Ulusal Güvenlik Siyaseti ve Silâhlı Kuvvetler Partisi

Mesut Yılmaz’ın geçtiğimiz ağustos ayında, ANAP kongresinde, AB’ye “uyum çalışmalarındaki engelleyici rolü konusunda herkesin az çok bilgi sahibi olduğu, ancak üç maymunları oynadığı bir tabu var.

Ulusal güvenlik sendromu. (...) Ulusal güvenlik gerekçesiyle devletimizin bekasını sağlamlaştıracak adımlar atılması adeta imkânsızlaştırılmaktadır. Türkiye eğer bir adım ileriye gitmek istiyorsa bu sendromdan kurtulmalıdır” demesi, söz konusu sendroma uygun bir yanıt buldu. Ne MGK Genel Sekreterliğinin, ne de artık alışılageldiği biçimde, “yetkili” bir emekli paşanın veya bir tören vesilesiyle bir generalin ağzından değil, yanıt Genelkurmay Başkanlığı imzasıyla, yani resmî ve açık biçimde Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni siyasal alanda konuşmaya yetkili bir kurum olarak sunan bir basın bildirisi olarak geldi. Yanıtın içeriği kadar, biçimi de bunun bir muhtıra olarak tanımlanmasını destekliyordu. Yılmaz’ın sözlerinin “basın ve yayın organlarında, Silâhlı Kuvvetler’i hedef alan değerlendirmeler olarak algılanmış ve kamuoyuna da bu yönde yansıtılmış olması”, muhtıranın doğrudan kamuoyunun bilgisine sunulmasına gerekçe olarak gösteriliyordu.

Bildiri gayrişahsiydi. Ayrıca, 28 Şubat’ta olduğu gibi, rejimin yasal kurumları içinde tartışılıp, kaleme alınmış ve kendi idam fermanını mühürleyen vezirler gibi “hükümet ortaklarının” imzalayıp, kabul ettikleri kararlar da değildi bunlar. 7 Ağustos bildirisi, 12 Mart muhtırasına çok daha fazla benziyordu. Genelkurmay başkanı ve üç kuvvet komutanının şahsen imzaladığı ve “TSK’nın idareyi doğrudan doğruya üzerine alacağı” gibi bir açık tehdit içermiyordu ama, silâh kullanma yetkisini tekelinde tutan bir kurum adına, hükümetin bir ortağının siyasal değerlendirmelerine cevap veriliyor ve başbakan yardımcısı sıfatını taşıyan bir parti başkanına karşı hakaret içeren bir ifade kullanmaktan da geri kalınmıyordu. Bugüne kadar “şeriatçı parti” üyelerine karşı kullanılan ses tonu ve ifadeler, bu kez ANAP gibi rejimin merkez partilerinden birini, hattâ en önemlisini hedef alıyordu. Hedef alınan kişiyle ordunun bazı kesimlerinin uluslararası enerji bağlantılarındaki tercihler konusunda çatışma içinde olması, ikincil derecede belirleyiciydi.

7 Ağustos muhtırası, MGK toplantılarının gizliliği şemsiyesi ardında yürütülen değişmez hükümet ortaklığı konumunun TSK’ya artık dar geldiğini ve kamuoyu nezdinde daha belirgin bir siyasal odak olarak siyasal arenada yer alma ihtiyacı duyduğunu gösterdi. Mesut Yılmaz’ın, yıllardır bunu oynamış biri olarak, tecrübelerine dayanarak dile getirdiği “üç maymun oyunu”, sadece ulusal güvenlik gereklerinin tartışılması konusunda değil, TSK’nın sözde siyaset dışı bir kurum olduğu konusunda da bozulmuş oldu. Bunu bozan ise Genelkurmay Başkanlığı’nın kendisiydi. 7 Ağustos muhtırası, ulusal güvenlik sendromuyla Türk Silâhlı Kuvvetleri’ninin yürürlükteki rejim içinde işgâl ettiği siyasal konum arasındaki birebir ilişkiyi çok açık biçimde sergiledi. Türkiye’de istisnasız herkesin bilip, “üç maymunları” oynadığı asıl konunun bu ilişki olduğunu, 7 Ağustos muhtırasını telaş içinde kaleme alanlar açıkça göstermiş oldular.

