Almanya'da “yeni merkez“, Yeni Sosyal Demokrasi

Almanya’da “Kohl Neslinden” söz edilir. 16 yıllık CDU-FDP (Hıristiyan Demokrat- Liberal) iktidarının toplumsal ve siyasî damgası altında büyüyen kuşağın çoğunluğu, sanki muhafazakâr-liberal yönetimin bir alternatifinin olamayacağı duygusuyla yetişti. Sadece bununla sınırlamamalı: Siyasî ve toplumsal aygıtların da bu iktidarın ve arkasındaki ideolojilerin yerleşmesine katkıda bulunduğunu belirtmekte fayda var. Her ne kadar bu süreç içinde yerel düzeyde ve eyalet parlamentolarında iktidar olsalar da, Alman Sosyal Demokratları için bu dönem ciddi bir kriz teşkil etmekteydi. Ayrıca Kohl ve yandaşları Almanya için önem taşıyan siyasî gelişmeleri hep kendilerine mal etmekte gayet başarılı sayılırlar. Avrupa Birliği’nin önem kazanması ve Batı Almanya-Doğu Almanya birleşmesi, bu gelişmelerle bağlantılı önemli reformları gerçekleştirememesine rağmen Kohl’ün “Birleşmenin Başbakanı” olarak “millî” tarihte bir yer edinmesini sağladı.

Alman Sosyal Demokratlarının kronikleşen muhalefet pozisyonundan çıkarak iktidar atağına geçmeleri ise, 1998 seçimi öncesinde sosyal bilimcilerin, sendika uzmanlarının ve sermaye temsilcilerinin istişarelerle keşfetikleri “Yeniden Konumlanma” ile oldu. “Yeniden konumlanma”nın rotası, muhtemelen iletişim ve halkla ilişkiler uzmanlarının hatırı sayılır desteğiyle bulunan bir formülle çiziliyordu: Die Neue Mitte, Yeni Merkez.[1]

Yeni Merkez’in ne olduğu ve neyi temsil ettiği tartışması çok uzun sürdü, hâlâ da sürüyor. Bunun bir nedeni de, Kızıl-Yeşil (Sosyal Demokrat-Yeşil) koalisyonun iktidarı aldıktan sonra da bu formülün altını somut içeriklerle ve konumlanmalarla dolduramaması. Bugüne dek “Yeni Merkez”, daha ziyade sosyal demokratların orta sınıflara yönelmesini, serbest girişimi teşvik politikasını ve SPD’nin ekonomi ve sosyal politikadaki geleneksel konumuna nihâî olarak veda edişini ifade etmeye yarayan, içi boş bir formül olarak kaldı. Gerhard Schröder ve parti dostlarının bu derlemedeki aslî ilham kaynağı, Tony Blair’in New Labour’u ve Cool Britannia idi. Britanya Başbakanı, -ne çeşit bir şeyse?- “Üçüncü Yol”da yürümeye koyulan yeni Orta-Solun öncüsü olarak, göreve geldiğinden itibaren New-Labour’daki ‘yeni’yi tanımlamaya ve sosyal demokrat güçler için Avrupa çapında bir politikanın modellerini oluşturmaya gayret etmişti.[2] Büyük Britanya’da bunun anlamı, Üçüncü Yolun dümeni sağa kırmasıydı. Birkaç örnek vermekle yetinelim: Suça karşı sertlik ve şiddet, sosyal yardım bütçesinde ve sağlık harcamalarında kesinti, iş dünyasının taleplerine açıklık... Clinton’ın ikmalleriyle desteklenen Blair reçetesi,, Schröder ve Ortakları açısından yol gösterici olmakla beraber, bu tasarımların bire bir uyarlanmasından söz edilemez. Ama Almanya’da da “yeni” olanı, piyasaya çok daha fazla yakınlaşma, yurttaşların sosyal alanda kendi sorumluluklarını kendilerinin üstlenmesi ve iktisadî alanda özel girişime daha fazla serbestlikle özetleyebiliriz. Bir zamanların sosyal demokrasisinin alfabesinin bu olmadığı açık. Hubert Klein ve Siegmar Mosdorf, “mal üretim ve dağıtımında etkin bir mekanizma olarak piyasanın üstün gücünden” büyülenmiş olarak, “solun bazı değerlerinin aşılması” gibi bir maliyeti göze almak pahasına, “politikanın rönesansından” söz ediyorlar (Klein / Mosdorf 1998: 13). Buna göre, yeni politikanın yön verici imgesi, yurttaşların etkin katılımı için yeni “imkân sahaları” açan “ortaklık/paydaşlık toplumu”dur. “Öz-örgütlenmenin toplumsal güçleri”, aynı zamanda “ekonomik sistemin sınırlanmasına” da hizmet edecektir. Piyasa ile devletin karşıtlığı değil, piyasa-devlet-toplumun karışımı ve sinerjisi söz konusudur burada. 1991 Seçimlerinde Schröder’in kampanyasının başını çektikten sonra Başbakanlık Müsteşarı olan ve buradaki başarısızlığı üzerine Bosna’ya atanan Bodo Hombach’ın Aufbruch. Die Politik der neuen Mitte’sini [Çıkış Yolu - Yeni Merkez’in Politikası] okuyunca, “yeni”nin ne olduğu anlaşılamıyordu. Yeni Merkez’in yeni ideologları olmaya soyunan Klein ve Mosdorf ise, “yeni”nin özünü globalleşme, daha çok özel girişim, daha az devlet, istikrar ve dijital devrimle tanımlıyorlar.

