Pısırıklar Çağı

“Aslında, bundan böyle kaderimizi belirleyen gerçek ufku görebiliyoruz: Dört buçuk milyon yılda, dünya boşaltılmalı, çünkü güneş siyah bir yıldız olacak. İşte bugün olduğumuz nokta bu.”[2]

Jean-François Lyotard

Tanrıya ait, ”olmayanı oldurmak” yetisini insanın da bir şekilde edindiğini söylemek yanlış olmaz sanırım. Ama Tanrının çocukları, bu işte çok da “yetkin” değiller. En azından terimin genetikteki kullanımını bir kenara bırakıp da düşün alanına çevirirsek yüzümüzü, orijinal ve kopya tartışmasının daha uzun zaman süreceğini kolaylıkla öngörebiliriz. Bu çok matah bir öngörü de olmaz üstelik; çünkü “taklit” olanla “gerçek” olanın ayırımının bu kadar belirsizleştiği, bilindik anlam kalıplarının bu kadar sarsıldığı, okuma ve anlama edimlerinin ilk elde okuyucunun sırtına bu kadar yıkıldığı başka bir çağı tahayyül etmek, hiç de kolay olmasa gerek. Erasmus’un deyimiyle, “hiçbir yabancı dil bilmezlerse küflü bir kitaptan birkaç eski kelime çıkarıp okuyucunun gözünü kamaştıranların”[3] yeni çağın bilginleri sayıldığı, suratsız, renksiz ama cafcaflı ve abartılı bir dünyanın çocukları olarak bu ayrımı yapmamız, şimdi her zamankinden daha zor.

Diğer yandan sanatta, mimarlıkta veya edebiyatta çeşitli biçimler alarak süren, yeni kavramlarla çoğaltılan, meşrûlaştırılan, karşı tezlerle kovalanan, ama son tahlilde düşün havuzunu asla terk etmeyen bir karşıtlıktan, bir diyalektik ilişkiden, bir bitmeyen tartışmadan söz ederken, aynı zamanda, bu farkı belirsizleştiren “çağımız ruhunu” da ivedilikle ve tekrara düşmek pahasına analiz etmek gerekiyor.

Belki de yeni yanıtlara erişemeyecek olmanın sıkıntısı çullanacak düşlerimizin ve düşüncelerimizin üzerine. Yine de yol almak, henüz çözülmemiş sorular bulmak gerek. Çünkü yeni açımlamalar sunabilmenin ilk koşulu, tünelin ucunda balkıyan, ışığı takip etmek olmuştur hep; ve umarım ki, öyle olmaya da devam edecek.

Bu yazı ütopya kavramını, karşı-ütopya kavramıyla bağlantılı olarak, üstelik günümüz Türkiye’sinin gündeminden cımbızladığı bir örneği de kullanarak irdelemeye çalışacak, modern zamanların haylaz çocuğu ütopyanın yeni zamanlarla birlikte nasıl gözden düştüğüne değinecek. Kimi “bilindik” konulara bulaşmasına istinaden, kaçınılmaz olarak, yazarın kullanmayı pek de sevmediği bazı genel-geçer terimleri uğrak yeri edinmiş bir metnin belirmeye başladığı şimdiden görülebiliyor. Ama unutmanın çağında belki de en çok, daha önceden bildiklerimizi, bellediklerimizi, öğrendiklerimizi tekrar etmek gerekiyor. Anlamlarının derinliklerine daha iyi nüfuz edebildiğimiz ve gizlerine daha fazla erişebildiğimiz tümceleri, yeniden ve yeniden kullanmak; hem de bu türden bir eylemin kolaycılık olarak algılanmayacağını umarak.

Kuşkusuz çoğu bilim-kurgu romanın anlattığının aksine, iki binli yılları karakterize eden şey, başka dünyaların keşfi ya da uzay savaşları olmadı. İnsanın yerini onun ürettiği makineler de almadı henüz. Hâlâ makinelere hükmetmekte insanlar. Büyük bir çoğunluksa kocakarı ilaçlarıyla şifa bulmaya çalışıyor, yatırlara, türbelere, dinsel imgelere sarılıyor. İnsanlar artık, “bilinmezlerden” korkuyor olmanın ötesinde, “daha fazla bilmek istemedikleri için” tinsel dünyaların peşinde dolanıyor. Metafizik değiniler yeniden revaçta; bir inanç, din ya da ruhani birliktelik ihtiyacı, en çok da bahsi geçen teknolojik ilerlemenin yarattığı dejenerasyona tepki olarak yayılıyor, hem de çoğunlukla teknolojinin en büyük üreticisi olan ülkelerin, ya da onların eski sömürgelerinin coğrafyalarında. Aklın egemenliği anayasal bir kurum olarak kendini kabul ettireli çok oldu gerçi, ama yine de günümüzde determinizmin pek popüler olduğu söylenemez. Hattâ, artık, bir nevi “geri kafalılık” bile denebilir onun için.

Ülkemizde de bilimadamı, bir “kötü adam” silueti olarak, insanlığın sonunu getirecek felaketlerin peşinde koşan, söz dinlemez bir ‘deli’ olarak beliriyor hâlâ, “sokaktaki adamın” hafzalasında. Karabasanları süsleyen bu bilinçaltı kötülük objesi (daha çok doktor kılığına girerek), çocukların korkutulmasında polis imgesiyle ya da bohçacı kadınla birlikte en sık kullanılan şey olmakla kalmıyor, teknolojinin mucidi ve hayatımızı kolaylaştıran her yeniliğin müsebbibi olarak, tam da ters kutuptan, diğer büyük dokunulmazların arasına yerleştiriliveriyor. Burada söz konusu edilen şey modernliğin ilk çelişkilerinden birisi aynı zamanda: korkuyor, haz etmiyor, ama onsuz da yapamıyoruz.

