Arjantin'de Yapısal Uyum ve Türkiye

Arjantin 20. yüzyılın başlarından ’30’lara kadar Avustralya, Yeni Zelanda hattâ ABD ile kıyaslanacak ölçüde zengin, geleceği parlak görülen bir göçmen ülkesiydi.[1]

Üçüncü Dünya standartlarında zengin sayılsa bile, Britanya İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküşüyle birlikte 1929’a kadar gıda ihracatçısı olarak edindiği konumu yitirmiş ve bir daha toparlanamamıştı[2] Arjantin uçsuz bucaksız verimli toprakları, çoğunlukla İngilizler tarafından inşâ edilmiş demiryolları ve soğutma teknolojisindeki gelişmeler sayesinde Avrupa’nın et ve hububat deposu haline gelmişti. 1920’lerdeki dünya krizinin tarım piyasalarında çöküşe neden olması ve dünyanın dış ticarette korumacılığa yönelmesi[3] sonucu Arjantin irtifa kaybetmeye başladı.

1945’te büyük kitlelerin tutuklanan kahramanları Juan Peron’un serbest bırakılması talebiyle Buenos Aires’in Mayo Meydanı’nı doldurdukları ünlü ‘Sadakat Günü”nde[4] başladığı varsayılan Peronizm’in Arjantin toplumundaki gücünü 1989’a kadar koruduğu varsayılabilir. Ta ki, el Turco lakabıyla tanınan “sözde Peronist” Carlos Menem iktidara gelene dek.

Peron popülizmin Mihver devletlere yakınlığı, yer yer anti-semitik özelliklerine karşın, zenginler ve yerel egemen sınıflar oligarşisine karşı çekirdek desteğini işçi sınıfı ve sendikal hareketin oluşturduğu söylenebilir.

Arjantin’in tarım ihracatına dayanan modelinin ’30’larda krize girmesinin arkasından 1960-70 döneminin Peronist ve kalkınmacı (desarollista) rejimlerinde ithal ikameci sanayileşme derinleştirildi. ’70’lerin başına gelindiğinde sanayileşmede ciddi yol alınmıştı. Sendikal hareketin ve toplumsal mücadelelerin sonucu olarak emek hakları ve toplumsal refah düzenlemeleri hukuksal boyut kazanmış, orta sınıfın bazı kesimleri ve çalışan sınıflar ciddi bir refah düzeyine erişmiş, yaşam standartlarındaki iyileşme Üçüncü Dünya’da nadir rastlanacak bir noktaya gelmişti.

’70’lerin ortalarından başlayarak IMF ve Dünya Bankası reçeteleri doğrultusunda yapısal uyum politikaları yürürlüğe sokuldu. 1976-83 dönemindeki askerî rejim ile demokratik seçimlerle işbaşına gelen 1983-89 Alfonsin ve 1989-99 Menem dönemlerinde de genel hatlarıyla aynı yol izlendi. Ama Menem döneminde yapısal uyum programlarının daha şiddetle uygulandığı yeni bir “birikim rejimi”ne geçildiği söylemek mümkün görünüyor.

Menem döneminde gelir dağılımı iyice bozulur; reel ücretler hem doğrudan, hem sosyal devletin tasfiyesi sonucu dolaylı olarak düşerken; fatura büyük ölçüde alt gelir gruplarına çıktı, işsizlik ve yoksulluk bütün biçimleriyle yaygınlaştı. Küçük ve orta ölçekli firmalar neredeyse yok oldu.[5]

Açık olan 1940’larda geliştirilen sistemin tasfiyesiydi. Serbest piyasa liberalizasyonu, özelleştirme, ihracatın öncelik kazanması, sendikaların gücünün kısıtlanması, politik katılım ve halkın tepkilerini dile getirme mekanizmalarının sınırlanması iç ve dış basınçlara anlık tepkilerin ötesinde; popülist ittifakları ve onların ekonomik programlarını darmadağın etme tarihsel mücadelesinin zirvesi olarak nitelendirilebilirdi.[6]

Teubal’a göre Arjantin’deki yeni birikim rejimi Üçüncü Dünya’da uygulanan yapısal uyum programlarının bir sonucu olarak görülmeliydi. Bu birikim rejiminin toplumsal ve sektörel olarak ayrılmaya (disarticulation) meyletmesi, örneğin ithal ikameci modele göre ayırdedici özelliğidir. Bu reel ücretlerin, düşük gelir gruplarının gelirinin düşüşü ile ekonominin yapısında ve üretken yatırımların doğasında meydana gelen değişikliklerde yeni birikim rejiminin oynadığı merkezî role bağlıdır. Ayrılma ekonominin temel etkinliklerinin emeğiyle geçinen kesimlerin taleplerinden gittikçe kopması anlamına geliyor.

