İnsanlık Sorunu Olarak Terör ve “Gündelik Hayat“

11 Eylül günü bütün dünya, “terör” (eylemi) kavramına tamı tamına lâyık, böylesi bir eylemle yaratılmak istenen etki, düşünüş ve ruh hallerinin her türünü azami ölçekte dışa vurduran, uyandırdığı ve yansıttığı dehşet, öfke, kin ve korku kadar, yaptığı ve yol açacağı kan, kıyım ve yıkım sahneleriyle de hepimizi iliklerimize kadar titreten bir olaya tanık olduk; hattâ -iletişim çağı imkânları aracılığı ile- adeta yanıbaşımızda cereyan ediyormuşçasına “yaşadık”.

Pentagon, New York DTM ikiz kuleleri ve -düşürülen diğer uçağın muhtemelen vuracağı- Kapitol ya da Beyaz Saray, meşrebi ne olursa olsun herkes tarafından (ister küresel kapitalizm, ister Hıristiyan alemi, isterse dünyanın en zengin ve kudretli ulusu diyelim) gezegenimize, varlık koşullarımıza egemen güçlerin başlıca sembolleri sayıldığı için, buralara indirilen ürpertici şiddet ve kararlılıktaki bir darbenin, durumu, konumu, düşünüşü ne olursa olsun her topluluğu, hattâ bireyi -farklı yönlerden de olsa- eşit yoğunluk ve derinlikte etkilememesi imkânsızdı. O nedenle bu olayın hemen ardından dünyanın her yönünden, konum ve tutumu ne olursa olsun herkes tarafından dile getirilen ilk kanı ortaktı: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz”. 1789 Fransız Devrimi ile 19. yüzyılın, 1. Dünya Savaşı ve Sovyet Devrimi ile 20. yüzyılın başladığını söyleten bakış açısında, 11 Eylül’ün de 21. yüzyılı başlatan olay olduğunu söyleyebiliriz. 11 Eylül’deki olayı da -mutlak bir terör olayı olduğunu asla ihmal etmeksizin- “terör” sözcüğünün sınırlı formatından çok daha geniş bir çerçevede ele alıp, anlamlandırıp Sovyet İhtilali’nin 20. yüzyılı açıklayabildiği ölçüde onu da 21. yüzyılı açıklayabileceği bir perspektife oturtabilmek gerekiyor.

Ancak, bu bakış açısı, Fransız İhtilali, Dünya Savaşı ve Sovyet Devrimi’nin ve 11 Eylül’ün kapattıkları yüzyılların, çağların çözmekte yetersiz kaldıkları sorunların sonucu, ürünü olarak ele alınmalarını dışlamak anlamına gelmez. Tam aksine ilk planda bu açıdan ele alınmaları, ardından da yine aynı manzara içinde başlayan çağın ögelerini, dinamik ve gerilimlerini, bunların alabileceği muhtemel biçimlerin ipuçlarını teşhis etmek gerekir. Bunlar “olay”ın içinde içiçe, hattâ kaynaşık oldukları için şüphesiz kolaylıkla ayırdedilip sınıflandırılamazlar. Ama eğer “yeni”nin unsurları “patlama”nın öncesinde saptanabiliyorsa, yeni çağın “habercisi”, hattâ taşıyıcısı olgular epeyden beridir hayatın içindeyse bu hemen bile mümkündür.

Ancak burada kasdedilen herhangi bir yeni dönem adlandırması değildir. Geçmişte, özellikle yakın geçmişte, “nükleer çağ”, “Soğuk Savaş dönemi” bilgisayar veya genetik çağı, uzay çağı, hattâ bilgi toplumu dönemi gibi pek çok çağ adlandırması yapılmıştır. Bunlar geçmişte benzeri olmayan bir “yeniliğin önemli bir etken” olarak hayatımıza girdiğini belirtmekle birlikte; insanların durum ve sorunlarını kavrayış ve çözüm yolları bahsinde yeni bir ufuk açmayan, bundan kaynaklanan bir umut havası, canlanışı ve harekete geçme arzusu yaratmayan, sadece bazı kurum ve güç ilişkilerini değiştirebilmiş “dönemlerdir”. Oysa gerçek yeni dönemlerin niteliği “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedirtirken, umutla yüklü bir “başka türlü düşünmeye” ve davranmaya yönelme eğilimini ifade etmesidir. Bu mecraya girildiğinde daha önce hayatımıza girmiş olup da sadece basit, niceliksel değişimler yaratabilmiş “yenilik”ler, onlardan hareketle bir umut ve eylem enerjisinin türetilebildiği yeni bir zihniyetin, perspektifin dayanaklarına dönüşürler. Bunu daha önceden tasarlamış düşünce akımları hızla yaygınlaşırlar.