Modernlik düşüncesinin kriziyle birlikte, kutsanmış ve saptanmış tek bir hedeften yoksun kalan insanoğlu için ütopyaların da eski anlamını yitirdiğine tanık olmak mümkün. Modern ütopyaların ve ters-ütopyaların yerini “postmodern” karşı-ütopyaların alması, bunun ilk belirtilerinden. Anakronik geriye dönüşler, geçmiş zamanların histerik çığlıklarla abartılarak yüceltilmesinin geçkin bir nihilizme koşut olarak hızla “trend” olmaya başlaması, sarsak modern sonrası zamanlar insanı için en büyük tehlikeyi oluşturuyor. Alain Touraine’in belki de bu tehlikeyi düşünerek sarf ettiği tümceleri dinleyense pek yok. İnsanlar, bir anlamda, “topluluk düzenine geri dönmeyi”, “modernliğin yeni bir tanımını” aramaya tercih ettiler bile.[4]

Diğer yandan, önceden tasarımlanmış bir bütünün parçaları olarak hepimiz, bu düşünsel dağınıklığın hem tüketicisi hem de kaçınılmaz olarak yeniden üreticisi konumundayız. Modern yaşamın en belirgin özelliklerinden birisinin, tüketim deliliğinin ruhumuza ucundan köşesinden sirayet etmesine bir şekilde engel olamıyor ve onun, aslında bizi çevremizde olup bitenlere duyarsızlaştırmak için bir tür uyuşturucu işlevi görmesi -gördürülmesi- gerçeğine yüz çeviriyoruz. En basit anlatımıyla, hâlâ ,önemine inandırıldığımız sözde yüce değerlerin peşinde, kendi ıslığımızda boğulmanın şaşkınlığını yaşıyoruz. Ufuk Uras’ın söylediği şey bu yüzden anlamlı: “çevremizde her şey burjuvazinin yaygınlaştırdığı anonim kültür içerisinde yüzüyor”, ve bu kültürün içine doğmuş olan bizler, soframıza konulan “olabilecek en iyi” dünyanın tadını çıkarmaya çalışıyoruz sadece. Çünkü bu sistemin ürettiği, “verili bilgi ağının ışınları, insanları sahip olduklarından daha fazlasını hak etmediklerine inandırabiliyor”, ve daha da kötüsü insanlar, “gelecek ütopyalarının bile parsellenip parsellenip satıldığı bir dünya pazarının müşterisi olabiliyorlar.”[5]

Ama ne yazık ki, artık ortada tutunacak bir dal falan da yok; ya da yeniden moda olması muhtemel bir “grand theory”. Uçuculuğun kutsandığı bir zaman aralığının göçebe varlıklarıyız: yani, bel bağlanması muhtemel bir “kurtuluş” umudu eskisinden daha zayıf şimdi. Felaket senaryolarına kapılmamak için kim, kaç tane neden sayabilir? Diğer yandan, kimileri için ortam o kadar da buğulu değil. Örneğin, tıkanıklık zamanlarının kireç çözücüsü milliyetçilik bu alanda kendisiyle at başı gidiyor. Sol radikal gruplar, binlerce homojen küçük grupçuk halinde, kendilerinden tam da beklendiği üzere marjinalleşip toplumsal olma, çoğunluğa oynama şanslarını yitirdiler. Oysa Marksizmin sözde yenilgisine paralel olarak çığırtkanlaşan liberal dünyanın erken zafer kutlamaları çok da uzun sürmemişti. Çünkü ortada bu “kerameti kendinden menkûl” zaferi kutlayacak yeteri kadar müreffeh, doygun insan yoktu. O halde yeniden umut olabilmek, tam da bu anda daha mümkün değil miydi?

Aynı ana fikirden yola çıkan, buna paralel binlerce soru daha türetilebilir şüphesiz. Ancak şurası açık ki, siyaset, dünyada ve Türkiye’de, yeni bir şey üretememenin, ürettiklerini toplumsallaştıramamanın sancısını yaşamakta halen. Bu durumun bizim için daha da vahim olduğu kolaylıkla söylenebilir.

Peki, toplumsal muhalefetin bu kadar çok arzu edildiği, ademoğulların alternatif tümcelere bunca ihtiyaç duyduğu -en azından duyması gerektiğinin var sayıldığı- bir zaman aralığında, bu dağınıklık, bu hissizlik, bu vurdumduymazlık neden?

Dağınıklık kelimesi, aslında yukarıdaki sorunun, muhtemelen en “iyi” yanıtlarından bir tanesini de kendi içinde barındırıyor. Çünkü o, tam da içinde yaşadığımız zamanlara yakışan bir sözcük. Postmodern tabir edilen “kavrayışın”, “duruşun” ya da “söyleyişin” zamanı bu. Üzerinde binlerce insanın binlerce şey yazdığı, çizdiği ve tartıştığı bir bilgi alanı oluşturuyor. Yine de, en başta sözcüğün kendi çağrışımları nedeniyle olsa gerek, ne söylenirse söylensin, tartışma asla noktalanmıyor, beklenen, bizi rahata erdirecek o sonuç paragrafı yazılamıyor; bir Mesih, bir kesin vargı, ya da küçücük bir huzur isteyen insanlık, soruları fazlalaştırmaktan başka bir sonuca ulaşamıyor. Bu can sıkıcı durumun yarattığı halet-i ruhiye de, bahsi geçen dağınıklığa karşı ilgisizlik olarak tezahür ediyor.

