Dünya Bizimdir: Bir Başka Küreselleşmenin Aktörleri

DEĞİŞİM HALİNDEKİ AKTÖRLER, ORTAK SORUNLAR

Karşı hareketlerin, evrimlerinin ve kucak açtıkları tartışmaların çözümlemesi bizi, bu hareketleri dünya sahnesine çıkartan, Seattle’da DTÖ’nün Genel Kurulu vesilesiyle düzenlenen ‘dünyanın metalaştırılması’na karşı kampanya, Üçüncü Dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi kampanyası gibi kampanyaları tanıtmaya yönlendirecek.

Ancak, öncesinde başka aktörlere değinmek gerekiyor. Liberal küreselleşmeye karşı mücadelelerin ortaya çıkmasından çok önce sahnede olan ve yukarıda değindiğimiz sarsıntılara tepki vermesi gerekenler: en başta sendikalar, sonra gençleri, köylüleri, işsizleri içine alan diğer sosyal hareketler, feminist hareketler ve tabiî STK’lar. Her biri üzerinde teker teker duracağız, ancak öncelikle bütün bu hareket ve örgütlerde karşılaşılan benzer nitelikteki bazı sorun ve çelişkileri ele almak yerinde olur.

Bu sorunlardan ilki aslında en klasiği: bir tarafın köktenciliği ve güç ilişkisi arayışı ile diğer tarafın tanınma kaygısı ve müzakereciliği arasındaki gerilim. Burada, genel anlamda çok tartışılmış bir meseleye tekrar dönmek söz konusu değil, tersine, aslolan bugün yeni olana işaret etmek. Bununla birlikte, önemli bir şey ortaya çıktı: Seattle, Washington ya da Prag güç ilişkisinin gerekli olduğu fikrini tekrar gündeme getirdi. Nedeni çok basit: birkaç onbin gösterici sendikaların ve STK’ların yıllar ve yıllar boyu yürüttükleri kulis çalışmaları ve müzakerelerden çok daha fazlasını yaptı. Ancak, kurumların yaklaşımı aynı zamanda, en azından şeklî anlamda, ‘sivil toplum’a açılma çerçevesinde müzakere olanak ve alanlarını genişletti. Bu çelişkinin çözümü yaşamında en azından bir kez sendikal eğitim stajına katılmış biri için aşikârdır: Güç ilişkisi kaçınılmazdır, ancak mücadelelerin sağladığı kazanımları ve zaferleri amaçlarına ulaştırmak için pazarlığa oturmak gerekir. Yine de hepimiz biliyoruz ki, bu gerçekliğin ötesinde, öncelikler skalası, gelenekler, küçük çaplı da olsalar örgüt içi yapılanmaların menfaatleri ve ‘tanınma’ya verilen önem işleri fazlasıyla güçleştiriyor. Bu zorlukla seferberliğin her aşamasında karşılaşacağız.

Demokratik irade ve karar alma sürecinin her aşamasında aktörlerin geniş katılımı ile uzmanlık ve ‘yetkinlik’ talebi arasındaki çelişkiyi de bu zorunlu hatırlatmaya eklemek gerekmektedir. Ancak, biz, her ne kadar bütünüyle yeni olmasalar da hal-i hazırdaki durumda özel bir yoğunlukla varlıklarını hissettiren iki gerilim üzerinde özellikle durmak istiyoruz:

• Yerel ya da ulusal eylem ile uluslararası, kıtasal ya da küresel eylem arasındaki ilişki;

• ‘Korporatizm’ denen biçimi de içine alan her türlü kimlik arayışı ile izlekler ve sosyal sektörler açısından geniş bir ittifak gerekliliği arasındaki ilişki.

YEREL VE ULUSLARASI

Yerel ile uluslararası arasındaki gerilim filizlenmeye henüz başlıyor. Bugün, ancak, liberal küreselleşmeye karşı girişilen seferberliklerin kalbinde olup, Seattle’a, Prag’a ya da Porto Allegre’ye gidip gidemeyeceklerini düşünen küçük militan katmanlarını kapsıyor. Uluslararası seferberliklerin ritminin artması dolayısıyla -her ülke, her şehir bu dünyanın ‘büyükleri’nin en ufak bir toplantısını seferber olmak için bahane sayıyor- gelişmekte olan bir gerilimin ilk adımları hissedildiği gibi, gerilimin daha temel nedenleri de var.

