Dünya Polis Devletine Doğru

ABD’de Dünya Ticaret Merkezi’nin külleri süpürülüp molozları kaldırıldıktan sonra yepyeni bir dünyaya uyanabiliriz. Yakın zamana kadar bilimkurgu türü filmlerde çoğunluğu oluşturan kara ütopyalardan fırlayıp gerçekleşmiş görünen terör kampanyasının akla başka kara ütopyaları getirmesi kaçınılmaz. Batman’den Mad Max ve New York’tan Kaçış’a uzanan bir yelpazedeki imgelerin daha da güçleneceği bir dünya söz konusu. Tabiî Dirty Harry ve ABD yapımı televizyon dizilerinde görmeyi artık yadırgamaz olduğumuz döven, vuran, kural tanımayan sert polislerin “zararsız” ve “masum” kalarak gözden düştüğü bir dünya.

Saldırıların hedefleri de, gerçekleştiriliş şekli de, ancak sıkı bir kara ütopya yazarının hayal edebileceği türden. Hem de “ideal” biçimiyle. ABD’nin ekonomisi, savunma merkezi ve siyasî merkezi bir defada hedef alındı, hem de ABD’nin otomobilden sonraki en büyük özgürlük simgesi olan ticari havacılık yoluyla.

Amerikalıların Avrupa’daki “sıradan” bir bombalı saldırıdan sonra o ülkeye yolculuklarını iptal ettikleri, bir kısmının ABD sınırları dışına bile çıkmaktan korktuğunu bir kenara yazalım. Terör eylemleri karşısındaki bu panik derecesinin, bireysel çıkarları söz konusu olduğunda alabildiğine güvensiz oldukları halde aynı zamanda kendi devletlerinin gücüne eşsiz bir güven duymalarından kaynaklandığını da.

PARTİ NEDEN BİTTİ?

Reagan döneminin savaşçılık ve saldırganlığının ardından Clinton yönetimi Amerika ve dünya için bir rahatlama dönemi oldu. Ancak Bosna, Kosova ve Somali krizleri hep eğlenceye gölge düşürdü. İyimserlik ve siyasî liberalizm havalarının şöyle bir etki göstermesinin önüne geçti. Arada da artık kronikleşmiş olan Irak meselesi vardı. Kosova’daki “başarıya” ve Sırbistan’da çok sonradan ulaşılan zafere rağmen, ABD’nin dünya jandarmalığından dünya polisliğine geçişi bir türlü başaramadığını, ama aynı zamanda da dünyanın az çok tek bir dünya olabilmesi için birilerinin bunu başarmak zorunda olduğunu her an hatırlatıp durdular.

Bunlar, ABD politikasının sertleşmesi, dünyaya daha düşman bakan bir ABD kamuoyunun ortaya çıkmasına katkıda bulunabilecek etkenler. Ancak kendi başlarına yeterli değiller, çünkü “o halde ne yapmalı” sorusunun her zaman bir cevabı olmalı. Tüm dünya kamuoyu, büyük askerî güçlerin yöresel krizleri çözmekte hayli sınırlı kaldığını, ABD’nin yeni tür bir Vietnam ile karşı karşıya bulunduğunu gördü. ABD uluslararası alanda askerî güç kullanmaya devam edecek olsa bile, bu ya Bosna/Sırbistan örneğindeki gibi ikinci derecede bir yardımcı araç, ya da Libya ve Irak örneğindeki gibi artık bir ritüel ve statüko haline geldiği anlaşılıyor.

PLANSIZ DÜNYA

1970’lerde Demokrat Partili ABD Başkanı Jimmy Carter’ın danışmanı Zbigniew Brzezinski “Asıl Rusları vurma” (“Russian Russians”) hedefini ortaya attığında Sovyetler’in yıkılması ancak birkaç fanatiğin hayali gibi görünüyordu. Sovyetler gerçekten yıkılmaya başladığında başta Ronald Reagan vardı ve parsayı o topladı, ama Sovyetler’in yıkılışında Carter’ın insan hakları kampanyasının mı, yoksa Reagan’ın Sovyetler’in etrafındaki kuşatma çemberini daraltma ve silâhlanma yarışını tırmandırma tutumunun mu daha belirleyici olduğu tartışılabilir. Ben, ikincisi etkili olduysa bile, “Asıl Ruslar” ile “öteki Ruslar” arasındaki bağ bu insan hakları kampanyasıyla zayıflamasaydı, sırf sertlikle Sovyet kabuğu kırılamazdı kanısındayım.