Genelkurmay’ın sert, aşağılayıcı ve bir dizi siyasal taktik hatalar içeren bildirisinin ardından, ANAP yönetiminin oybirliğiyle Mesut Yılmaz’ın tespitlerini onaylaması ve “sözümüz size değildi, üzerinize ne alınıyorsanız” demesi, usta biçimde TSK’yı kontrpiyede bıraktı. Böyle bir cevap aldıktan sonra, Genelkurmay’ın sessiz kalması ve MGK toplantısının sakin geçmesi kaçınılmazdı. Kendisine kurulan siyasal tuzağa pek acemi biçimde yakalanan TSK kurmayları, büyük bir öfke içinde kaleme alındığı belli olan bildiriyle, bir hamlede ellerindeki cephaneyi tükettiklerinin sonradan farkına vardılar. ANAP’ın kararlı tavrı ve bu kez çok dikkatli biçimde hazırlandığı belli olan Mesut Yılmaz’ın televizyon kanallarında sergilediği performans karşısında, TSK’nın elinde kısa vâdede kullanılacak karşı silâh kalmıyordu. Üstelik bu kez hasım, “irticacı, bölücü, komünist” gibi yaftalarla teşhir edilmesi mümkün olmayan ve bu nedenle de “idareye el koyarız” tehdidinin hiçbir inandırıcılığı olmayacak olan bir kesimde yer alıyordu. Üstelik, başta bunalım olmak üzere birçok konuda olduğu gibi, darbe tehdidi de son yıllarda gözle görünür biçimde devalüe olmuştu.

Üslûbu, kullandığı kavramlar ve içerdiği siyasal hamle hataları nedeniyle geleneksel bir TSK bildirisi olmayan 7 Ağustos muhtırası, TSK’ya hâkim olan, siyasal tartışmanın meşrû zeminin siyasal parti kongreleri olmadığı inancını da faş ediyordu. Askerî vesayet rejiminde meşrû aslî siyasal zemin, bu vesayetin somutlaştığı kurumda, yani MGK’daydı ve bu kesinlikle değişmemeliydi. Bu kurulda “aydınlığa kavuşturulan” konular, bilâhare hükümette olgunlaştırılır ve parlamentoda, parti toplantılarında, vs. popülerleştirilebilirdi. Bir siyasal parti kongresini, ülkenin değişim projesi önündeki sorunların tartışıldığı meşrû bir siyasal zemin olarak görmeyen bu anlayış, bundan önce, DEP’li milletvekillerinin “siyasal eylem” suçunu işlemekten dolayı dokunulmazlıklarını kaldırıp, onları hapse yollamıştı. Milli Güvenlik Kurulu’nun, her konuda bilgilenme, siyaset önerme ve izleme yetkisiyle donanması, yani tam teşekküllü bir iç hükümet olarak örgütlenmesi de, bu anlayışın doğal bir sonucuydu.

MGK Genel Sekreterliğinin bir numaralı yayını olarak 1990’da yayımlanan, Devlet’in Kavram ve Kapsamı adlı kitapta, Genelkurmay’ın tepkisinin tüm belirleyenleri açıkça yer almıştı. “TC’nin varoluş nedeni, Türk vatan ve milletinin ebediliğine, Türk Devletinin kutsallığına” dayandığı belirtildikten sonra, “milli menfaatler(in), hükümette karar yetkisine haiz grubun milletin bekâsı için önemli olduğuna inandığı hususlar” olduğu hatırlatılıyordu. Yürürlükteki ulusal güvenlik rejiminde, hükümette yer almak, karar yetkisine haiz grup içinde yer almak anlamına gelmeyebilirdi.