Diğer yandan bu kestirme savsözün, daha derinlikli bir araştırmayı peşinden sürüklemesi beklenmeli şimdi. Bunun iyi bir yolu örneklerden yola çıkmak, diğeriyse dönemsel değişimlere koşut değişen, farklılaşan ya da içerik değiştiren kavramları izlemek olabilir. Dilerseniz her iki istasyona da uğrayalım, becerimiz yettiğince.

Dolayısıyla öncelikle, karşı-ütopyanın diyarı olarak, çokça tartışılan şu postmodern temayüle, ve onun literatürden silmeyi, ters yüz etmeyi kendine iş edindiği, “sapına kadar modern” ütopya -ve onun içerdiği ters ütopya- kavramına kısaca değinmek gerekli diye düşünüyorum. James McFarlane’nin incelikli yazısında belirttiği şey özellikle başlangıç noktası olarak tartışmaya değer: “Modernizmin ilk duyurularından biriydi bu”, diyor McFarlane,

“insan mizacının, çeşitli kalıplara göre aktarılan doğalcı ayrıntı dökümleriyle ifade edilmesi imkânsız, yakalandığı anda kaçan, bilinmezliklerle dolu, çok yönlü, şaşırtıcı, karmaşık, sadeleştirilemez bir şey olduğu saptaması.”[6]

Aklın egemenliğinin Rönesans’tan bu yana süren eşsiz gelişimi ve değişiminin taçlandığı nokta da işte burasıydı.[7] Özne olarak insanın, özgür ve bağımsız bireyin keşfi, optikten resme, mimarlıktan yontuya ve bilime değin her alanda büyük çatlaklar, sarsıntılar, delikler oluşturdu. Büyük sosyolog Georg Simmel’e göre, tarihsel bağlarından kurtulan ve özgürleşen özne, şimdi de diğerlerinden farklı olduğunu kanıtlama isteği duymaktaydı.[8] Edebiyatta ve sanatta bireyin kutsanması, insanın dünya üzerindeki yerini ve ‘kaderini’ sorgulaması, yeni kent hayatının sonsuz karmaşası ve yorucu hareketliliği, farklı, yepyeni bir çağın kaçınılması güç belirişinin işaretleriydi. Gelenekler tarım toplumuyla birlikte değişime uğruyor, sınırlar belirsizleşiyordu. Marshal Bermann’ın anlatımıyla, modernlik bize hem eğlence, macera, güç ve gelişme vaat ediyor, kendimizi ve toplumu değiştirmenin yollarını öğretiyor, hem de elimizde ne varsa, her neyi biliyorsak ve her ne isek, hepsinin yok olması tehlikesini içinde, kendisiyle beraber taşıyordu.[9] Yeni keşifler için biraz cesaretten, biraz hırstan başka bir şey gerekmiyordu artık. Şüphesiz, dışarıda bırakılacaklar listesine Tanrının inayeti de dahildi.

Bu dönüştürücü itki, kendisini en çok bin dokuz yüzlü yılların başındaki avant-garde sanat ve mimarlık akımlarının heyecanlı tasarım, söylem ve manifestolarında gösterdi diyebiliriz. Marx’ın felsefeye biçtiği “değiştirici” misyon da bu anlamda bir tür ön haber olarak görülebilir. Çünkü öncü sanat ve mimarlık hareketlerinin şiar edindikleri ruh, tam da buydu. Olan biteni anlamaktan öte, onu dönüştürmeye yönelen bir misyon sadece felsefeye biçilen bir rol de değildi üstelik. Yeni yüzyılla birlikte, Fütüristlerden Konstrüktivistlere, Dada hareketi içinde yer alan sarsıcı figürlerden Kübistlere kadar bütün öncü sanat ve mimarlık kuramcıları, tamamıyla yeni bir toplum ve dünya tasarımını dikkatlere sunmaktaydı. Raymond Williams’a göre, farklılıkları ne olursa olsun bütün avant-garde sanat akımları, yaratıcılık, gelenek karşıtlığı ve burjuva düşmanlığı temelinde birleşiyordu.[10]

Bu dönemde burjuva düzeninin karşısında yer almak, siyasî bir duruştan çok, neredeyse bir ahlak sorunu, ahlaklı olmanın bir tür ön koşulu olarak ortaya çıkmaktadır. Örneğin kimilerine göre bir “erken öncü” sayılabilecek ünlü yazar Gustave Flaubert’in henüz bin dokuz yüzlü yıllar devrilmeden önce sarf ettiği sözcükler, çok geçmeden ardılları için de bir slogan haline gelecektir. Flaubert, “erdemin ilk şartı, burjuvalardan nefret etmektir”, diye yazmaktadır.[11]

Kısacası, geçmişle köklü bir kopuş, geleneksel sanatın ilkelerinin ve ön kabullenmelerinin sorgulanması, “kokuşmuş” düzenin, uzantılarının, kurumlarının ve savunucularının reddi, yepyeni, eşit ve kollektif bir dünyanın ve ona dair umut dolu gelecek tasarımlarının biçimlendirilmesine giden yolda atılan adımlardı diyebiliriz.

