Sosyal Demokrasi-Artık Neyin İkâmesi?

Türkiye’de sağ siyaset dilinin temel ögesi hamâsetse, merkez-sol dilinin temel ögesi de ‘doğru-düzgünlük’ izlenimi vermeye matûf törensel bir sasılıktır. (Political correct’liğin politikayı ikâme etmesini andıran bir tarzdır bu.) Siyasette “yeni oluşum” sözü, herkesten fazla, Türkiye’deki merkez-sol, yani sosyal demokrat/demokratik solcu muhitin diline yakışıyor. Yeniden oluşmaya en fazla muhtaç olan siyasal girişim onlarınki; ve “yeni oluşum” sözünün sihirli muğlaklığı en çok onların derin belirsizliklerini örtmeye yarıyor.

SOSYAL DEMOKRASİNİN TARİHSEL İŞLEVİ VE REAKSİYONER KARAKTERİ

İdeolojik ayrımları ve politik inisyatifi asgarîye indiren bir benzeşme/merkezde toplanma eğiliminin güdümündeki siyaset yapılanmasında merkez-sol olarak adlandırılan politik mezhebi, tarihsel içeriğinin yanında toplumsal işlevi itibariyle de yine sosyal demokrasi olarak anmak en doğrusudur. Sosyal demokrasinin tarihsel kimliğini, iki yönlü bir arabulma işleviyle tanımlayabiliriz. Birincisi, Marksist gelenekte sosyal demokratlığın sosyalistlik/komünistlikten ayrışmasından itibaren, daha-solu asimile etmektir. Asimilasyonun bir ucu, iki Dünya Savaşı arası örneğinde Almanya’da görüldüğü ya da Türkiye’de Ecevit’in “sol sızmaları önleme” saplantısında yansıdığı gibi, düşmanca bir cepheleşmeyle sosyalistleri/komünistleri tasfiye etmeye açılabilir; CHP’nin “Ortanın Solu” çizgisinde (daha da belirgin olarak, o dönemin yelpazesinde tam da merkez-sola talip olan Feyzioğlu CGP’sinde) olduğu gibi, sosyal adaletçi uygulamaları daha-solun beslenme kaynaklarını kurutma önlemi olarak anlamlandıran müteyakkız bir anti-komünizme yönelebilir. Diğer ucu, anti-komünist gürültüye gerek duymaksızın, daha-solun bir “çocukluk hastalığı” gibi sistem içinde sosyalleştirilmesini, ehlileştirilmesini, kimi zaman da hattâ “esirgenmesini” gözetir. ’68 dalgasından sonra Avrupa sosyal demokrasisinin böyle sosyalleştirici bir asimilasyona meylettiği söylenebilir. Diktatörlük altındaki ya da diktatörlük-sonrası rejimlerde, sosyal demokrat güçler tarafından, daha-solu esirgeyici, kollayıcı tutumlar alındığına dair örnekler vardır. Daha-solun örgütsel varlığının, (varsa) devrimci potansiyelinin gerilemesine, “yatışmasına” bağlı olarak, sosyal demokrasinin daha-solla zıtlaşmaya, çekişmeye ayırdığı enerji azalmıştır. Paradoksal gibi görünse de, bununla beraber, daha-solla ilgili empatisi ve alışverişi de azalmıştır! Daha-solun sönümlenmesi ya da soluklaşması, sosyal demokrasinin ‘otantik’ ya da ‘kökten’ sol fikirlerle (varsın polemiksel olsun) temasını gevşetmiş, ihtiyarî hale getirmiştir.