7 Ağustos muhtırasını izleyen MGK toplantısının görünürde sakin geçmesine karşılık, TSK üst yönetiminin ağustos ayı görev devir teslim törenlerinde yapılan konuşmalarda “ulusal güvenlik” kavramının yeni içeriği konusuna açıklık getirme çabaları dikkat çekiciydi. Yeni Hava Kuvvetleri Komutanı, eski MGK Genel Sekreteri Cumhur Asparuk, ulusal güvenliğin sadece dış tehditlere karşı alınan askerî önlemler olmadığını belirterek, bunun “ekonomik, teknolojik, siyasî ve sosyal menfaatler ile devletin temel değerlerinin iç ve dış tehditlere karşı korunması ve kollanması”nı da kapsadığının altını çizdi. TSK’nın iç siyasette başat bir aktör olarak yer almasını meşrû kılan, iç düşmanların sürekli varlığına dayanan ulusal güvenlik anlayışıyla, “stratejik güvenlik anlayışı”nın bir senteziydi sunulan. Yeni MGK Genel Sekreteri ise, bölücülük ve şeriat tehdidinin, “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarından beri devlette büyük sıkıntılara sebep” olduğunu ve olmaya devam ettiğini belirtirken, Türk ulusal güvenlik rejiminin amentüsünü hatırlatmak ihtiyacı duyması ritüel gereğiydi. Asıl önemli olan, yeniden formüle edilen stratejik güvenlik veya global güvenlik kavramının sınırsız kapsama kabiliyetiydi.

Ulusal güvenliğin iktisadî, teknolojik, demografik, kültürel, siyasî ve askerî konuları kapsadığı, salt sınırların savunmasına indirgenmediği tespitinden hareket eden bu yaklaşımda, iki önemli cephe vardır. Birinci cepheyi, yeni Hava Kuvvetleri Komutanı sarih biçimde özetliyordu: “Soğuk Savaş sonrası Batı’ya yönelik tehdidin kalkması üzerine, sınırların korunmasına dayalı savunma anlayışı terk edilmiş, bunun yerine, sınırların ötesindeki menfaatlerin korunması ve olumsuz gelişmelerin ülkeye zarar vermeden yerinde çözülmesine dayanan stratejik güvenlik anlayışına yönelinmiştir.” Ama Türkiye’nin özel koşulları ve içinde bulunduğu coğrafya, sınırların korunması işlevini gündemde tutmaya devam etmekte olduğu için, “21. yüzyılın Batı’ya sağladığı barış ortamının nimetlerinden Türkiye yeteri kadar yararlanamamaktadır”. Dolayısıyla askerî harcamaların tartışma konusu yapılması, alternatif kamu harcamalarının değerlendirilmesi gündemde yoktur. İkinci cephe ise, Türk ordusunun ve onun hınk deyicilerinin ya anlamakta ya da kabullenmekte zorlandıkları berraklıktadır. Stratejik güvenlik anlayışı içinde askerlerin yeri, rolü ve görüşleri küçük bir parçadır. İşin Silâhlı Kuvvetleri ilgilendiren tarafında onların söz söyleme hakları olması lazım gelir. Stratejik güvenliğin iktisadî, siyasal, kültürel, teknolojik ve benzeri alanlarında söz, siyasal otoritenindir. Aksi takdirde, söz konusu güvenlik anlayışı global bir askerî güvenlik anlayışının ötesine gidemez. Dolayısıyla eleştirilmesi gereken devletin bir stratejik güvenlik değerlendirmesi ve bundan kaynaklanan bir programı olması değil, bu değerlendirme tekelinin askerî gücün tekelinde bulunmasıdır. Yerleşik ulusal güvenlik kaygılarının, canalıcı bir yol ayrımında bulunan Türkiye’nin önüne büyük bir engel olarak çıkmasının en önemli nedeni budur.