Peki tüm bu öncü hareketleri doğuran, temellendiren asıl mahreç, köken neydi? Bu soruya yanıt da şöyle verilebilir: ideolojik farklılıkları ne olursa olsun, tüm bu düşünce akımları endüstri devriminden, modernleşme sürecinin oluşturduğu yeni ekonomik, sosyal ve toplumsal dinamiklerden, en temelde ise “Aydınlanma düşüncesinden”, yani aklın, rasyonelliğin ve pozitivizmin akıl dışılığı alt etmesinden doğmuştur.[12] Aydınlanma düşüncesi de sonuçta “epistemolojik” bir değişime, bir keskin farklılaşmaya ilişkindir. Uğur Tanyeli’nin açımladığı gibi, “modern-öncesi” dönemi “modern” dönemden ayıran bu başkalaşım, “normatif epistemolojinin yerine, spekülatif epistemolojinin belirişi” ile açıklanmaktadır.[13] Dinsel dogmaların, düşünsel yasakların belirleyici rolünü kaybetmesi, sanatçının özgür bir birey olarak, kendi belirlediği kurallar içerisinde, ya da (modern) sanatın gerektirdiği sözlük dahilinde üretmesi, yaratması, söylemesi. Bu noktada ütopya kavramının araştırılması için gerekli arka planın da neredeyse oluştuğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla karşı-ütopya temelli postmodern düşüncenin dediklerini tartışmadan önce, ütopya teriminin kendisi üzerinde durmakta, onun anlamı ve çağrışımlarını araştırmakta yarar var.

Ütopya, insanın toplumsal düş üretme yeteneğinin resmidir aslında. Ve onu belirleyen özellikler de, ütopyanın üretilmesinden itibaren bir düş olarak kalmasına neden olmuşlardır. Yine de, mevcut gerçeklikler içinde yenilik arayışı değil de, o gerçeklik düzleminin tümden değiştirilmesi istenci, özellikle geçen yüzyılın başlarında, mimarlıktan sanata ve yazına değin birçok alanda kendisine sayısız taraftar bulabilmiştir. Ütopya imkânsızlığı çağrıştırır, hattâ modern anlamda ters-ütopya kavramını da kendi içerisinde barındırır. Ama bu imkânsızlık, kendi içinde geleceğe ilişkin bir umudu ve özgüveni de taşır. Buysa, içerdiği diyalektik ilişki nedeniyle tamamen modern bir durumdur.

Modernlik, kendi sözlüğünü öncü kuvvetleri sayesinde aşar, tasarım her defasında yeniden başlar, modern formlar yıkılır ve yeniden kurulur, bu arada kimse dönüp de geriye bakmaz.[14] Dolayısıyla bu imkânsızlık hali, kesinlikle umutsuzluğu ya da bıkkınlığı imâ etmez. Tersine, “gerçekçi ol, imkânsızı iste” diyen büyük devrimcinin sözlerindeki tını, daha çok insanın daha fazla düş kurması için yapılmış bir çağrıdır.

Aykut Köksal’ın, ütopya üzerine kaleme aldığı kısa yazısında kullandığı “ada” örneği, umutla imkânsızlığın bu esrarengiz bileşimine dair ipuçları da vermektedir aynı zamanda. Ada tek başınadır. Kişi orada yalnızdır, ama yeni başlangıçlar yapması için önünde hiçbir mânia da yoktur. Açıkçası, bundan daha heyecan verici bir konum bulmak da zordur. Yazar şöyle yazmaktadır:

“Tüm ütopyalar önce fiziksel çevreleriyle var olurlar. Tanımlanmış, sınırlanmış bir fiziksel çevre: Bu yüzden hemen hemen tüm yazınsal ütopyaların coğrafyası ada’yla belirlenmiştir. Bu öneri-çevre neredeyse olanaksızlığın da önceden sunulmasıdır; bireyin keyfi biçimlendirdiği kentin ancak ütopyalar içinde var olabileceğinin de göstergesi. Olanaksız sözle olanaksız edimin buluşması.”[15]

İşte ütopya kavramıyla içli dışlı gelişen avant-garde sanat ve mimarlık akımlarının ve onların gelecekçi diskurlarının, geleneksel ya da basmakalıp sayılabilecek tüm kavram, düşünce ve biçimlere karşı çıkışları da bu yüzden çok doğaldır. Çünkü onların tasarladığı yaşam formları bugüne dair hiçbir kalıntı ya da emare içermemelidir. Diyebiliriz ki, var olanın yıkılması, yenilerinin kurulması için ilk koşuldur. Bu da yıkıcı eleştiriyi gerektirir. Uğur Tanyeli, “Türkiye’de Avangart Niye Yok” başlıklı makalesinde; “Yıkıcı olmayan bir eleştiri avangart bir tutumu temellendiremez” diye yazmaktadır. Çünkü, Tanyeli’ye göre, “Her yani sanat ve tasarım anlayışı kendisinden öncekileri tümden ya da kısmen yadsıyarak varlık kazanır. Meşrûiyetinin tek gerekçesi de odur.”[16]