Bu süreç, sosyal demokrasinin ikinci arabulma işlevini öne çıkartan bir süreçtir. Bu ikinci işlev, kapitalizmi modernleştirmek ve aşağıdakiler/kaybedenler açısından görece katlanılır kılmaktır. Bu işlevin iki cephesine bakacak olursak… Kapitalizmin daha etkin, rasyonel işlemesini ve ona daha yaygın bir şekilde rıza gösterilmesini sağlayacak düzenlemelerle sistemi modernleştirme işlevi, sosyal demokrasinin 2. Dünya Savaşı sonrasının konjonktüründe geliştirdiği beceri. Bu becerinin, söz konusu işlevin diğer cephesiyle, yani aşağıdakileri/kaybedenleri maddî ve sosyal telâfilerle kollama angajmanıyla ilintisinin ihmal edilebilir hale gelmesi de pekâlâ mümkündür. Nitekim “sosyal-neo-liberalizm” çığırındaki sosyal demokrasi, Blair-Schröder-İtalyan merkez-solu çizgisi, kapitalizmi modernleştirme misyonuna sahip çıkarken, artık alt sınıflarla, dışlananlarla ilgili politik yükümlülük üstlenmiyor. (ABD koşullarında “sosyal demokratik” etkiler taşıyan Demokrat Parti politikalarının, neo-liberalizm çığırından da önce bu ‘olgunluğa’ erişmişliğinden söz edebiliriz.) En azından, bu yükümlülüğün ikincilleştiğini söyleyebiliriz. Kapitalizmi modernleştirme misyonu, esasen, iktisadî-teknik rasyonalizmle ve buna bağlı (teknisist iyimserlikle desteklenen) bir “ilerlemecilikle”, politik alâmet-i farika olarak sahiplenilen yenilikçiliğe/reformculuğa dayandırıyor.

Bir parantez: Neo-liberal çığırının, Batı/Kuzey Avrupa sosyal demokrasisinin kendini sosyal ve politik yükümlülüklerinden arındırmasının ikinci büyük tarihsel adımı olduğunu söyleyebiliriz. Birinci büyük tarihsel adım, malûm, ulusal işçi sınıfını himaye etme erkini bir politik “altın hisse” olarak sahiplenmesi karşılığında, enternasyonalist sorumluluğundan boşanmasıydı. Bu özel müşteri/müvekkil tabanı ve o tabanı -kazanımlarıyla/“piyasasıyla” beraber- genişletmenin rasyonel oluşu, özellikle refahlı, dolayısıyla sosyal refah devletinin yapılabilir ve sürdürülebilir olduğu şartlarda (bkz. İskandinavya), sosyal demokratlığa bir “millî spor” hususiyeti kazandırmıştır.

Buraya kadar söylenenlerin özeti, sosyal demokrasinin tarihsel olarak reaksiyoner bir işlev gördüğüdür. Reaksiyoner kavramını “gerici” anlamında değil, “tepkisellik” anlamında kullanıyoruz. Sosyal demokrasi, programını ve politikalarını, bir yanda sosyalist/komünist radikal dönüşüm tasarımlarını yumuşatmak ya da “uygulanabilir” kılmak, diğer yanda sistemin ve rejimin hükmünü “yumuşatmak”, onun araçsal-işlevsel rasyonalitesini toplumsal özgürlük ve eşitliği geliştirici telâfilerle göreceleştirmek doğrultusunda belirlemiştir. Sosyal demokrasinin, “kendi” toplum tasarımından söz edemeyiz; o, sol kaygılarla belirli bir etkileşimi olan, bir tashih (düzelti) ya da bir “orta yol” ideolojisidir.

Sinizme gömülmemek için ekleyelim: Sosyal demokrasinin her somut durumda bir devrim imkânını önlediğini ya da kapitalist sistemin işleyişini kolaylaştıracak reformların müteahhitliğini üstlendiğini söyleyemeyiz; daha doğrusu, sosyal demokrasinin işlevini nesnel olarak bu istikamette görsek bile, onun öznel saiklerinin izahını bununla tüketemeyiz. Sosyal demokrasi, ‘global’ manâda kapitalist sisteme ilişkin ya da somut toplumsal formasyona ve reel politikaya ilişkin, toplumsal karşılığı olan talepleri, itirazları, tasavvurları seferber eder; yani bir “göreli özerkliği” yok değildir. Sosyal demokrasinin sağladığı bütün toplumsal “iyileştirmeler” de, illâ karşı-devrimci veya sistemin rasyonalizasyonuna hizmet eden bir aklın güdümünde hâsıl olmuş değildir. Sosyal demokrasi, kendisini bir reaksiyon olarak sergilemekle değil, bir değişim vaadederek ve bu değişimi ‘kırıp-dökmeden’ gerçekleştireceğine inandırarak ve böylelikle bir değişimin gerçekleştirilebileceğine dair bir heyecan yaratarak başarılı olabilir; anlamlı olabilir. Azamî hedeflerden, ilkesel hudutlardan, ütopik ufuktan geri çekilme karşılığında (‘ilerici’ veçhe) ya da kimi statüko etmenlerini koruma adına (‘gerici’ veçhe), bir yapabilirliğin, uygulanabilirliğin güvencesini verir. “Sosyal endişe”yle terbiye edilmiş pragmatizm, dolayısıyla işbitiricilik derecesine varmayan bir yapabilirlik, sosyal demokrasinin sol tayftaki mukayeseli üstünlüğüdür. Bu noktada yine sinizmin kapıları açılır: Yerleşikleşmesi ve başarısı oranında, iktidar mantığının araçsallığının da katkısıyla, sosyal demokrasi sosyal endişelerden soyunmaya, işbitiricilik derekesine varmaya teşne hale gelir.

