En İyi Köylü Ölü Köylüdür!

Bir kızılderili şefi teslim olduğunda Amerikalı General Sheridan’a bozuk İngilizcesi ile “ben iyi kızılderili” diye yaltaklanmış. General’in verdiği cevap meşhurdur: “En iyi kızılderili ölü kızılderilidir.”

Ziraat odaları ve kimi köylü örgütleri temsilcileri, tarıma karşı bir uluslararası teşvik edilmiş saldırı içinde olan bu hükümetle uzlaşıp varlıklarını sürdüreceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar; bu kez Türkiye’nin egemen çevrelerinin fikri başka...

Yazıyı kaleme almadan bir gece önce Meclis’te tütün kanunu görüşülüyordu. Hani şu ‘15 günde 15 yasa’ formülü gereğince hazırlanan, daha doğrusu hazırlanmadan alelacele çıkarılmaya çalışılan yasalardan. Tıpkı şeker, pamuk ve başka benzerleri gibi bir dizi tarım yapılandırma yasasından biri. Özetle tarıma desteğin hızlıca ortadan kaldırılmasını, ithalatın ve üretimin serbest bırakılmasını içeriyor. 600 bin tütün ekici köylü ailesini olmak ve olmamak düzeyinde ilgilendiren bu yasa gece 02:30’da çıkarılmaya çalışılıyor. Çünkü “aman kimse duymasın!” Meclis’te topu topu 20 kişi…

BANA KASTELLİ’NİN MÜDÜRÜ DEMEYİN...

Kürsüde Yılmaz Karakoyunlu. Yeni devlet bakanı. Tütün Yasası selefinin başını yiyince yeni makamının verdiği şevkle bu yasayı kürsüde savunmak ona düşmüş. Geçenlerde Hürriyet gazetesinde Vahap Munyar, köşesinde Yılmaz Bey’in onca çalışmasına rağmen hâlâ kendisinin eskiden yaptığı Banker Kastelli şirketinin genel müdürlüğü sıfatıyla anılmasına bozulduğunu anlatıyordu. Munyar da ona “bu kez bakanlığınızda daha önemli şeyler yapar ve artık bunlarla anılırsınız” demiş. Kendisi anlaşılan tavsiyeye uyuyor. Zira uygulamakla yükümlü olduğu yasalar sonucu adı ‘köylü kıran bakan’a çıkacak. Kendisi anlatıyor kürsüde evet desteklerin azaltılması sonucu tütün ekimi azalacak ama onun yerine alternatif ürünler teşvik edilecekmiş. Bunlar hangileri diye soruyorlar. Cevap; “henüz arkadaşlar üstünde çalışıyor!” Yılmaz beyin özel sektör deneyimi var. Acaba kendisi bir zamanlar Kastelli’nin odasına girip “Cevher Bey, gelin şu işleri lağvedelim yerine başka işler yaparız” deseydi, Cevher Özden de “peki ama Yılmaz, nedir bu alternatif işler?” diye sorduğunda “henüz bulamadık ama üstünde çalışıyoruz” diye cevap verseydi ağzının freni pek de kuvvetli olmayan Kastelli ne derdi; ve 4 milyon civarındaki tütünden geçinen insanların ne demesini bekliyorlar?

ZAMAN DEĞİŞTİ; SOLCULAR DA DEĞİŞTİ

Şimdi artık tarım, kır, köylülük filan demode. Artık bankacılık, borsacılık, faizler, kurlar moda. Bir mesele var ki, ülkedeki standart bankacı ile borsacı, bir tütün ekicisi veya fındık üreticisinin kendi işinden anladığının onda biri kadar kendi mesleklerinden haberdar olsalar Türkiye beş senede bir malî kriz yaşamak zorunda kalmazdı. Kendi işini beceremeyen bankacının tarım konusunda fikri var, başarısız akademisyen tarım dendi mi atıyor da atıyor; herkesin fikri dinleniyor; tarımcının hariç. Alelacele düzenlendiğinden imlası bile düzgün olmayan dayatma yasalarla milyonlarca çiftçi ailesi ateşe atılıyor; konu tartışılmıyor bile. Zira birkaç günlük gecikme yüzünden ya IMF para vermezse? O zaman bankacılık sektörünün hali ne olur? Onlara enjekte edilecek para bir an evvel gelsin de bu ülkeye ne olursa olsun!

Aslında bankacıları anlıyorum; kendi çıkarlarını savunmaktan başka bir şey yapmıyorlar.

Ziraat Odaları ve sair tarım örgütleri ne yapıyor? Onlar da eskisi gibi hükümetle seçime doğru bir ara formül üstünde uzlaşacaklarını düşünüp, tıpkı sarı sendikacılar gibi adet yerini bulsun kabilinden birkaç protesto demeciyle işi geçiştiriyorlar.

Peki ama ya sol örgüt ve partilere ne demeli? Köylü deyince akla artık sadece Bergamalılar’ın yaptığı çevre protestolarının akıllara gelmesine ne denir? O sol ki, bir zamanlar kampüslerde heybe ve poturla dolaşmaya vardırmıştı işi; şimdiyse kırla âlâkası Türkü barlarda kilim üstü rakı yuvarlamakla sınırlı neredeyse...

Türkiye solu ’70’lerde köylüleri önce yüceltti, yere göğe koyamadı; sonra da onlar peşlerinden dağa çıkmayınca veya her iki tanesinden biri yolsuzluktan batan kooperatiflere güvenmeyince küstüler. Hani hastalıklı aşk ilişkileri vardır Antony Perkins filan oynar; önce bir kadını öyle yüceltir ki, ona dokunamaz bile. Sonra onun kanlı canlı bir kadın olduğunu fark edince hayal kırıklığına uğrar da onu ‘seni fahişe’ diye bıçakla delik deşik eder. Solun kır veya köylülükle âlâkası biraz buna benzedi.

Nazizm halkın muhalefetini ve kızgınlığını hedef saptırarak Yahudilere yöneltmişti. “İlk dünya savaşını kaybettik; çünkü Yahudiler ihanet etti”, “enflasyon yüksek çünkü Yahudi işadamları öyle istiyor”, “işsizlik artıyor; sebebi tabiî ki Yahudi tefeciler.” Gerçek nedenler böyle saklanıyordu. Günümüz Türkiye’sinde artık köylüler Yahudi... Kriz çıktı, işsizlik arttı sebebi tabiî ki, köylüler. Onlara verilen tarımsal destekler olmasa devlet bütçesi zora girmez, zora girmeyince iç borçlar artmaz iç borç artmayınca kriz çıkmazdı!

Kriz çıkması bir yana Türkiye geri kalmış bir ülke. Zaten hep bunalımda. Sebebi? Tabiî ki köylülük. Ülkenin yarısı köylü bunlar da senede bir ay çalışıp 11 ay yan gelip yatıyorlar. O bir ayda da verimlilikleri o kadar düşük ki, bi halt üretmiyorlar. Üstelik ürettiklerini de pahalı üretiyorlar; öyle ki onların ürettiklerini dışarıdan ithal etsek çok daha ucuza gelir. Böylece bu köylü milletinden de kurtuluruz. Hem bu köylüler yok olmadan Türkiye’ye demokrasi de gelmez. Senelerdir bu gerici siyasetçileri üç kuruş taban fiyatı için seçip duran bunlar değil mi? Hem oylarını satıyorlar, hem de zaten kendileri de dünyaya kapalı, gerici zihniyetliler. Gelişmiş Batı 100 sene önce kendi kızılderili, pardon köylülerini halletmese bugün aynı bizim halimizde olurdu!

DALTON KARDEŞ ASTERİKS’E KARŞI

Bu ve buna benzer fikirler biraz okumuş yazmış siyasetçiler ve efkarı umumiyeyi biçimlendiren medyadaki yarı aydınlarımızın bilinç altında ve üstünde dolaşıp durur. Artık hatırı sayılır sayıda solcu veya liberal ‘aydın’ da benzer şeyler düşünüyor. Yine de bir şeyi unutmazlar; bu köylü milleti sayıca çoktur, böyle şeyleri açıkça söylemek hoş olmaz.

İşte burada teşekkür etmemiz gereken biri var: İktisatçı Mehmet Altan. Hani Çetin Altan’ın oğlu. Kendisi babasının fikirlerini biraz iktisat sosuna batırıp piyasaya sürüyor diyor kimileri. Öyle ya Çetin Altan da bu köylülük mevzuuna fena takmıştır. Şark kurnazlığının membağı onlardır. Medeniyeti engelleyenler; v.s, v.s. Fakat Mehmet Altan’a ben teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Ve bunu kinaye olsun diye söylemiyorum; samimiyim. Çünkü Neşe Düzel’le Radikal gazetesinde yaptığı bir röportajda aydınlar ve siyasetçilerin yukarıda bahsettiğim fikirlerini açıkça ifade etti. Mürailik ve laf dolaştırma yoluna gitmedi. Bu toplumda özellikle okumuş takımında ikiyüzlülükten uzak durmak başlıbaşına bir erdemdir; az bulunur cinsinden… Yine böyle yapmakla köylülüğe açıkça tavır aldı. Bugünkü köylülüğün simgesi Bergamalı Asteriks’i gücendirme pahasına.

İKTİSADÎ PORNOGRAFİ

Çetin Altan’ın köylülükle ilgili kimi fantezilerini gazete sütunlarından tanırız. Bir gün köylüler evlerinde piyano çalacak, komşularıyla tenis maçından döndükten sonra bir cin tonike de hayır demeyeceklerdir. Ama Türk köylüsünün bu hale gelmesi için daha çok fırın ekmek yemesi gerekir. Doğrusu pek ümitvar da değildir. Baba Altan’ın aslında işçiler için de bir fantezisi vardır. Yakında robot teknolojisi sayesinde işçilere ihtiyaç kalmayacaktır; zaten günümüzde, bilgi üretim çağında ne eski sanayi üretimine ne de proletaryaya pek ihtiyaç kalmıştır. Bildiğimiz köylüler ve işçiler tıpkı neandertal adamı gibi toplumsal ve iktisadî evrim tarafından yok edilince buna ayak uyduran bir grup zengin çiftçi ve beyaz yakalı ücretliden oluşan yeryüzü cenneti kurulmuş olacaktır.