Ütopya kavramını irdelemek isteyen her okuyucu, kaçınılmaz olarak bilim-kurgu edebiyatına da göz atmak durumunda kalacaktır. Bilim-kurgu külliyatını çok kabaca da olsa inceleme fırsatını bulanlar, bu edebiyatın hem dış dünyalara, hem de iç dünyalara ilişkin söyleyecek birçok sözü olduğunu fark edeceklerdir. Yani, bilim-kurgunun konusu yalnızca başka gezegenler, keşfedilen gezegenlerdeki hayatlar, savaşlar, uzaydaki hızlı yolculuklar veya yeni uygarlıklarla temaslar değil, insanın içindeki o sonsuz, çözülmesi güç, gizlerle dolu dünyadır aynı zamanda. Dolayısıyla çoğu kitapta insanın kim olduğu, kötülüğe mi yoksa iyiliğe mi daha yakın durduğu, keşfettiği yerlere her şeyden önce kendisini, alışkanlıklarını ve cehaletini götürüp götürmediği ile ilgili temel sorular sorulur, insanın kendi cennet ve cehennemi sorgulanır, kurulan fantazyalar eşliğinde gündelik hayattan umutsuz gelecek tasarımlarına değin birçok yer dolaşılır. İnsana ait olan her şey, ister istemez ütopyayı da, ters-ütopyayı da peşinden sürüklemektedir.[17]

Belki de üzerinde düşünce egzersizi yaptığımız konu açısından en çarpıcı örnek, Stanislaw Lem’in Küvette Bulunan Günce’sidir.[18] Yapıt, birçok farklı okumaya açık elbette. Benimse şu aşamada, belki de hızlı bir ilk okuma neticesinde ulaştığım kimi kestirme yargılardan yola çıkmam kaçınılmaz görünüyor. Özetlemek gerekirse kitapta, kendisine verilen “özel görevi” keşfetmek için bir “binaya” giren, fakat kısa zamanda, bu binanın, bina olmanın ötesinde “yaşayan bir organizma” haline geldiği fark eden, yapının dehlizlerinin ve katmanlarının arasında, aradığı yanıtların peşinde, bir kapıdan diğerine giderek düşen bir tempo içerisinde koşuşturan, uzun koridorlarda kaybolan, kafası karışmış ve neredeyse sarhoş bir halde içinde bulunduğu durumu kavramaya çalışan bir ana karakter kurgulanmakta, ve bu karakter, kendisi dışında herkese normal görünen tüm bu anlamsızlık heyulasının girdapları içinde, giderek binayı, kendisini, ve kaçınılmaz olarak çevresinde olup biten her şeyi “sorgulamaya” başlamaktadır. Bu metinde, eğer bina gündelik hayatın kendisi olarak okunabilirse, ana karakterimizin de büyük kent insanını temsil ettiği rahatlıkla söylenebilir.

İşin ilginç yanı, tüm olacakların, cereyan eden tüm vakaların, tersliklerin ve düzlüklerin, daha önceden bir metne (küvette bulunan günce) yazılmış olması, ama bu metnin de bir türlü ele geçirilememesi, okunamamasıdır. Kitaptaki tabiriyle, “yazılı kültürün” çok kısa bir sürede yok olmasına neden olan “Büyük Çöküşün” anlatıldığı bir metindir bu. Olayların akışı esnasında kimi zaman kendini belli belirsiz gösteren, ama kısa süre içinde başka bir kapının ardında kayboluveren bu yazılı belge, bir türlü yetişip de hal hatır soramadığımız “alınyazımız”, “kaderimiz” ya da “makus talihimiz” olmasın sakın?

Şu halde, metnin ilerlemesiyle birlikte, gerçek ve sanal, ya da gerçek ve gerçek olmayan arasındaki ayrım belirsizleşmekte, tüm bilindik anlam kümeleri dağılmakta, ve doğru yolu bulmak da giderek zorlaşmaktadır. Anlam, okuyan her kişi için farklı “anlaşılmakta”, farklı okunmaktadır çünkü. Bu dahiyane metin, bu nedenle, bir ters-ütopya şaheseri olarak da görülebilir. Yine benzer şeklide, sarmal bir hiper-metnin sayfaları arasında kaybolmuş modern insan da, hem nefesi tükenmiş bir halde soluklanmak ihtiyacı duymakta, hem de soluklanmak için vakit bulamamaktadır. Kısacası insan, kendi yarattığı anlamsız örüntüler ağı içerisinde bir seyirci olarak kalmanın ötesine geçememekte, belki de Tanrıcılık oynamanın bedelini, önce karmakarışık bir dünya uydurup, sonra da onun içinde boğularak ödemektedir.

Bu tür edebiyat, insanın kendi “olmaklığını”, ya da içinde yaşadığı toplumu sorgulaması için iyi bir fırsattır. İçinde yaşadığımız dünyayı makyajlayıp, “mümkün olabilecek en iyi dünya” paketi olarak sofraya taşımaz, buna teşebbüs etmez. Oysa karşı-ütopya, gündelik hayatın katmanlarını deşifre edip de, korkunç bir ekonomik sistemin çürük dişlerini ortaya seriverecek bir edebiyatın ya da sanatın savunucusu, bu tür bir anlayışın veçhesi olamaz.