 Şununla da bağlantılıdır bu yatkınlık: Sosyal demokrasinin reaksiyoner niteliği, onu, kendini ayrıştırdığı kutuplara tâbi kılar; bu kutuplar uzaklaştığında ya da etkisini yitirdiğinde, sosyal demokrasi hükümsüzleşme -ya da had safhada içeriksizleşme- riski altındadır. Radikal ya da radikalleşmeye yatkın bir sol potansiyel mevcut bulunmalıdır… veya, yahut bununla birlikte, dizginlenmeye muhtaç bir “vahşi kapitalizm” ya da “sosyal önlemler” eşliğinde çözülmesi gereken bir birikim rejimi krizi karşısında olunmalıdır. Tekrarlayalım, otoriter rejimlerin çözülme, “normalleşme” süreçlerinde, demokratikleşme reformlarının sükûnetle ve suhuletle kotarılması işi de, global düzeyde sosyal demokrasinin ihtisas alanlarındandır.

Reaksiyoner niteliğinden ötürü, sosyal demokrasi kırılgandır. Bir daha-sol dalga ya da “sosyal reform” konjonktüründen mahrûm kaldığında, sosyal demokrasi işlevsizleşir, müşteri-müvekkil tabanının temsiline sıkışır - ve bizzat bu temsil işlevinde de sıkışır. Politikanın ideolojiden arındırılması ve idarî menajerliğe indirgenmesi, teknokratik damarı hayli güçlü bir akım olmasına rağmen, reaksiyoner gıdasını eksik bıraktığı için sosyal demokrasinin aleyhine olur. Merkezkaç güçlerin rüzgârını çalmak suretiyle ya da telâfi/ortayol işlevi yükleyerek bir merkez inşa etme ihtisasıyla oluşmuş politik mühendislik birikimi, uçlardan/“ideolojilerden” arınmış bir merkeze yığılma vasatında, merkezin bizatihî politik değer sayıldığı bir ortamda, özel işlevini yitirerek geçersizleşir. Beri yandan, sosyal devlet çağında, müşteri-müvekkil tabanı olarak ulusal işçi sınıfının orta sınıflaşarak politik angajmanını gevşetmiş olması, sosyal demokrasinin temsil politikasındaki “altın hissesinin” de değerini düşürür. Bunun sonucu da, yukarıda belirttik, sosyal demokrat partilerin de politik yükümlülüklerinin bakiyesini olabildiğince azaltmaya yönelmesidir. “Parti”nin mucidi sayabileceğimiz, onun modern zamanların aslî kurumlarından biri olarak gelişmesinde öncü rol oynayan sosyal demokrasinin, “parti”nin ifade ettiği bağlayıcılıklardan arınmasında yeni bir merhale daha!..