Fransız İhtilali’nin ve Dünya Savaşı arefesinden Sovyet Devrimi’nin ilk birkaç yılına kadarki dönemin özelliği budur.

Şüphesiz tam da bu noktada “11 Eylül”ün hiç de bu özelliği taşımadığı haklı olarak öne sürülecektir. Gerçekten de ortada umut canlanışı denmeye değer hiçbir şey yoktur. Dehşet, korku, kin ve intikam duygularının kol gezdiği bir atmosfer oluşmuş, yeni ve daha korkunç terörist saldırılara uğrama endişesiyle kıvranan ABD ve öteki zengin/güçlü ülke toplumlarına uzunca bir süre verilecek olan mücadele ve tedbirler ile bu korkunç ihtimallerin asgariye indirilebileceği tesellisi verilebilmekte, dünyanın diğer halkları bu mücadele ve tedbirlerin hayatlarını daha da karartacağını bilmekte, bizzat o eylemleri yapan ve savunanların bile, zafer ya da umutla ilişkisi olmayan bir kin ve intikam tatmininine kilitlenmiş oldukları görülmektedir.

Önceki yüzyılların “çağ açıcı” olaylardan bu bariz farklılığına, hattâ zıtlığına rağmen, 11 Eylül, salt o gün meydana gelen olayla sınırlı kalmamak koşuluyla, yine de yeni bir çağın miladı olarak ele alınmalıdır.

Çünkü 11 Eylül, o günü sonsuza dek terörün bütün tüyler ürperticiliği ile zihinlerimize kazındığı gün yapan görüntülerinin altına inilip, bir insan ve insanlık trajedisi olarak ele alındığında, bize bilançoları çok daha kanlı ve kabarık savaşların bile sorduramadığı insanlık durumumuz ve gidişatımızla ilgili en temel soruları kaçınılmaz olarak sordurtacak bir şok etkisi yaratmış ve daha da yaratacak görünmektedir. İlk gün bu terörün ve kıyamet sahnelerinin faili kim diye sorarken uzaydan tutun Afganistan’ın Ortaçağ’dan kalma köylerine kadar her yeri, sarıklı, cübbeli Müslüman softalardan çılgın bilgisayar dahilerine kadar herkesi, Oklahama katliamını yapan ABD’li ırkçılardan anti-globalist hareketlerin enternasyonalist çekirdeklerine kadar her eğilimi, tarayan ve hepsiyle de ilgili -en azından teorik olarak mümkün- senaryolar türeten zihinlerimiz, olayın gerçek safahatı, senaryosu belli olduğunda bütün bunları silecek mi; yoksa bu muhtemel senaryoların her birine çok daha korkunç türde bir küçük kıyamet ihtimalini yükleyerek, her şeyin ve herkesin kendisine karşı bir silâha, bir imha girişimine dönüşebileceği korkusuyla birlikte yaşamakta olduğu duygusu, 11 Eylül şokuyla bir daha geri döndürülemez biçimde zihinlerimize kazınmış mı olacak? Eğer bu ikincisi söz konusu olacaksa, daha bir süre önce bize son derece normal, olması gerektiği gibi görünen her şey, teknolojilerden yaşam tarzımıza kadar her etken ve kuram, kısaca varoluş koşullarımızın tümü hattâ bizzat var olmanın kendisinin şimdi verebildiğimiz içerik ve anlam, bizi şu yukarıdaki umutsuz noktaya, açmaza, kapana düşüren şey gibi görünmeye, bu yönde bir sorgulamanın hızlanmasına yol açmayacak mıdır?

Birkaç paragraf önce de belirtildiği gibi, bu sorgulamayı “yeni” yapacak olan, onun geçmiştekinden içerik ve nitelikçe farklı “çağ açıcı” cevaplara doğru yönelmesini mümkün kılacak faktör, 11 Eylül öncesinde zaten hayatımıza girmiş olup var olana eklemlenmiş, “patlama”ya kadar onun -belki de- pekiştirici bir parçası olarak işler görmüş, öyle algılanabilmiş ama bu algılama çerçevesini aşan niteliklere de sahip gelişmelerin varlığıdır. Savaş veya toplumsal sarsıntılar gibi “şok”lar geleneksel -yerleşik- algılama tarzını, zihniyet ufkunu çatlattığında, boşluk, gedik ve açmazlar ortaya çıktığında, bu niteliksel farklılığı yeniden ve yeni bir tarzda düşünmenin eksenine yerleştirmek de kolaylaşır. 11 Eylül’de tüm dünyanın, özellikle de post-endüstriyel aşamaya geçmiş, metalaştırma, para ve tüketim kültürünün maddi şaşaası ile gerisindeki insanî çoraklaşmanın gerilimini gitgide daha fazla yaşayan ve duymaya başlayan Kuzey toplumlarında yarattığı şok, olayın ilk haftalarında değilse bile, sürecin bir sonraki safhasında böylesi bir etki yaratabilecektir.