Fanteziler erotik olabilir; pornografik olabilir. Ruhbilimcilerin bazıları pornografinin fantezi ile kesinlikle ilgili olduğunu ama ille de cinsellikle ilgili olmadığını gösterdi. Bütün halk sınıflarının yok olduğu bir toplum düşlemek de pornografidir; iktisadî ve sosyal bir pornografi. Teşekkür ettiğimiz açıklık ve doğrudanlık, dürüstlüğün samimiliğin bir bileşenidir evet. Ama pornografinin de…

HEM DERSİNİ YAPMAMIŞ HEM DE ŞİŞMAN HERKESTEN...

Aslında bir toplum projesi olarak köylülüğün tasfiyesi mantıklı olarak savunulabilir. Denebilir ki;

• Bir toplum kapitalist yolu seçmişse onun kurallarına uymalı.

• İleri kapitalist bir toplumda küçük köylülük olmaz; onun yerine kapitalist toprak sahibi olur.

• Ancak bu sayede tarım bir ‘business’ mantığı ile yürütülebilir ve kapitalizmin ölçek ekonomisi uygulanabilir.

• Böylelikle ‘gelenek’in toplumsal tabanı da ortadan kalktığından toplum daha hızlı liberalleşir. Demokrasi de gelişir.

• Bu şekilde makro ekonomik değişkenlerde şimdi görülen anormallikler azalır ve ülke krizlere daha az girer.

Bu tezlerin kendi iç mantığı çerçevesinde bile doğru olup olmadığı yine de tartışılır. Örneğin Almanya’da küçük köylülüğün tasfiyesi ve Prusya toprak sahipliğinin siyasî olarak güçlendirilmesinin hiç de liberalizme yol açmadığı söylenebilir.

Örneğin halk sınıflarının tasfiyesinin ‘demokrasi’nin tanımına aykırı olduğu hatırlatılabilir.

Veya son yıllarda kitle üretiminin her zaman ölçek ekonomisi ve verimlilik ile aynı anlama gelmediğinin anlaşıldığı ve kentsel ağırlıklı sektörlerde bile küçük işletmeciliğin verimli yanlarının modern ‘management’ta artık sık sık vurgulandığı belirtilebilir.

Küçük işletmeleri sanayi ve hizmet sektörüne göre daha radikal bir şekilde ortadan kaldırmış ileri kapitalizmin tarım sorununu bir türlü çözemediği ve tarım destekleri ve verimliliğin dolayısıyla tarım sektörünün hâlâ en önemli ülke sorunları olduğu gösterilebilir.

Buna rağmen yukarıdaki tezler kendine ait bir iç bütünlüğü olan ve rakamları, gerçekleri eğip bükmeye ihtiyacı da olmayan bir projedir.

Mehmet Altan’ın o röportajında ise hem kavramlar, hem rakamlar havalarda rastgele uçuşuyor ve bir yün yumağı gibi birbirine karışıyor. Ülkemiz sosyal bilimcilerinin daha çok da iktisatçılarının önemli bir hastalığı bu. Akıllarına gelen veya ısmarlanan tezleri ifade ederken asgari bilimsel özeni göstermiyor, derslerini gereği gibi çalışmıyorlar. Onların bu tembellikleri yüzünden (hayır, köylü müdürler nedirler! İnsan yılda sadece 37 gün çalışsa şu rakamları doğru dürüst anlatır) toplumsal projeler de doğru tartışılamıyor ve bir yanlışlıklar komedisi halini alıyor.

BİR YANLIŞ BİR YANLIŞA BRE YANLIŞ...

Eski hikâyedir hani adamın biri “hoca efendi bana karısı yerine denizden çıkan keçiyi kurban eden Hazreti Musa’nın hikâyesini anlatsana” demiş ya. Hoca, “yahu adam; bir kere o dediğin Musa değil İbrahim Peygamber’di, karısını değil oğlunu kurban ediyordu, denizden zuhur etmemiş gökten inmişti kurbanlık ve keçi değil koyundu; hangi birini düzeltip de anlatayım.” Bu röportaj biraz böyle. Bir röportaj olmasının (bir yazılı eser olmayıp) bunda payı olabilir. Ancak bu tarım meselesinde zaten bütün kararlar böyle kulaktan dolma fikirlerle alınıyor. Ve bu fikirler artık hiç tartışılmadan fazlasıyla kabul görüyor. Geçenlerde Cumhuriyet gazetesi Bilim Teknik ekinde bir kitap tanıtımında yabancı bir bilim adamından bahsediliyordu. “Daha önce hiç araştırmadan ıspanağın müthiş bir demir kaynağı, çok faydalı bir sebze olduğuna inanıyordum; şimdi artık yine hiç araştırmadan ıspanağın hemen hiç demir içermeyen sıradan bir sebze olduğuna inanıyorum” diyordu, bu bilim adamı gerçek bir özeleştiri örneği göstererek. Ispanağın faziletine inanıp inanmama konusunda bu kadar üstünkörü davranmak o kadar özeleştiri gerektirmeyebilir, ama bütün bir ülke (bu tezler tüm dünyada piyasaya sürüldüğünden hattâ tüm dünyanın) kaderi söz konusu olduğunda biraz daha eleştirel ve özenli olunmasını istemek hakkımızdır herhalde.

İşte Mehmet Altan’ın röportajından bazı seçmeler:

“Türkiye’nin bugün en önemli sorunu köylülüktür.” (Sorun köylü!)

“Köylülük sadece bir ekonomik fakirlik değil, bir zihniyettir de. Bu dünyayı algılamakta zorlanmak demektir.” (Moron Köylü)

“Dünya köylülüğü bitirmek istiyor. Eğer Türkiye bu yönde irade gösterirse, dünya bize tahminimizden daha fazla yardım eder.” (Var olan köylü! En büyük suç.)

“Vergi verenlerin parasıyla vergi vermeyenlerin oyunu satın alır Ankara’da keyif çatarsınız.” (Vergi kaçakçısı köylü.)

“Buğday çiftçisi, yüz dekarlık bir alan için yılda 37 gün çalışır. (...)Türkiye’nin bu lükse tahammülü yoktur.” (Tembel köylü.)

“Üstelik dünyanın en verimsiz tarımına sahibiz biz.” (Verimsiz köylü.)

“Çünkü bu rejim köylüyü de memurlaştırmış. Köylü, devletten geçinme mantığını çok fazla benimsemiş.” (Beleşçi köylü.)

Tanıdığım bir köylü vardı; rahmetli. Bunları okusaydı “Hay (ailesinden birilerini) köylüler kovalayasıca...” derdi de hiç iyi etmezdi; kabalık bir yana bir de Sayın Altan’ın “tüh unutmuşum” deyip tezlerine “eşşek köylü”yü ilave etmesine neden olurdu.

Daha başka tezler de var uzatmadık. Allahı var Mehmet Bey henüz köylünün katil, cinsel sapık veya kımıl zararlısı olduğunu söylememiş. Fakat bunları da düşündüğünden fena halde şüpheleniyorum.

Bir de öznesi daha belirsiz genel anlamda tarım eleştirileri var. Ama artık siz bunun da sebebinin kimler olduğunu biliyorsunuz.

“Buğday zengin ülkelerin ürünüdür. Kanada da genç kızlar bir günde eker, bir günde de kaldırır.”

“Cumhuriyet 76 yılda kendi topraklarını sulayabilecek, ’sulu tarım’a geçebilecek altyapıyı yapamadı. Hâlâ iklimden medet umuyor. Halbuki İsrail çölde cennet yarattı.”

“OECD rakamlarına göre Türkiye’deki çalışan nüfusun % 45’i tarımda olmasına ve millî gelirin yüzde 13’ü kadar sübvansiyon almasına rağmen bu yoğun işgücü yıllık zenginliğimizin ancak % 13’ünü üretiyor. Yani hiçbir şey katmıyor.” (Fuzuli köylü.)

“Türkiye’de inanılmaz yalanlar var. Bir de Türkiye’nin kaynakları çok zengindir derler. Bor dışında bir zenginliği yoktur. (...) Türkiye sadece tahılda kendine yetebilir. Su kaynaklarımız Irak’tan azdır. Bütün akarsuların toplam debisi bir Nil nehri kadar etmez.”

“Amerika bizi aç bırakmak istiyor, kendi ürünlerini bize satacak. Gıda stratejik unsur gibi laflar üretiyoruz. Oysa biyoteknolojiyle dünyada açlık yoksulluk bitiyor. (...) Teknoloji o kadar büyük verim sağlıyor ki, sadece tarım değil sanayi de ömrünü tamamlıyor.”

Sayın Altan bu röportajında bir konuyu unutmuş. Benzer tezleri savunanlar ayrıca tarımın ne kadarcık değer ürettiğini bu ürünü dünya fiyatlarının üstünde üretmektense parayı bastırıp dünya piyasalarından daha ucuza satın alabileceğimizi ve de öyle yapmamız gerektiğini söylüyorlar.

