlemesinde onun statüsünden çok, ilişki kurmadaki başarısının etkili olduğunu göstermiştir. Yargılanan öğrencilerden Bülent Karakaş’ın babası, tekstil ticareti yapmaktadır. İstanbul’daki yazılı basınla ilişkileri Bülent’in babası yürütmüştür. Mersin Barosu ve CHP il teşkilatı ile ilişki kuran Ahmet Aşgın Doğan’ın annesi çalışmıyor, babası ise çiftçidir. Bursa’daki yerel basınla ilişki kuran ise Metin Murat Kalyoncugil’in ablasıdır. Nurdan Bayşahan’ın ve Ulaş Doğu Atlı’nın babaları öğretmendir. Karadeniz’li olan Mahmut Yılmaz’ın ailesi ise çiftçilik yapmaktadır. Yargılanan öğrencilerin Türkiye’nin değişik bölgelerinden gelmeleri, davanın ülke çapında duyulmasında etkili olmuştur.

Özetlemek gerekirse, “Kalemli Çete” davasında, dayanışma ağlarının iki temele dayandığı görülür: birincisi kişiler arası bağlar (arkadaşlık, okul, vb. ağları), ikincisi ise, siyasal bağlardır. Dayanışma ağlarının medyaya, politikacılara, aydınlara ve uluslararası platforma doğru genişlemesinde bu iki tür ilişkiler ağının harekete geçirilmesi etkili olmuştur.

SONUÇ

Ekim 1995’te harçlara karşı düzenlenen bir protesto gösterisiyle başlayan bu süreç, Aralık 1999’da öğrencilerin aldıkları cezaların Yargıtay tarafından onanması ve üç öğrencinin yeniden cezaevine girmesi ile sürmüş, 22 Aralık 2000 tarihinde çıkan Şartlı Salıverme Yasası ile serbest kalmaları ile de noktalanmıştır. “Noktalanmış görünmektedir” demek daha doğrudur, çünkü, eğer herhangi bir başka suçtan hüküm giyerlerse, kalan cezalarını da çekmek zorunda kalacaklar. İncelenilen bu süreç Türkiye’de “başka araçlarla siyaset yapma”nın bedelini göstermektedir. Geleneksel devlet anlayışı ve buna bağlı olarak da hukuksal düzenlemeler, Türkiye’de muhalif ve iç düşman tanımlarının sıklıkla birbiriyle özdeşleştirilmesine neden olmaktadır. DGM’ler gibi kurumların varlığı bu özdeşleştirmeyi hızlandırmakta ve kolaylaştırmaktadır.

Siyasal terminolojide “örgüt” ve “örgütlenme” kavramlarına yüklenen negatif anlam, Türkiye’de devletin sivil toplum kuruluşlarına ve toplumsal muhalefet hareketlerine kuşku ile yaklaşması sonucunu doğurmuştur. Bununla paralel olarak da öğrenciler “birlikte hareket etmek için” Koordinasyonu kurduklarında, bu örgütlenme güvenlik güçlerinin kuşkularının merkezi haline gelmiştir. Örgütlenmenin sol görüşlü öğrenciler tarafından gerçekleştirilmesi, bu kuşkuların artmasına neden olmuştur. Türkiye’de ortaya çıkan gençlik hareketlerinin 68 öğrenci hareketi ile özdeşleştirilmesi, yalnızca öğrencilere özgü değildir; sol akımlar arasındaki siyasî geleneğin sürekliliğinin de etkisiyle, devlet de filizlenen hareketlere “acaba 68 öğrenci hareketi boyutuna ulaşır mı?” şüphesi ile yaklaşmaktadır. Bu şüphe, öğrenci hareketlerine devletin gösterdiği hoşgörü marjlarını daraltmakta ve alınan güvenlik önlemlerinin “paranoyakça” bir nitelik kazanmasına neden olmaktadır.