Ancak şu yaşanan ilk safhada, zihinler olayın dehşeti ve ABD’nin mutlaka yapacağı misillemenin ağır bilançosunu tahminle ve ardından gelebilecek yeni terör girişimlerinin neler olabileceği endişesiyle yüklüyken; sözünü ettiğimiz bu durum ve ihtimalin gerçekleşebileceğine dair ipuçlarını, emareleri görmek de zorlaşmıştır. 11 Eylül ile, eğilimi ve konumu ne olursa olsun herkesin “yeni” bir döneme girildiğinden bahsetmesi, ama iş bu dönemin adını koymaya gelince, ABD’nin ve “dünyanın efendileri” konumunda olanların yaptığı, devletler, yerel ve bölgesel egemenlerin de derhal benimsediği “terörizmle mücadele çağı” adlandırmasının “tutması” da bu ortam sayesinde kolaylaşmıştır.

Zihnimizi yalnızca şiddet, tehdit, kan, yıkım, korku, kin, intikam ve kısıtlamalarla yüklü bir savaş ortamının ağır kurşuniliği ile kuşatan bu adlandırmanın “yeni”likle hiçbir ilişkisi yoktur. Terör sözcüğünün arka planına “Müslümanlık” konulduğunda geçmiş yüzyılların din savaşlarını, cihad veya Haçlı Seferleri adına yapılmış katliamları çağrıştıran, bunları meşrûlaştırmış zihniyet yapılarıyla akraba bir düşünme mecrasına yönelmemizi isteyen bir adlandırmadır bu. Daha “kapsayıcı” bir terör tarifinin yaltakçılığını yapanlar, örneğin ülkemizde bu role beklenmedik bir şevkle atlayan Bay Ertuğrul Özkök’ün kullandığı “çulsuz terörist” tabirinin imâ ettiği yoksulluk = terör denkleminin zımni kabulünü önerenler de öyle. Çünkü, eğer ortada yoksulluktan, “çulsuzluk”tan (da) kaynaklanan bir “terör” varsa, onun “kökünü kazımak” önerisi, geçmişte bu yoksul isyanlarının köklerinin nasıl kazındığını bildiğimiz zamanlara döndürür bizi. Başları eğdirilmiş yoksulların başlarının ezildiği, koparıldığı dönemlere yani. Burada “yeni” olan şudur sadece: Şimdiki Haçlı Seferi’nin veya baş ezme/eğdirme harekatının çağımızın hiper teknolojileri, alet edevatıyla donanmış sınırsız bir güç tarafından yürütülecek olması. Buna bağlı bir diğer -türev- “yeni”lik ise; geçmişteki bu tür “mücadele” dönemlerinde taraflar ya eşit güçte veya bir tarafın üstünlüğü diğerinin bir avantajıyla dengelenebiliyor iken, şimdi bu “yeni” terörizmle mücadele çağında, taraflardan biri emsalsiz bir güç birikimi ve etkinliğiyle, devasa bir görüntüyle ortada iken karşısında taraf olarak yer aldığını açıkça ilân edenler, o devasa güç ile kıyaslanması bile gülünç birtakım grupçuklardır. Bu güç asimetresini “düzeltme”nin tek yolu, o zaten açıkta olmayan “terörist”leri, içinde saklandıkları, adına hareket ettikleri “çevre” ile birlikte karşı taraf hanesine yerleştirmektir. Şimdi her ne kadar İslâmiyet adına teröre başvuranların varlığından dolayı tüm Müslüman toplumların, yoksullar ve yoksulluk adına teröre girişenlerden dolayı tüm yoksullar ve dışlanmışların sorumlu tutulup cezalandırılmasının söz konusu olmadığı ısrarla söyleniyorsa da; 11 Eylül’de yaşanan dehşetin Kuzey toplumlarında zaten var olan yabancı düşmanı eğilimleri, ırkçı önyargı ve kibri, paranoya düzeyine varmış konfor ve güvenlik saplantılarını nasıl depreştireceği az çok tahmin edilebiliyorken “terörist” ve çevresi ayrımının pratikte, özellikle popüler düzeyde neredeyse hiçbir hükmünün olmayacağı bir duruma çok kolaylıkla gelinebileceği açıktır.