NİYE ŞİMDİ? GÖRÜNENİN ARDINDAKİ GERÇEK

Mesele sadece bir iktisatçının baba yadigârı fantezileri olsaydı Birikim okurlarının vaktini bu kadar almazdım. Ancak mesele sadece bir köylülük savunmasından öte. Bu fikirlerin birden bire böyle yaygınlaşması ve medya tarafından teşvik edilmesinin önemli bir sebebi var. Türkiye ve benzeri ülkeler kapitalist üretim ilişkilerinin saf halini sadece kentsel yörelerde oluşturdular. Kırlar ise bu ilişkilere eklemlendi, ama onları içselleştirmedi. Böylece 1960’larda çok tartışılan modern sektör-geleneksel sektör ayrımlı ‘dual ekonomi’ biraz değişerek de olsa günümüze kadar geldi. Hattâ şehirlerde bile böyle ikili yapılar yaratarak. Bunun sonucu büyük kapitalist işletmeler bağımsız tarımsal yapıların yıkılmasıyla ortaya çıkacak sermaye birikimini elde edemedi. Bu da onların köksüz, derinliksiz yapılar olarak kalmasına yol açtı. Büyük patronlar kulübü TÜSİAD en etkili dernek olarak ancak askerî darbe civarlarında ülke siyasetinde tam anlamıyla söz sahibi olabildi. Bu kez artık nasıl mahalle bakkallarını kendi hiper marketlerinin şubesi haline getirmeye çalışıyorsa, kırsal bölgelere de daha derinden kök salmak istiyorlar. Tekelci sanayi istediği sermaye birikimini ancak böyle sağlayabilir. Geçen yazımda Türkiye’deki iç borç çukurunu anlatırken Türkiye kapitalizminin bir türlü ilkel birikim metotlarından normal birikim yöntemlerine geçemediğini söylemiştim. Köylülüğün yıkımı da hani şu Mehmet Altan’ın İngiltere 200 yıl önce halletti dediği şey Kapital’in 1. cildinde ilkel birikim başlığı altında anlatılır. Ve ilkel birikim metot olarak yağma ve talandan sadece bir derece daha ‘medenidir.’ Türkiye büyük patronları bu derinleşme ve tarıma nüfuzu gerçekleştirecek sermaye birikiminden yoksunlar. Bu nedenle yabancı tekellerle işbirliği içinde yürütülüyor bu operasyon. İlk örnekleri zaten 10 yıldır ortada. Domates üreticileri birçok bölgede uluslararası ve yerli kapitalistlere çalışıyor. Tıpkı voleybol kulüpleri gibi bazı köylerin isimleri bile şirket ismi olarak değiştirildi. (Bu konuda gıda sanayii için yapılmış bir çalışma Toplum ve Bilim’in 88. sayısında Zafer Yenal tarafından yayımlandı.) Bir başka neden çok övülerek anlatılan biyoteknoloji yöntemleriyle ilgilidir. Bu yöntemler mesela özel tohumlar demektir. Eskiden köylüler kendi tohumunu kendi üretir veya devlet üretme çiftliğinden alır iken ve burada sadece ıslah bir sorun iken, yani ıslah edilmiş tohumu kendi üretebilirken yabancı malı, son teknoloji tohumları tek bir kez kullanılabiliyor; onu yeniden üretemiyor. Dolayısıyla tohum üretimi ciddi kârlı bir iş halini alıyor. Bu sadece bir örnek. Yeni teknoloji ile tarımda üretim ya eskisi gibi devlet çiftlikleri teknik desteği ile şimdiki gibi yaygın olarak yapılacak veya yeni kurulacak plantasyonlarda yerli ve uluslararası tekellerce uygulanacak. Artık bir biyoteknoloji ürünü ticari patente sahip olurken; 3000 yıllık seleksiyonla ıslah edilmiş bir Türk haşhaş tohumu tıpkı eski klasik eserler gibi bu haktan yoksun olacak. Tarım eskisine göre daha sermaye yoğun ve daha kârlı olacak. Zaten bu eğilim başladı. Mevcut devlet çiftlikleri özel sektöre satılacak. Tarım işletmeleri Genel Müdürlüğü’ne ait işletmelere bir büyük holding talip oldu bile. Büyük sanayi grupları GAP’ta araziler kapattılar. Ancak bütün bunların sonucu küçük köylünün tasfiyesiyle ve yerini yerli yabancı kapitalistlerin almasından ibaret değildir. Bunun kısa vadeye sıkıştırılarak ve böyle paldır küldür, şantaj yasalarıyla kotarılmaya çalışılmasının ülkenin başına açacağı başka dertler de var. Öncelikle böyle bir kapitalistleşmenin tarımda bu ülke özelinde doğrudan doğruya bir verimlilik artışı ile sonuçlanacağı hiç de kesin değil. Önce Türkiye tekellerinin sanayide gösterdiği faaliyetler zaten verimlilik açısından Avrupa’nın çok gerisinde. Henüz hiç bilmedikleri bir alandaki olası verimlerinin yüksek olacağı fikri de nereden çıkıyor? İkincisi örneğin bu tekellerden biri ’70’lerde kaliteli çelik üretimine heves etmişti. Bu amaçla kurduğu bir şirketi daha kurulurken halka açtı. Ama sonra o işi beceremedi ve kârlı bulmadı. İyi ilişkileri sayesinde devlet bu şirketi kendi zararına devraldı. Meseleye bir geçim aracı veya bir ülke meselesi olarak bakmaz özel sektör. Yarın kârlı bulmadığında işletmeyi kapatıverir. Üçüncüsü özel sektör tarıma tümüyle nüfuz edecek bir sermaye birikimine sahip değildir. Ele geçireceği araziler Türkiye topraklarının en verimli parçaları olacaktır. Buna mukabil onun tarıma girişi için yapılan düzenlemeler küçük köylülüğü sadece toprakların o parçalarında ortadan kaldırmıyor ülkenin tümünde yıkıyor. Böylece bazı verimli topraklarda holdinglerce yeni sermaye ve üretim teknikleriyle verim gerçekten artsa bile çok daha büyük bölümünde üretim ya duracak veya çok azalacaktır. Bunun sonu ülke tarımı için felaket olabilir. Tarım tüm diğer sektörlere girdi temin eden bir sektör olduğuna göre bunun tüm ekonomiye ve tüm topluma etkisini tahmin edebilirsiniz. Yarın böyle bir durum çıktığında karşımıza; veya özel sektör ‘yahu burası beklediğimiz kadar kârlı değil biz vazgeçtik’ dediği zaman acaba ortadan kaldırılmış küçük tarımcıyı yeniden üretim yapması için Latin Amerika’dan mı ithal edeceğiz?

HANGİ BİRİNİ DÜZELTSEK ACABA?

Şimdi şu tarımın önemsizliği ve tarımcının fuzuliliği üzerine ortaya atılan tezleri biraz ele alıp tartalım. Bakalım ne kadarı sağlam çıkacak? Özellikle köylüye taban fiyatları belirlenirken her sene hortlayan bu tezler büyük medyanın desteğiyle pazarlanırken tersini savunanlara ekranlar kapatılıyor. Egemenlerin toplu iş sözleşmeleri sırasında da kullandıkları bir taktikle halk sınıfları birbirine düşürülmeye çalışılıyor. “Bak çiftçiye bu kadar vermek zorunda olmasaydık sana daha fazla verebilirdik” veya “bak şu sendikalar bu kadar zam koparmasalardı...”

Son dönemde ortaya çıkan bu tartışmaların kaynağı 1999’da TÜSİAD’ın hazırladığı Tarım Raporudur. Tarımın ihtiyaç duyduğu reformun tam anlamıyla kapitalistleşmeyle yapılacağı temel tezini işleyen bu rapor tarımın şimdiki halinin verimsizliğini de abartarak mevcut tartışmaların zeminini hazırladı. Son zamanlarda tarımda rapor üstüne rapor yazılıyor. İTO’nun tarım raporu nispeten daha dengeli.

Ancak iş dünyası da Türk kamuoyu da artık tarımla ilgili gel geç fikirleri bırakıp oturmuş bir kanaat edinmeli.

1970’lerin sonu ve 24 Ocak sonrası ekonomi köşeleri IMF reçeteleri doğrultusunda mevcut sanayilerin çoğunun verimsiz olduğundan, nispi avantaja sahip olmadığından terk edilmesi ve tarım ve tarıma dayalı sanayiye geçilmesi üstüne vaazlarla doluydu.

Sonra birden hava değişti. Ülkenin tekstil, elektronik, otomotiv gibi sanayilerle kurtulacağı tarımın artık modern dünyada fazla önemli olmadığı gerekirse birkaç dolar verip bunları dışarıdan satın alabileceğimiz gibi fikirler moda oldu. Şimdi tarımda genetik yöntemlerin de dahil olduğu yeni bir yeşil devrim ihtimali ufukta göründüğünden beri Türk özel sektörü ve bir bütün olarak kamuoyu yine hiçbir doğru dürüst araştırma yapmadan bu kez birbiriyle çelişik bu tür fikirlerin hepsini aynı anda savunuyor. Özel sektörde, kafa karışıklığı ve uluslararası finans kuruluşlarından ithal fikirler dışında orijinal bir fikir üretememe gibi bir beyin kabızlığı olduğu malûm, ama sırf bu sebepten bütün bir ülke hattâ bütün yoksul ülkelerde üstelik sonu açlıkla bitebilecek bir yıkıma müsaade etmemeliyiz.

İşte bu nedenle kamuoyunda dolaşan yukarıda bahsettiğimz türden tezleri ele alacağız.

Tez 1: Tarım ürünleri dışarıda daha ucuz; parayı bastırır alırız. Tarımla iştigâl etmeye gerek yok!

Son Kasım-Şubat krizlerinde Türkiye meteliiğe kurşun atar hale geldi. Her üç beş senede bir de geliyor. Böyle zamanlarda bir takım tavizlerle dışarıdan yeni döviz bulana kadar ithalat durma noktasına geliyor. Tarımı tasfiye ettiğimizde veya sadece birkaç kârlı kapitalist plantasyona indirgediğimizde böyle bir durumla karşılaştığımızda ne olacak dersiniz? Açlık elbette. 100 yıldır bu ülkenin görmediği cinsten...