TÜRKİYE SOSYAL DEMOKRASİSİ

Türkiye’de sosyal demokrasinin tarihsel koşullarının özgünlükler içerdiğini biliyoruz: Devlet-kurucu tek-partinin Türk sosyal demokrasisinin partisine dönüşmüş olması, gerçekten çarpıcı bir özgünlüktür. Fakat Ortanın Solu-sonrası CHP’yi biricik ve kendine özgü kılmaz bu özgünlük. Gerek sosyal demokratik mecraya giren 1960’lar/70’ler CHP’si, gerek onun ardılı olan SODEP-SHP, gerekse ‘arı-duruluk’ saplantısına rağmen önünde sonunda 1960’lar/70’ler CHP’sinin mirasına bağlanan DSP, sosyal demokrasinin ‘dünya-tarihsel’ işlevine istisna teşkil etmezler: Değişen doz ve bileşimlerde, daha-solu yatıştırıcılık/entegre edicilik/uyarlayıcılık işlevi ve sistemi modernleştirme işlevidir bu. Dolayısıyla, “klasik” sosyal demokrasiyle mukayesesi hiç de yersiz olmayan bir özgünlük/özgüllüktür bu. Ortadoğu’nun, Hindistan’ın veya Meksika’nın millet-inşacı ve ulusal kalkınmacı kurumsal reform partileriyle mukayese edilmesi de anlamlıdır “Türk sosyal demokrasisi”nin; bu düzeyde de “Üçüncü Dünya”ya özgü bir sosyal demokratik işlevin ‘dünya-tarihselliğinden’ ögeler bulunabilecektir.

CHPgil politik yapıların sosyal demokratik işlevleri yerine getirdikleri veya buna talip oldukları özgül bağlama bakacak olursak… 1960’lar/70’ler CHP’si, sosyal demokrasinin iki işlevinin görece tutarlı bir bileşimini temsil etmekteydi. Birincisi, önemli bir toplumsal muhalefet potansiyelini seferber eden radikal sol/sosyalist harekete karşı, inzibatî değil sosyal-politik önlem seçeneğini temsil ediyordu. (Yukarıda değinildiği gibi, bu misyonun yine inzibatî denebilecek bir söylemle adını koyanlar, CHP-Sağının, sonraları CGP’yi oluşturan cumhuriyetçi-muhafazakâr eliti olmuştur.) Daha-solu, sosyal devlet uygulamalarıyla yatıştırmaktan onun savlarını uyarlamaya uzanan bir strateji yelpazesiyle, kritik anlarda anti-komünist teyakkuz ve kriminalizasyondan da geri kalmadan, entegre etmeye çalıştı. (Örneğin Alman sosyal demokrasisinin 19. yüzyıl Bismarck/Wilhelm erken-sosyal devletine minnetten ve milliyetçi sadakat geleneğinden gelen ve 1. Dünya Savaşı sonrası cumhuriyetin kuruluşunu ‘yönetmekten’ gelen güçlü devletçiliği, Türkiye sosyal demokrasisine de Kemalist köklerinden ‘yürüyordu’. CHPgil partiler, halk/parti tabanı karşısında son kertede Devlet Aklı’nı temsil eden bir duruştan ayrılamadılar.) İkincisi, Türkiye kapitalizminin iktisadî, sosyal, kültürel yeniden-üretim zemininin genişletilmesi ve sistemin kapitalizm-öncesi yüklerinden arındırılarak rasyonel bir işleyişe kavuşturulması için tertibat aldı. Politik katılım haklarını genişletme ve demokratikleşme saikleri, bu iki işlevin itilimiyle CHP’ye maloldular.