Bunu mümkün kılan bir diğer çok önemli etken/olgu şöyle özetlenebilir: Birikim’de defalarca vurgulandığı üzre; ikinci endüstriyel devrim, bununla post-endüstriyel aşamaya geçmiş Kuzey toplumlarını yoksul, “geri” ülkelerle hammadde ve pazar zorunluluğu ile ilişki kurma gereğinden giderek ve büyük ölçüde “kurtarmakta”dır. Nitekim özellikle son yirmi yıldır, petrol ve yüksek teknolojinin gerektirdiği bazı nadir madenlerin ihracı bir yana bırakılırsa, yoksul “geri” Güney’in Kuzey’e yaptığı hammadde ihracı sürekli azalmakta; buna mukabil aynı Güney ülkeleri Kuzey’e mamûl, yarı mamûl mal satabilmek için kendi aralarında yarışmakta, daha dün “yatırım” yapmak için kovulmayacağı ülke arayan Kuzey sermayesi, şimdi kapısında kuyruk olan taliplilere olmadık koşullar dikte edebilmektedir. Öte yandan aynı bilimsel-teknolojik devrim, post-endüstriyel aşama kol emeğini kendi üretiminin zorunlu bir ögesi olmaktan giderek uzaklaştırarak, onu gereksizleştirerek, bir anlamda zenginler ve zenginlik ile (kol emeğinin, işsizliğin çevresinde oluşagelen) yoksullar ve yoksulluk arasındaki “birbirini gerektirme” ilişkisini de radikal ölçüde zayıflatmış, seyreltmiştir.

İşte bu gerçekten yeni bir durum, yeni bir olgudur. Eğer günümüzün “terörizmle mücadele çağı”nı, geçmiş yüzyılların ayaklanmaları, isyanları bastırma, tenkil dönemleriyle benzeştiren onca şeye rağmen “farklı” kılan belki de yegâne nokta da bununla doğrudan ilişkilidir. Geçmişte egemenleri, isyan eden yoksulların tamamını katledip böylece isyanın “kökünü kazımak”tan alıkoyan, onları bazı “başların ezilmesiyle” yetinebilecekleri bir şiddet düzeyinde durdurabilen şey, o yoksulların emeğine mecbur olmalarıydı, o yüzden belli bir nicelikte var olmaları gerekiyordu. O nedenle de bu isyanların bastırılması, ezilmesini meşrûlaştıran söylem, hep “bir avuç eşkiya” vb. terimlerle bahseder isyancılardan. Sömürünün daha “adil” bir biçime sokulması önerilerine de bu yüzden kapalı değildir.

Oysa post-endüstriyel aşamaya eşlik eden egemenlerin neo-liberal ideolojisi yoksullar ve yoksulluğa karşı gayet çiğ ve çıplak bir aşağılamayla konuşabilmekte; onların ellerine geçen paranın hakedilmiş olmaktan çok, “ekonominin çarklarının dönebilmesi için gerekli olduğunu ifade eden bir dil kullanılabilmektedir. Nitekim bundan dolayı “çarkın dönmesi” için gerektiğinde ücretler derhal düşürülmekte, binlerce çalışan bir hamlede kapı dışarı edilebilmektedir. Hattâ çok daha ileri giderek, o bildiğimiz kol emekçilerinin sömürülmesi teorisini bu kez tam tersinden öne süren teoriler bile üretilmiştir. Buna göre, yaratılan zenginlik zihni emeğin çeşitli biçimlerini temsil eden yöneticiler de dahil kalifiye ücretlilerin eseridir ve aslında işlevleri hiç de gerekli olmayan niteliksiz emek sahiplerinin (bu kategoriye, bağlama göre düz işçilerden köylülüğe tüm yoksullar sokulabilir) bundan aldıkları pay, ne denli az olsa da yine de bir sömürü sayılabilir. Yani zenginler yoksulları değil, tersine yoksullar zenginleri sömürmektedir.

Türkiye’de de sözcülerini bulmaya başlamış bu ideoloji kuşkusuz “normal durumlar”da bu en çıplak biçimi ile ifade edilmemektedir. Ama müsait bir ortam doğduğunda, örneğin 11 Eylül’deki terörün dehşeti yaşanırken, öfkesi ile “normal dönemlerde” takındığı itidal peçesini sıyırıp atan bir Ertuğrul Özkök, insanları böylesi bir teröre nelerin itmiş olabileceğini sorma “cüreti”ni gösterecek olanların da tepesine bombalar yağdırılması gerektiğini hışımla önerirken, aslında neo-liberalizmin yoksulluğa, dünya düzeninin altta kalmış, dışlanmış olanlarına ilişkin “toptan yok edilseler ne eksilir ki?” mantığını dile getirmiş oluyordu. Çünkü neo-liberalizme göre o yoksulların, dışlanmışların hiçbir meşrû mazereti olamazdı. O durumları tamamen kendilerinin eseriydi, zengin ve güçlü olabilmek için gerekli yetenek ve özelliklerden yoksun yaratılmışlardı ve dolayısıyla nasıl bir otobur hayvanın etoburlarca avlanıp yenilmesine isyan etmesi anlamsız ve yararsızsa ve etobur (doğasının zorunlu kıldığı) bu eyleminden dolayı asla suçlanamazsa, bu yoksulların ve dışlanmışların da, onlar adına hareket edenlerin de durumu, gidişatı kabullenmekten başka bir alternatifleri olamaz. Bay Özkök, “ama...” diyenlerin daha sözünü bile bitirmeden başlarının ezilmesi gerektiğini pervasızca ilân ederken bu “görüş”ün gereğini ifade etmiş olmaktadır.