Bu rejimde emek kesimi ciddi bir talep faktörü olmaktan çıkarken, orta ve üst gelir grupları yerli ve yabancı yatırımcıların çekim alanına giriyorlar. Bu eğilim sadece sanayi ve tarımda değil, finans sektörünü de içeren hizmetlerde de kendini gösteriyor, bazı temel ihtiyaçlar da piyasa süreçlerine tâbi kılınıyor. Kamusal sağlık, eğitim, konut ve benzeri hizmetler iğdiş ediliyor, bu da gelir dağılımını iyice bozan bir etki yaratıyor.

KONVERTİBİLİTE PLANI

Bazılarına göre “ekonomik darbe” olarak nitelendirilen 1989’da Menem’in iktidara gelişinin ardından ciddi bir sermaye kaçışı ve hiperenflasyon geldi. Hayatın merkezi finansal kesim olarak görüldüğü için, Türkiye’de de gözlerin Arjantin’e çevrilmesine neden olan adım 1991 Konvertibilite Planı’nın uygulanmaya başlanması oldu.

Para kurulu diye de adlandırılan “Konvertibilite Planı”, “1 peso=1 dolar” formülüne göre yerel paranın değerini yeniden ayarlıyordu. Merkez Bankası bağımsızlık etiketi altında ekonomik politikalara müdahale yetkisini tamamen yitiriyor, tek fonksiyonu peso getirene dolar, dolar getirene peso ödemek oluyordu. Para tabanı ancak rezervlerdeki döviz miktarına göre değişiyordu. Böylece yabancı yatırımcılara devalüasyon tehlikesinden uzak istedikleri gibi “doldur-boşalt” imkânı tanınıyordu. Beklenen bu güven ortamında yabancı sermayenin ülkeye akın etmesi, ekonominin canlanıp, büyümenin hızlanmasıydı.

Başka ülke deneylerinde de görüldüğü gibi bu amaç ilk dönemlerde büyük ölçüde gerçekleşti. Örneğin 1991-94 döneminde Arjantin’de ortalama büyüme % 7.6 olurken, Latin Amerika’nın iki büyük ülkesi Brezilya’da % 2.3, Meksika’da % 2.6’yı geçememişti.[7] Diğer taraftan ülkenin dış borçları 1991’deki 61 milyar dolar seviyesinden 1997’de 139 milyar dolara sıçramıştı.[8] Her şeyin ötesinde para kurulu, “deli gömleği” gibi hareket kabiliyetini sıfıra indiren bir uygulamaydı. Bir kez çekebildiğiniz sermayeyi kaçırmamak için her türlü fedakârlığa katlanmanızı, Arjantin’in 2001 Temmuz’unda ekonomik durgunluğun 4.yılına adım attığı bir konjonktürde dahi biraz nefes aldıracak, parasal genişleme sonucu ekonominin çarklarını yağlayacak her türlü inisyatifi engelleyen bir cendereydi.

Konvertibilite Planı’nın mimarı Derviş benzeri Amerika “backgroundlu” Harvard mezunu bir iktisatçı olan Domingo Cavallo’ydu. Cavallo, cunta döneminde Arjantin Merkez Bankası başkanıydı. Bazı büyük sermaye gruplarının dış borçlarını kamulaştırarak onları bu yükten kurtarmış, daha sonra bu kapitalistler ikincil piyasadan yabancı bankalarında desteğiyle Arjantin’in borçlarını ıskontolu olarak satın almışlardı (aslında kendi borçlarını). Bu sayede özelleştirmeye tâbi tutulan kamu varlıklarının neredeyse bedavaya kapatma olanağı bulmuşlardı.[9]