Sovyetler sonuçta yıkıldığında belki de Amerikalılar buna daha az şaşırmamıştır. Ellerinde “ertesi gün” için bir planın bulunmaması son derece olağan sayılmalı. Belki de bu genel bir ilkedir, yani hiç kimsenin zafer sonrası için planı yoktur ve hattâ kim bilir, işin iç mantığı gereğince mümkün değildir? Ama şu var ki, Sovyetler’in yıkılışından on yıl sonra bile Batı dünyasının kendini uyarladığı, genel bir plan oluşturduğu söylenemez. Oysa G-8 zirvelerinden yeni bir Marshall planını andıran bir şeyler çıkması gerekmez miydi? Yeni dünya düzeninde bu belki de içsel, yeni dönemin ana özelliklerinden dolayı mümkün değildi, belki de Batı’nın beyin takımları “globalleşme” denen altın anahtarın tüm kapıları açmaya yeteceğini düşündükleri için gerçekleşmedi.

“SERBEST” İHTİMALLER PİYASASI

Anti-Globalleşme hareketinin 1. Dünya Savaşı sonrasında Marksizmin iyi kötü oynadığına eşdeğer bir rol kapması, en azından şimdilik, hayal bile edilemeyeceğine göre işler oluruna bırakılmış görünüyor. Böyle bir durumda da en basit, en ilkel kuralların işlediği söylenebilir. Nitekim bölgesel düzeyde herkesin birbiriyle kıyasıya kapışarak ileride oluşacak olan “dünya barışı” içindeki konumunu yükseltmeye çalıştığı ortada. Globalleşen bir dünyada milliyetçilik adına kan dökmenin “anlamsız” olduğunu düşünenlerin kolaylıkla göz ardı ettiği bir noktayı hatırlatalım: İlk ve orta çağlarda türlü türlü orduların birbirini kıyasıya kırıp geçmesi hiç de anlamsız değildi. O savaşlar, bugün burada bulunanların kimin soyundan geldiğini, kimin en üst elit, kimin en alt tabakada olduğunu belirleyen etkenlerin ilkiydi (ve sonraki yarışlara kimin önde başlayacağını belirledi de). Gözünü geleceğe çevirenler için ne kadar anlamsız görünseler, geçmişe dönük bakanlar için de aynı derecede anlamlıdır.

AIDS-II BİR DEVAM FİLMİ

’80’lerin siyasî korku dünyasını Pershing ve Cruise füzeleri ve Yıldız Savaşları projesi ne kadar belirlediyse, AIDS hastalığı özel hayatı aynı derecede belirledi. Batılı bireylerin nükleer dünya savaşı korkusuna ek olarak, özel hayatta yakındaki nükleer reaktörün patlaması korkusu zaten varken çember daha da daraldı ve cinsel ilişkilerde, en mahrem, en güdüsel, en atomize ve dolayısıyla manipülasyona açık alanda benzer bir tehdit gündeme geldi. Daha az paranoid bir dünyada en azından bir yere kadar kanser ya da tifo ile aynı şekilde tıbbi bir sorun olarak ele alınabilecek olan AIDS hastalığı, risk unsuru sayılan insanların fişlenmesi, takibe alınması gerektiği inancını yeniden güçlendirdi. ’70’lerin cinsel devrimi âdetâ Sovyetler’inkine benzer bir gümbürtüyle yıkılıyor gibiydi.*