Toplumsal muhalefet hareketleri karşısında alınan güvenlik önlemlerinin sıkılığı ve muhalefet yapmak isteyenlerin karşılığında katlanmaları gereken bedelin ağır oluşu, bireyleri bu bedel karşısında birtakım mücadele yöntemleri bulmaya yöneltmiştir. Medyaya başvurma ile aydın ve sanatçıların da içinde yer aldığı dayanışma ağları yaratılması bu yöntemlerden en sık olarak kullanılanlarıdır. Özellikle adalet sistemine ilişkin sorunlarda medyaya sıkça başvurulması, gündemi oldukça sık değişen Türkiye’de bu mücadelenin ancak birkaç köşe yazarı ve muhabir tarafından yürütülmesi sonucunu doğurmaktadır. Aydın ve sanatçıların bu tür davalarda katılımcı olması, bir yandan kamuoyu desteğinin oluşmasını sağlarken, diğer yandan devlet üzerinde baskı yaratmaktadır.

Oluşturulan medya desteğine ve dayanışma ağına rağmen, yürütülen mücadelenin başarısı sınırlı olmuştur. Her ne kadar aldıkları ceza oranları düşmüş ise de, öğrencilerin beraat ettirilmeleri sağlanamamıştır. Buna karşılık DGM iki “kazanım” elde etmiştir: bir yandan, yaratılmaya çalışılan kamuoyuna rağmen öğrencileri terör örgütüne üyelikten mahkûm etmiş, diğer yandan da öğrenci hareketini geriletmeyi başarmıştır. Harçların her yıl artan oranda alınmaya devam edilmesine karşılık, öğrenci eylemleri kitleselliğini kaybetmiştir. Bunda güvenlik güçlerinin uyguladığı baskı politikasının ve Ankara DGM’nin öğrencileri ağır hapis cezalarına çarptırmasının etkisi büyüktür.

Sonuç olarak, uygulanan baskı politikası (güvenlik güçlerinden mahkemelere kadar) Türkiye’de parlamento dışı muhalefet yapmanın yollarını tıkamaktadır. “Başka araçlarla siyaset yapma”nın bedelinin bu kadar ağır olduğu bir toplumda, “toplumsal sessizlik ve duyarsızlık” egemen olmaktadır.

Benli, H. T. (1996), Mülkiyeliler Birliği Tarihi 1946-1996, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları no 18.

Boltanski, L. - Chiapello, E. (1999), Le Nouvel Esprit du Capitalisme, Gallimard.

Bora, T. (1995), Milliyetçiliğin Kara Baharı, 2. bas. , Birikim Yayınları.

Bourdieu, P. (1994), Raisons pratiques. Sur la théorie de l’action, Seuil.

Bourdieu, P. (1986), « La Force du droit. Eléments pour une sociologie du champ juridique », Actes de la Recherche en Sciences Sociales, no : 64, s. 3-19.

Champagne, P. (1990a), Faire l’opinion. Le nouveau jeu politique, les éd. de Minuit.

Champagne, P. (1990b), “La manifestation comme action symbolique”, Pierre Favre, La Manifestation içinde, Presses de la Fondation Nationale des Sciences Politiques, s. 329-356.

Cointre, O. (1991-1992), Les Actions d’émergence de l’action collective en milieu conflictuel,, Mémoire de DEA de Science de Gestion Option ORH, Université de Paris I Panthéon-Sorbonne, dir. J. Rojot.

Crettiez, X. (1999), « Les models conceptuels d’appréhension du terrorisme », Les Cahiers de la Sécurité Intérieure, no: 38, s. 199-217.

Devrimci Gençlik, no: 18, Aralık 1995.

Fillieule, O. et Pechu, C. (1993), Lutter ensemble : Les théories de l’action collective, L’Harmattan, Paris.

Fillieule, O. (1997), Stratégie de la rue. Les manifestations en France, Presses de Sciences Politiques, Paris.

Gürüz, K. ve diğerleri (1994), Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğrenim, Bilim ve Teknoloji, TÜSİAD Yayınları.

Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığı’nın İddianamesi, no : 1996/52, 7 Haziran 1996.

Lagroye, J. (1997), Sociologie Politique, troisième éd., Presses de Sciences Politiques et Dalloz.

Lapeyronnie, D. (1993), « Le mouvement étudiant de l’automne 1986 », in F. Chazel Action Collective et Mouvements Sociaux, PUF, Paris, s. 87-90.

Lazzarie, C. ve Reynie, D. (1992), Le Pouvoir de la Raison d’Etat, PUF.

Marx, G. T. (1997), « L’Etat et les mouvements sociaux : Modèles d’action, interprétations, résultats et complications », Les Cahiers de la Sécurité Intérieure, no : 30, s. 233-267.

Marx, K. (1990), Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Yayınları.