7 Ağustos muhtırasında ilginç olan bir yön, küreselleşme, iktisadî krizin sorumluları, yolsuzluklar, siyasal istikrarsızlığın nedeni olarak siyasal liderler, Doğu ve Güneydoğu’nun iktisadî ve sosyal geri kalmışlığı konularında muhalif bir söylem benimsenmesiydi. MGK’nın değişmeyen tarafı olan, bu bağlamda siyasal kurum olarak devlet yönetiminin sorumluluğunu fiilen ve anayasal olarak yıllardan beri kesintisiz paylaşan Silâhlı Kuvvetler Partisi, kendisinin betimlediği iflas tablosundan kendisinin de sorumlu tutulabileceğini göremeyecek kadar, kendini zirvelerde görüyordu. Üstelik, bir taktik hata daha yaparak, “her ileri adımın, ulusal güvenlik gerekçesiyle kesildiği ifade edilmiş, ancak tek bir örnek verilmemiştir” demek dikkatsizsizliğini muhtırayı kaleme alanlar gösteriyorlardı. Bu konuda verilebilecek bir sürü örneğin kendilerine hatırlatılması için meşrû zemini kendilerinin böylece yarattığını fark edemeyecek kadar dikkatsizdiler. Ya da muhtırada yer alan sıradışı kavramlarla ifade edersek, “kendi yarattıkları paradigmalar ile sınırlıydı”lar.

Ulusal güvenlik sendromu olarak tanımlanan, ulusal güvenliğe yönelik tehditleri saplantısal biçimde tanımlama ve topluma empoze etmenin, siyasal güç kullanımında işlevsel bir yeri olduğu olgusuna verilecek somut örneklerden biriydi 7 Ağustos muhtırası. TSK’nın kendini siyasal bir oluşum olarak ortaya atmasına, siyaset arenasına fiilen inme hatasını göstermesine, içerdiği ifade ve argümanlar itibarıyla soğukkanlı ve rasyonel davranışlarda bulunma yetisi zayıf bir kurum olarak algılanmasına yol açan bu muhtıra, pretoryen güçlerin ayrıcalıklı konumuna meşrûiyet veren zeminin sallanmasının yarattığı endişe ve telaşın izlerini taşıyordu. Başkalarının, Yılmaz’a özenerek tartışmayı genişletmeye yeltenmeleri caydırılmalıydı.

7 Ağustos muhtırasının bir başka yararı, Milli Güvenlik Siyaset Belgesinin yeniden gündeme gelmesi oldu. Yanılmıyorsak Türkiye’de kamuoyu, siyasetin anayasası konumundaki böyle bir belgenin varlığıyla 1997 yılında tanıştı. Gerçi MGSB dönem dönem güncellenen bir belgeydi ve 1997’deki güncelleme, 12 Eylül’den beri yapılan beşinci güncellemeydi. Ama bu kez, kamuoyunu daha detaylı bilgilendirme ihtiyacı duyulmuştu. Kasım 1997’in ilk günlerinde gazeteler, ekim sonu yapılan MGK’da böyle bir belgenin üzerinde yapılan değişikliklerin görüşülüp, kabul edildiğini yazmışlardı. Hürriyet’in 4 Kasım 1997 tarihli haberinde, “devletin gizli anayasası” olarak tanımlanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde yapılan değişikliklerle Türkiye’nin birinci öncelikli tehdit unsuru olarak irtica ve bölücülüğün eşdeğer kabul edildiği, ülkücü mafyanın da tehdit unsurları arasında sayıldığı belirtiliyordu. Söz konusu haberde iki ilginç ayrıntı vardı. Birincisi, iç ve dış güvenlikle ilgili konu başlıkları sıralanırken, bir konu, “bu maddeyi devletin hassasiyet yaratan çok gizli bir kararı olması dolayısıyla yazamıyoruz” ibaresiyle geçiştirilmesiydi. İkinci ilginç ayrıntı, MGSB’nin iki kitapçık ve on ekten oluştuğu, bakanlar kuruluna sadece iki kitapçığın imza karşılığı dağıtılacağı, “gizli kararname” halini alacağı ve bundan böyle hiçbir yasa, genelge ve yönetmeliğin buna aykırılık taşıyamayacağı, kamu kuruluşlarının MGSB ile belirlenen çerçeve dışında hareket edemeyecekleri bilgisiydi. Görüldüğü gibi her türlü yasa, genelge ve yönetmeliğin tâbi olması gereken bir anayasa, bakanlar kurulu üyelerine bilgi olarak -o da eksik biçimde- sunuluyor, Meclis ise yok sayılabiliyordu. Çünkü söz konusu olan özünde bir anayasa değil, her hükümetin uyması zorunlu olan bir siyasal programdı ve bu, TSK ile onu izleyen pretoryen çevrelerin oluşturduğu, Silâhlı Kuvvetler Partisi’nin siyasal programıydı. Üstelik unutmamak gerekir ki, o tarihte Mesut Yılmaz, Anasol-D koalisyonunun başbakanıydı!