Özkök’ün yalnızca çiğ ve alçak düzeyde bir temsilcisi olabildiği bu neo-liberal patentli “görüş”ün postmodern çağa özgü bir seçkinler ırkçılığını yansıttığını belirtmekle yetinelim. Ve bu görüş ve yaklaşımın, “terörizmle mücadele çağı”nı açtığını ve bu mücadeleyi yeryüzü ölçeğinde yıllarca sürdürme kararlılığını ilân eden karargahların öz ürünü olduğu da unutulmamalıdır. Bu mantıkla yürütülebilecek bir “terörizm”le, “dünya ölçeğinde mücadele” kampanyasının, 11 Eylül’deki terör gibisinden olaylarla kendini kızıştırıp meşrûlaştırdıkça nerelere kadar sürüklenebileceğini düşünmek bile korkunç.

Bu ihtimali güçlendiren bir diğer faktör; söz konusu mücadele yaklaşımının, genişletilmeye son derece uygun bir terör ve terörizm tarifine kayabilecek oluşudur. Bireyci ve Darwinist doğal mücadele/ayıklanma tezine yatkın oluşu nedeniyle herhangi bir davranış, tutum ve eğilimi toplumsal ve çevresel koşullarla açıklamaktan ziyade, hattâ bu boyutu tamamen bir yana bırakarak salt o kişi veya topluluğun ontolojik, dahası genetik vasıflarıyla izaha teşne olan bu yaklaşım, dolayısıyla sorun yaratan bir davranışı toplum ve çevre koşullarını olumlu yönde değiştirerek düzeltme anlayışından da uzaktır. Bu durumda bir sorunu dile getiren kişi, kendi dışında bir sorunun varlığına işaret etmiş olmaz, kendisi bizzat sorun olmuş, dile getirdiği sorunu bizatihi yaratmış sayılır. “Teröristi imha ederek terörizmin kökünü kazımak” formülü bu yaklaşımın ürünüdür. Teröristi şiddet kullanma ile tarif etmek bile “kökü kazınacaklar” listesini sınırlamayabilir üstelik. Çünkü gayet iyi bilindiği gibi, pek çok durumda, aynı sorunların varlığından ve bunların çözümlenmesi gerektiğinden söz eden çok çeşitli eğilimler vardır ve bunlardan bazısı, hattâ biri “terör”e yönelmişken diğerleri şiddeti reddeden bir çizgi tutturmuş olabilirler. Ama söz konusu “terörizmle mücadele” mantığı için bu önemsiz bir farklılıktır. Bunlar belki sadece “fiilen terörist” ve “potansiyel terörist” diye sınıflandırılabilir, ama “kökünü kazıma” azmiyle işe koyulduğunda bu ayrımın hiçbir anlamı olamaz.

Yukarıda söylenenlerin geçerlilik derecesini ölçmek için, 11 Eylül sonrasında havanın gayet müsait olduğu hükmüne varıp, dünyaya kendi “terörizmle mücadele tecrübesini” satmaya çalışan Türkiye devletinin son on beş yirmi yıllık uygulamasına bakmak yeter.*


ABD’nin “terörizme dünya ölçeğinde savaş” açması onun siyasal ve başka bir amaç ya da bahane ile şiddet eylemlerine, silâha başvuran devlet ya da gruplara karşı hiçbir ayrım yapmaksızın mücadele edeceği, şiddet kullanmanın kategorik olarak “kökünü kazımak” istediği anlamına gelmiyor elbette. ABD’nin şimdiye kadar bu konuda uygulayageldiği politika, yani silâhlı mücadele yürüten ve hedef aldıkları tarafından terörist diye nitelenen grup veya hareketlerin eğer ABD ulusal çıkarlarına bir biçimde paralel sayılıyorlarsa -daha birkaç yıl önce Bin Ladin ve Taliban’a yapıldığı gibi- “özgürlük savaşçısı” ünvanıyla desteklenmesi tutumu fazla değişmeyecektir. Bush yönetimi ABD dış politikasının “ABD ulusal çıkarlarının sağlam zeminine oturtulacağını” bilhassa vurgulayan bir yönetimdir ve ABD, “terörizmle mücadele”yi bu zemine tâbi kılmaktan başka bir alternatifin olamayacağına “samimi olarak” inanabilmekle marûftur. Şüphesz burada ABD ulusal çıkarlarıyla “Kuzey ittifakı”nın -en azından Batı Avrupa’nın- “ulusal çıkarları”nın pek çok noktada örtüştüğünü de belirtmek gerekir. Yöntem ve yaklaşım konusunda aralarında ciddileşebilecek farklılıklar olsa da bu “terörizmle dünya ölçeğinde mücadele/savaş” stratejisine ABD ağırlıklı, bir “Kuzeyli çıkarları” konseptinin yön vereceği zaten biliniyor olmalıdır.