Üstelik bu tez doğru da değil. Bazı tarım ürünlerinde yurtdışı fiyatlar daha ucuz, bazılarında daha pahalı. Uluslararası borsalarda yıllar itibarı ile bu fiyatlar dolar bazında bile bazen % 50’lere varan fiyat dalgalanmaları yaşıyor. Örneğin bu tezin çok yaygın kabul gördüğü buğday fiyatlarında çiftçinin eline geçen fiyatlarda 1987-94 arası fiyat, kilosu 11.5 cent ile 20 cent arasında ve ortalama olarak 13-14 centlerde gidip gelmiş. Bunlar üstelik destekli fiyatlar. Aynı yıllarda uluslararası borsalardaki fiyat FOB olarak bu civarlarda. Örneğin 1994 yılını ele alalım. 1987 yılında sert buğdayın kilosu ülke içi destekleme fiyatı olarak 11 cent kadarken uluslararası FOB fiyatı tam 16 cent idi. Bunun Türkiye’ye gelmesi için daha üstüne taşıma ve sigorta bedellerinin eklenmesi gerekiyor.

Tez 2:

Mehmet Altan üstelik Türkiye’nin dışarıya buğday satamayacağını iddia ediyor. Yanlış örnek. Yakın zamana kadar zaten satıyordu. Şimdi üretim iç talebi karşılamadığı için ithal ettiğinden satmıyor.

Türkiye yalnız buğdayda kendine yetebilir diyor. Yine yanlış örnek. Hayvancılık hariç neredeyse sadece bu üründe üretim ülke için yeterli değil.

Tez 3:

Sayın Altan “Türkiye dünyanın en verimsiz tarımına sahip” buyuruyor. Bu da doğru değil. Bu yazıdaki istatistiklerden göreceğiniz gibi ülke, içinde bulunduğu ‘düşük orta seviye gelirli ülkeler’ kategorisinde verim açısından ortalamanın altında değil, üstünde. Kaldı ki, AT ortalamasında bile örneğin en önemli üç tarım ürünü ele alındığında verimler AT ortalamasının yarısı kadar, ama Türk sanayisinin verim oranı da krizlerle batan geçmiş verimleri saymasak bile yine AT ortalamasının yarısı kadar, hattâ daha düşük. Ülkenin genel geri kalmışlığı sadece tarıma ait bir olgu değil, ötesi Türk tarımında sanayiden farklı olarak gerçek verim aslında daha yüksek. Örneğin Tütün. Bizde verimi hektar başına 0.9 metrik ton, AT de 2.3, dünya ortalamasında ise 1.6 ton. Ama örneğin Ege’de üretilen Türk tütününün iyi sulayarak hektar başına verimini arttırabilirsiniz. O zaman da hiçbir şeye yaramaz. Ora çiftçisinin deyimiyle ‘lahana gibi’ tütün olur. Bu tütünün miktarı fazla olsa da kalitesi ve dolayısıyla fiyatı düşüktür. Demek ki, sadece istatistiğe bakınca masa başında her iş anlaşılmıyor!

Pamuk konusunda örneğin Türkiye’de verim hektar başı 1.8 ton dünya ortalamasında ise 1.6 tondur. Üstelik ortalama kalitede dünyanın en kaliteli ürününü sunan Mısır’ın gerisinde olsak da Türkiye’nin bazı bölgelerinde dünyanın en kaliteli pamukları üretilebiliyor.

Tez 4:

Türkiye tarımı GSMH’nın % 13’ü kadar üretim yapar, buna karşılık yine % 13’ü kadar destek alır. Yani katkısı 0’dır

Türkiye’nin tarıma çok fazla destek verdiğini iddia eden OECD’nin rakamlarına göre Türkiye‘de tarıma toplam destek oranı % 6 civarındadır ve bu da ’90’ların ikinci yarısında yükselerek bu seviyeye gelmiştir. Ondan önce % 5’in altındaydı aynı kuruluşa göre. Dünya Bankası’na göre Türk tarımının millî gelir içindeki katkısı % 16’dır. Bu da son 20 yılda bu tür düşüncelerin etkisi ile tarıma yönelik her tür sabotaj ile düşe düşe böyle olmuştur. AT ortalamasına göre ve Japonya vs. gibi gelişmiş ülkelerde ise tarım sektörünün katma değeri yüzde olarak çok daha düşüktür ve oralarda gerçekten katkıları kadar hattâ daha fazla destek alır tarımcılar. Örnek olarak AT’de GSYİH’nın % 1.7’si kadar destek alır tarım ve katkısı ancak % 2’dir. Üstelik bu rakam 1998/2000 ortalamasıdır. 1986-88 destek ortalaması % 2.6 idi. AT’nin destekten vazgeçtiği filan da yoktur. Hâlâ oransal veya mutlak değer olarak Türkiye’den kat kat fazla tarım destekleri mevcuttur.

Onların yaptığı indirimler, geçmişte daha akıllı davranıp Uruguay Görüşmeleri öncesinde yüksek destekler verip, sonra indirimlerini bu desteklerden yapmak amacıyladır. Türkiye bu hususta da hazırlıksız yakalanmıştır. İstatistiklerden göreceğimiz gibi AT’nin Üretici Destek Yüzdeleri halen Türkiye’nin tam üç katıdır.

Hele Tarım Bakanlığı’nın rakamlarına bakarsak Türkiye’nin desteklemesi örneğin 1999’da 2.9 milyar dolar ile GSMH’nin sadece % 1.5’u kadardır.

Tez 5:

Cumhuriyet 76 yılda hâlâ sulama işini halledemedi. Halbuki İsrail çölde cennet yarattı.

Yine kağıt üstü çalışma örneği. Türkiye’nin özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde sulama çalışmaları daha başlangıç seviyesinde ve bu bölgedeki toprakların genişliği ortalamayı düşürüyor. Bunun çok siyasî nedenleri malûm. Bunu hariç tutarsak sulama maliyetini karşılayacak toprakların büyük bölümü drenajlanmış ve kanaletlenmiştir. Sulama konusunda çok ciddi sorunlar vardır, ama bunlar Mehmet Altan’ın bahsettiği gibi altyapı yapılmaması değildir.

Şimdi istatistiklere bakarsanız Antalya’da sulanmayan arazi toplam arazinin % 68’i, Samsun’da % 86, Rize’de % 100! Buna karşılık Niğde’de % 57, Elazığ’da % 65. Şimdi masa başı bilimadamlarına göre Rize tarımı susuzluktan kavruluyor, Niğde ve Elazığ muhteşem. İstatistiklere göre Mısır İsrail’den de çok sulama yapıyorsa İsrail ve Mısır Türkiye’den daha çok toprak suluyor diyerek neyi gösterdiğimizi sanıyoruz. Ona bakarsak AT ülkeleri arazilerinin % 16’sını suluyor. Orta gelirli ülkeler kategorisinde bu oran % 19, bizim kategorimizde % 11, Dünya Bankası’na göre Türkiye % 15’ini sulamış. 1991 Genel Tarım Sayımına göre bu oran % 21. GAP sulama kanalları bittiğinde rakam hatırı sayılır derecede yükselecek. Ama asıl sorun % 16 suluyor diye AT’nin orta gelirli ülkelerin % 19’luk seviyesine göre daha az sulu tarım yapmadığıdır. Gerçek durum tersinedir. Yahu oralarda yağmur yağıyor. Rize’de de. Hem de şakır şakır. Niye her tarafa sulama kanalı açasın!

Tez 6:

Türkiye’nin akarsuları debisi bir Nil kadar etmez. Su kaynaklarımız Irak’tan azdır.

Yine istatistik yorum hatası. Şimdi, dünyanın tüm akarsu kaynaklarının büyük kısmı üç nehrin sularından ibarettir: Amazon, Missisipi ve Nil. Örneğin tüm Avrupa akarsuları bir Amazon kadar etmez diye Avrupa’nın su kaynakları Brezilya’dan az mı diyeceğiz? Özetle bu işte toplam debi kadar ve hattâ daha çok önemli olan su kaynaklarının kullanılabilirliği ve bölgesel dağılımıdır.

Tez 7:

Türkiye’de inanılmaz yalanlar var. Tabiî kaynaklarımız zengin diye yutturuyorlar. Bor dışında bir zenginliğimiz yok.

Altan kardeşlerin önemli bir özelliği var. Malûmu ilâm. Bilinen bir hadiseyi öyle bir hayretle yeni bir şey bulmuş gibi anlatıyorlar ki, gerçekten şaşmamak elde değil.

Her ülkenin ortaokul coğrafya kitaplarında “ülkemiz kaynakça zengin bir ülkedir” yazar. İnsanlar da, örneğin, petrollerinin filan olmadığını bilirler. Ama Türkiye doğal kaynakları dünya ortalamasına göre hiç de fakir bir ülke değildir. Şimdilik bu kadarını söyleyelim. Bu ayrı bir yazının konusu.

Tez 8:

Amerika bizi aç bırakmak istiyor, kendi ürünlerini bize satacak. Gıda stratejik unsur gibi laflar üretiyorlar. Teknoloji sayesinde tarım ömrünü dolduruyor, sanayi de.

Burada iki tez var. İkincisi aslında kendi kendinle çelişiyor. Hatırlatalım bari; biyoteknolojiyi kullanan tarım, tarım değil mi? Biyoteknoloji üretimi de sanayi değil mi? Niye tarım ve sanayi ortadan kalkıyor olsun, tersine gelişiyor!

Gelelim Amerika meselesine, verdiğimiz istatistiklere bakarsanız elin adamının nüfusunun çok küçük bir bölümü ve millî gelirinin bundan da küçük bir parçasını üreten sektör için inanılmaz paraları destek olarak dağıttığını görüyoruz. Acaba neden? Ayrıca Dünya Bankası’ndan Birleşmiş Milletler’e kadar tüm uluslararası kuruluşlar (IMF hariç, bilin bakalım niye?) tarım ve gıda üretiminin artan öneminden bahsediyor. İstihbarat raporları ‘su kaynaklarının stratejik önemi’nden bahsederken her halde banyo yapacak su ihtiyacından bahsetmiyorlar.