Yeni Merkez lâfazanlığı, sosyal demokratlara zekice ve iletişimde iyi iş gören bir halkla ilişkiler numarası olarak hizmet etti; hükümet politikasında ise rejim politikasını tanzim eden bir fikir olarak pek ortalıkta yoktu. Sosyal demokratların müttefikleri Birlik 90/Yeşiller’le birlikte iktidara geldikten beri yapmaya çalıştıkları, daha ziyade, globalleşen rekabette Almanya’nın mevzii koşullarını iyileştirmek ve köklü reformlarla ülkenin rekabet yeteneğinin geleceğe dönük güvencelerini yaratmak. Bu hücumun kanadında, kamuoyu oluşturucu etkisi güçlü bir kültürel çaba yer alıyor. 2. Dünya Savaşından sonra ilk kez bir Kültürden Sorumlu Devlet Bakanlığının ihdas edilmesi, bu çabanın kurumsal ifadesidir.

Sosyal demokrasinin yeniden ayar edilmesinin ne denli geniş sonuçlarını olduğunu, politikanın birkaç alanında gösterebiliriz. Sosyal politika alanında Federal Almanya’nın Kızıl-Yeşil ittifakı, tıpkı Büyük Britanya ve ABD’deki gibi, on yıllık neo-liberal deregülasyonun mirasını devralmıştır. Bu mirasta devlet bütçesinin borca batırılması ve devlet işletmelerinin özelleştirilmesi yoktur sadece, bir vakitler ulusal refah devletinin düşünülebilir kıldığı her şeyin kararlı bir biçimde yerinden edilmesi vardır.