Clinton’ın seks hayatının sperm lekeli iç çamaşırlara varana kadar sergilenmesi böylesi bir arka planda gerçekleşti. Amerikan muhafazakârları Clinton’ı dış ve iç politikadan çok bu alanda sıkıştırdılar. İlginç bir nokta, Clinton’ın Paula Jones’a sarkıntılık ettiği suçlaması uzlaşmayla sonuçlanırken, Clinton ile gönül rızasıyla ilişki kurmuş olan Lewinski olayının büyümesiydi. Gerçi burada da üst mevkideki birisinin kendisine bağımlı birisiyle ilişkiye girmesi gibi şaibeli bir nokta vardı, ama işin burasından söz edildiğini ben pek okumadım, işitmedim. Konu daha ziyade pornografik bir şekilde işlendi.

Amerikan muhafazakârları bu şekilde bir patronun, emrindeki bir kadın çalışanla kurduğu ilişkiyi ‘görece masum’ (muhtemelen açık taciz örnekleri bulmak için kat etmeleri gereken koridor sayısı fazla değildi) bir örnek üzerinde yoğunlaşmakla, pornografi/tutuculuk sarkacını etkili bir şekilde çalıştırdı ve özel hayata siyasî müdahalenin güzel bir örneğini verdi.

Aynı dönemde internette, Avrupalılara göre hardcore pornografinin, pek çok Amerikalıya göre her türlü erotik içeriğin engellenmesi mücadelesi sürmekteydi. Tıpkı bizdeki RTÜK olayı gibi, iş pornografiyle başlıyor, bir hayli geniş sınırlara yayılıyordu. Bunun bir örneği, Ağustos’ta bir Rus bilgisayar güvenliği uzmanının Adobe’nin yazılımındaki güvenlik kodunun nasıl aşılacağını açıkladığı için tutuklanmasıydı. İlk hedefin üstelik uluslararası soruna yol açması özellikle manidar bir hamleydi doğrusu. Ve (polisiye meraklıları çoktan nereye geleceğimizi sezmiştir) FBI’ın hazırlamakta olduğu Carnivore adlı bir internet tarama sisteminin devreye sokulup sokulamayacağı tartışmasında “bilginin gizliliği, veri güvenliği” yanlıları direnmekte gittikçe daha büyük zorluk çekiyor. Nitekim Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a saldırılardan sadece üç gün sonra Carnivore bazı internet servis sağlayıcılarının sunucularına yerleştirildi, büyüklerden ise bir tek AOL henüz direniyordu.

“ASAYİŞ” SAĞLANACAK MI?

Şimdi, böylesi mekanizmaların ağır ağır işlemekte olduğu bir düzeneğe saatte 500 km hızla yarım düzine yolcu uçağı çarptığında sizce ne olur?

Cevabın en temel anahtar sorusu, ‘böyle bir facia önlenebilir miydi?’ Eğer önlenebilir denirse, önlemek üzere, tüm yolcuların üstlerinin aranmasının yanı sıra “şüpheli şahısların”, yani ABD’de başta Araplar olmak üzere Pakistanlıların, Orta Asyalıların ve tabiî Türklerin de, sık sık uçaklardan indirilmesi, aksi ispat edilene kadar suçlu muamelesi görmesi, beklenebilecek sonuçlardan biri. TV haberlerinde ‘teröristler ABD pasaportu mu taşıyordu’ sorusunun bir süre tartışılmasının nedeni buydu. Saldırganların Suudi ağırlıklı bir İslâmcı grup çıkması, polisiye tedbirleri kolaylaştıracak bir etken. Ancak saldırganların Anglosakson Amerikalı, yani ‘asıl Amerikalı’ çıkması halinde sertlikçi/tutucuların işi zorlaşacak, ama başarırlarsa yukarıda anlatılan tabloyu daha da ileri götürme fırsatını yakalayacaklar.

Sonraki soru, ne kadar ileri gidileceği. Yani, Batı’da İslâm ülkelerinden gelenlerin dışlanmasıyla ve Afganistan’ın bombalanmasıyla yetinilecek mi, yoksa daha büyük düşünülüp özel hayata saldırı yaygınlaştırılacak mı?