Asıl belirtmek istediğimiz nokta, bu mücadele stratejisinin salt Kuzey’in çıkarlarına aykırı silâhlı, şiddete başvuran hareketleri, odakları tasfiye etmekle sınırlı olamayacağıdır. ABD’nin epeyce bir süreden beri başlatmaya hazırlandığı “terörizmle mücadele” kampanyasının, asıl ABD ağırlıklı Kuzey toplumları hegemonyasını sürekli, “istikrarlı” kılacak bir dünya düzenini kurumsallaştırmaktır. Bu şüphesiz sadece bu kampanyanın değil, tüm ABD ve Kuzey ülkelerinin genel amacıdır. “Terörizmle savaş”ın buradaki işlevi, bu statükoyu bozmaya çalışacak, her girişimin, Kuzey hegemonyasını tartışılır kılabilecek -örneğin potansiyel olarak Çin gibi- her güç yükselişinin önüne geçebilmek için, dünya ölçeğinde işleyebilecek çok yönlü bir yaptırımlar mekanizması kurmayı hızlandıracak ortamı, bunun meşrû sayılacağı zemini oluşturmaktır.

11 Eylül olayı ABD’ye ve Kuzey ittifakına aradığı bu meşrûiyet zeminini fazlasıyla vermiş sayılabilir, ama öte yandan aynı eylem ABD gücünün ve “hayat tarzı”nın sembollerine indirdiği darbenin dehşet verici ağırlığı ile, ABD’yi o terörizmle mücadele seferinde, bir rota sapmasına iterek, onu en azından orta vadede bu zemini koruyamayacağı bir perspektife sürüklemiş gözükmektedir.

Şöyle ki; 11 Eylül ABD gücüne karşı yapılmış ve ona ağır insan kayıpları verdirmiş ilk “terörist eylemi” değildir. Daha 1980’lerin başında Lübnan’a “barış gücü” olarak konuşlandırılan deniz piyadelerine yönelik yine bir intihar saldırısında iki yüzü aşkın asker ölmüş ve ardından ABD birlikleri bölgeyi terk etmişti. Libyalı bazı kişilerin) sorumlu tutulduğu 200 yolcusu ile İskoçya üzerinde düşürülen uçak da hatırlardadır. Usame Bin Ladin’in örgütünün gerçekleştirdiği Afrika’daki ABD elçiliklerine yapılan bombalı saldırılarda da bir kısmı ABD’li görevliler olmak üzere yüzlerce kişi ölmüştü. Daha ufak çapta olanları saymıyoruz.

ABD bu saldırılara birtakım misillemelerle karşılık vermiş, ancak bunları yaparken yine de “ölçülü” davranmaya dikkat etmiş, “askerî zayiat”a askerî -veya sayılabilecek -zayiat verdirmek, verdirmekle yetinmeye çalışılmıştır. Şüphesiz, onun tarafından “terörist devlet” sayılan Irak’a Kuveyt’i işgâl/ilhakı nedeniyle yapılan misillemeler de “ölçülü”lükten söz edilemez. Bu da zaten ABD’nin hangi durumlarda “ölçü tanımaz” hale gelebileceğinin göstergesidir. Irak, ABD güç ve iradesine kendini gizleyerek karşı çıkmış, darbe vurmaya kalkışmış değildir. Bunu açıkça hattâ meydan okuyarak yapmıştır. O nedenle de ABD, “Körfez Savaşı”nda teslim olmaktan başka hiçbir şey yapamayacak duruma düşmüş binlerce Irak askerini öldürerek, Irak endüstrisinin hemen tamamını “askerî hedef”mişçesine imha ederek ve aylarca bombaladığı Irak halkını -ordusu yok edilmiş bir diktatörü devirerek ABD’den af dilemediğinden olacak- müttefiklerinin onca ısrarına rağmen bile on yılı aşkındır ağır bir ambargoya mahkûm ederek cezalandırmıştır.