SHP VE SUÇU

12 Eylül askerî rejimi sonrasında, 1980’lerde, önce daha ziyade “Batılı anlamda sosyal demokratlığa” meyleden SODEP, sonra bu yönelimi CHP mirasıyla daha sıkı meczeden SHP, Latin Amerika ya da daha yakın emsal olarak Güney Avrupa kuşağındaki sosyal demokratik partileri kalkındırmış olan, otoriter rejim sonrası demokrasiye geçiş misyonuna talip oldular (elbette sosyal adaletçi vaadlerle beraber), rüzgârlarını bu iddiadan aldılar. Bu politik iddiayı lâyıkıyla ve belirtik bir biçimde taşıdıkları, altını doldurdukları söylenemez. Yine de, 1989 yerel seçimlerinde birinci parti olan SHP, zaman zaman ılımlı rövanşist imâlarda da bulunarak, otoriter-faşizan 12 Eylül rejimiyle hesaplaşmayı öngören, anti-militarizmden bahsedebilen bir partiydi. Burada, o zamanlar, “yerlilik”le ilgili kaygılara gömülmeksizin, Kemalizmin sosyal demokratlıkla bağdaşırlığı dahi tartışılabilmişti. SHP’nin önemli bir özelliği de (belki fırsatı, demeliyiz), daha-solun bastırıldığı ve umutsuzlaştığı bir zamanda, onun kadrolarını ve desteğini asimile etme imkânından yararlanmasıydı. Keza Kürt meselesinin düşük yoğunluklu savaş seviyesine çıkmadığı o zamanda, SHP, -kelimenin olanca sosyal demokrat muğlaklığıyla- bir “açılım” ihtimalini “ummak isteyenlere” hitap edebiliyordu. Ancak 1991 genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkmayı başaramayıp, kurulan koalisyonda DYP’nin muavini olarak yer aldıktan sonra, SHP (ki çok geçmeden, bünyesinden ayrılan CHP’yle yeniden birleşerek -ve bu adı alarak- “Baykalize” olacaktır), Türkiye’de rejimin göreli bir demokratikleşmesine değil, otoriter-faşizan bir yönetimin normalleştirilmesine hizmet etti. O sırada “teknik olarak” hâlâ kendi üyesi olan HADEP’lilerin Meclisten atılması, hâlâ üyesi olan bir milletvekilinin polislerce şehrin göbeğinde dövülmesi, Sivas kıyımı, düşük yoğunluklu savaş rejiminin kurumlaştırılması, yargısız infazlar vb. karşısında SHP/CHP, 28 Şubat günlerinde devlet laisizmine sahip çıkarken gösterdiği bir celâdeti asla göstermedi. Bunun ötesinde, herhangi bir iç ve dış meselede, bir programı ve politik tercihleri olan bir parti gibi değil, teknik-bürokratik müktesebatını hükümet emrine sunmuş bir ihtisas kurumu gibi davrandı. SHP-CHP’nin 1991-1995 performansı, abartmak gibi görünmesin, reel politik açıdan ağır hizmet kusuru, politik ahlâk açısından ise yüz kızartıcı suç kategorisine girer. Özeleştiri gerektirir, gerçekten yeniden-yapılanma gerektirir. Kendinden menkul “karizma”larla, kuzular-poşular-gençkızlaroğlanlar eşliğinde gülümseyen fotoğraflar çektirmekle, başlık çıkartmaya müsait vurucu lâf işçiliğiyle, kısacası Baykalizasyonla kotarılamayacak; gerçekten politik emekle kendini yeniden-düşünmeyi, yeniden-kurmayı içeren bir özeleştiri…

1999 seçimleri sonrasında Altan Öymen’in vekil-başkanlığındaki CHP, usul usul, böylesi bir gecikmiş özeleştirinin zeminini oluşturmaya yönelmiş görünüyordu. Henüz işin başındaydılar; örgütün bir kongre aygıtı olmanın ötesinde neye yarayabileceğini kolaçan etmekle meşguldüler, politik sözler sarf etmeye yeni yeni başlıyorlardı… derken yine Baykal geldi! Bu bıktırıcı döngü CHP profesyonellerine bile fazla geldi, kopmalar başladı. Ve tabiî “bir yeni oluşum” arayışı... “Yeni oluşum” sonuçta yine bir derleme işi, mevcut personelden bir ideal tertip çıkartma işi olarak düşünülüyor. Bu darlık buhranında, Erdal İnönü’ye Celâl Bayar muamelesi yapılması, onun icazetine ve “başa geçmesine” bizatihî bir çözüm olarak bakılması, anlaşılır bir çaresizlik. Ama eninde sonunda bir çaresizlik! Erdal İnönü, kimileri için “tarihsel soyadıyla”, kimileri için ise sükûnet, ‘bilgelik’, birleştiricilik gibi vasıflarıyla, bir fikri, bir politik öneriyi değil bir imgeyi ifade ediyor.

Ne var ki, sosyal demokrasinin bir “çıkış yakalaması” için, ‘evrensel’ işlevinin yol izinde bir rota tarif etmesi lâzım. Daha-solun (bunun potansiyelinin) asimilasyonu bağlamında, yoksulluğa karşı sosyal adaletçi “projeler”; artı, sistemin hukukîliğe riayetkâr ve rasyonel bir biçimde restorasyonu “projesi”… Ve bu doğrultuda toplumsal rıza üretecek bir ideolojik söylem, bir politik duruş ve temsiliyet… CHP ve onun saçılımları, bu yetenekten, böyle bir öncelik tespitinden uzak görünüyorlar. En büyük politik sermayeleri, “merkez-solda ciddi bir seçeneğe”, salt (illâ “sol” da demeyelim) sağcılıktan rahatsız/memnuniyetsiz kesimler adına değil sistem adına da ihtiyaç duyulmasıdır.