Bu nedenlerden ilkine zaten değindik: uluslararasıcılığın yeni bir boyutunun ortaya çıkması, uluslararası kurumların kararları üzerinde etkili olmak için ortak eylem, fakir ülkelerin borcunun iptali için G-7, Seattle’da DTÖ, Prag ve Washington’da IMF ve Dünya Bankası. Önceki yılların uluslararasıcılığı -ki gerekliliği sürmektedir- şu ya da bu ulusal mücadeleyi destekleyerek, -ki en iyi destek ülkede yeni bir ‘cephe’ açmaktır- genel güç ilişkileri üzerinde etkili olmayı öngörürken, bugünkü uluslararasıcılıkta tüm gezegeni kapsayan bir kampanya için, belli bir zamanda, birlikte seferber olmak söz konusudur. Bu yeni veriye, eylem yöntemleri de (işleyişi engellenmeye çalışılan ya da en azından dinlemeye zorlanmak istenen kurumları bloke etmek ya da kuşatmak) eklenirse, pek çok militan için ‘orada’, ‘Tarih’in yazıldığı yerde’ olmanın önemli olduğu anlaşılır.

Bir başka güçlük, az önce hatırlattığımız güçlükle birleşiyor: dünya çapında bir seferberliğin oluşumunu kolaylaştıracak uluslararası ya da hattâ kıtasal bir kamusal alanın yokluğu ya da parçalı yapısı. Ulusal çapta, mesele tümüyle farklı bir şekilde ortaya çıkıyor. Sonuç itibariyle, bireylerin bedensel varlığı Bakanlar Kurulu ya da Parlamento’da duyulmak ya da kararları üzerinde etkili olmak için gerekli değil. 1995 sonbaharındaki kamu sektörü grevi ya da 1997-1998 kışındaki işsizler hareketi sırasında, acaba ulusal bir gösteri düzenleyip “Paris’e çıksak” mı, çıkmasak mı? diye tartışıldı. Oysa asıl mesele başkaydı. Hepsi, grevciler ve militanlar, gazeteciler ve siyasî sorumlular, tıpkı bu hareketleri izleyenlerin tümü gibi güç ilişkisini değerlendirip, hükümetlerin yanıtını tahmin etme olanağına sahipti: ulaşımın ve postanın bloke edilmesi ve özellikle 1995 Kasım’ında göstericilerin sayısı, ASSEDIC işgâlleriyle işsizler hareketi sırasındaki görülmeye değer eylemlerin sayısı. Bu hareketlerin sorumluları tüm kitle iletişim araçlarında görülüyor, hükümet görevlileri ve analistlerle birlikte yazılı ya da görsel basında birinci haber olan kamusal tartışmaya katılıyorlardı.

Tüm bunlar uluslararası planda eksik kalıyor. Seferberliklerin canalıcı anları bir referanslar bütünü oluşturmaya başladığı ölçüde, uluslararası düzeyde kamusal alan parçaları olduğu kaydedilebilir. Nitekim, bu, bizzat AB yapısının, karşılıklı anlayış ve birlikte eylem için kaçınılmaz olan ortak dilbilgisinin yazılmasına katkıda bulunduğu AB düzeyinde çok daha gerçerlidir. Ancak sınırları olacağı da besbellidir. Bu kamusal alan parçaları sadece dağınık olmakla kalmıyor, bakış açılarındaki farklılık da ayrı bir sorun yaratıyor: güç ilişkileri gerçeğiyle elele verip, dünyayı Amerikan ışığıyla, dahası hâkim ülkelerin ışığıyla aydınlatıyorlar. Bu çelişkiyi derinleştirmek için, “küresel düşün, yerel davran” gibi dövizler ya da “küyerelleşme” gibi yeni terimlerden daha iyisi olamazdı. Tek çare, birlikte olabildiğince etkili yani gözle görülür, elle tutulur bir şekilde hareket etmeyi sağlayacak referansların, kerteriz noktalarının ve geleneklerin oluşturulmasına dört elle sarılmaktır. Bu, farklı ülkelerdeki hareketlerden karşılıklı olarak haberdar olmayı sağlayacak araçları edinmeyi, çevre ülkelerin mücadelelerine kucak açmayı ve özellikle eylemleri, etkinlikleri ve talepleri kolay okunur bir yol çizmeyi gerektirir. Filozof Jean-Marc Ferry’ye[1] göre,