Cavallo’nun uluslararası sermaye çevrelerindeki yüksek itibarı onu 1991’de ikinci kez ekonominin dümenine geçiriyordu. Sözünü ettiğimiz para kurulu modeli 1989’daki % 500 olan enflasyonu 1997’de % 6’ya kadar düşürünce Cavallo’nun gücü de artmış, “hiperenflasyon” sendromundan bunalan kitleler Menem’e 1995’te başkanlık için ikinci kez vize vermişti.[10]

Bu arada 1995’te % 18.6’ya kadar yükselen işsizlik[11] kronik bir sorun olmayı sürdürmüş, eksik istihdam ve yoksulluğun tüm biçimleri yaygınlaşmıştı. Dünya Bankası ölçütlerine göre Arjantin’de nüfusun % 29’u, çocukların % 43’ü yoksulluk sınırının altındaydı. 1990’da Buenos Aires’te nüfusun en zengin % 10’u gelirin % 35’ini alırken, en yoksul % 30’a ise sadece % 9.7 düşüyordu. Bugün bu rakamlar % 36 ve % 8.2 ile daha da berbat bir noktadadır.[12]

YAPISAL REFORMLAR

Reel ücretlerin düşüşü ve gelir dağılımının daha da bozulması yanında temel sosyal hizmetlerdeki gerileme ve piyasa koşullarında pahalılaşma geniş kitleler açısından ciddi bir sorun haline geldi. Topyekûn özelleştirmeler kamu hizmetlerinin fiyatlarını arttırırken; su, doğal gaz, ulaşım hizmetlerinden yararlanamayanların sayısı kabardı; sağlık ve eğitimdeki özelleştirmeler bu alanlardan da ciddi bir kitleyi dışladı; gıda sanayiindeki yoğunlaşma fiyatları yukarı çekti, finansal serbestleşmenin getirdiği faiz oranları küçük ve orta ölçekli işletmelerin çanına ot tıkadı.

Sadece emek piyasalarının esnekleşmesi sonucu, reel ücretlerin düşüşü değil, kaynakların finansal ve spekülatif aktivitelere yönlendirilmesi de toplumsal dokunun bozulmasına katkı yaptı. Para kurulu sisteminde pesonun değerlenmesinin önü alınamayışının yanısıra doların 1995’ten sonra diğer paralar karşısında değer kazanmada Arjantin’in ihracatta rekabet gücünü iyice azalttı. İhracata yönelik sanayileşme stratejisine de sekte vurdu. Ayrıca sanayi, tarım ve dağıtım sistemlerinde tekelleşme de toplumdaki yarılmayı derinleştirdi. Örneğin süpermarketler 1979’da gıda satışlarının %18’ini ellerinde tutarken, bu oran 1994’te % 56’ya sıçradı.[13]

Menem döneminde, Türkiye’de tüm “uzman” ağızlara sakız olan, “yapısal reformlar” mevzuu tam tekmil halledilivermişti. Özelleştirme; iletişimden, havayollarına, petrol ve petro-kimya tesislerine, otoyollara, demiryollarına, doğalgaz dağıtımına, elektrik, su, demir-çelik, kömür, savunma sanayii, barajlar, televizyon kanalları, oteller, limanlar, silolar, at yarışçılığı[14] dahil kamunun faaliyet gösterdiği tüm alanlara nüfuz etmiş, devlet neredeyse sıfırı tüketmişti. Kamu maliyesini düzeltme bahanesiyle satacak bir şey kalmamıştı. Tüm ekonomi ABD modeli kurullar tarafından yönetilmekteydi. Bankacılık sektörü ise finansal liberalizasyon sonucu yabancı hâkimiyetine geçmişti.

TÜRKİYE VE ARJANTİN AĞIZLARA SAKIZ

Bilindiği gibi son zamanlarda Dünya kamuoyunda Türkiye ile Arjantin’in adı birlikte anılıyor. Her iki ülke de IMF gözetimi altında var güçleriyle iç ve dış borçlarını aksatmamak (moda deyimiyle) için ter döküyorlar. Bu arada büyüme, yatırım, istihdam gibi kavramları lügatlerinden neredeyse çıkarmış haldeler. Arjantin ekonomisi Ağustos’ta daralmanın 4. yılına adım atarken, Türkiye 1999’daki küçülme rekoru yüzde 6.4’ü zorluyor. IMF’in yakında emekliye ayrılacak resmen ikinci, fiilen birinci adamı Fischer (teamül IMF Genel Direktörü’nün Avrupalı olması; aslında adamı yerine birinci kişisi demek daha doğru çünkü yerine bir kadın Anne Krueger geliyor) İstanbul’da “bizim stan” diye karşılanırken, ABD Hazine Müsteşarı John Taylor Buenos Aires’e uçuyordu.