Amerika hele, bu konuda en katı ülkelerden. Çok değil birkaç sene önce Türk makarnaları ABD pazarında başarı kazanmaya başlayınca her türlü engellemeyi kullanıp acaba bu satışı niye engelledi? Bu ufacık girişe bile niye tahammülsüzlük gösterdi. Sayın Altan 20 senedir bu ülkede kimi rüşvetler ve şantajlarla sürdürülen Virjinya tütünü-Türk tütünü kavgasından da habersiz anlaşılan. ABD tüm dünyada Türkiye’nin üretimin % 80’ini elinde tuttuğu fındık yerine kendi egemenliğindeki fıstığı ikame etmeye çalışıyor; hiç duymadı mı? Bırakın bunları, bu kadar hassas olduğu dünya uyuşturucu kaçakçılığında bile ABD kendi pazarına Türkiye üstünden gelen eroine karşı yürüttüğü mücadeleyi Türkiye’ye kendi üstünden gelen kokaine karşı yürütüyor mu?

Tez 9:

Köylü malını sadece devlete satıyor; ondan başka büyük müşteri yok! Bütün köylüler memur gibi devletten para alıyor.

Bu da yanlış Türk tütününün büyük müşterisi uluslararası pazardır. Malın büyük kısmını da tüccar satın alır. Tüccarlar arasında dünyanın dev sigara üreticilerinin temsilcileri vardır. Pamuğun alıcısı yakın zamana kadar Türk tekstil sektörüydü; son zamanlarda bu sektördeki bunalım ve ucuz Asya pamuğu girişi nedeniyle sorun var, ama Türkiye net pamuk ithalatçısıdır. Buğday için ise devletin alım oranı yıllara göre değişmekle birlikte toplam üretimin ortalama % 10-15 kadarıdır. Bu iddiaya Türkiye’ye neredeyse sadece şeker pancarı uyar. Eskiden bir de çay uyardı.

Tez 10:

Uruguay Round görüşmeleri ve benzeri sebeplerden GATT kuralları uyarınca 10 yıl içinde köylülük hiçbir yerde korunmayacak.

Böyle bir şey yok. On yıl sonra da birçok yerde tarım destekleri olacak. İsteyenle bahse girerim. Bu ve benzeri müzakereler onyıllardır sürüp gidiyor. En büyük engeli de gelişmiş ülkeler kendi tarımlarını korumak için çıkarıyorlar. Şu anda varılan anlaşmalar korumaları pazar mekanizmalarına daha çok yakınlaştırmak ve miktarları azaltmak doğrultusunda. Daha çok, ticareti açıkça engelleyen kota türü yöntemlere sert davranılıyor. Bunları da üstelik ABD ve AT sık uyguluyor. Türkiye sanılanın tersine bu konuda daha rahat pozisyonda. Türkiye’nin sorunu daha çok AT ile. Sebep de yapılan berbat anlaşma! 8. Plan Tarımsal Politikalar ihtisas Komisyonu Raporu bakın bu konuda ne diyor:

“Sonuç olarak temel tarım ürünlerine ilişkin indirim taahhütlerinde Türkiye bir sorunla karşılaşmayacaktır.” (s. 42)

“Gelişmekte olan ülkeler içinde yer alan ülkemizde, destekleme alımları sonucu oluşan destek, üretim değerinin % 10’unu geçmediğinden herhangi bir taahhütte bulunulmamıştır. Söz konusu oran aşılmadığı sürece destekleme alımları yoluyla yapılan destek miktarı konusunda 2004 yılına kadar herhangi bir sorun bulunmamaktadır.” (s. 43)

“Uruguay Round Tarım Müzakereleri çerçevesinde (…) iç tüketimin en az % 3-5’i kadar ithalat yapma zorunluluğu kuralı Türkiye’ye ek ithalat artışı getirmeyecektir. Et ve süt ürünlerinde oldukça önemli miktarda ithalat yapan Türkiye, DTÖ’nün zorunlu kıldığı 600-700 bin ton tahıl ithalat zorunluluğunu iç pazardaki açığı gidermek ve hammadde ihtiyacını sağlamak amacıyla yerine getirmektedir.” (s. 44)

Tez 11:

Köylülük az çalışır. Buğday eken senede 37 gün çalışır. Buğday zengin ülkelerin ektiği bir üründür. Kanadalı genç kızlar bir günde eker, bir günde de kaldırır.

Eski mecellede bir laf vardı ‘sui misal emsal olmaz!’ Kötü örnek, örnek olarak kabul edilmez. Dünyada bir, iki ülke; biri ABD, öbürü Kanada gelişmiş ülke olarak yoğun buğday eker. ABD’de bile mısır daha önemli bir tarım ürünüdür. Kanada coğrafi şartları ve arazi yapısının müsaitliği ve soğuk iklimde alternatif ürünlerin zorluğu nedeniyle buğday eker ve zaten dünya buğday piyasasında ciddi bir fiyat belirleyicisi olmak gibi bir avantajı vardır. Onun dışında zengin ülkeler tersine tahıl ekmek yerine daha sermaye yoğun, ama getirisi daha fazla ürünlere yönelir. Zaten Türkiye tarımı da geliştikçe tahıl üretimi alanlarına göre endüstriyel girdi bitkileri ve sebze ve meyvacılık alanları artmıştır. Tüm dünyada da bu tarımsal gelişmenin bir kriteridir.

Şu 37 gün meselesine gelince hesaplama hangi yöntemle ve hangi bölge için yapılmış bilinmez, ama Türkiye’de de bir günde ekilir, bir günde de kaldırılır. Daha doğrusu 37 gün sürmez ekip kaldırması. Yalnız bazı bölgelerde fakir çiftçiler sapların makineyle uzun kesilmesi gibi küçük bir maliyete bile katlanamadıkları için ya elle kesiyorlar veya zengin çiftçinin tarlasında terk ettiği uzun sapları ailecek ekstra bir çalışmayla elle biçiyorlar. Çiftçinin yoksulluğundan kaynaklanan bu fazla mesai bir başka konudur.

Onun dışında örneğin tütün veya çay yer yer fındık hem ekmesi, hem çapalaması hem de büyüdükçe yaprak yaprak toplanması, dizilmesi, kurutulması, balyalanması ile elinizin daima üstünde olması gereken ürünler. Velev ki, 37 gün çalıştı örneğin bağcılık böyledir. İş yükünün nispeten büyük kısmı bağ bozum denen bir iki aylık süreye biner. Ama güneşin altında bütün gün çömelerek bağ bozmanın emek yükü 100 güne bedeldir. Bunun etkin bir makineleşmesi de yoktur.

Daha önemlisi Türkiye’de Orta Anadolu ve kuru tarım yapılan Doğu/Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmı hariç, hemen hiçbir yerde buğday tek ürün olarak ekilmez. Daha çok hayvancılık gibi bir yan uğraştır. Şeker pancarını eker, bir küçük kıraç tarlaya buğday da eker. Veya tarla münavebe tekniği gereği bazen buğdaya döner. Buğday hem geçimlik un ihtiyacı için ekilir; hem de kalanı pazara sürülür. Ona verilen emek bir fazla mesaidir, asıl çalışma değil.

Tez 12:

Köylülük eşittir gericilik, darkafalılık. Köylülük Susurluk’a aldırmaz!

Vallahi buna söyleyecek bir söz bulamıyorum! Yani üstadın elinde bir reaksiyonmetre var ve toplumsal sınıfların gericiliğini bununla ölçmüş olsa gerek..

Şimdi aynı bilimsellikten uzak yöntemle ben kendi tezimi ifade edeyim.

Gözlemlerime ve bazı bilimadamlarının saha gözlemlerine göre de değişime direnç metropole göre taşrada daha fazladır. İç bölgelerde de deniz kıyılarına ve yol güzergâhlarına göre daha fazla. Buraların kırsal bölgelerinde gelenekler daha güçlüdür. Metropol ile taşra arasında değişim hızı çok farklı ise bu tepkiye yol açabilir ve bu tepkiler yine şehirde türemiş kimi gerici akımlar tarafından malzeme olarak kullanılabilir.

Burada da dikkat edilmesi gereken şey köy ile kırı, taşrayı ayırmak gereğidir. Örneğin radikal cumhuriyetçiliğin, dinsel fundamentalizmin, Ku Klux Klan’ın kaynağı Amerikan Orta Batı ve Güney eyaletlerinde Sayın Altan’ın da dediği gibi köylülük yoktur. Zira ABD’de köylülük, büyük ölçüde 1929 krizi ertesi ortadan kalktı. Buna rağmen kır orada duruyor. Kır, yani küçük kasaba, taşra, bütün gericilik hattâ katlanarak yaşıyor orada. Kırın, taşranın, iç bölgenin sadece köylüsü değil işçisi, esnafı, eşrafı da değişime dirençlidir. Hattâ bütün bu kategoriler içinde değişime karşı en büyük istek kimi yerel aydınlar dışında oralarda yoksul köylülerden gelir.

Türkiye’de de sosyal bilimcilerin dikkatini çekmişti, köylü kadın köyünde şalvar, hadi en fazla kıvrakla dolaşır; pazara kasabaya giderken bugünün tesettürü diyebileceğimiz bir giysi giyerdi, hâlâ da giyer. Örtünmenin ‘tesettür’ şekli büyük şehirlere köylerden değil, kasabalardan devredildi!

Yeri gelmişken Türkiye % 70’lik şehirleşme oranıyla aslında ABD ile aynı durumdadır. Pek çok Avrupa Topluluğu ülkesinden de daha ileri! Ama bir gelenekten kopuş, bir değişim isteği yerine tam aksi bir eğilim gözleniyor. Çünkü köylü gerçekte bir küçük kasaba olan taşra şehirlerine ve kent varoşlarına yerleştiğinde kentleşmiyor asıl o zaman kırsallaşıyor!