“Modern kamusal alan rakip iki yapılanma sergiliyor: Birincisi, parlamenter rejimlerin yükselişine bağlı olarak gelişen klasik yapılanma, ki tutarlılığı genellikle uluslar çapında sağlanmıştır; ikincisi kitle demokrasilerinin yükselişine, büyük yayın kuruluşlarının iktidara gelişine bağlı olarak gelişen medyatik yapılanma. Bu ikincisi söz konusu olduğunda, kamusal alan, ulus ilkesine göre düzenlenmiş siyasî kategorileri aşıyor.”

“Kozmopolit Avrupa”yı ilerletmek için Jean-Marc Ferry bir “Görsel-işitsel İletişim Avrupa Şartı” öneriyor ve Avrupa halklarını “tarihlerini yeniden değerlendirmeye ve hafızalarının referans noktasının yerini değiştirmeye” çağırıyor. Ancak bu arayış, belki de her şeyden önce uluslararası seferberliklerden destek alan bilinçli bir eylem olma aşamasından geçiyor. Siyasî her türlü tartışmayı şekillendiren kaynaklar olarak ulusal kimlikler, bu ortak eylemler ve yapılanmalardan oluşan kollektif hafızadan meydana gelir. Fransa için bunlar, Devrim ve kazanımları, 1936 Haziran’ı ve ücretli izinler, Nazi işgâlinden Kurtuluş ve bunu takiben kadınların seçme ve seçilme hakkının kabulü, kamu hizmeti ve asgari ücret gibi sosyal ve demokratik zaferlerdir. Oluşturulan bu hafıza, bugünkü mücadelelerin temel meselesidir. Militan ve filozof Daniel Bensaid’in[2] dediği gibi,

“…geçmişin vakti asla dolmaz. Onunla olan hesap asla kapanmaz. Geçmiş, köleleştirilmiş ya da uyutulmuş güçleri olan bir halkı bağrında saklar.(…) Tarihin kağıtlarını iyice karıştırıp, yeniden dağıtarak yenilmişleri yenilgilerinden her zaman kurtarabiliriz.”

“Dünya anlatıları”nın yeni “öyküleniş”lerinin[3] işini kolaylaştırmaktan başkaca hedefi olmayan bu denemenin esası, başlangıçta etkileri tahmin edilemeyen olayların ele alınmasıdır. Bundan sonradır ki, bağlantılar kurulacak, tutarlılık aranacaktır. Chiapas’taki yerli ayaklanmasından sonra, “galaksilerarası buluşma”yı düzenlemekle Zapatistaların yaptıkları da budur. 1999 Ocağındaki “Diğer Davos”tan, 2000 Ocağında Porto Allegre’deki “Küresel Sosyal Forum”a varıncaya kadar, Cenevre, Prag ya da Seul’deki sayısız gösteri ve konferanstan geçerek liberal küreselleşmeye karşı mücadele hareketlerinin ortaya çıkışına anlam kazandırmaya çalışan militanların yaptıkları budur.

Bir sonraki aşama, uluslararası nitelikli seferberliklere birlikte kafa yormak ve sanki her eylem yerel düzeyde kalacakmışçasına, gözle görülürlüklerini sağlamak olacaktır. Nitekim, bu yöndeki öneriler de belirginleşmeye başlıyor, tıpkı sendikacı militanların ortaya attığı, işçi hareketinin oluşmasında 1 Mayıs, kadınların özgürleşmesinde 8 Mart neyse -ya da ne idiyse- bir “liberal küreselleşmeye karşı küresel seferberlik” günü düzenleme fikri gibi. Reclaim The Streets ve İtalya’dan Ya Basta’yı da içine alan köktenci güçlerin bir örgütlenmesi olan Halkların Küresel İttifakı aynı yönde çalışmalarını sürdürüyor.