Mümtaz Soysal’ın sözcülüğünü yaptığı, anti-emperyalist vurgulu muhafazakâr-cumhuriyetçi “yeni oluşum” ise, kendince politik netliğe sahip. Buna karşılık, bir yandan teknik-bürokratik kapasitesi düşük görünüyor (ki bu reel-politik ‘yapabilirlik’, sosyal demokrasinin ‘nazarîlikle’ malûl daha-sol karşısındaki önemli bir kozudur), diğer yandan tayin ettiği milliyetçi gündeme girmeyen -örneğin demokratikleşmeyle ilgili- sorunlarda (başka bir deyişle bu sorunların anti-emperyalizm suretinde milliyetçi olmayan temsillerinde) angaje görünmüyor.

Bu nedret halinde, Kemal Derviş, çok uygun bir sosyal demokrasi ikâmesi olarak ortaya çıkıyor: Söz konusu “projeleri”, tam da bir proje teknisizmiyle, örgüt ve ideoloji gibi olumsuz yan etkilerden mümkün ölçüde muaf kalarak yürütecek bir uzman olarak… Örgütten/‘doktrinden’ arınmışlık ortak paydasında, DSP ile Derviş’in birlikte ‘reaksiyona’ girmeleri ihtimalini de düşünmek gerekir. Ancak Türkiye, modernliğin karmaşıklığına kendi özel katkılarını da yapan bir toplumsallıklar manzumesinden meydana geliyor ve böyle steril bir seçeneğin kendini kabul ettirmesinin kolay olmadığını, kazalara açık olduğunu unutmamak gerek. Bir Kemal Derviş Partisinin ya da Kemal Dervişli bir sosyal demokrasi ikâmesinin şansıyla ilgili ihtimal hesaplarını erteleyelim…

MÜŞTERİ/MÜVEKKİL

Ahlâkî tercih olarak soldan bahsedilebileceği gibi, çıkar temsili olarak soldan da bahsedilebileceğini biliyoruz. İkisi de “gerçeğin” birer yüzüdür, ikisi de meşrû ve muhteremdir. En muhterem olanı ise, bu iki veçhe, bu iki saik, bu iki meşrûiyet çerçevesi arasında eleştirel bir kontrolün kurulması ve korunmasıdır herhalde. Sosyal demokrasi, paradoksal görünmekle beraber tıpkı uvriyerist-sınıfçı solculuğun yaptığı gibi, çubuğu çıkar temsiline doğru büker. Tarihsel gelişmesi içinde gittikçe daha fazla büker… Sosyal demokrat partiler örneğinde kuramlaştırılan “tunç kanunu” uyarınca, temsil edilen çıkar, partinin/seçim aygıtının çıkarı haline gelesiye…

Türk sosyal demokrasisinin çıkar temsili ilişkilerine bakarak, serbest bir listelemeyle, sektörel durumu tasvir etmeye çalışalım…

• “Batılı anlamda sosyal demokrasi” tabanını andıran, örgütlü sivil toplum sektörleri… Ancak Türk sosyal demokrasisinin terekesinde sendika vb. kitle örgütü blokları yoktur. Sosyal demokratların, zaten temsilî ve katılım yapısı gevşek olan bu yapıların yönetim elitiyle bağları vardır - burada da daha-sola karşı boynu bükük durumdadır. Kendisi de etkinlik yitimiyle karşı karşıya kalan bu sendika ve örgüt aksiyonerleri ile 1970’lerde ve 1980’lerde varolan ilişkileri, son on yılda büyük ölçüde seyrelmiştir. Bu durum, sosyal demokrasiyi hem uzmanlık bilgisi akışından ve uygulama politikalarına dönük fikir üretiminden (dolayısıyla ahaliyi işbilirliğine ilişkin ikna gücünden) geri bırakan, hem de daha-solla temasını verimsizleştiren bir etkendir. DSP, bu sektörde, ancak münferit ve parti-içi güvenlik icabı “açığa vurulmayan” ilişkilerle mevcuttur.