Refahyol koalisyonunun sona ermesini izleyen aylarda kamuoyuna varlığı duyurulan MGSB, Türkiye’de resmî ve görünür konumdaki bir hükümetin arkasında, bir o kadar resmî ama sessiz bir iç hükümetin yer aldığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. Aynı zamanda, TSK da artık açıkça “millî güvenlik hükümeti”nin doğal ortağı olarak siyasal konum ve kimliğiyle siyasal alanda yerini alıyordu. MGSB’nin varlığının kamuoyundan gizlenmemesi, içeriğinin kaba hatlarıyla ve kısmi olarak kamuoyuna sunulması, 28 Şubat sürecinin doğal bir uzantısıydı. 7 Ağustos muhtırasının belkemiğini oluşturan tehdit unsurları da, MGSB’de sıralanan tehdit odaklarını tekrarlıyordu. “Tarihin en kanlı terör örgütünün (...) halen bu çabaları siyasallaştırmak ve legal zemine oturtmak gayreti içinde olduğu” vurgulanıyor, “şeriat özlemcisi siyasî hareketlerin, demokrasinin sağladığı imkânları istismar ederek laik düzenin değişmesi için çalıştığı ve bu yolda önemli mesafeler” aldıkları hatırlatılıyor, ardından “Kıbrıs, Kafkaslar, Kuzey Irak gibi dengelerin kurulamadığı coğrafyada Türkiye’nin uzun vadeli güvenlik endişeleri içinde yaşamak zorunda” kaldığı belirtiliyordu. Tabloda yakın iç ve dış düşmanlar gerekli yerlerini almışlardı.

Önemli olan, 28 Şubat siyasetinin yeni koşullarda başvurulan farklı bir aracı olan 7 Ağustos bildirisi, ayda bir yapılan MGK toplantılarının ritm verdiği sürekli darbe rejiminin rutinin dışına çıkarak, devreye girmesiydi. Bunun sadece Yılmaz’ın kongre kürsüsünde söylediği birkaç cümleye karşı değil, varlığı bazı gazetelerce iddia edilen, ANAP’ın “Gün Işığında Türkiye” raporunda yer alan bazı tespitlere karşı olduğu da akla ilk gelen ihtimaller arasındaydı. Söz konusu rapor, iddia edildiğine göre, birkaç araştırmacı ve yorumcunun yıllardır dile getirdiği, iç güvenlik gerekçeleriyle yapılan harcamaların, alınan önlemlerin sosyal ve iktisadî bedelini gündeme getiriyor ve hattâ bu bedeli rakkamlandırıyordu. İktidar ortağı bir partinin böyle bir değerlendirmeyi kamuoyuna sunmaya hazırlanmasının yaratacağı sonuçlardan ve bunun ardının bir çığ gibi gelmesinden korkan bir kişinin telaşlı ve gergin halini sezmek mümkündü 7 Ağustos muhtırasında.