KİMLİKLERİN SAVUNULMASI VE ULUSLARARASI NİTELİKLİ TALEPLER

Özelden genele bir diğer gerilim olan kimlik ile geniş cephe arasındaki ilişki militan şebekeleri için daha az sorun teşkil ediyor. Doğruya doğru, şu ana kadar, farklı mücadele cepheleri gösteri ve girişimlerde biraraya geldi ve işbirlikleri mükemmel bir biçimde işledi. Seferberliklerin uluslararası kurumların zirvelerine odaklanması bu buluşmayı kolaylaştırdı. Zira, bu kurumların siyasetlerinin tartışmaya açılması en belirli ve sınırlıdan -çevre hakkındaki bu ya da şu konudan, sosyal politikalara dair bu ya da şu meseleye- en genele her seviyede mümkündü. Ancak, sorun henüz ortadan kalkmadı ve zorluklar karşımıza çıkabilir. Seattle’dan sonra, Amerikan basınından çok sayıda analist “bir kaplumbağa savunucusuyla bir demir-çelik sanayii sendikacısı” arasında ne gibi bir ortak nokta olabileceğini sorarak, DTÖ’ye karşı oluşturulan cephenin çözüleceği yargısına varmıştı. Bu hatalı bir yargıydı ve sonraki aylar farklı hareketler arasındaki yakınlaşmaları gözler önüne serdi. Tam tersine, bizce tehlike, özgül yanıtların ve farklı sosyal aktörlerin gözle görülür bir şekilde seferber olmalarının gerekliliğini unutturacak parolaların ve taleplerin alelacele “globalleştirilmesi”dir.

İttifak mantığı doğrudan doğruya küreselleşmenin kendinde var, hem de her boyutunda var ve seferberlikler geliştikçe, zorunlu olduğu, öncesine nazaran daha da çok hissediliyor. En geniş anlamda, aktörler, onları sadece özel olarak etkilese de, sistemin küreselliğinin bilincine varıyorlar ve bundan, gerektiğinde ağırlığını koyabilmek için güç birliği etmek gerektiği sonucunu çıkarıyorlar. Bu tespit, birbirinden farklı güçler tarafından da yapılıyor. AFL-CIO’nun başkanı, John J. Sweeney küreselleşme hakkında şu aklamayı yapıyor: “Bu, tüm dünyaya yayılacak ve uzun yıllar sürecek bir savaştır. Sendikalıları, öğrencileri, çevrecileri ve Kiliseleri biraraya toplamalıyız.”[4] Breziya’nın Topraksızları Hareketi, MST’nin başlıca yöneticilerinden biri olan Joao Pedro Stedile de farklı şeyler söylemiyor:

“Başka hareketlere, ücretlilerin sendikalarına, popüler hareketlere, Kiliselere açılmak gerektiği sonucuna vardık.(…) Neo-liberalizme karşı, ‘işsizliğe karşı Avrupa yürüyüşleri’, kaçak göçmen hareketleri, Zapatistalar ve diğer Latin Amerika kaynaklı mücadeleler gibi sosyal hareketlerle uluslararası bir ittifak kurmak istiyoruz.”[5]

ATTAC ya da borç hakkında Jubile koalisyonları ya da her gösteri ve karşı-zirvenin müdavimi Friends of the Earth’ün[6] başını çektiği çevreci topluluklar gibi daha yeni hareketler de benzer sözler telaffuz etmekteler. Bu ittifak mantığına, en temel başlangıç seviyelerinde de ihtiyaç hissedilmeye başlandı. Eskiden işletmelerde çatışmalar ücretli-patron zıtlığı ile sınırlı kalırken, cephe hatlarının genişlemesiyle bir çifte hareket baş gösteriyor. İşletmelerdeki iç değişimler -işin yeniden örgütlenmesi, merkezden uzakta üretim, fason üretim, ağ halindeki işletmeler- sendika olgusunu zayıflatıyor ve ulaşımla posta alanlarını saymazsak üretimi felç etmeyi hedefleyerek etkili olan klasik grevleri etkisiz kılıyor. Bunun yanında, sayıları çok az olmakla birlikte, işin yeniden düzenlenmesi, stokların kaldırılması ve işleri “dakikası dakikasına” yetiştirme ilkesine dayanan firmalarda işi durdurmanın etkilerini arttırması dolayısıyla daha yararlı oldu. Dolayısıyla sendikaların amaç birliklerini arttırmaları ve çatışmaları siyasîleştirmeleri -terim burada tartışmanın toplumun bütününe ulaştırılması arayışı anlamında kullanılmıştır- kendi yararlarına olur.