Hatırlanırsa ’70’lerin sonunda Batı ekonomilerinin kapitalizm”in altın çağının noktalandığı bir durgunluğa girmesi kredi talebini sınırlamasının yanısıra petrol ihraç eden ülkelerde biriken dövizlerin de dolaşıma girmesi Üçüncü Dünya’ya çok ciddi boyutlarda, hem de uygun görünen koşullarda borç aktarımını getirmişti. ABD Merkez Bankası Başkanı Paul Volcker döneminde uygulanmaya başlanan sıkı para politikaları faizleri tavana fırlatmış, değişken faizli sendikasyon kredilerinin yükü taşınamaz hale gelmiş, daha sonra “1982’de Meksika’nın dış borç ödemelerini askıya almasıyla” cümlesiyle anlatılmaya başlanan Dünya Borç Krizi patlak vermişti. İşte Dünya kamuoyunda yirmi sene sonra başlayacak yeni bir temerrüt (default) dalgasının tetiklenmesinde aday ülkeler olarak Türkiye ve Arjantin’i görüyor. Türkiye’de IMF tarikatının dervişleri olarak da nitelendirilebilecek malûm simalar, Türkiye-Arjantin karşılaştırmasından pek müşteki görünüyorlar. Adeta bir sırrın açığa çıkmasından korkar bir halleri var. Belli ki, Arjantin örneğinin yakından incelenmesiyle, “şu yapısal reformları bir tamamlayalım” hurafesinin iflas etmesinden korkuyorlar. Bizim şu meşhur 15 yasanın neredeyse hepsinin Arjantin’de yürürlüğü girmesinin üzerinden yıllar geçmesine karşın Arjantin ekonomisinin böylesine kritik bir duruma sürüklenmesinden tedirgin oluyorlar.

3 Ağustos 2001 günkü gazetelerde Kemal Derviş’in Türkiye ile Arjantin ekonomilerinde yaşanan gelişmelerin kıyaslanmasından, “Bu rahatsızlık verici” sözleriyle yakındığı yer aldı. Derviş sosyal patlama tartışmalarına da, “Türkiye’de böyle bir sosyal patlama olmaz. Arjantin’de iki kez yüzde 7’lik ücret indirimi yapıldı. Türkiye’de ise 6 ay için yüzde 15 zam verildi” yorumuyla katıldı.[15]

Bu sözler akla iki olasılığı getiriyor. Birincisi Derviş dünyayı pek yakından izlemiyor. Arjantin’in “para kurulu” cenderesinde, talebi arttıracak parasal genişlemeye gidemediğini, bu nedenle enflasyonun eksilerde bulunduğunu bilmiyor. Dolayısıyla Arjantin’de reel ücretleri düşürerek maliyetleri kısmanın yalnızca nominal ücretleri tırpanlamakla mümkün olduğunun farkında değil.

Ya Türkiye’de öyle mi? Yaşasın enflasyon! Ücretleri fiyatların altında arttır, “al sana maaş indirimi”. Temmuz-Aralık 1999 döneminde tüketici enflasyonu yüzde 34.5 olmuşken, Ocak 2000’de kamuda yüzde 15 ücret artışı, maaşların reel olarak yirmi puan düşürülmesi anlamı taşımıyor muydu?

Diğer olasılık ise, Kemal Derviş tüm bunları bilse de –ki akla daha yakın geleni de bu- ekonomiyle politikayı birbirine karıştırmaktan, neo-liberalizme göre en ciddi günahı işleyerek politika yapmaktan kendini alamıyor. Üstelik yirmi yıldır enflasyon zulmü altında terbiye olmuş bir halkı böyle basit bir argümanla ikna edemeyeceğini de akıl edemiyor.