ANAP lideri, bu defa askerî hiyerarşinin aklıyla değil, refleksleriyle davranmasını sağlayarak, siyasal planda önemli bir hamle üstünlüğünü ele geçirdi. Bu üstünlüğünü ne dereceye kadar gerçekten AB ile uyum yasalarının önünün açılması için kullanacağını ve gelecek seçimlerde “dönüşüm partisi” konumunu tekeline alabileceğini, ne dereceye kadar partisini ilgilendiren yolsuzluk iddialarının üzerinin örtülmesinde bir pazarlık gücüne tahvil edeceğini önümüzdeki haftalar gösterecek. Ama Saadet Partisi ve o zaman kurulma aşamasında olan AKP başta olmak üzere, Meclis’te yer alan iktidar ve muhalefetteki partilerin hiçbirinin ve de CHP’nin “ulusal güvenlik sendromu” tartışmasında Yılmaz’ın yanında yer almaması da Yılmaz için önemli bir artı puandı. DYP liderinin telaştan ne dediği anlaşılmayan, başı sonu belirsiz cümlelerini bir kenara bırakalım. Anında ordu safında yerini alan diğer başbakan yardımcısı Bahçeli’nin, “millî hassasiyetlere vurgu yapmayı pervasızca yargılayanların varlığı üzücüdür” deyip, bunları -yani iktidar ortağını- “çarpık kafalılar” olarak tanımlaması da beklenen bir tavırdı. Bu da “değişen MHP” hanesine yazıldı! Ama tepkiler içinde belki en anlamlı olanı, “ulusal güvenlik kavramının içini boş bırakmamakta yarar vardır; şunu da unutmamak gerekir, Türkiye dört bir yanından tehlikelerle, güvensizliklerle çevrilidir” diyen Bülent Ecevit’in tavrıydı. Ortada içi boş bir ulusal güvenlik kavramı olduğunu iddia eden kimse bulunmazken, tersine her konuyu içine alacak biçimde içinin çok fazla dolu olduğu, toplumsal değişimin önünde bu nedenle bir baraj teşkil ettiği iddiası gündeme gelmişken, TSK kurmaylarının da dudağını uçuklatacak bir yorum yapıyordu Ecevit. Ama ondan sonra kendini toparlayıp, ulusal güvenlik siyaseti ve rejiminin kadim temasını hatırlatıyordu: Dört yanımız düşmanla, tehlikelerle, güvensizliklerle çevrili!

Ecevit’in bu hatırlatmasının Türkiye toplumunun büyük çoğunluğunun tahayyül dünyasıyla birebir uyum içinde olduğunu dikkate almak gerekir. Ulusal güvenlik rejimiyle güvensizlik hissinin genelde hâkim olduğu Türkiye toplumunun etkileşimi, sözü edilen sendromun ana kaynağıdır. Ulusal güvenlik saplantısı, kadim ve derin bir güvensizlik hissiyle malûl Türkiye toplumunun büyük çoğunluğunun siyasal izdüşümüdür. Bu ikisi karşılıklı olarak birbirlerini beslerler. Dört bir yanı düşmanlarla çevrili Türkiye tasarımı toplumsal yaşama hâkim olan şiddetli bir özgüven eksikliğinden beslenir. Geleceğinden endişe taşıyan bir toplum için, bu endişenin ete kemiğe bürünmüş bir halidir “dört yanı düşmanla çevrili Türkiye” imajı. Bunun bir adım ötesinde, tam anlamıyla toplum olamamış bir topluluğun iç düşman fobisi yer alır. Türkiye toplumunun başat insan tipine kronik biçimde hâkim olan bu güven eksikliğinin birçok bireysel ve toplumsal tezahürü içinde, ulusal güvenlik saplantısı da yer alır. Mesleki yeterliği, iktisadî geleceği, sağlığı, mülkiyet hakları vb... konularda büyük bir güven eksikliği yaşayan toplumun ezici çoğunluğu için, ulusal güvenlik kaygısı aslında bireysel güven eksikliğinin ifadesidir. Bu ise, sıradan faşizmin beslendiği en verimli topraktır. Totaliter girişimlerin üzerinde rahatça at koşturabildikleri bir alandır. Dolayısıyla, ulusal güvenlik sendromunun kaynağı sadece Silâhlı Kuvvetler’de aranamaz. Şiddetli bir güven eksikliğinin yarattığı güvenlik saplantısı, Türkiye toplumunun ezici çoğunluğuyla Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin mükemmel bir iletişim ve karşılıklı etkileşim içinde olmalarını sağlayan en önemli etmendir. Ulusal güvenlik saplantısı, bu yoğun etkileşim çerçevesinde Silâhlı Kuvvetler bünyesinde billurlaşır.