• Yeni-sosyal demokrasinin tabanını oluşturan, tahsilli (büyük-)kentli orta sınıflar... Baykal CHP’si, bu zümreye hitap eden “çıkış”lara epey emek harcamıştı. Medya-odaklı siyasetin ‘çekiciliği’ ve Avrupalı sosyal demokrasinin muzafferiyetleri, sosyal demokrat siyaset esnafını, solculuk tezahürlerinden mümkün olduğunca uzaklaşmaya, “yaşam kalitesine” ve “başarı imgelerine” hitap eden bir söylem ve buna uygun bir taban aramaya itiyor. Laisizm de bilhassa bu bakımdan işlevsel bir siyaset aletidir. Son genel ve yerel seçimlerde CHP’nin en iyi oy aldığı yerin Batı’nın büyük kentleri olması, böyle bir tabana entegre olma eğilimine işaret ediyor. Ancak bu seçmen sektörünün toplam oy pazarındaki payı sınırlıdır -özellikle de İstanbul adlı Batılı büyükkentte bir varlık gösterilemeyince! Ayrıca, belediyeci olarak sosyal demokratları seçen kentli nüfusun, bu seçimini politik bir tercih olarak düşünmekten hayli uzaklaştığına (bunu daha ziyade teknik bir seçim olarak düşündüğüne) dair güçlü emareler var. Depolitizasyon veya apolitiklik seviyesinin artmasına bağlı olarak DSP’nin de bu sektörde her zaman şansı vardır.

• Tek kelimeyle: Aleviler… Daha fazla kelimeyle: Alevilerin, İslâmcılığı hayatî bir tehdit olarak gören ve bir klientalist ilişki ağı içerisinde “elkoyduğu” CHP’yi politik yuva olarak gören çoğunluğu. CHP, kentlerde müşteri-müvekkil kitlesinin önemli bir kısmını, birçok taşralarda da bayrak gösterebilmesini bu Alevi yapılanmasına borçludur. Ancak Alevi “rönesansı” ile birlikte partiyle (partilerle) daha sıkı pazarlıkçı bir ilişkiye giren bu kimlik politikasının, CHP’nin hareket kabiliyetini kısıtladığı da açıktır.

• Daha-solun asimile olmuş unsurları. “Batılı” sosyal demokrasi çizgisi ile anti-emperyalist millîcilik arasında salınan bu bileşenin nüfusu sınırlı ama özgül ağırlığı (söz söyleme, propaganda, seferber etme kuvveti) fazladır. (Burada muhakkak bir eski solculuk kariyerinden, yani kinetik anlamda daha-soldan değil, daha-sola gitmeye açık ya da kimi konularda daha-solla buluşabilecek potansiyellerden de söz ediyoruz.) ÖDP kurulunca bu bakımdan ciddi kayba uğrayan CHP, ÖDP’nin bunalımı ve “yeni oluşum” hevesleriyle, bu kaynağı -hayli süklüm püklüm bir halde- geri-kazanmayı umabilir… belki... DSP’de de bu kadrolardan bir bölük vardır, ancak DSP’ye asimilasyonun sert -ve yine de güvencesiz!- koşullarına tâbidirler. Pişkinsüt-sonrası dönemde bir değişim olup olmayacağını göreceğiz.

• Bürokrasi -ve çok azalan oranda burjuvazi- içinde, Tek-Parti CHP’sinin politik varislerini devletin özünü temsil eden bir kurum olarak görmek isteyenler hâlâ vardır. Elitlerden orta sınıflara (ve anonim varlıkları içinde alt-sınıflara da) yayılan bu görüş açısı, CHPgil veraset zincirini, millî güvenliğin, sosyal asayişin, laisizmin ve “Batı’dan büsbütün kopmamanın” güvencesi sayar. 12 Eylül’e rağmen sürebilmesinde bizzat CHPgil siyaset elitinin de önemli pay sahibi olduğu bu temsil ve meşrûiyet ekseninin bugünkü taşıyıcısının DSP olduğunu, hattâ DSP’nin esas olarak bu işi gördüğünü söylemeye gerek var mı? Bir şerh: Eski (en eski!) CHP’den devrettiği düşünülen misyonlardan olan, “Batı’dan büsbütün kopmama” kaygısı, DSP’nin Millî Şefi tarafından gitgide bastırılmaktadır.