CAVALLO MEYDAN OKUYOR

Aynı günlerde Arjantin Maliye Bakanı Domingo Cavallo ilginç bir açıklama yapıyordu. Evet Cunta ve Menem dönemlerinin ekonomi patronu gene iş başındaydı. Menem’in ekonomi politikalarına tepki Ekim 1999’daki seçimlerde Rua başkanlığındaki merkez sol koalisyonu işbaşına getirmişti. Rua yönetimi vaatlerinin hilafına IMF’in yapısal uyum programlarının sadık bir uygulayıcısı haline gelmişti. 2001 Mart’ın da bu politikalara karşı toplumsal muhalefetin yükselmesi ve yoğun baskılar sonucu istifa eden Maliye Bakanı Machinea’nın yerine Lopez Murphy atandı.[16]

Murphy’nin bütçede keskin kısıntılar öngören planı ona ancak iki hafta görev yaptırabildi. Arkasından Derviş ile hemen hemen aynı günlerde “son umut” olarak Domingo Cavallo göreve çağrıldı. (Hayatta olsa idi, herhalde bu hengamede en azından “ekonomiyi ancak Özal düze çıkarır” rüzgârı estirilirdi).

Cavallo ise “sıfır açıklı bütçe”, diğer bir deyişle, kamunun gelirleri ne kadarsa, harcamaları da onu aşmamalı; gerekirse bu dengeyi sağlamak için maaşlar indirilmeli tasarımını savunuyordu. O günden bugüne Arjantin ekonomisi uçurumu kenarında sallanıyor, sokak gösterileri yaygınlaşıyor, yollara barikat kurma eylemleri geniş taraftar buluyor.

Cavallo sözünü ettiğimiz açıklamasında özetle: “Arjantin küreselleşme sürecine en iştahla katılan, IMF’in önerdiği yapısal reformları en titizlikle uygulayan ülke konumunda. Arjantin deneyiminin iflası sadece bizim için değil, küresel ekonomi için de trajik olur”, dedi.[17] Bir anlamda ABD başta olmak üzere emperyal güçleri, “açtırmayın ağzımı, yumdurmayın gözümü” imâsıyla tehdit etti. Çünkü bu sırada IMF Arjantin’e ek yardım için ayak sürürken, Brezilya’ya 15 milyar dolar ek kaynak aktarma vaadinde bulunuyordu. Haliyle Arjantin’in artık gözden çıkarıldığı yorumları da yaygınlaşıyordu.

Arjantin’in temel sorunu 140 milyar dolara varan dış borçları. Yoksa Arjantin kişi başına 8300 dolar gelirle gene de Latin Amerika standardında zengin bir ülke, Türkiye’nin de fersah fersah ötesinde. Diğer bir istatistikse 1989-99 döneminde Arjantin’de kişi başına gelirin % 230 artmasına karşın, Şili’de % 114, Brezilya’da ise % 7.7’lik bir artışa işaret ediyor.[18] Tabiî tüm bu rakamlara ihtiyatla yaklaşmakta yarar var. Örneğin Arjantin’in para kurulu uygulamasından vazgeçmesi, parasını dalgalanmaya bırakması ciddi bir devalüasyon anlamına gelir ki, bu da Arjantin’de kişi başına geliri dolar bazında yarıya kadar düşürebilir. Zaten dünyadaki “malî liberalleşme kaosu” ortaya iyice anlamsız durumlar çıkarıyor. Arjantin’in dış ödemelerini askıya alması tehlikesi bulaşma (Contagion) tehlikesi yaratıyor, Brezilya reali değer yitiriyor. Arjantin pezosu dolara sabitlendiği için garip bir tecelliyle bizzat tehlikenin kaynağı ülkenin parası değer kazanmış oluyor, ciddi bir ödemeler dengesi problemi yaşayan Arjantin’in ihracatta rekabet gücü daha büyük yara alıyor. İşte bu noktada egemen kesimler çareyi ücretleri kısmakta buluyor. Peki emek kesimi bu duruma tepkisiz mi kalıyor? Tabiî ki hayır!

BARİKAT GÜNLERİ

Uygulanan neo-liberal ekonomi politikalarından yaşamı ve çıkarı zarar gören kesimlerin bu duruma kayıtsız kalmaları beklenemezdi, nitekim daha iktidarının ikinci yılı dolmadan de la Rua hükümeti 6. iş bırakma eylemiyle karşılaştı. İşsizliğin % 16’yı bulduğu,[19] ekonomik krizin derinleştiği bugünlerde Arjantin’de sokağa dökülen kitlelerin görüntüleri sık sık televizyon ekranlarına yansıyor.