Fransa örneğini ele alacak olursak, yeni tarihli çok sayıda çatışma bu gelişmeyi ortaya koyuyor: France Télécom’un -özellikle SUD-PTT’nin- özelleştirilmesine tüketicilerle birlikte karşı çıkan sendikaların kampanyası, Seine-Saint-Denis’deki öğretmenler grevi ya da öğrenci velilerinin toplu katılımıyla gerçekleştirilen yeni istihdam taleplerinin ileri sürüldüğü Languedoc-Rousillon öğretmenleri grevi gibi. Bu eğilim başka bir etken tarafından da kolaylaştırılıyor: firmaların marka imajına ilişkin her şey ve tüketici kitlesinde oluşacak kafa karışıklıkları karşısındaki güçsüzlükleri. Hem rekabetin hızını arttırması, hem de kitle iletişim araçlarının artan rolünün sonucu olarak, bu güçsüzlük, bu işletmelerin ücretli çalışanları kadar tüketiciler ve demokratik haklarla çevre savunma hareketleri için de bir silâhtır. Petrol şirketleri ilk hedeflerdi, ama Danone’u boykot etmek üzere düzenlenen kampanya da gösteriyor ki, girilen yoldan dönüş yok. Yine, köylü çatışmalarının gelişimi gösteriyor ki, işletmeler için geçerli olan, diğer mücadele alanları için de geçerlidir. Köylü çatışmaları birkaç yıl öncesine kadar iktisadî boyuta takılıp kalmıştı, çatışmalar üretim fazlası ya da ithal mallar yüzünden ürün rayiçlerine odaklanmıştı. Köylü Konfederasyonu sayesinde, izleklerin, kamu sağlığı -genetik değişime uğratılmış yiyecekler, hayvansal unla beslenen[7] ya da hormonlu sığırlar - ve çevrenin korunması gibi meseleleri de içine alacak şekilde genişlediğine tanık olunuyor. Nitekim bu genişleme, José Bové ve Köylü Konfederasyonu’ndan arkadaşlarının davası görülürken ortaya konan dayanışmanın belirginleşmesini sağladı.

Ancak, liberal küreselleşme ve yarattığı tepkiler aynı zamanda da kimliksel, sektörel ve korporatist hareketleri meşrûlaştırıyor. Burada söz konusu olan, içinde bulunduğu çevrenin marjinalliği, dışlanmışlığı ya da unutulmuşluğu oranında, kimlik savunmasına saplanan tüm toplumsal katmanların direncidir.

’80’li yılların Avrupası’nda sosyal mücadelelerin özellikleri buydu. Değişimleri hızlanan işletmelerde referans noktalarının kaybedilmesine tepki olarak geliştirilmişlerdi. Sendikalardan olsun, siyasî partilerden olsun krize ve sonuçlarına, işsizliğin artmasına, geçici işlerin ve ihraçların ortaya çıkışlarına karşı ileri sürülen çözüm önerileri çok zayıftı. Bu hareketler, İtalya’da aktif temele dayanan bir sendikacılık örneği olarak ilk Cobas dalgasıyla ve Fransa’da önce SNCF’te sonra 1987’den itibaren hemşirelerde eşgüdümün ortaya çıkışıyla özellikle yankı uyandırdı.

Seattle’dan sonra, sosyolog Jacques Capdevielle’in[8] çözümlemesine göre, “kabul edilemezi kabul ettirmek için, kazanılmış avantajları geri almak için bir kandırmacadan ibaret olan mübadelelerin liberal küreselleşmesi, direnmelerin ve redlerin katalizörü olup çıkıyor. Daha dün kınanan ulusal özellikçiliklerin savunması yeniden itibar kazanıyor, hattâ el üstünde tutuluyor.” Jacques Capdevielle’e göre, özellikçiliklerin savunmasının önünde güzel günler var: “Özel menfaatlerin ve kimliklerin değer kazanması, herkesin ihtiyaç olduğunu bildiği ama ütopya alanında kalan evrensel vatandaşlığın yenilgisidir.”, “Kimlikler ve korporatif talepler, arkaik olmadığı gibi, tastamam modernliğimize aittir. Kimlikler, modernliğin siyasî eksikliklerinin habercisi rolünü oynuyor ve ancak bu siyasî eksiklikleri dindirerek aşılacaklar.” Bu kavramları genişleterek, Manuel Castells[9] de, “bir meşrûiyet krizinin sanayi çağının kurumlarının anlam ve işlev yönünden içini boşalttığı” bir durumda, “münhasıran piyasalar, ağlar, bireyler ve strateji örgütlerinden oluşan bir dünyanın doğuşuna tanıklık ettiğimiz” izlenimine kapılabileceğimizi düşünüyor. Aynı zamanda, “geleneksel değerlerle sınırlı kalmayan güçlü direniş-kimliklerin ortaya çıkışını gözlemledik”. Manuel Castells, bu direniş-kimliklerden “yeni bir sivil toplum ve sonuç olarak da yeni bir devlet kurma potansiyeline sahip tasarı-kimlikler”in doğacağını düşünüyor. Ama kendisi de, bunun günün gerçekleriyle uyuşmayan bir tasarlama olduğunu kabul ediyor.