Peki buradan hareketle, postmodern zamanların karşı-ütopyacılığı nasıl bir çerçeve içinde değerlendirilmeli? İlk önce şu açıkça belirtilmeli: ters-ütopya ve karşı-ütopya birbirinden farklı şeyler. Ters-ütopya, ütopyanın bir türü olarak algılanabilir, onun tersten okunması, muhteşem gelecek tasarımlarının yerine daha umutsuz olanların konması ya da geleceğin karanlık yüzünün resmedilmesidir. Ama bunun nedeni de bellidir: yeni umutlar oluşturabilmek. Bu durumda ters-ütopya, ütopya olmayı, onun koşullarını sağlamayı sürdürür. Oysa karşı-ütopya, ütopyanın en baştan reddidir, onun yok sayılması, görmezden gelinmesi, dışlanması, ve hattâ literatürün çeperlerinden, uçurumun aşağılarına doğru itilmesi anlamına gelmektedir. Bu durum, postmodern söylemin, “tarihin sonu”, “ideolojilerin sonu” türünden gerici tezlerine ilişkindir, ve kuşkusuz, insanın yüzleşebileceği en umutsuz, en yavan, en çıkışsız, ve en hastalıklı durum da budur.

Modernizmin oluşturduğu “totaliter” dili parçalama iddiasındaki postmodern söylem, sahte bir özgürlük iddiasını da ortaya fırlatıverir. Bu yeni, bu cicili bicili despotizmin maskesi, çoğulluk, özgürlük ve liberalizmdir. Oysa maskeler çok da iyi bir koruma sağlamıyor. Biraz daha dikkatli gözleyen her göz şunu açıkça seçebiliyor: bize her durumda söylenen, rahatsız olma hakkımızın sonuna kadar saklı olduğu. Oysa değiştirme hakkımız yok. Yani rahatsız olunan şeye karşı yöneltilen eleştiri, onu değiştirme noktasında etkisiz kalıyor. Kıymeti kendinden menkûl postmodern zamanların sözde-özgürlüğü de buraya kadar işte: özgürlük sanrısı! Küçülen dünya aslında özgürleşmiyor. Özgürlük çığlıklarıyla ortaya çıkan postmodern söylem sadece var olanların içinden bir seçme hakkı sunuyor. Süsleyerek ve bayağılaştırarak “zenginleştirdiği” motifler insanları cezbediyor. Her biri kendi tarihsel döneminde anlamlı olan tüm tasarım ve stiller birbirleriyle “sentez” edilerek, görkemli bir şatafatla halkın hizmetine sunuluyor.

Kısacası, dorik sütunların dev kırmızı kelebekleri taşıdığı bu “özgür” dünya, bizi aslında modern zamanların totalitarizminden çok daha kötü yerlere sürüklüyor. Bilindik, sıradan, ya da en yalın anlatımıyla “kötü” bir yaşam, kötü bir gelecek tasarımı, istençsiz, şiarsız ve diskursuz insan taklitlerinin, beşinci sınıf kopyaların, soluk benizli ve küt bakışlı androidlerin kalemlerinden dökülen bir karşı-ütopyalar akrostişi, gizli emelleri, korkunç karşı-düşleri ve en boyalı halleriyle yürüyeceğimiz yolların üzerine yerleşiyor. Adem ve Havva’nın ilkin durduğu yerdeyiz yine. Ya bilgi ağacının meyvesini -Matrix’e erişebilmek için mavi hapı yutan Neo misali- yiyecek, ya da Tanrının “günahsız” kulları olarak bize verilen kırmızı hapları yutmaya devam edeceğiz.

Diğer yandan, memleketimiz havası, zaten ütopyayla pek içli dışlı olmadığımızdan olsa gerek, “karşı tezine” tez elden kucak açmakta hiç bir sakınca görmüyor. Böylelikle düş yoksunu bir toplum, kısa zamanda karşı-ütopyaların, erken boşalmaların, yanlış uslamlamaların mekânı haline geliveriyor. Bana tüm bunları yazdıran da başka bir şey değildi aslında: entellektüel bir günlük gazetenin Pazar ekinde, bir sayfanın içerlerine doğru fark ettiğim bir karikatür. Günlerce televizyona, “özgür kız” olarak çıkan, “hazır kart” reklamlarının şarkıcı-oyuncusu, şimdi de “karikatürist” olarak tedirgin ruhumu işgâl etmekteydi besbelli. Belki de sadece bir isim benzerliğidir, bilemiyorum. Bu durumda bile, yazının amacından ayrı düşmüş olmuyoruz. Burada asıl mesele, kızımızın çiziktirdiği karikatürden, ya da rol aldığı reklamdan çok, onun temsil ettiği şeyin irdelenmesinin gerekliliği aslında. Bahsi geçen reklamı, bir karşı-ütopya manzumesi olarak, öncelikle didiklemek gerekiyor. Çünkü kanıksadığımız şeylerin kabuklarını birazcık da olsa kazıyınca, nasıl bir kötü düş görmekte olduğumuz daha sarih olarak ortaya çıkıyor; ve dahası, içine itildiğimiz örnek serüvenci modelinin aslında serüvenin asıl anlamının içinin boşaltılmasından, iğdiş edilip yeniden doldurulmasından başka bir şey olmadığı da kesif bir gerçeklik olarak ansızın beliriveriyor.