Arjantin’deki eylem ve mücadele biçimleri benzer ülkelere örnek olacak ilginç deneyimler içeriyor. Bir kez tepkiler, “cortes de ruta” (kitlesel barikatlar) adı verilen eylem formunda yoğunlaşıyor. Barikatlar ’90’larda özellikle kapatılan ve özelleştirilen kamu kuruluşlarının hayatın merkezi olduğu Kuzey ve Güney bölgelerinde, bir bakıma Arjantin’in taşrasında kendini gösterdi.

Ana C. Dinerstein Arjantin’in kuzeyinde küçük bir kasaba olan General Mosconi, Salta örneğiyle barikatların nasıl bir tepki ve kendini ifade biçimi haline geldiğini anlatıyor. General Mosconi petrol rafinerisinin kapanışıyla birlikte 15.000 nüfuslu kasabanın işsiz sayısı birdenbire 5000’e yükseliyor. Yıllardır varlığını sürdüren yarı refah devleti tarumar oluyor. Bir eski çalışan bu durumu: “Hepimiz rafineri matrisi içine yerleştirilmiştik. Babamız gibi rafinerinin hastanesinde doğmuş, kreşinde büyümüş, rafineri otobüslerine binmiş, rafineri okuluna devam etmiştik. Özelleştirme gerçekleşene kadar iki nesildir fabrikada bir iş tek hedefimiz olmuştu. Hikâye uzun; ama küçük ve sakin bir kasabanın bir anda savaş alanına dönüşünü, binlerce askerin istilasıyla yaşanan sıcak saatlerin sonunda direnişçilerin sınırlı da olsa bazı kazanımlar elde edişini okumak heyecan verici. Göstericilerin (Piqueteros), Arjantin bayrakları sallayarak direnişine askerin göz yaşartıcı bomba ve plastik mermiyle karşılık vermesi de bazı paralellikler kurmak açısından ilginç. Salta halkının sınırlı tavizler koparması sonucu varılan anlaşmayı Sosyal Politikalar bakanının hükümetin bir “sosyal politikası” olduğu şeklinde yorumladığı ve bu sıralarda ülkede müzakere masasında bulunan IMF delegasyonu tarafından kutlandığı da kaydediliyor. Birkaç dakika sonra bu tavizlerin okyanusa dökülen bir bardak sudan ibaret bulunduğunu itiraf edişi de.[20]

Arjantin’de halkın uygulanan politikalara tüm öfkesine, çeşitli protesto biçimleri ve sayısız grevlere karşın mücadelenin parçalanmış, süreklilik göstermeyen niteliğinin sonuç almayı zorlaştırdığı kaydediliyor.[21] Bir de hafızasında hâlâ hiperenflasyon kabusu bulunan halkın, egemen kesimlerce adeta kutsal ilân edilen “Convertibilite Planı”nın yürürlükten kaldırılması karşısındaki tereddüdü emek güçlerinin dağınıklığında rol oynuyor.

’90’ların başında ilk kez görülen barikatlar özerk örgütlenmeler gün be gün yaygınlaşan yoksullaşmaya halkın kendiliğinden tepkisi olarak ortaya çıkmıştı. Bu arada sendikaların azalan gücü ve grev sayısındaki gerileme de dikkat çekiciydi; Örneğin, 1986/89 arasındaki 3575 grevin, 1995-2000’de 1228’e gerilemesi.[22] Bu durum yapısal işsizlikle yüz yüze gelen, üretim ve tüketim süreçlerinden tamamen dışlanan toplum kesimlerinin feryatlarının öne çıkması; bir işi bulunanların da yaşadıkları güvensizlik hissi ve patronların fırsatı ganimet bilerek baskılarını arttırmaları karşısında temkinli davranmalarıyla açıklanabilir.

Barikatlarda iş ve yatırım talepleri öne çıkıyor.[23] Barikatlarda yer alan toplumsal özneler: yapısal işsizler, küçük işletmelerdeki işçiler, küçük çiftçiler, esnaf ve öğrenciler gibi kesimler sıralanabilir. Barikatlarda ödenmeyen ücretler, düşürülen maaşlara karşı tepkiler seslendiriliyor. Vergilerin indirilmesi, düşük faizli krediler verilmesi, faturaların ödenememesi nedeniyle kesilen gaz ve elektriğin bağlanması, gıda, ilaç, elbise, toplu taşım gibi konularda devlet sübvansiyonları ayrılması gibi talepler öne çıkıyor.[24] Barikatlar küreselleşme sürecinden mağdur olan farklı kesimlerin taleplerini ortaklaştırması için ilginç bir deney oluşturuyor.