1980’li yılların başında, belirleyici politik güçler, durgunluk bunalımına giren dünya ekonomisinin tüm sorunlarını çözecek bir sihirli ilaç olarak görmüşlerdi neo-liberalizmi. 20 yıl sonra, neo-liberalizmin de kararlı ve istikrarlı bir büyüme sağlamadığı ortaya çıkmış bulunuyor (Jessop 1997: 75, Lipietz 1998). Neo-liberalizm, bağlayıcı, toparlayıcı bir ekonomik regülasyon modeli koyamadı. Böylesi modellerin toplumsal mutabakatlara dayanması gerekirken, neo-liberalizmin bir savaş ilânından ibaret olmasının payı da az değildi bunda. Kohl hükümeti 16 yılda öncelikle bir şeyi başarmıştı: Sosyal devletin içinin maddî olarak oyulması. Yapısal bir reform eksik kalmıştı. Gerçi korporatist taahhütler işçi sınıfı aleyhine gevşetilmişti, fakat ilke olarak muhafaza edilmekteydi. Sosyal devlet mantıklarının aşırı bir malî yükümlenmeyle (özellikle 1990’da iki Alman devletinin birleşmesiyle iyice aşırıya vararak) muhafazası stratejisi, sonuçta sosyal devletin tarz değiştirmesine yol açtı. Alman sosyal yardım sisteminde katkılar nicel olarak ücretli emeğe eşlendiği (ve hem ücret düzeyi düşüp hem işsizlik arttığı) için, sosyal devletin içinin oyulmasıyla birlikte, sosyal yardımlardan yararlananlara karşı verilen hizmetlerdeki kayıtlamalar, kısıtlamalar gitgide arttı. Claus Offe, Büyük Britanya’da Thatcher’ın neo-liberal politikasıyla ile ilgili olarak benzeri bir sonuca ulaşıyor (Offe 1996).

Sosyal demokrasi bugün, eski tasavvurlarının hem ideolojik hem maddî açıdan geçersizleştiği, radikal piyasacı bir projenin de kendisi açısından uygulanamaz göründüğü bir durumda bulunuyor. Bu nedenle bir taviz, bir uzlaşma muhtemeldir. Jessop’a katılarak, güncel gelişme ”Schumpeteryen Workfare Rejimi” olarak tanımlanabilir. Bunda baskın olanlar artık neo-liberal unsurlar değil, yeni-devletçi ve yeni-korporatist unsurlardır. Örneğin sosyal politikada yapısal rekabet yeteneği gözetilecek, fakat bunu bütçe kısıntılarıyla yapmak yerine, devlet etkin bir rol üstlenecektir. Bu rol de Keynesyen bir talep stabilizasyonu anlamında olmayacak, işsizler ve sosyal yardımla geçinenleri “aktive edecek” programlar aracılığıyla oynanacaktır: Kâh bireysel düzeyde rehberlik ve eğitim vererek, kâh istihdamı müşkül işgücünü çalıştıran işletmelere devlet desteği sağlayarak… Yeni-Sosyal demokrasinin havucu yanında sopası da eksik değildir elbette. Başbakan Schröder’in savurduğu, aldıkları sosyal yardımın sona erdirilmesi gereken tembellere çatan güncel söylem, bunu belirgin kılıyor. Modern sosyal demokratların uzmanlarına yan gözle bir bakınca fark edileceği gibi, popülist bir bireysel eylemden ibaret değil bu çıkış. “İş için birlik” müzakerelerinde hükümeti temsil eden sosyal bilimciler Streeck ve Heinze, uzun zamandır, “yardım alanlarla ilgili beklenti ölçütlerinin katılaştırılmasını ve iş önerilerinin geri çevrilmesi durumunda sosyal yardım kesintilerinin kararlılıkla uygulanması gerektiğini” savunuyorlar (1999: 45). Blair-Schröder metninde deniyor ki: “İş bulma yeteneğini engelleyen bir sosyal güvenlik sistemi, reforma muhtaçtır.” Sosyal “güvenlik ağı”nın, “kendisiyle ilgili sorumluluk üstlenmeye atlama tahtası”na dönüşmesi gerektiği söyleniyor. Aktive edici sosyal politika modelinin muhafazakâr-liberal modelden farkı, sosyal yardım kısıntısının ötesinde, devlet yardımı vaad etmesi. New Labour’dan kopya edilen bir taslak bu. Öte yandan Britanya deneyimi, böylesi programların vaadlerini pek gerçekleştiremediğini göstermiş bulunuyor (karş. Jessop 1998).