Diğer yandan şu da apaçık ortada: ne çizilirse çizilsin, ne söylenirse söylensin, günümüzde bunun için bir arka plan oluşturma zahmetine artık kimse katlanmıyor. Çerçeve ya da (tarihsel) bağlam bizi çok da “enterese” etmiyor. Çünkü “sanat” icra edilir edilmez, ona giydirilecek bir anlam kılıfı da hazırda, giyilmek üzere bekliyor zaten. Daha da kötüsü, memleketimizin pıhtılaşmış “düşün” ortamı, olabilecek her türlü orijinal-taklit ayırımını daha baştan geçersiz kılıyor. İnatçı bir akademisyene rastlama şanssızlığına nail olmamışsak henüz, tüm yollar açık, tüm yelkenler fora; “haydi Türkiye’m ileri!” saadeti içerisinde ilerliyoruz. Sonuçta eleştirinin yolları da tıkalıysa eğer, meydan yalnızca pazarlayanın becerisine kalıyor. Bu halde “popüler olan”, yüklerinden arınmış bir karşı şiirselliği, “derin” kendi anlamlarıyla yüklüymüş havasını da belli belirsiz sezdirerek, hem de etkileyici görüntülerin eşliğinde, ayaklarımızın önüne seriveriyor. Diyor ki bizlere: “Aman ha, görmeden geçmeyin! Ama geçerken görüverdiğinizi de sakın unutmayın!”

Belli ki, tüm bunlar bizi genel çıkarsamalara da götürebilir. Çünkü ne üretilirse üretilsin, sayfanın üzerinde hışıldayan az olmanın, öz olmanın, kendini bulmanın falan işlendiği, zarif ve gümüş tığlarla ilmiklendiği satıhlar oluşturmuyor asla. Ürünlere giydirilmeye çalışılan sahte anlam çağrışımları kendi kendilerini kusuyorlar. Takıştırmalar, kaçınmacılıklar, yapmacıklıklar, işte böylesine bir özgün “tarz” içerisinde tarz-ı endam ediyor. Ne var ki, reklam örneğimizin bu kadar masum olmasına da şükretmek gerek. Çünkü popüler olmanın zorbalığı eşliğinde zuhur ediyorlarsa şayet, bu çağda yapılan her şey doğru, söylenen her şey gerçek; yani ortalıklarda gezineceği varsayılan bir anlam bütünlüğünü bile aramak düpedüz suç, abesle iştigâl.

Postmodern tabir edilen zamanlarda, kendi iç sayıklanmalarım bile bir tür kavramsal sanat sayılabilir. Her şey aşağı yukarı bir zamanlama sorunu haline indirgenmiş bulunuyor. Hızlı düşünmek, yerinde karar vermek, etkileyici ve iş bitirici olmak, yüzeyde salınan kavram parçacıklarına tutunarak ve en kısa yoldan diğer kıyıya ulaşmak. İşte Doksan Dakikada Nietzsche’nin içindekiler bölümü!

Burada sahte olan şey de işte bu. Kendini gerektiğinde sıkı bir eleştiri gibi pazarlayabilen postmodern söylemin ürettiği sanatın ya da edebiyatın, gerçekte hiçbir sorumluluk almayı kabul etmeden, sözcükler ya da resimler arasında dans edebilmesi. Bize sunduğu karanlık dünyayı tek gerçek dünyaymış gibi kabul etmemizi de ancak böyle başarabilir zaten. Daha fazlası için ısrar edersek de, asıl, ceberrut yüzünü göstermekten sakınacağını düşünmemeli.

Reklamı hatırlayanlar büyük olasılıkla aynı paralelde düşünecekler, çünkü mesaj oldukça açık: “özgür kız” bizleri, tabiri caizse eğer, hiçbir şeyi fazla “takmamaya” çağırıyor. O ince, o naif, o sevimli sözcükler, bu çıtı pıtı şarkıcıyı hoş görmemiz gerektiği düşüncesini, daha ilk elden meşrûlaştırıyor. Anlıyoruz ki birçok şeyi, örneğin dünyanın çizgi çizgi olmadığını yeni keşfeden bu özgüven cimcimesi özgün karakter, dünyevi zevklerden, ancak onların içerisinde huşu içinde debelenirken utanabileceğimizi bize belletmeyi kendine düstur edinmekte. “Özgür” kızımız kendisinin patronu çünkü. O, sınırsız zevklerin, “altımız kuru keyfimiz yerinde” türünden bir macera isteğinin, moda biçimlerin ve sözlerin, yeniyetme keşiflerin, rüzgârla birlikte ilerleyen bir gizil aşk halinin ta kendisi; tekerlek bile gitmeyen yörelerimizin elektromanyetik öncü kuvveti, modern insanın yabanıl doğayla sürdürdüğü canhıraş mücadelenin postmodern şövalyesi!

İmrenerek izlediğimiz bu görüntülerin sakladığı şeyse çok basit: O bir kentli, ve nereye giderse gitsin, aynı konformizmin içinde boğulacağını biliyor. Çünkü aslında tatil yapıyor. Güç toplayacak, eğlenecek, kullanacak, tüketecek ve dönecek. Ve kuşkusuz, yeni hazır kartlara ihtiyacı var. İşte bu reklam filmi, bu karakterin bir karikatür olarak tezahürü; içten içe hayranlık duyduğumuz bu yeniyetme karakter, biraz detone ve azıcık “cool” olsa da, insanın üzerine ansızın ağarıveren bir sağanak aslında. Çünkü tam da bizleri, yeni çağın “hızlı” çocuklarını temsil ediyor. Tüm bu cafcaflı ve gürültülü kent yaşamı, bu zorunlu ultra-modern yaşam cambazlığı, sonunda kendimize asla yabancılaşmayacağımız, gökkuşağı renginde bir dünyayı vaat ediyor bizlere. Ona ulaşmak içinse çalışmak gerek. Daha hızlı, daha hırslı, daha etkin teknikleri keşfetmek; rakiplerimizi düzgün hamlelerle safların en dışına itmek.