Bir küçük hatırlatma. Eğer diğer birader, Ahmet Altan gerçekten resmî tarihin çarpıttığı ayaklanma arıyorsa, 31 Mart yerine tarih boyunca aralıksız süren köylü isyanlarına baksın. Bu ülkenin tarihinde ‘büyük kaçgun’ denen bir olay vardır. Bu ülkenin köylüsü kendi devletinden kaçacağım diye uçurumun kenarına köy yapmıştır. Osmanlı’nın vakanüvisleri Kuyucu Murat Paşa’nın 100 bin Celali’yi öldürdüğünü övünerek anlatır. Yarısı gerçek olsa o zamanın nüfusunu düşünerek cevap verin, bu nasıl bir vahşettir. Kürt köylüsünün isyanı daha yeni yavaşladı üstelik. Bu mu kafa kaldırmayan, ses çıkarmayan köylü?

Tez 13:

Sayın Altan’ın fazlasıyla yararlandığı belli olan Özel İhtisas Raporu’nda bir teşhis daha var. Türkiye tarımı bir küçük köylülük, kendi içine kapalı küçük işletmeler sektörüdür. Ve bunun sebebi Medeni Kanun’un gereğince düzenlenmemesi sonucu mirasla toprağın bölünmesidir.

Önce Türk Medeni Kanunu’nun menşei bilindiği gibi Batı Avrupa’dır. ikincisi bu kanun çerçevesinde bile tarım arazilerinin bölünmemesi için bazı kayıtlar vardır ve kanımca hem anlamsız hem de uygulanamazdır. Zaten bu nedenle fiilen uygulanmıyorlar. Ve iyi ki, medeni kanun var çünkü toprak parçalanmaması için kız çocuklara topraktan fiilen pay vermemek zaten bu ülkede yaygın bir uygulama; bir de medeni kanun engeli olması nedeniyle çoğu yerde kızlar bir metre kare toprak miras alamaz.

Toprağın parçalanmaması onun kurumsal olarak işlenmesi ve değerlenmesi ile ilgilidir. Tarım işletmesi belli bir sermayeye ulaşırsa bir çiftlik olur. 100 yılı aşkın tarihi olan çiftlikler var bu ülkede ve parçalanmamıştır. Çünkü parçalanırsa çiftlik olarak işlev göremez.

Türkiye tarımının kendi emeğini kullanan bir küçük işletmeler, küçük köylülük tarımı olduğu da sanıldığı kadar doğru değildir. 1991 Genel Tarım Sayımı’na göre yaklaşık 4 milyon tarımsal işletme 235 milyon dekarı işliyor. Böylece herkesin 60 dekarlık bir ortalama toprağa sahip olduğu söylenebilir, ama iş hiç de öyle değil. Bu ülkede zaten tahıl ekiminde bu ortalama büyüklük yeterli değildir. Ama bir de dağılımına bakalım. Türkiye ortalamasında iyi kötü kendine yeterli toprak için 20-100 dekar arasını sıkıntı içinde de olsa geçimini sağlayan küçük köylü işletmesi sayalım. Bunların toplamı işletmelerin % 50’sini oluşturur. Bu % 50’nin yaklaşık üçte ikisi 30 dekar ortalama toprağı olanlardır. Yani çok verimli sulak arazi olmadığı müddetçe aileyi geçindirmez. Ama bir iki yevmiyeye giderek veya ailenin bir kısmı tarım dışında çalıştırılarak geçinilir. Ya diğerleri. İşletmelerin % 35’i toplam arazinin sadece % 74’ünü elinde tutan 20 dekardan az toprağı olanlar. Bunlar küçük köylü değil, düpedüz tarım işçisi. Öbür uçta ise işletmelerin binde dokuzu yani yüzde 1’i bile değil, toprakların % 17’sini elde tutuyor. Bunlar 500 ila 5000 dekar arasında araziye sahip. iki ucun arasında biraz zengince çiftçiler yer alıyor.

Bu adaletsiz yapı, üstelik Türkiye ortalaması. Halbuki toprak dağılımı bölgeler arası da çok fark ediyor. Güneydoğu Anadolu’da toprak dağılımı daha adaletsiz. Örneğin Diyarbakır’da işletmelerin % 9’u toprakların % 65’ini elinde tutuyor. Mardin’de % 3’ü toprakların % 42’sini. Karadeniz ve Trakya’da nispeten dengeli olan toprak dağılımı en büyük köylü nüfusun olduğu Ege’de de sanıldığından daha dengesiz. Örneğin Gediz Ovası ile üzümün daha kıraç topraklarıyla tütünün merkezi Manisa’da işletmelerin % 39’unun toprağı 20 dekardan az. Yani fiilen tarım işçisi pozisyonundalar. Buna karşılık işletmelerin binde 1’i olan büyük çiftlikler arazinin % 2’sini mülkiyetinde tutuyor. Ayrıca bu büyük işletmeler sıklıkla arazisini işleyemeyecek konumda olanlardan bir o kadar daha toprak kiralıyor.

Son dönemde tarımın eskisi kadar kârlı bir iş kabul edilmeyişi toprak değerlerinin düşmesine neden oldu. Birçok arazi ekilip biçilmiyor veya buğday vs ekilip ne çıkarsa bahtına deniliyor. Dolayısıyla büyük çiftçiler artık daha fazla toprak almıyorlar. Böylece tarımda yoğunlaşma eğilimi azalmış görünüyor. Küçük çiftçiyi ortadan kaldırmak için girişilen politikalar paradoksal olarak küçük çiftçiliği ve geçimlik tarıma geri dönüşü besliyor.

TARIMIN GERÇEK SORUNLARI

Türkiye tarım sektörünün çok ciddi sorunları var, ama bunlar medeni kanun filan değil. Türkiye tarımının sorunları, üstelik devamlı ağırlaşıyor. Bunlar da yukarıdaki tezlerin yaygınlaşması sonucu Tempo dergisinin kapağındaki manşetle “şehirlinin parasıyla köylünün buğdayını niye ödeyelim?” yaklaşımıyla çözülecek cinsten değil.

Demokratikleşme: Tarımda kooperatifleşme ve her türden bağımsız örgütlenme özellikle 1980’den beri devlet tarafından çelmeleniyor. Mevcut tarım satış birlik ve kooperatifleri daha kuruluşlarında yarı devlet kurumu niteliğinde kurulmuş ve yerel eşraf ve siyasetçinin egemenliğinde. Bunlar hiç var olmasa belki tarımcı daha bağımsız bir örgütlenme yolunu bulabilir.

Yanlış su politikası: Özellikle 1960’lardan sonra pek çok verimli ovanın drenaj ve kanalet işlemleri tamamlandı. Bu yapılırken yerel sulak alan ve bataklar tümüyle kurutuldu. İlk önce zekice zannedilen bu uygulama aslında bir çevre felaketinin tohumlarını içinde taşıyordu. Bugün bu etkilerini gösteriyor. Sulak alanlar o bölgenin su yaratma araçlarıydı. Tümüyle kurutulması sonucu oluşan fazla su ya büyük şehirlere içme suyu olarak yollandı ya tarım arazisi suyu olarak kullanıldı. Ovanın veriminin artması ise buralara aşırı nüfus yığdı. Bir zaman sonra bu bölgeler eskisi kadar su üretemezken talep arttığından ciddi bir su yarışı başladı. Bu kez isteyenin istediği derinlikte artezyen kuyusu açması fiilen serbest bırakıldı. Sonuçta parası olup daha derine artezyen çakan yörenin zengin çiftlikleri bu ovaların bütün suyuna el koyuyorlar. Bu artezyenlerden su fışkırırken köy çeşmeleri kuruyor, tarla kenarı pınarları ortadan kalkıyor.

Meraların yok edilişi: 1950’de kendisi de Aydınlı bir büyük çiftçi olan Menderes iktidara gelince Türkiye’de toprak reformu ve benzeri konular rafa kalktı. Onun yerine devletin arazileri ve daha çok da köyün ortak arazileri ve meraları tarım arazisi haline getirilerek bir nevi toprak reformu yapılmaya çalışıldı. Bunun iki önemli sonucu oldu. Bu topraklar meraydı çünkü tarım için çoğunlukla yeterli verime sahip değildi. Köy ortak toprakları ve meraların ortadan kaldırılması günümüze kadar sürdü. Sonuçta hayvancılık ciddi darbe aldı.

“Destekleme politikalarında tarımın alt sektörleri arasında denge kurulamamış, bitkisel üretim sektörü öncelikle desteklenmiş ve hayvancılık sektörü ihmal edilmiştir. Uygulanan politikalar nedeniyle mera ve otlaklar bitkisel üretime kaydırılmış ve denge bozulmuştur. Böylece, doğal kaynakların yanlış kullanımı ve israfı yanında hayvancılık sektörü de olumsuz olarak etkilenmiştir. Gelişmiş ülkelerde tarım sektörü geliri içinde hayvancılık sektörü geliri %’70 ler civarında pay alırken Türkiye’de bu oran % 27’ler civarındadır.” (Tarım Komisyon Raporu s.40)

Sonuçta merasızlık özellikle büyükbaş hayvanların neredeyse yaz kış ahırda yemle beslenmesine neden oluyor. Bu durumda da yem fiyatları göz önüne alındığında hayvanın maliyeti ne etini ne sütünü karşılıyor.

Ayrıca bu verimsiz toprakların tarıma açılması buralarda sulu tarıma geçişin yarattığı ilk verim dalgası geçtikten sonra dünya ölçeğine göre verimin alt seviyede kalmasına sebep oluyor. Gelişmiş ülkeler de meralarına endüstri bitkisi ekseler elbette istedikleri kadar traktör vs kullansınlar ortalama verimleri ciddi olarak düşerdi.