1998 Sonbaharında hükümet olalı beri, iktidar koalisyonunun kendi içinde de son derece farklılaşan çözümleri düşündüğü apaçık görülüyor. Maliye Bakanı Lafontaine’in istifasıyla, sosyal demokrasinin Keynesçi kanadı muhtemelen nihâî olarak vedalaşmış bulunuyor. Fakat onun dışında da ihtilâf nedenleri var. Bir yandan, hükümetin hazırladığı ilk yasalardan biri, Kohl yönetiminin % 80’e indirdiği, hastalık halinde alınacak ücreti, tekrar tam ücret düzeyine yükseltti. Diğer yandan, hükümet hastalık sigortasında bir “üstünü kapatma” tasarımı geliştirdi. Bu sağlık reformuna göre, hekimlere her dört aylık dönemde üstüne çıkamayacakları bir “bütçe” tahsis edilecek. Böylelikle, düşen ücret düzeyi ve artan işsizlik nedeniyle gelirleri azalan sağlık sigortasının harcamalarının kısıtlanması hedefleniyor.

Emeklilik politikasında da, muhafazakâr-liberal koalisyonun cesaret edemediği bir adım atılarak, emekli maaşı sadece reel değil, nominal olarak düşürüldü. Artık yurttaşların emeklilik maaşlarının bir kısmını özel sigorta fonlarına para yatırarak finanse etmeleri gerekecek. Bu reforma bakarak, yeni-sosyal demokrat politikanın uzun vadeli bir tasarımdan yoksunluğu görülebilir. Emekliler (ve müstakbel emekliler) uluslararası malî piyasaların oyuncuları haline gelirken, sigorta fonlarını yönetenler, en yüksek faiz oranlarının onları cezbettiği yerlere yatırım yapacak. Toplumsal servetin malî sermayeye akışının çoğalması ise borsaların ulusal ekonomiler üzerindeki baskısını arttırarak kâr oranları düşük olan sanayi kesimlerini tahrip edecektir. Bu, işsizliğe ve ücretlerde düşüşe yol açar, bu da yine sigorta maliyesinin çıkmaza girmesi demektir. Emeklilik sigortasının özelleştirilmesiyle, sigorta sistemi içindeki bütün yeniden bölüşüm unsurları, örneğin ölenlerin yakınlarının güvenceye kavuşturulması gibi, baskılanacaktır.

Daha 1999 yılı sonunda, Çalışma Bakanı Riester emeklilikte bir asgarî güvence düzeyi saptamayı planlamıştı. Alman emeklilik sisteminde şimdiye dek görülmeyen bir uygulamaydı bu; çünkü katkıya bağlı emeklilik formülüne göre, çalışılan senelerde ödenen miktara göre bir maaş alınabiliyordu. Ancak 45 yıl boyunca haftada 40 saat çalışmış olan, son brüt ücretinin % 70’i tutarındaki tam emeklilik maaşını almayı umabilirdi. Kesintili bir istihdam yaşamı sürdürme talihsizliğine uğrayanlar ise, duruma gore, sosyal yardım parası seviyesinin altında bir emeklilik maaşıyla yetinmek zorunda kalabiliyorlardı. Asgarî güvencenin, yani bir tür emeklilik asgarî ücretinin devreye sokulması halinde ise, özellikle part-time çalışan kadınlara daha yüksek bir emeklilik maaşı ufku açılıyordu. Böylesi reformların gerçekleştirilememesi, iktidar bloku içindeki güç dengelerindeki kaymaları işaret ediyor. Geleneksel sosyal demokratların fikirleri, “modernleştirmeci” denenler tarafından engellenmiş oluyor.