Dolayısıyla sorun liberal küreselleşmeyle mücadele hareketleri için aynen varlığını koruyor.

Pek çoğuna göre bu bir pratik sorunu. Son seferberlikler, özeli, özgüllüklerini gözden çıkarmadan genel içine yedirmekte büyük başarı sağladı. Ancak her girişim, bütünsel ve fazla genel bir söylem altında yok olma tehlikesi arz eden taleplerin dikkate alınmasını gerektiriyor. Böylelikle, Aralık 2000’de, Nice’te, bir AB zirvesi vesilesiyle düzenlenen seferberlik Avrupa’da başka bir sosyal politika için düzenli olarak eylem yapan sendikalar ve aslen işsizlerden oluşan hareketlerle, liberal küreselleşmeyle mücadele hareketleriyle, özellikle de ATTAC’la bir buluşma fırsatı oldu. Her birinin, genel parolaların yanı sıra, seferber olan sosyal çevreyle uyuşan talepleri içeren bir platform yakalamak için özel çaba sarf etmesi gerekti. Örneğin, işsizliğe karşı Avrupa yürüyüşleri, gösteriler öncesinde bir “işsizler ve geçici işliler Avrupa Parlementosu” düzenledi.

Bu farklı gerilimleri ortak bir çizgi birleştiriyor: her seviyeden aktörlerin çok önemli bir sürece gerçek katılımlarının nasıl sağlanacağı. Burada, banal gibi görünebilecek sorunlar çerçevesinde demokrasi ve özgürleşme arzusu gibi önemli meselelerin yanı sıra bu özlemlerin gerçekleştirilmesi yönünde adım atmaya izin verecek siyasî araçların arayışı da ortaya çıkıyor.

Sendikacı ve dernek militanı olan Christophe Aguiton, AC!’ın oluşumuna, France Télécom SUD sendikasının kuruluşuna ve ‘işsizliğe karşı Avrupa yürüyüşleri’ne katıldı. ATTAC derneğinin uluslararası ilişkiler sorumlusudur.

Le monde nous appartient’ten

[1] Jean-Marc Ferry, La Question de l’Etat Européen, Gallimard, 2000.

[2] Daniel Bensaid, Walter Benjamin, Sentinelle Messianique, Plon, 1990.

[3] Terim iktisatçı Ricardo petrella tarafından sık sık kullanılıyor. En son 22 Ocak 2001 tarihli Liberation’da kendisiyle yapılan söyleşide kullanıldı.

[4] Jean-Marc Salmon tarafından Un Monde à Grande Vitesse (Le Seuil, octobre 2000) adlı eserde aktarılan Seattle gösterileri sırasında sarf edilen sözler.

[5] Yazar tarafından 29 Aralık 1999 tarihli L’Humanité’de aktarılan sözler.

[6] Yeryüzü Dostları, Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri ve Kuzey Avrupa ülkelerinde yayılmış uluslararası bir örgüttür.

[7] Otobur olan büyük baş hayvanlar hayvansal unla beslenerek etobur hale getirilmekte, bunun sonucunda da genetik yapıları bozulduğundan halk içinde deli dana olarak bilinen hastalığa yakalanmaktadırlar.

[8] Jacques Capdevielle, Modernité du Corporatisme, ed. de Science-Po, Şubat 2000.

[9] Manuel Castells, l’Ere de l’information, tome 3, Le Pouvoir de l’identité, Fayard, 1999.