Olan biten çok açık değil mi? Durmadan tüketim kültürü, durmadan umutsuzluk, şiirsizlik, ütopyasızlık ve örgütsüzlük pompalanıyor. Oysa şimdi, söylenenlerin aksine, modern zamanların şövalyeleri olmanın, terk edilmemiş son kalelerin burçlarında inatla ayakta durmanın tam sırası: Kılıç kuşanmanın ve gardını almanın! Zaten bu vakitler, “söylenceler” her neyse, sorgusuz ve sualsiz onun karşısında olmak gerekiyor. Yaşamın karton suratlı derebeylerine karşı, tek bir şiirin içinde, hep birlikte durabilmek: işte günümüz ütopyasının hayal edileceği mekân da tam burası: halihazırda her nereyi işgâl ediyorsak, orasını bir ütopya atölyesine çevirmek; sabahtan akşama kadar hiç de bu dünyaya ait olmayan düşlerle kendimizden geçmek. Kuşkusuz, yeni, yepyeni bir yaşam için.

“Teorin akıl almaz”, diyor Arthur C. Clarke, 2001, Bir Uzay Macerası’nda, “ama gerçek olacak kadar akıl almaz değil.”[19]

[email protected]

[1] Fredrik Pohl’un ünlü bilim-kurgu romanı: Bkz. Fredrik Pohl, Pısırıklar Çağı (The Age of Pussyfoot), çev. Mehmet Morallı, (İstanbul: Metis Yayınları, 1998); İnatçı desteği, sabrı ve değerli okumaları için bir tanecik İrem’e, güvenleri, sevgileri ve tüm emekleri için ailem’e sonsuz teşekkürlerimle…

[2] Jean-François Lyotard, “Postmoderne dönüş” Modernizmin Serüveni, çev. Berran Ersan, (İstanbul: YKY, 1997), s. 20-21.

[3] Erasmus, Deliliğe Övgü, çev. Nusret Hızır, (İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2000), 6. baskı, s. 19.

[4] Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, çev. Hülya Tufan, (İstanbul : YKY, 2000), 3. baskı, s. 16.

[5] Ufuk Uras, İdeolojilerin Sonu mu?, (İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1997), 4. baskı, s. 16 ve 42.

[6] James McFarlane, “Modernite ve Zihin”, Modernizmin Serüveni, çev. Güzin Özkan, (YKY, 1997), s. 216.

[7] Kapsamlı bir tartışma için kuşkusuz birçok kaynağa ulaşılabilir. Yine de, aklın devlet işlerine ve gündelik hayata egemen oluşunun tarihsel evrimini, Rönesans’tan Kartezyen dünya tasarımına, ve oradan modernliğin güncel eleştirisine değin bir süreçte yalın fakat detaylı olarak inceleyen, Tülin Bumin’in Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza kitabı okuyucuya iç huzuruyla ve öncelikle önerilir. Bkz. Tülin Bumin, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, (İstanbul: YKY Yayınları, 1996)

[8] Georg Simmel, “The Metropolis and the Mental Life”, Kurt II. Wolff, The Sociology of Georg Simmel, (1950, the Free Press) s. 635.

[9] Marshall Berman, All that is Solid Melts Into Air: The Experience of Modernity, preface and introduction, (New York: Penguin Books, 1988), s. 15. [Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Ümit Altuğ-Bülent Peker, İletişim Yay.]

[10] Raymond Williams, “The Politics of the Avant-Garde”, The Politics of Modernism Against the New Conformists, (yay. Haz) Pinkney, T. (Londra, N York, Verso, 1990), s. 53.

[11] Gustave Flaubert, “Mektuplar - Gustave Flaubert / George Sand”, Arkadaş Kitaplar; lütfen bkz. Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu, çev. Fatih Özgüven, (Roll: Nefes Yayıncılık, 2000), s. 16.

[12] Kapsamlı tartışma için lütfen bkz. Uğur Tanyeli, “Modernizmin Sınırları ve Mimarlık”, Modernizmin Serüveni, (İstanbul: YKY, 1997), s. 63-71.

[13] A.g.e. s. 65.

[14] Bkz. Özgür Taburoğlu, “Avant-Garde’ın Negatif Estetiği ya da Tepkimenin Tasarımı”, Felsefelogos: Tarih Bilinci, (2000/1, bulut yay. Istanbul), sayı: 9, s. 154-157-158.

[15] Aykut Köksal, “Olanaksız Kentler”, Mimarlık ve Sanatta Dilin Süreksizliği: Zorunlu Çoğulluk, (İstanbul: Att Yayınları, 1994), s. 17-18.

[16] Uğur Tanyeli, Öngörünüm: “Türkiye’de Avant-Garde niye yok?” Arredamento Mimarlık, 2000/02, s.7.

[17] Stanislaw Lem, Arthur C. Clarke, Philip K. Dick, Frederik Pohl, Kurt Vonnegut Jr., Ursula Le Guin, ve oldukça zeki ve eğlenceli Douglas Adams, bu karşılaştırmalı okuma için ilk elde önerilecek yazarlar. Biraz uzun bir yol olsa da, öncelikle insanın kendi geleceği üzerine yazdığı şeyleri okuması, bir zihin derinliği sağlayacak araçlardan en önemlisi kuşkusuz.

[18] Stanislaw Lem, Küvette Bulunan Günce, çev. Çiçek Öztek, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1998).

[19] Artur C. Clarke, 2001 Bir Uzay Macerası, çev. Özlem Atmaca, (Istanbul: Altıkırkbeş Yayın, 1998)