Emek piyasası politikasında ise bir zamandır, basit, kişiye özel hizmet sektörü işlerine dönük bir işgücü piyasası ihdasına çalışılıyor. Buradaki sorun, Almanya’da sosyal sigorta katkısı düzeyinin, çalışmayı çalışanlar için deyim yerindeyse “kârlı kılmayacak” kadar yüksek olması. Böylesi işler genellikle üretken sektörde olmadığı için, yüksek bir ücretin üretkenlik artışıyla telâfisi de mümkün değil. Hükümet ve işveren kampının bazı kesimleri bu nedenle düşük gelirlerin sübvansiyonunu tartışıyor. Bu düşünceler, “yeni merkez”den toplumsal olarak ne anlaşılması gerektiğini de açığa vuruyor. Fordizmin görece eşitlikçi bir toplum kurgusu olmasının bir nedeni de, hizmet sunumunun tedricen mal tüketimiyle ikame edilmesiydi (kamu taşımacılığının yerine otomobil, çamaşırhane yerine çamaşır makinesi vb.). Kişisel hizmet işlerinin yeniden doğuşu ise toplumsal hiyerarşikleşme anlamına geliyor; çünkü kişisel hizmet sektörü kural olarak toplumsal piramidin dibinde bir ucuz işgücü potansiyelini öngerektiriyor. Ve tabiî, bu işgücünün parasını ödeyebilecek bir orta tabakayı… Temizlik işçileri, mutfak hizmetlileri çoğunlukla göçmenler oluyor ve bunların büyük kısmı da yasadışı koşullarda çalışıyor - bu da bizzat düşük bir gelir düzeyini garanti eden bir etken. Bu durum işgücü piyasasının ırkçı tabakalanmasını işaret etmekle kalmıyor, dert edilen esas meselenin, sosyal devlet örüntüsü içindeki finansman zorluklarının çözülmesi olduğunu apaçık gösteriyor. Başka bir deyişle: Almanya’da halihazırda bir düşük ücret sektörü mevcut ve bu da göçmenlerden oluşuyor. Ve toplumsal gerçekliklerin, özellikle de göçle, göçmenlikle ilgili olarak, kaale alınmamasının güçlü bir geleneği var bu ülkede.

“Yeni Merkez” kavramı, ne denli geçirgen olursa olsun, toplumsal tabakalaşmaya ilişkin olarak, öncelikle iyi kazanan, başarılı emekçileri, “performans taşıyıcıları” denilenleri kastediyor. Bu emekçi eliti elbette toplumda bir istatistikî çoğunluğa sahip değil, fakat yönlendirici imgeleri oluşturucu işlevi var - tıpkı Fordist çağın kalifiye erkek işçileri gibi. Bu yeni emekçi elitinin genç, yenilikçi, yaratıcı bir imgesi var ve hizmet sektörünün “yüksek” mesleklerini icra ediyor.

Hazırlanan vergi reformu da muhtemelen, çoğu iyi kazanan bu orta tabaka mensuplarına hitap edecek; zira en yüksek vergi yükü, görece yüksek gelirli olup serbest çalışmayanların sırtında. Ancak reel bir vergi yükü indirimi gerçekleşmiyor. Kızıl-Yeşil hükümetin başlangıçtaki niyeti, ekolojik vergi aracılığıyla emeği ucuzlatmak, enerjiyi pahalılaştırmaktı. İki etki hedeflenmişti: İstihdam alanları açılması ve çevre dostu enerji kazanımında yenilikler. Fakat tam da bu reform, en az beğenilen, en fazla hücum edilen reform oldu. Bunun öncelikle Almanların otomobilleriyle olan özel ilişkisiyle alâkası var. Gerçi Avrupa çapında en ucuz benzin Almanya’da, fakat benzin fiyatından yakınmak, gündelik hayat kültürünün bir parçası. Porsche ve Mercedes’in ülkesinde, daha az benzin yakan daha küçük araçlara geçmek, tasavvur edilemeyecek bir şey. Gerçekte, hedeflenen bu ikili etkinin akim kalması kaçınılmaz, çünkü enerji vergisinin arttırılması ya işgücünü ucuzlatan bir etki yaratacak, ya da enerji tüketimini azaltacaktır. Bu tarafını bir yana bırakırsak da, ekolojik vergi, hükümet çalışmalarının ilk evresine hâkim olan “sonradan düzeltme” usûlünün belgesi oldu. Bu usûlde ilkin sıkı bir atış yapılıyor, her nevi baskı grubu buna karşı esip gürledikten sonra da adım adım o kadar çok ayrıntıda değişiklik yapılıyor ki, reformdan geriye pek fazla bir şey kalmıyor. Nitekim enerji vergisinde de absürd bir biçimde özellikle enerji-yoğun işletmelere istisnaî muafiyet uygulandı!