ABD güç ve iradesine açıkça karşı çıkmanın “bedeli” böyle ödettiriliyor ise ABD güç ve iradesinin merkezleri ve “ikiz kuleler” gibi Amerikan “hayat tarzı”nın simgeleri, binlerce sivil Amerikalının da hayatına mal olarak spektaküler biçimde vurulur, çökertilir ise, bunun bedelinin nasıl ödettirilebileceğini düşünmek bile istemeyiz. Olaydan sonra şehiriçi otobüs sıklığında kullanılan uçak trafiğinin büyük ölçüde azalması, burada ve her yerde güvenlik önlemlerinin arttırılarak Amerikan yurttaşlarının pek alışık oldukları hareket serbestisinin kısıtlanması, dev alışveriş merkezlerinin ıssızlaşması gibi “Amerikan hayat tarzı”nın o pek övünülen şaşaasının sönükleşmesi, ABD karar merkezlerinin “bedel ödetme” bahsinde çok ciddi bir “popüler baskı”yla da kuşatılmalarına yol açmıştır.

Buradan, ABD’nin “fail” saydıklarına Irak’takini bile gölgede bırakacak bir “bedel ödetme”ye hazırlandığı sonucu çıkmaz sadece. ABD’nin yaklaşımını neredeyse kilitleyen bir nokta vardır burada. Çünkü ABD için onun güç ve irade imgesi ve hele bu güç ve iradenin hem kaynağı sayılan hem de onun tarafından korunan “Amerikan hayat tarzı” adeta bir tabudur. Bunlara doğrudan saldırıldığında bu saldırıların niçin hedefi olduğunu sormaz. Çünkü bu nedeni sorulması gerekmeyen mutlak bir kötülük olabilir ancak. Bay Bush’un 11 Eylül’de olayı iyi ile kötünün savaşı diye hemen nitelemesi de bu yüzden. O soruyu sorsa bile aldığı cevap bu güç ve “hayat tarzı”nın -eleştiriler yönünde- kısmen de olsa düzenlemesi yolunda olduğunda bunu kaale bile almaz. Yani ortada ABD güç ve hayat tarzının olduğu gibi kabullenilmesini, herkes için bir veri sayılmasını isteyen, kendini bu ölçüde “norm” sayan “Amerikan mantığı” vardır. Ve bu niteliği ile dünyanın başka yerlerindeki başka hayat tarzlarını “anlamak”tan aciz olduğu gibi, bu hayat tarzları içindeki insanlar arasında özellikle son yıllarda bu “intihar saldırısı” türünden eylemlerin çoğalması olgusuna da ancak -zaten derece derece “norm dışı” olan- o hayat tarzlarının bir sorunu olarak görülebilir. Özel olarak ABD’ye yönelik olsun ya da olmasın bu hem kendilerini hem de sınıfı, statüsü ne olursa olsun olabildiğince çok sayıda insanın hayatını yok eden bir “eylem tarzı”nın, yalnızca dinî hareketlerde değil, sol, hattâ Oklahama City olayında da kısmen görüldüğü gibi Amerikan ırkçısı hareketlerde de yaygın hale gelmesinin, Amerikan gücünün rakipsizleştiği, Amerikan hayat tarzının, neo-liberal süzgeçten geçmiş Amerikan değerlerinin bütün o hayat tarzlarına “sirayeti”nin hızlandığı şu son yirmi yılın olgusu olduğu gerçeği de düşündürücü sayılmayacaktır ABD açısından. Amerikan gücü ve hayat tarzı norm ve iyi olduğu için, ortada şu yukarıdaki gibi bir olgu, bağlantı varsa bile, sorun ötekinde aranmalıdır.

Oysa, eğer dünya ölçeğinde ve bir düzen sorunu olarak değil, “insanlık sorunu” olarak terör sorunundan söz edeceksek ve kesinlikle etmemiz gerekiyorsa; öncelikle bu sorunu statükolara ve onu temsil eden güç ve kurumlara yönelik şiddet eylemleriyle sınırlı bir çerçeve ve onun sığlığında ele almak yerine; “gündelik hayat”ların içinde şiddetin, şiddete hemen dönüşebilen gerilimlerin artması ve tırmanması olgusundan başlayan, bu noktadan hareket eden bir çerçeve zorunludur. Bu yaklaşım, sorunu birbirine benzeme noktaları oranları artan dünyadaki çeşitli hayat tarzlarının ve bunları maddi zenginlik üretme ve tüketme kapasitesine göre hiyerarşileştirilen dünya düzeninin içsel yani kendiliğinden türettiği bir sorun olarak ele almamızın gerektiğine işaret eder.