28 Şubat süreci ve onun uzantısında yer alan 7 Ağustos muhtırasının anlamını, bu çerçevede en özlü biçimde ifade eden kişi, 7 Ağustos’tan birkaç gün sonra, başka bir vesileyle yaptığı bir görüşmede, Çevik Bir oldu: “28 Şubat olayı, Türk halkının, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin toplum mühendisliği olayı ile entegre olmasıdır. 28 Şubat birlikte yapılmıştır... Toplum mühendisi TSK ile, Türkiye Cumhuriyeti halkı...” (Sabah, 14.8.2001). Gerçekten de, brifingleriyle, andıçlarıyla, Moğolların gizli kanununu andıran MGSB’yle, her konuda bilgi derleme ve yönlendirici tedbirler almak yetkisine haiz MGK teşkilatlanmasıyla, TSK’nın kendine biçtiği rol, bir toplum mühendisliğidir. Siyasal meşrûiyetini önce kendi silâhlı konumundan, sonra “Türkiye Cumhuriyeti halkı”nın içinde boğulduğu genel güvensizlik ortamından alan bu toplum mühendisliği misyonunu sürdürmek için, ya otoriter bir rejimin merkezinde yer almak gerekir, ya da bir siyasal parti gibi faaliyet göstermek. Birinci şıkta, Meclis, siyasal partiler çağın zorladığı koşullar nedeniyle tahammül edilen bir figüran olurlar. İkinci şıkta ise, Silâhlı Kuvvetler Partisi’nin varlığı silâhsız kuvvetlere dayanan siyasal oluşumları güdük bırakır, hattâ fiilen yok eder. Türkiye’de bir siyaset ve bir yönetme biçimi olarak yürürlükte olan ulusal güvenlik rejimi, bu iki şıkkın bir sentezidir. Bu rejimin doğal bir sonucu, siyasetin siyasetsizleşmesidir. Silâhlı kuvvetlerin toplum mühendisliği operasyonunun (olayının !!!) sürdürülebilir kalması için siyasetin bir ulusal güvenlik saplantısı içinde gerçekleşmesi gerekir. Zaten Devlet’in Kavram ve Kapsamı’nda ifade edildiği gibi, “siyasal parti ve benzerlerinin, ilke ve amaçlarının her şeyden önce devletin varoluş nedenine uygun olması gerekir”. Devletin varoluş nedeni ise ulusal güvenlik programının gereklerini yerine getirmektir.

“Artık silâhsız kuvvetler devreye girsin” diye temennilerde bulunan, siyasal kadroların basiretsizliği nedeniyle işe müdahale etmek zorunda kaldıklarını iddia eden Silâhlı Kuvvetler Partisi üyelerinin, siyasal alanda ulusal güvenlik kavramının içeriğinin (üstelik başbakana göre bunun içeriği boştur!) tartışılması önerisine ve aşırı ulusal güvenlik mülahazalarının o çok arzulanan toplumsal değişimi engelleyecek bir rol oynamaları olasılığına dikkat çekilmesine karşı, candamarlarına basılmış gibi fırlamaları sendromun kimde yoğunlaştığını göstermektedir. 7 Ağustos muhtırasının o pek müphem ifadelerle dolu son paragrafı aslında bu durumu gayet iyi betimlemektedir: “Çağdaşlık, evrensellik ve ilericilik anlayışları kendi yarattıkları paradigmalar ile sınırlı kişilerin, ulusu aydınlık yarınlar yerine belirsiz karanlıklara götüreceği ve bunun geçmişte de pek çok örneklerinin bulunduğu bilinen bir gerçektir.” Bir sendromu en iyi hastanın kendisi tarif eder.

AHMET İNSEL