Sosyal demokrasinin yönetimlerinin bir zaafı da, bu temsil ve çıkar bileşenleri arasında tutarlı ve bütünlüklü bir bağ, hegemonik bir ilişki kuramamak olmuştur. Örgütlü bir çıkar temsiline değil anonim bir kitlenin vekâletine talip olan DSP’ye avantaj sağlayan bir etken de budur.

DAHA SOL VE SOSYAL DEMOKRASİ

Sosyalistlerin veya nispetçi bir terimle daha-soldakilerin sosyal demokrasiyle ilişkisinde de yeterince ‘uygunsuzluk’ tespit edebiliriz. Daha-solun alışkanlığı, sosyal demokrasiyle pragmatist ve araçsal bir ilişki kurmaktır; sosyal demokrat partileri, propaganda ve güç gösterisi zemini (fetihçi örnekleriyle: kurultayda korsan slogan, büro işgali…), milletvekilleri vd. makam sahipleri aracılığıyla sorun halletme, giderek açıkça maddî menfaat için “imkân” olarak kullanmakta beis görülmez. Sol jargonda “informeli” hattâ “mahremi/özeli” imlemek üzere kullanılagelen terimle bu “feodal” ilişkileri formel-siyasal söylem ve duruşlarla tutarlı kılmaya zahmet edilmez. (Kendine mahsus bir tutarlılık anlayışı ise, sosyal demokrasinin tarihsel ihanetinden, aczinden dem vurarak -kimi durumda ilâveten muhatap olunan sosyal demokrat kadroların daha-sol geçmişine atıf yaparak-, devrimci amaçlara lojistik destek sağlamanın zillet içindeki sosyal demokratlar için kısmî bir günah çıkarma olacağı, dolayısıyla kendine yardım ettirmenin onlara iyilik etmek olduğu varsayımıyla davranmaktır.) Böylesi pragmatik ve araçsal alışkanlıklar, öncelikle, sosyal demokrasiyle daha-sol arasındaki ilişkiyi -her iki taraf için ve üçüncü taraflar nezdinde- saygıdeğer ve şeffaf olmaktan uzaklaştırmaktadır. Ayrıca bu durum, sosyal demokrasiyle daha-sol arasındaki gerilimin -her iki taraf açısından- üretken ve ‘ilerletici’ olmasını önlemektedir.

Pragmatik ve araçsal ilişkinin ötesindeki bir problem, doktriner şablonlara bağlı “politik durum analizi”nden kendine özgü politik söz ve öneri üretemeyen daha-solun, kendini sosyal demokrasi ikâmesi konumuna itmesidir. Sosyal demokrasi sosyalizmin “indirgenmesi” iken, sosyalizmin sosyal demokrasinin “indirgenmesi” haline gelmesi… Sanırım ÖDP’nin buhranıyla da bağlantılı olarak tartışılması gereken bir sorundur bu. Sosyal demokrasiyle daha-sol arasında bir ittifak ya da bir geçici birlik ya da bir ortak zemin kurmak, konjonktürlere, dönemlere, hedeflere bağlı olarak dünyanın her yerinde pekâlâ düşünülebilir seçeneklerdir. Bu bir ayıp değildir! Hele (bütünsel veya kısmî) ortak zeminler, seçenek olmanın ötesinde birçok durumda kaçınılmazlıktır; her derece solculuğun belirli bir ortakyaşarlığa (simbiyoza) muhtaç olduğu taşrayı düşünün, yeter… Burada herkesi ‘rahatlatacak’ ve ‘ilerletecek’ olan, bu ilişkilerin ‘medenî’ ve politik bir açıklıkla, düşünmüşlükle ve hep yeniden düşünerek yürütülmesidir (burada politik olanla, stratejik siyasetçilikten ziyade, dünya/insanlık/memleket haliyle ilgili fikir üretmeyi kastediyoruz).