Nükleer enerjiyi terk tercihi de benzeri biçimde örgütlendi. Bu proje, ekolojik vergiyle beraber, ekolojk ve toplumsal sorunsalın bireşiminden doğan ve özellikle Yeşiller için çok önemli olan merkezî projelerden biriydi. Nükleer enerjiyi terk yasası, nükleer enerji endüstrisinin ekonomik çıkarlarının gözetilmesini zorunlu kılacak şekilde yapılandırıldı. Hükümet, astronomik tazminat davalarına boğulmak istemiyorsa, nükleer enerjinin terkini, nükleer reaktör yatırımlarının “amorti edilmesini” sağlayacak bir zamana yaymak zorunda. Oysa bunun yerine, örneğin nükleer reaktörlerde yakılan maddelere vergi koyan ve işletmecileri başka türlü bir kâr-zarar perspektifine zorlayan bir yasa çıkarmak mümkün olabilirdi. Şimdiki uygulamada ise nükleer enerji ancak işletmecilerle mutabakata varılarak terk edilebilir. Burada da “Yeni Merkez”in nasıl bir entegrasyon ideolojisi olduğu kendini gösteriyor. Entegre edilen, bir yandan, Kızıl-Yeşil projenin süsü olan nükleer enerji karşıtı hareket gibi eleştirel unsurlardır. Bu eleştirel akımlar ve onların gündemde tuttuğu talepler öylesine yumuşatılmaktadır ki, nükleer reaktör işletmecileri bile sonuçta bu terk kararını onaylayan bir sözleşmeye imza atacak noktaya gelmektedir - son nükleer reaktörün devre dışı bırakılmasını 35 sene sonraya atan bir sözleşme, elbette.

Özgürlükçü etmenlerin entegrasyonu, sistemli yürütülen bir iştir. Nitekim düşük ücret sektöründeki tartışma da görünüşte feminist ve ekolojist savlarla yürütülüyor. Örneğin Streeck ve Heinze (1999) böyle bir sektörün ihdasının Almanya’daki düşük kadın istihdamı oranını yükselteceğini söylüyorlar, sosyal demokrat bilimadamı Fritz Scharpf ucuz işgücü aracılığıyla biyolojik-dinamik malların emek-yoğun üretimini teşvik etmek istiyor. Üretkenliği arttırmak için kimyevî madde kullanımından vazgeçilecek ya!..

Kısa bir kuşbakışı değerlendirme, bir “büyük atışın”, Alman istihdam ve sosyal politikasında tutarlı ve kapsamlı bir dönüşümün hiçbir şekilde vuku bulmadığını, muhtemelen yakın bir gelecekte de böyle bir şey olmayacağını gösteriyor. Federal Almanya’nın politik sistemi, bunu yapamayacak kadar fazla istikrara koşullanmıştır. Federal düzen ve iş sözleşmesi taraflarının bağımsızlığı, köklü dönüşümlere fazla alan bırakmıyor. Arayışların çekirdeğinde ise, esnek işgücü eliti ile girişimcilerin bir kesimi arasında, yukarıya çekilmiş bir sınıf uzlaşmasının örgütlenmesi ve 1968’den sonra popülerleşmiş yeni hayat tarzlarının ve özgürleşimci etmenlerin yol açtığı sonuçların entegrasyonu yatıyor. Ancak bu ikincisi, finanse edilebilirliğine bağlı kılınıyor ve piyasaya uygun biçimlere dönüştürülüyor. Ekoloji, acelesizlik ve daha fazla serbest zaman değil de ekolojik ürünler oluyor; feminizmse, hangi işin bedelinin ne olduğunu tartışmak değil de kadın istihdamı.