Bush yönetiminin kamera önlerinde izlediği tutum birincisi olsa da, ikinci cephede bireysel özgürlükçülerin epey geriletileceği öngörülebilir. Halen ülkemizde daha ziyade büyük iş hanlarından (plazalardan) ve bankalardan bildiğimiz güvenlik kameraları pek çok ülkede trafik amacıyla başlayarak büyük meydanlarda yayılmakta. Üstelik artık sıradan bir tüketicinin bile evinin birkaç yüz metrelik çevresini donatabileceği kadar ucuzlamış olan bu sistemlerin kitlesel siyaset ve kültürel davranışlarda yaratacağı etkiyi de belki birkaç yıl sonrasında tartabilmeye başlayacağız. İyi bir etki olmayacağı da kesin gibi. Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılmasının önemli bir sonucu, bireysel özgürlüklerin (bu özgür bireylerin kendi dışlarındakilere karşı bağnazlığı, bunun özgürlük olduğu noktasını değiştirmez) kalesi ABD’de bireysel haklar karşısında “ulusal güvenliğin” ağırlığının muhtemelen epey artması olacak.

Ama hayat elbette sürprizlerle doludur. Teknoloji kullanımı iktidarın denetim potansiyelini arttırdığı gibi, bireylerin hareket alanını da genişletiyor. Günümüzde, vaktiyle daktilo sahibi olmayı silâh ruhsatına benzer bir ruhsatla denetime alan Romanya’daki gibi davranılamayacağına göre, yukarıdaki sürecin ciddi bir hız sınırı var. Çünkü denetim imkânları artarken denetlenecek iletişim de artmakta. Dahası, sıradan insanlar arasında bile şimdiden e-postasını şifreleme alışkanlığı yayılmakta, ticaret yapanlar fakslarını ve hattâ telefon görüşmelerini şifrelemekte. Bütün bunlara da görece ucuz maliyetlerle erişilebilmekte.

FAİL CEPHESİ

Tabiî bir de işin fail cephesi var. Failler gerçekten de İslâmcılar, hele Arap gruplarıysa, Ortadoğu için de keskin sonuçlar beklenmelidir. Vaktiyle İsrail’in Filistinlilere uyguladığı zulümle ve yakın komşularına oluşturduğu tehditle beslenen Arap milliyetçiliği saflarını yeniden sıklaştırma fırsatını yakalayabilir. Faillerin Suudi pasaportu taşıması, Suudilerin uluslararası alanda hor görülmelerine ve fanatik İslâmi hareketler içerisinde Batı’ya ve özellikle de ABD’ye hiçbir sadakat borcu olmayan kısmı, yani “radikaller” tarafından daha fazla sıkıştırılmasına yol açabilir. Tüm Arap ülkelerinde sivil toplum kuruluşlarını ezmeye yönelik Arap milliyetçiliğinin güçlenmesi beklenmelidir.

Bu, aynı derecede olmasa da, Türkiye’ye de sıçrayabilecek ya da yansıyabilecek bir mekanizma. Nitekim Türkiye’den siyasilerin refleks halindeki ilk tepkilerinden birisi, ABD raporlarında PKK’dan gerilla hareketi diye söz edilmiş olmasını hatırlatmak oldu. Bu, dışlananlara dahil olunması halinde ‘kapıyı biz çarptık’ refleksini andırıyor.

Tabiî ana eksene milliyetçiliğin bulaşma derecesi daha sınırlı kalabilir. Her durumda İslâmcı hareketler, militan görünüp ‘zafer’den payını alma (saldırılardan sonra Kudüs’te epeyce insanın kutlama için sokağa döküldüğünü hatırlayalım) ya da içerisinde yer aldığı toplumun sorunları/gündemi çerçevesinde kalarak militan kesim tarafından küçümsenme arasında seçim yapma baskısını eskisinden daha keskin şekilde hissedebilir.