Bu verimsiz topraklarda tarım demek aşırı gübre kullanımı demektir. Gübre ve sair girdi desteği devam etmekte ve gübre fiyatları aslında tarım ürün fiyatlarından daha hızlı artması sübvansiyonla önlenmesine rağmen 1980’lerde gübrenin artık eskisi kadar desteklenmemesi bile bu topraklardaki çiftçiyi zor durumda bırakmaya yetti.

“Girdi desteklerinden istenen sonuç alınamamıştır. Girdi fiyatlarının ürün fiyatlarına göre daha hızlı artışı üreticinin satın alma gücünün azalmasına yolaçmıştır.” T.K. Raporu s.40

Bizatihi destekleme politikası: Destekleme politikalarının kendisi başlıbaşına bir sorundur. Çünkü ürün tercihi siyasî olarak yapılmaktadır. Mesela son yıllarda şeker pancarına aşırı bir destek vardır. Bu, Orta Anadolu’nun bu yöre halkının siyasî tercihleriyle bağlantılıdır. Bir ara çayda benzer bir durum yaşanmıştı. Halbuki bu iki ürün de artık Türkiye için son derece elzem olmadığı gibi verim açısından zaten Türkiye iklimi bunlar için çok uygun değildir.

Destekleme politikaları ve krediler büyüğe de küçüğe de eşit gibi gözüküyor, ama örneğin tapunuz yoksa Ziraat’ten doğru dürüst kredi alamazsınız veya el kadar tarlaya ancak o kadar kredi alırsınız. Buna karşılık toprak ağaları işlemedikleri topraklar için bile kredi almakta; düşük faizli bu kredi özellikle son yıllarda şehirde repoya yatmaktadır. Bu tür zengin çiftçilerin çoğu da zaten artık şehirde ikamet etmektedir.

Yine devletin raporuna göre “Verilen desteklerden küçük işletmeler ve verimin düşük olduğu bölgeler yeterince yararlanamamaktadır.” (a.g.e. s.40)

Son zamanlarda düşünülen doğrudan para desteği de aslında ürün miktarını düşürmeye yönelik bir sistem olup kendi ülkelerindeki amaçları bu olan gelişmiş ülkeler için uygundur. Halbuki Türkiye’nin sorunu tersine tarımda üretim ve verimi arttırmaktan geçer. Çözüm tarımda desteğin verimi arttırıcı çalışma ve çabalara ilişkilendirilmesidir. Bunun için tarımda bireysel üretim kadar ve hattâ daha çok bağımsız kooperatif ve köylü şirketlerinin (sadece pazarlama değil ortak üretim amaçlı olanların) desteklenmesi gerekir. Ancak devlet siyasî nedenlerle bunları çelmelemeyi tercih etmiştir.

Pazarlama: Tarımın en önemli sorunu belki de budur. Gelişmiş ülkelerde verim en fazla iki misli iken onların yarattığı değer 50 misli olabiliyor. Bunun sebebi çiftçi değil. Oralarda şehirlinin alım gücünün yüksekliği tarım ürünlerinin gerçek fiyatlardan satılabilmesini sağlıyor. Bir diğer sorun Türkiye’deki hal ve kabzımal sisteminin verimlilikten uzak oluşu. Taşıma sisteminin verimsizliği ve yerel toptancı tüccarın küçük çiftçi karşısında çok güçlü oluşu da sonuçta bütün sene güneş altında çalışan çiftçinin ürünü sattıktan en fazla bir ay sonrası köy bakkalına veresiye yazdırmak zorunda kalmasına neden oluyor.

Planlama: Tarım dünyanın hiçbir yerinde sadece piyasa ekonomisine bırakılmaz ve her zaman iyi bir planlama gerektirir. Çünkü ürünü bir kez ektiniz mi hasata kadar dönüş yoktur. Arada üretimi azaltıp çoğaltamaz; durdurup yeniden başlatamazsınız. Türkiye ise tarım ürünü planlamasını sadece destekleme fiyatlarına bırakmıştır. Onlar da dünya fiyatları ve iç siyasî duruma göre değiştiğinden bir önceki sene soğana iyi fiyat verildi diye milyonlarca çiftçi ertesi sene soğan ekince soğanları koyacak yer bulunamıyor ve herkes ziyan ediyor. Üretimin devletle işbirliği içinde üretici kooperatif ve pazarlama şirketlerince önceden planlanması ve teşvik sisteminin buna göre düzenenmesi gerekir.

Yanlış kaynak kullanımı: Dağlık ve erozyona elverişli yapı sonucu toprak varlığımız (toprak kalite ve derinliği) birçok yerde zayıf. Buna karşılık hayvancılık için daha elverişli bir yapı var ve bunu kullanmıyoruz. İyi tarım topraklarının çoğu batıda ve biz buralarda tarım yapmak yerine sanayi kuruyoruz!

Tarımın daha pek çok büyük küçük sorunu var. Ama hepsini burada tartışmak zor. Zaten asıl tartışması gerekenler de üretici birlikleri.

SONUÇ

Tarım bütün dünyada destekleniyor. Sade Türkiye’de değil. Gelişmiş ülkelerde tarım nüfusu çok az, tarımın katma değer olarak ekonomideki önemi oran olarak çok daha az olmasına karşın destekler hem miktar, hem katma değere oran hem de uluslararası tüketici destek ölçeklerine göre Türkiye’nin çok çok üzerindedir. Son birkaç yılda bunlarda hafif azalma gözükmekle birlikte Türkiye ile aradaki fark hâlâ çok belirgindir.

Türkiye’de krizler sonucu sıkışan ekonominin suçu tarıma atılmaya çalışılıyor. Halbuki sadece devlet ve bankacıların ortaklaşa çıkardıkları bu son krizin doğrudan maliyeti ve millî geliri azaltarak yarattığı maliyet ile bu destek seviyelerinde Türk tarımı 50 yıl boyunca bedavaya desteklenir. Başka bir deyişle yarım asırda ülke tarımına verilen tüm desteğin tutarı kadar bir kaynak bu sene 2 ayda yok edilmiştir. Acaba Türkiye’de hangi sektör gerçekten verimsiz dersiniz?

Türkiye’de tarıma verilen destek 2 ile 4 milyar dolarlar arası dolaşır. Bunun önemli bir kısmı bu desteğe hiç de ihtiyacı olmayan büyük çiftçiye gider ve üretimi veya verimi arttırmaz. Sermaye sıkıntısı çeken ve sermaye bulsa verimi gerçekten arttıracak küçük çiftçi ise yardımsız bırakılır. Bunun sonucu ise zannedildiği gibi sadece küçük işletmelerin tasfiyesi değil, tersine onların kapitalizm öncesi geçimlik ekonomi biçimlerine dönerek varlıklarını sürdürmeleridir. Birkaç yıldır örnekleri de görülüyor. Dahası tarıma verildiği söylenilen desteğin büyük kısmı aslında dolaylı olarak sanayiye yapılmaktadır. Devlet yakın zamana kadar bu sayede örneğin tekstil sanayiine ucuz pamuk sağladı. Ancak asıl önemli destek iki dolaylı yoldan yapılmaktadır. Gıda sektörü, tekstil sektörü gibi direk tarım desteklerinden faydalanan sektörler dışındaki sanayiler bile düşük işçi ücretleri sayesinde ayakta kalıyor. Türkiye’de bu kadar düşük ücretler ise işçi yeniden üretiminin çok ucuza malolabilmesi yüzündendir. Ekmek ve her türlü tarım ürünü nispeten ucuz tutularak aslında işçilerin düşük ücretlerle çalışmayı kabul etmesi sağlanmaktadır. Aynı şekilde özellikle küçük kentlerde işçiler aynı zamanda birkaç dönümlük tarlaları ekmeyi sürdürerek ek gelir elde etmekte, şu meşhur ‘Anadolu Kaplanları’ rekabet güçlerini işte bu yarı tarımcı işçiler sayesinde elde etmektedir. Türkiye’de iş güvencesinin zerresinin bulunmaması da insanların tarımdan tümüyle kopmasını engellemekte. İşçi bir taraftan fabrikaya giderken senelik tatillerinde de tarlasını sürüp biçmektedir. Sonuçta nüfusun % 70’i şehirleşmiş bu ülkede hâlâ işgücünün % 45’i tarımdadır.

Tarımın ülke katma değerine etkisinin az olduğu tezi de doğru değildir. İmalat sanayiinin katma değeri tarımı 70 senelik cumhuriyet tarihinde ancak 1985-90 arasında yakalayıp geçti. Gıda sanayii ve tekstil gibi tarıma çok bağlı sanayileri göz önüne aldığımızda aslında daha hâlâ geçebilmiş değildir. Ayrıca köylünün köyde keyfinin yerinde olduğu devletten para alıp yan gelip yattığı da çirkin bir yalandır. Köylü köyden kurtulmak için can atmakta. Köyde kalan delikanlılara kız verilmiyor. Kimse kızının tarlada çalışmasını istemiyor çünkü. Gençler köydeki kazancın daha azına şehirde çalışmaya razı. Buna rağmen Türk sanayii bu insanlara iş sağlayamıyor. Bırakınız bunları, her üç beş senede bir çıkan krizler sonucu kendi halühazır işçilerine iş sağlayamıyor.

Tarıma destekler hem tarımın öneminden hem de tarım üretiminin kendine has özelliklerinden dolayı tüm dünyada kabul görüyor.

• Tarım ürünleri fiyat ve gelir elastikiyet katsayılarının farklılığı nedeniyle özellik arzeder. Desteklenmezse ürün miktarı artsa bile çiftlik geliri düşer. Bunu da tüm iktisat 1. sınıf ders kitapları anlatır.

• Tarım ürünlerinde üretimi haftalık, aylık planlayamazsınız. Modern yönetim tekniklerinin bazıları buralarda uygulanamaz.