Neveu, E. (1999), « Médias, mouvements sociaux, espaces publics », Réseaux, no : 98, CNET/ Hermès Sciences Publications, s. 17-85.

Offerle, M. (1998), Sociologie des Groupes d’intérêt, deuxième éd., Montchrestien.

Ollitrault, S. (1999), « De la caméra à la pétition-web. Le répertoire médiatique des écologistes », Réseaux, no : 98, CNET/ Hermès Sciences Publications, s. 153-185.

Sancar, M. (1997), « ‘Devlet Aklı’, Hukuk Devleti ve ‘Devlet Çetesi’ », Birikim, no : 93/94, s. 80-90.

Schmitt, C. (1992), La Notion de Politique. Théorie du Partisan, Flammarion.

Soulier, G. (1985), « Les Institutions judiciaires et répressives », Grawitz- Leca, Traité de Science Politique (2). Les Régimes politiques contemporains içinde, PUF, s : 510-552.

Tanör, B. (1994), Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu, BDS Yay.

Tatlıcan, S. (1995), “1980 sonrası öğrenci dernekleri”, Birikim, no : 73, s. 72-75.

Tilly, C. (1986), La France conteste de 1600 à nos jours, İngilizce’den çeviren Eric Diacon, Fayard.

Uluslararası Af Örgütü, Turquie, Quelle Sécurité ?, Ekim 1996 Raporu.

Weber, M. (1995), Economie et Société/1, Agora.

Wieviorka, M. (1988), Sociétés et Terrorisme, Fayard, Paris.

Wilson, F. L. (1983), « Les Groupes d’intérêt sous la Cinquième République. Test de trois modèles théoriques de l’interaction entre groupes et gouvernement », RFSP, vol : 33, no: 2, s.220-254.

Yüksek Öğrenim Kurumu (1998), “Yükseköğrenimin Bugünkü Durumu : Mart 1998”, http://www.yok.gov.tr/yok/tybdurumu/bolum8.html

Yüksek Öğrenim Kurumu (1999), “Türkiye’de Yükseköğrenimin Bugünkü Durumu : Mart 1999, Tarihçe” , http://www.yok.gov.tr/mart99/bolum2.html

Yüksek Öğrenim Kurumu (2000), “Üniversite Öğrencileri Aile Gelirleri, Eğitim Harcamaları, Mali Yardım ve İş Beklentileri Araştırması”, http://www.yok.gov.tr/egitim/raporlar/ailegel.html

Gazeteler

Milliyet, 9 Şubat 1973/11 Şubat 1973/6 Ekim 1976/7 Ekim 1976/9 Ekim 1976/19 Aralık 1996

Cumhuriyet, 21 Ekim 1995/1 Kasım 1995/7 Kasım 1995/4 Şubat 1996/9 Şubat 1996/2 Mart 1996/11 Mart 1996/26 Mart 1996/30 Mart 1996/13 Nisan 1996/29 Nisan 1996/26 Aralık 1996

Hürriyet, 9 Aralık 1996/18 Aralık 1997/19 Mart 1998/5 Temmuz 2000

Demokrasi, 22 Mart 1996

Radikal, 28 Aralık 1996

Görüşmeler

Nuh Mete Yüksel, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı, 5 Nisan 2000, Ankara; Adnan Keskin, Radikal gazetesi muhabiri, 6 Nisan 2000, Ankara; Turgut Okyay, Yargıtay üyesi, Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi eski başkanı, 7 Nisan 2000, Ankara; Alper Ballı, Cumhuriyet gazetesi Muhabiri, 11 Nisan 2000, Ankara; Nedim Erkuş, avukat, 13 Nisan 2000, Ankara; Şenal Sarıhan, avukat, 15 Nisan 2000, Ankara; Mehmet Tüfekçi, yargılanan öğrencilerden Özgür Tüfekçi’nin babası, 5 Ağustos 2000, Ankara; Benedicte Chesnelong, Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu Türkiye sorumlusu, avukat, 29 Mayıs 2000, Paris.

[1] Bu makale, Paris I Üniversitesi’ne Ekim 2000 tarihinde sunulan yüksek lisans (DEA) tezinden derlenmiştir.

[2] Avukat Nedim Erkuş ile görüşme, 13 Nisan 2000.

[3] Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı Nuh Mete Yüksel ile görüşme, 5 Nisan 2000.