İktisat politikası sahasında da “Yeni Merkez” 1980’li yılların başında her hükümetin meşgûl olduğuna benzer sorunlarla meşgûl. Avrupa düzleminde ve global düzlemde, ulusal ekonomilerin kendi başına hareket etmesini belirgin biçimde kısıtlayan koşullar yaratılıyor ve yeniden üretiliyor. Fransa’nın sosyalist yönetimi de 1981’de bu duvara çarpmıştı. Maastrichter Sözleşmeleri ve Dünya Ticaret Örgütü Anlaşmaları var oldukça, Avrupa’da toplumsal açıdan ilerici bir proje uygulanabilir olmayacak..

Yeni, ilerici bir toplumsal gelişmeyi başlatmak üzere bu anlaşmaları/sözleşmeleri iptal edecek ciddiye alınabilir politik seçeneklerin gözle görünür yokluğunun birçok sebebi var. Bunlardan biri, sanayileşmiş ülkelerdeki solun, Batı Solunun yönünü şaşırmışlığıyla ilgili. Fransız Regülasyon kuramcısı Alain Lipietz bu acaip baygınlık halini şöyle tasvir ediyor:

“Sol, artık muhafazakârlaşmış sosyal demokrat uzlaşmalara sıkı sıkıya yapışmak ile, tâbi/ast bir konumda yeni bir modernist bloka iltihak etme eğilimi arasında yarılmış durumda.” (Lipietz 1998: 176)

Fordizmin sözümona altın çağına dönüş bileti kesmeksizin, kendine ait alternatif gelişme patikalarının ve toplumsal modellerin bulunup boyutlandırılmasının gereği var gündemde.

Alman politik söyleminde solun “gelenekçi” olarak damgalanması, işte bu açmazın bir ifadesidir. Solun politikası “toplumsal kazanımların” savunulmasına sıkışıp, dünya ekonomisinin güncel sorunlarına, cinsiyete dayalı dışlama uygulamalarının sorunlarına, büyümenin demokratik denetimi ve ekolojik istikrarı gözetecek şekilde yönlendirilmesi sorununa, sosyal devlet aygıtlarının insanların değişen hayat akışlarına uyarlanması sorununa verilecek cevapları olmadığı sürece, -bu kadarı ancak tahmin olarak ileri sürülebilir-, uzun vâdede kendini kabul ettirme ya da çoğunluğu elde etme yeteneğinden yoksun olacaktır (Bourdieu 1999).

Bu politikanın devamlılığı, bugünkü durumda, önümüzdeki sene yapılacak olan seçimden sonrası için de epeyce garantili görünüyor. Bu sadece Schröder&Ortakları’nın pragmatik oportünizminden kaynaklanmıyor, CDU’nun bağış skandalından ötürü savunmaya çekilmiş ve kendini bundan sıyıramayacak durumda bulunmasına da bağlı. Hıristiyan Demokratlar, esaslı politik sorunlarla ilgili belirli içerikleri ve konumları işgal etmeyi başaramıyorlar. Sadece krizlerle güçten düştükleri için değil, aynı zamanda sosyal demokratlar temel sorunlarla ilgili çok benzer konumları temsil ettikleri için. Ayrıca Gerhard Schröder, karşı blokun bazı tekil temsilcilerini pragmatik politika zemininde yanına çekmeyi başardı. Örneğin Hans Eichel’in vergi reformu, CDU’nun yönetimindeki eyalet hükümetlerine malî imkânlar sağladığı için Federal Senato’dan geçebildi. Göçmenler Komisyonu’nun yönetimi için, CDU üyesi Rita Süßmuth’u kazanmayı bildi. 2. Dünya Savaşında zorunlu çalışmaya tâbi tutulanlara tazminat verilmesiyle ilgili görüşmelerde müzakerecilik, muhafazakâr Otto Graf Lammsdorf’a üstlendirildi. Örnekler çoğaltılabilir.