Yeni mücadele biçimleri haliyle yeni örgütsel yapılar da getiriyor. Barikat gözcülüğü mücadelenin çekirdeğini oluşturuyor. Kararlar çoğulcu ve demokratik bir biçimde, genellikle uzlaşma temelinde, halk meclislerinde alınıyor. Yerleşik politik partilerin ve kilisenin katılımına sıcak bakılmıyor, mücadelenin özerk niteliğine gölge düşmesinden çekiniliyor. Yeni mücadele ve örgütlenme biçimlerinin eski formların deneylerinden, kazanımlarından da yararlanabildikleri ölçüde, ezilenlerin vicdanı ve sesi olarak kazanma şanslarının artacağı aşikâr.

Birbirinden binlerce kilometre uzakta bulunsalar da, uluslararası yatırımcıların kaygılarıyla adları birlikte anılmaya başlansa da, iki halkın, Türkiye ve Arjantin’in kaderi hiç olmadığı kadar birbirine yaklaşmış görünüyor. Her iki ülkenin de ne pahasına olursa olsun iç ve dış borçlarını ödeme gayretleri; durgunluğu aşmak için faizleri düşürmek, genişlemeci politikalar izlemek varken yatırımcı güvenini yitirmeyeyim derken çıkmaz politikalara saplanmaları; geleceğe umutla bakmalarını zorlaştırıyor. Muhtemelen, Türkiye ile Arjantin ikilisinden birinin borç ödemelerini aksatması diğerinde de paniği arttıracak ve benzer bir tablo ortaya çıkaracak. Arkasından panik başka ülkelere de sıçrayarak ’80’lerdeki borç krizine benzer bir süreç yaşanacak. ’80’lerde ABD, Latin Amerika’da filizlenen “borç karteli”oluşturma çabalarını binbir hileyle parçalamış, ülkeleri “tek tek gelin” (case by case) yaklaşımına mahkûm etmişti. 2000’lerde Türkiye ile Arjantin’in dayanışması borçlular isyanının çimentosu olabilir. Bunun yolu da tabiî ki Kemal Derviş’in “biz Arjantine benzemeyiz” zihniyetinin terk edilmesinden geçer.

HAYRİ KOZANOĞLU

[1] Teubal Miguel, “Structural Adjustment and Social Disarticulation: The Case of Argentina”, Science and Society, Vol 64, No 4, Kış 2000-2001 s: 465.

[2] Hobsbawm Eric, Age of Extremes. Abacus 1994, s. 357.

[3] The Economist, Survey of Argentina Mayıs 6 2000, s: 1.

[4] Hobsbawm, s: 458.

[5] Tevbal, a.g.m. s: 478.

[6] Adelman Jeremy, “Post-Populist Argentina”, New Left Review Şubat 1994, s: 65-66.

[7] Richards Donald G., “The Poverty of democracy in Latin America Review of Radical Political Economics, 33 (2001), s: 144.

[8] Brieger Pedro, “Argentina Concensus and apaty”, International Viewpoint, Şubat 2000, s: 13.

[9] Adelman, a.g.m., s: 89.

[10] Teubal, a.g.m., s: 480.

[11] A.g.m., s: 481.

[12] The Economist, Survey of Argentina, s: 14.

[13] Teubal, a.g.m. s: 483.

[14] A.g.m., s: 479.

[15] Radikal 3 Ağustos 2001.

[16] Dinerstein Ana C., “Roadblocks in Argentina: Against the Violence of Stability, Capital and Class s. 74, s: 7.

[17] Financial Times, 9 Ağustos 2001.

[18] Ed Crook ve Thomas Catan, “Argentina Wobbles”, Financial Times 17 Temmuz 2001.

[19] Lucita Eduardo, “Old and new forms of struggle”, International Viewpoint Şubat 2001 s: 31.

[20] Dinerstein, a.g.m., s: 4.

[21] Lucita, a.g.m., s: 31.

[22] A.g.m., s: 31.

[23] Dinerstein, a.g.m., s:1.

[24] Lucita, a.g.m., s: 32.