• Tarım ürünleri, enerji hariç tüm sektörlere girdi sağlayan yegâne sektördür.

• Her ne kadar 17.-18. yüzyıl fizyokratlar dönemi iktisatçıları ve bunların etkiledikleri gibi tarımın neredeyse tek artı değer üreten sektör olduğu artık kabul edilmiyorsa da pek çok iktisatçı ve yöneticinin bilinçaltında tarım üretiminin örneğin bir restoran işletmeciliğine veya toptan eşya ticaretine göre aslında daha gerçek bir artı değer ürettiği fikri vardır. Zaten bu da doğrudur.

• Uluslararası borsalarda tarım ürünleri ve bu ürünler üstünde geliştirilen malî araçların payı daha önceki yazımda gösterdiğim gibi çok fazladır. Türkiye bir taraftan vadeli emtia borsaları kurmaya çalışırken öbür taraftan bunların temeli olan tarım sektörünü parçalamaya çalışması kadar enayice bir şey olamaz.

Türkiye ayrıca tarımda özel bazı zenginliklere sahiptir. Örneğin imalat sanayiinde veya hizmet sektöründe hiçbir üründe ne dünya çapında söz sahibiyiz üretim miktarı ile ne de bir üründe dünya çapında en kaliteli ürünü elde ediyoruz. Tanınmış tek markamız yok. Öte yandan dünyanın en kaliteli haşhaşı 3000 yıldır Türkiye’de yetişiyor. Dünya fındık üretiminin % 70-80’ini tek başına Türkiye üretiyor ve fiyatında söz sahibi. Bazı yörelerimizde dünyanın en kaliteli pamukları üretilebiliyor. Türkiye pamuk stokları ile tüm dünya borsalarında dikkate alınıyor ve fiyat üzerinde etkili. Türk tütünü konmazsa dünyada hiçbir sigara içilir kabul edilmiyor. ABD son 30 yıldır bunu değiştirme peşinde. Dinî engeller ve bundan kaynaklanan saçma ithal yasağı sonucu önü kesilmesine rağmen bu ülke toprakları şaraplık üzüm için son derece uygun. Türkiye 2 milyar dolar destek vermeyeyim diye sözüm ona tasarruf yapacağına bu dünya çapında markaları, başka ülkenin elinde olsa 100 milyarlarca dolar edecek bu kaynakları değerlendirmeye bakmalı.

Türkiye için küçük köylülük kisvesi altında da olsa işçi sınıfının hatırı sayılır bölümü tarımdadır ve bunlar en örgütsüz ve tersine örgütlenmeye en muhtaç kesimdir.

Önümüzdeki yıllarda biraz Türk sanayiinin çoğu zaman gel geç hevesleri biraz da uluslararası kurumların zoruyla tarımda küçük köylü mülkiyetinde bir tasfiye girişimi yaşanacaktır. Ekonomik olarak masrafı getirisinden fazla, insanî olarak acıklı bu girişim böyle alelusul bir saldırı biçimini aldığında tarım işçi ve yarı işçileri örgütlenme gereğini daha iyi kavrayacaktır. Türk solu vaktini anlamsız tartışmalar ve bölünmelerle geçireceğine kırları örgütlemekle ciddi olarak ilgilenmelidir. Geçmişte yanlış zamanda yanlış biçimde giriştiği işin yeterince başarılı olmaması bu dönemde seyirci kalmasını mazûr göstermez!

TABLO

Üretici Destek Tahminleri (milyon $)

Ülkelere göre 1986-88* 1998-2000*

AT Toplam 94640 105032

ÜDT % 44 40

Japonya Toplam 53354 55498

ÜDT % 67 63

Kore Toplam 12218 17324

ÜDT %

Meksika Toplam -160 4833

ÜDT % -1 16

Norveç Toplam 2630 2447

ÜDT % 66 66

İsviçre Toplam 5063 4747

ÜDT % 73 71

ABD Toplam 41859 50884

ÜDT % 25 23

Türkiye Toplam 2670 7128

ÜDT % 14 20

(*) İki yılın ortalaması

Toplam Destek Tahminleri

1999 98-2000 1986-88

Zirai katma Toplam destek* TDT*

değer tahmini

(GSYH’nın %’si) (GSYİH’nın %’si)

Türkiye 16 6 3.5

AT 2 1.7 2.6

Kore 5 5.5 10

ABD 1.3 1.7

Japonya 2 2.5 2.7

İsviçre 2.3 3.9

Meksika 5 1.6 1

(*) Yaklaşık

Yukarıdaki tablolarda dünyada tarıma desteğin ortadan kalktığı veya Türkiye’de çok büyük destek verildiği savının geçersizliği görülüyor. OECD ve AT ortalaması Türkiye’den fazladır. Türkiye’nin GSYİH’ya göre TDT büyük gözükse bile doğru karşılaştırma sektörün katma değerine göre oranlamaktır. Burada en avantajsız yine Türkiye’dir.

Ülkeler Arası Karşılaştırmalı Tarımsal İstatistikler

1999

Toplam GSYİH

1999 İşgücünün %’si 1999 İmalat

Toplam Nüfus %’si %’si Zirai San. Hizmetler

Kent Kır Tarımda Katma Katma Katma

Nüfusu Nüfusu İstihdam Değer Değer Değer

Gelişmekte olan ülkeler

Düşük orta gelirli ülkeler 37 57 45 14 28 46

Orta gelirli ülkeler 46 50 40 10 25 54

Yüksek gelirli ülkeler 77 23 4

Türkiye 74 26 43 16 15 60

Kore 81 19 12 5 32 51

Yunanistan 60 40 20 7 11 72

Bulgaristan 69 31 26 15 15 62

İran 61 37 23 21 17 48

Irak 76 24

G.Afrika 55 50 4 19 64

İspanya 77 23 8 4 69

Fransa 75 25 3 74

Mısır 45 55 17 20 51

Almanya 87 13 3 1 21 71

Brezilya 81 19 24 9 23 61

İsrail 91 9 2

İtalya 67 33 7 3 19 71

AT (EMU) 78 22 6 2 71

(1995 $’ı (Toplam (Toplam

97/99) (1988/00 (98/2000 arazinin (Toplam arazinin (Trakt./

kişi başı 89/91= 89/91= /98) arazinin /98) (Tarım 100

katma 100) 100) Tarım /98) Daimi alanının (100 hekt.)

değer Yiyecek Canlı yapılabilir Diğer ekim %’si) gr/hekt) Zirai

Tahıl zirai üretim hayvan toprak kullanım alanı Sulanan Gübre makine

hasıla verimi endeksi indeksi % % % alan tüketimi kullanımı

Gelişmekte olan ülkeler 1818.1 143.5 10.3 88.5 1.2

Düşük orta gelirli ülkeler 2056 163.1 176 9.7 89.3 0.9 22.7 1135 96

Orta gelirli ülkeler 2325.5 154.7 153.7 8.9 90.1 1 19.7 1081 126

Yüksek gelirli ülkeler 3877.1 110.2 109.9 11.8 87.7 0.5 11.2 1264 430

Türkiye 2254.8 1858 111.3 109.1 31.8 65 3.3 14.8 751 330

Kore 6553.5 12252 105.9 150.3 17.3 80.7 2 60.5 5358 779

Yunanistan 3587.4 12711 101.7 98 22.1 69.4 8.5 35.2 1811 843

Bulgaristan 2833 6007 72.2 64

İran 1832.8 3679 145.9 146.1 10.4 88.4 1.2 39.8 691 136

Irak 544.4 76.1 65 11.9 87.3 0.8 63.6 702 95

G.Afrika 2157.6 4070 103.1 96.5 12.1 87.1 0.8 8.5 534 68

İspanya 2716.2 21687 109.9 122.5 28.6 61.8 9.6 19 1474 583

Fransa 7257.9 50171 10.4 118.3 33.4 64.5 2.1 9.7 2708 698

Mısır 7244.7 1222 151.1 156 2.8 96.7 0.5 99.8 3858 318

Almanya 6703.7 28924 95 86 34 65.3 0.7 4 2423 950

Brezilya 2720.6 4300 139.2 149.9 6.3 92.3 1.4 4.1 1020 151

İsrail 1198.8 109.8 116 17 78.8 4.2 45.5 3423 699

İtalya 5041.5 23936 106.9 104.2 28.2 62.5 9.4 24.5 2169 1774

AT (EMU) 101 16.3 2295 953

Kaynak: Dünya Bankası, 1999.

Yukarıdaki istatistiklerde Türkiye uluslararası sınıflandırmada yer aldığı drta seviyeli ülkelerin düşük gelirliler alt grubunda tarım açısından geri değildir. Özetle Türkiye sanayi ve diğer bakımdan neyse tarım açısından da o kategoridedir. Hattâ birçok üründe tarımda durumu daha iyidir.

Çiftçinin Reel Geliri*

TL/$

1977 107.9

1978 94.2

1979 74.8

1980 69.5

1981 75

1982 69.8

1983 65.1

1984 74

1985 70

1986 66.6

1988 102.0

1989 110.5

1990 114.8

1991 100.0

1992 107.3

1993 117.1

1994 122.1

1995 135.4

1996 134.6

1997 126.8

(*) 1996 ve sonrası 1994 =100, evveli 87=100

Yukarıdaki tabloda yaklaşık bir metot kullanıldı. 1987 öncesi iç ticaret hadleri daha sonra çiftçinin eline geçen fiyatların reelleştirilmesi. Amaç yaklaşık bir kestirim olduğundan endeks yılları düzeltilmedi. Şu kadarı açıkça görülüyor. Çiftçi 70’lerin sonundaki durumuna 90’lardaki tarım desteğiyle az çok kavuşmuştur. Arada büyük kayıp yıllar vardır. Bu sadece gelir yönünü gösterip girdi fiyatlarındaki artış nedeniyle kayıpları belirtmez.