Gözünü Büyük Britanya’ya ve ABD’ye çevirmenin SPD’ye katkısı, salt içeriksel donanımını yenilemekle sınırlı değildi. Schröder, arkadaşları Blair ve Clinton’dan, özellikle politik iletişim ve politikanın medyada sahnelenmesi konusunda çok etkilendi. Muhafazakârlarla sosyal demokrasi arasında pek önemli farklar yoksa, kendi konumunu medyaya uygun biçimde pazarlamak, medya toplumunda gittikçe daha fazla önem kazanıyor. Schröder de, Tony Blair’in ”Warroom”una [savaş odası] benzer biçimde, en yakınındaki parti askerlerinin yanında Halkla İlişkiler profesyonellerinin de görev üstlendiği bir seçim merkezi (“Kampa”) tesis etti. Gelecek seçim yarışında da aynısı olacak. Yeni SPD, hayat tarzı sohbetlerinin, ‘medya başbakanı’ rolünün, politik hadiselerin medyanın ağzına lâyık şekilde sahnelenmesinin müptelâsı olmuş bulunuyor. Neo-liberal hükümet politikasının analizi ve eleştirisi ise marjinalleştirilmiş gruplara kalıyor. Burjuva muhalefeti zaten güçsüz ve fikirsiz. Bunun peşinden, “Schröder Nesli” sohbeti gelir artık, muhtemelen…

çeviren ZEYNEL RÜZGARLIOĞLU

Bourdieu, Pierre (1999). ”Das soziale Europa”. Le monde diplomatique 11.6.1999: 1.

Hombach, Bodo (1998). Aufbruch. Die Politik der Neuen Mitte. München.

Jessop, Bob (1997). “Die Zukunft des Nationalstaats: Erosion oder Reorganisation?”. Jenseits der Nationalökonomie? Hg. Steffen Becker, Thomas Sablowski, Wilhelm Schumm. Berlin: Argument, 50-95.

Jessop, Bob (1998): “Blairs Cool Britannia: Thatcherismus mit menschlichem Antlitz” Interview mit Bob Jessop. diskus 3/98.

Kleinert, Hubert / Mosdorf, Siegmar (1998): Die Renaissance der Politik. Wege ins 21. Jahrhundert. Berlin

Offe, Claus (1996). “Die Aufgabe von staatlichen Aufgaben: Thatcherismus und die populistische Kritik der Staatstätigkeit”. Staatsaufgaben. Hg. Dieter Grimm. Frankfurt/M.: Suhrkamp, 317-352.

Lipietz, Alain (1998). Nach dem Ende des goldenen Zeitalters. Hg. Hans-Peter Krebs. Berlin: Argument.

Streeck, Wolfgang, Rolf Heinze (1999). ”An Arbeit fehlt es nicht”. Der Spiegel, 19: 38-45.

[1] Merkez kavramını 2. Dünya Savaşı sonrası Alman politik geleneğinde özgül bir anlamı vardır. Buna göre, partiler sınıfları veya grupları temsil etmezler de, herkes adına konuşan ve politika yapan halk partileridir. “Merkez” kavramı bu toplumsal genelliği temsil eder; “merkez”in kıyısında kalanlar, toplumsal ve politik aşırılıklar sayılarak dışta bırakılır. Geleneksel çoğunluk yapıları ve seçim sistemi de bu durumu pekiştirir. Bütün seçimler, “zaten” CDU veya SPD’yi seçenler dışında kalan % 10 ilâ 20’lik seçmen tabanını elde etmek etrafında döner.

[2] Schröder-Blairn bu metni bu bağlamda Yeni Merkez veya Yeni Sosyaldemokrasi projesini tanımsal yoğunlaştırılmasına dönük bir çaba olarak görülebilir. Bu metinle Schröder “Yeni Merkez”i hükümet politikasının resmî içeriği haline getirdi. İletişim uzmanlarının aklettiği kavramlarla süslü bu program, neoliberalizmin know-how lügati gibidir. FDP’nın (liberal Hür Demokratlar) başkanı Wolfgang Gerhard’ın bu programa hayranlık ve kıskançlığını ifade etmesi boşuna değildi.