Her durumda, Sovyetler’in yıkılışından sonra ABD yeni bir Soğuk Savaş için uygun bir eksen buldu. ABD’nin, ekonomik düzeyde Avrupa ve Japonya’nın gerisine düştüğü bir dönemde liderliğini ve hegemonyasını bu şekilde uzatıp uzatamayacağını göreceğiz, ama saldırganların bu tür bir eksende ABD’nin düşmanı olarak kendilerine yer açmayı hedefliyor olmaları çok mantıklı.

Failler hakkında biraz daha ileri bir spekülasyon yaparsak, akla gelmesi gereken bir ihtimal, İslâmcı terör gruplarıyla Amerikan aşırı sağcıları ve/veya radikal mezhepler arasında, Avrupa’daki Neo-naziler arasındakine benzer bir yardımlaşma ağının oluşmuş olmasıdır. Daha önce Dünya Ticaret Merkezi’ne çok çok daha sınırlı bir saldırıyı gerçekleştiren bir grubun bu kadar kısa zamanda işleri bu kadar büyütmesinin en kolay yolu bu olsa gerek.

MANZARANIN ÖZETİ

Başından beri saydığımız eğilimleri biraraya toplarsak şu manzara çıkıyor: Bir yanda, başta ABD olmak üzere Batı dünyasında sertleşmeyi, polisiye uygulamalara ağırlık vermeyi, gözetim/denetim yatırımlarını arttırmayı savunanların işi kolaylaşıyor. Bu arada, burada pek girmedik ama, Reagan’ın “yıldız savaşları” projesini antiterör çerçevesinde sürdürme şansını da epey yükseltiyor. Aynı zamanda da failler hakkındaki tahminler dolayısıyla İslâm ülkelerine karşı bir miktar kapanma, ilişkileri azaltma eğilimlerinin de güçlenmesi beklenmeli. Bunun muadili olarak da tüm İslâm ülkelerinde Anti-Amerikancılığın daha fazla prim yapacağı öngörülebilir. Bu fayın kırılma/açığa çıkma noktasının da İsrail şahinlerine ve kendi içindeki sertlik yanlılarına karşı hayatta kalma savaşı veren müstakbel/genç Filistin devletinin olacağını tahmin etmek zor değil.

Bunların globalleşme sürecine yeni bir yön vermesi de mümkün. Belki ABD, dünyanın bazı bölgelerini globelleşme sürecinin dışında tutarak yeni bir Soğuk Savaş dönemini başlatabilecek (bunun temeli Irak ve Libya ile zaten çok önceden atılmış durumda). Belki de Batı kendi içinde birleşmeye daha da fazla öncelik verecek, Doğu ise bu dışarıda bırakılmayı kendisi istemiş görünümüne düşecek. Gerçi sonuçta, tarihe bakıldığında, çok büyük birleşmelerin meydana geliş şeklinin de bu tür bölünmelerden geçtiği, bundan kaçınmanın çok zor, hattâ imkânsız olduğu da öne sürülebilir.

Batı ile İslâm ülkeleri arasındaki bu ayrışmanın, belki de kutuplaşmanın izleyebileceği seyirler ise muhtelif. Eğer dünya medyalarında ‘oh oldu’ ile ‘Amerika onlara gününü gösterir’ gibi, kahve tartışmalarından alıştığımız tutucu tutumların yeterince dışına çıkılabilirse, bu sürecin daha yumuşak bir seyir izlemesi de pekâlâ mümkün olsa gerek.

Bir TV kanalında naklen yayın sırasında dendiği gibi “Tüm Amerikalılar gibi biz de” naklen seyredeceğiz ya da belki, havayı azıcık değiştirmeye katkıda bulunacağız.

(*) Elbette cinsel muhafazakârlığın yükselişini herkesin birdenbire eski davranış kalıplarına geri döndüğü şeklinde yorumlamamak lazım. Mekanizmanın benzerini Türkiye’de de gözlemlemek mümkün. Alabildiğine muhafazakâr söylem, ama aynı zamanda kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı ortamların genişlemesi. Ancak bu konuyu burada kesmeye çalışalım.