[4] Koordinasyon üyesi öğrencilerin avukatlarından Şenal Sarıhan ile görüşme, 15 Nisan 2000.

[5] Avukat Benedicte Chesnelong ile görüşme, 29 Mayıs 2000.

[6] DGM önünde yargılanan bu öğrencilere “Kalemli Çete” adını avukatlarından Şenal Sarıhan vermiştir. Bir duruşma sonrası yaptığı basın açıklamasında silahlı çete üyesi olmaktan yargılanan öğrencilere atfen « bunlar silahlı çete falan değil, olsa olsa kalemli çetedir » demesi üzerine, bu tanımlama medyada sıklıkla kullanılmış ve öğrenciler bu adla anılmaya başlamışlardır.

[7] Bu eylemde her yıl yılın lalelerini seçen haftalık karikatür dergisi Leman’ın etkisi görülmektedir.

[8] Bu konuda Necdet Menzir’in sözleri için 2 Mart 1996 tarihli Cumhuriyet gazetesine, İçişleri Bakanının nitelemeleri için de 26 Mart 1996 tarihli Cumhuriyet gazetesine bakılabilir.

[9] Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel ile görüşme, 5 Nisan 2000.

[10] Yargıtay üyesi Turgut Okyay ile görüşme, 7 Nisan 2000.

[11] Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Nuh Mete Yüksel ile görüşme, 5 Nisan 2000.

[12] Avukat Şenal Sarıhan ile görüşme, 15 Nisan 2000.

[13] Bu düşünceye karşı örnek olarak “Manisa Davası” verilebilir, ancak orada yaratılan dayanışma daha çok aydınların girişimi ile olmuştur. Bu davada ise, öncelikli rolün ailelere, özellikle de Özgür Tüfekçi’nin ailesine ait olduğunu görülmektedir. Söz konusu iki davanın farkı bu noktada ortaya çıkmaktadır.

[14] Mehmet Tüfekçi ile görüşme, 5 Ağustos 2000.

[15] 16 Mart 1997 tarihinde tutuklanan Ulaş Doğu Atlı davaya birinci karardan sonra dahil olmuştur.

[16] Avukat Şenal Sarıhan ile görüşme, 15 Nisan 2000.

[17] Cumhuriyet gazetesi muhabiri Alper Ballı ile görüşme, 11 Nisan 2000.

[18] Cumhuriyet gazetesi muhabiri Alper Ballı ile görüşme, 11 Nisan 2000.

[19] Radikal gazetesi muhabiri Adnan Keskin ile görüşme, 6 Nisan 2000.

[20] Alper Ballı ile görüşme, 11 Nisan 2000.

[21] Adnan Keskin ile görüşme, 6 Nisan 2000.

[22] Niceliğin baskı grupları tarafından bir baskı unsuru olarak kullanılması için bakınız : M. Offerlé (1998), s. 110-118.

[23] Avukat Nedim Erkuş ile görüşme, 13 Nisan 2000.

[24] Berlin Teknik Üniversitesi öğretim elemanlarını temsilen gelen bir grubun Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin yargılamasını protesto etmek için topladıkları iki bin imzayı TBMM başkanı Hikmet Çetin’e sunmaları konusunda bakınız : Hürriyet, 19 Mart 1998.

[25] Alman Çağdaş Hukukçular Derneği’nin Başkanı Diether Hummer’in davayı izlemek için Türkiye’ye gelmesi ile ilgili olarak bakınız : Hürriyet, 18 Aralık 1997.

TABLO

TABLO

İsim 1. Karar 2. Karar

Ahmet Aşgın Doğan 18 yıl 20 gün 8 yıl 20 gün

Bülent Karakaş 18 yıl 20 gün 8 yıl 20 gün

Özgür Tüfekçi 18 yıl 20 gün 8 yıl 20 gün

Metin Murat Kalyoncugil 18 yıl 20 gün 8 yıl 20 gün

Mahmut Yılmaz 12 yıl 6 ay 2 yıl 6 ay

Ulaş Doğu Atlı[15] 8 yıl 20 gün

Deniz Kartal 3 yıl 9 ay 2 yıl 6 ay

Elif Kahyaoğlu 3 yıl 9 ay 2 yıl 6 ay

Nurdan Bayşahan 3 yıl 9 ay 10 ay