Bu çerçevede evrensel bir sorun olarak terör ve “terörizm, Kuzey ülkelerinin periferisinde, özellikle İslâm dünyasında genellikle dinî/siyasî bir gerekçeye yaslanarak ortaya çıkıyorsa da, bunlar ile daha çok Kuzey toplumlarında görülen ve herhangi bir ideolojik, siyasal nedeni olmaksızın çok sayıda insanın katledildiği -tek kişi tarafından gerçekleştirilen- katliamlar, sabotaj girişimleri arasında son derece dikkate değer ortak bir yön vardır. Her iki durumda da kurbanlarının hayatına hiçbir değer vermeyen, bu hayatların yok edilmesine tamamen aldırışsız bir tavır vardır. “Siyasî-ideolojik” terör eyleminde bu aldırışsızlık kendi hayatı için de söz konusudur. Bu eylemlerin failleri, toplumun -geçerli ölçülere göre- hiç de imrenilecek olmayan bir hayata mahkûm kesiminden olabilseler de, aralarında 11 Eylül intihar eyleminde de görüldüğü gibi ait oldukları toplumun üst kesimine mensup iyi eğitimli/donanımlı kişiler de çoktur. Kuzey toplumlarında, özellikle ABD’de “siyasal” olmayan bireysel katliamların, seri cinayetlerin failleri de büyük çoğunlukla toplumun orta/üst kesimine mensupturlar.

Farklı toplumların ve hayat tarzlarının “omurga”sındaki bu insanların ya başkalarının hayatlarını ya da onlarla birlikte kendi hayatını hiçe sayan, onları bu denli kayıtsızca yok eden eylemlere girişmelerinin gerisinde, en özet ifadeyle, derin bir umutsuzluk, mutlak bir nihilizm duygusu olduğunu söyleyebiliriz. Onun için çevresel olan “başkalarının hayatı”, kendi hayatını orada herhangi bir anlam, bir yaşama sevinci hissedemeyecek kadar koşullandırdığı için tepki konusudur ve orada arzuladığı olumlu bir değişimin hiçbir imkânını görmediği için de o tepki nefretle, intikam arzusuna dönüşmüştür. O nedenle de ya kendisiyle ya da salt kendi küçük çevresiyle özdeşleştirdiği bir “ideal” adına o hayatları imha edebilir ve bunu o idealin gerçekleşmesi için de yapmaz. O ideali gerçekleştirebilecekken bundan tamamen vazgeçmiş, bunun gerektirdiği hiçbir vasfa sahip olmayan o kitleden bunun intikamını almak gibi bir şeydir bu.

Önceki dönemlerin siyasal şiddete başvuran hareketleri, aynı insanlarda “ideal”lerini gerçekleştirecek bir potansiyel varsaydıkları için şiddet eylemlerinin onlara herhangi bir zarar vermemesine özen gösterirlerdi. Öte yandan o idealin gerçekleşebileceğine inandıkları için de kendi hayatlarını tehlikeye atsalar da bir intihar eylemine ancak çok özel hallerde başvurabilirlerdi. O hareketlerin uzantılarının da hâlâ devam ettirdikleri “silâhlı mücadele”lerinde intihar eylemlerinin gayet istisna olmaktan çıkıp kurallaşmaya başlaması da bu nefret/umutsuzluk yumağı ile şüphesiz ilgilidir.

“İslâmcı terör”ün giderek bilançosu dehşet verici boyutlara ulaşan intihar saldırıları, benzer eylemlere yönelmiş sol hareketler, yüzlerce kişinin topluca intihar ettiği tarikatların yaygınlığı, gitgide çoğalan “serial killer”lar, “nedensiz” cinayetlerin, küçük çapta katliamların artışı .... Kuzey toplumlarından onun periferisindekilere kadar dünyamızın “terör” manzarası budur.

Bu manzara karşısında o manzaranın geri planında duran “hayat tarzı”nı sorgulamak, terörün kaynağını orada aramak, bu egemen hayat tarzı ve versiyonlarının neden “omurgasında yer alan insanları” bile “umutsuzluk ve nefret girdabı”na sürüklediği sorusunu sormak zorundayız. Bu sorgulamadan kaçınıldığı, böylece onu dönüştürmek imkânlarını görmeyi ve tartışmayı reddettiğimiz sürece, hiç şüphe edilmemelidir ki, o manzara o hayat tarzını neredeyse görülmez kılacak biçimde hayatımıza egemen olabilecektir.

(*) Söz buraya gelmişken, ABD’nin “terörizmle mücadele çağı”nda kendisine yönelik terör odaklarını, gruplarını tasfiye etmenin ötesinde -bu gerekçeyi kullanarak- asıl olarak dünyaya kendi belirlediği bir düzen vermeye çalışacağını sezinleyen Türkiye’deki bazı çevrelerin, bir yandan ABD’ye tam destek için bastırırlarken, bir yandan da Türkiye’nin bu hizaya getirme operasyonlarında rol kapması gerektiğinden dem vuruyorlar.

Bunun için gösterilen siyasal gerekçeler, bilinen, tahmin edilen şeyler. İlginç olan bunun bir de “ekonomik gerekçesi” olması. Ne var bunda denilmesin, çünkü bunun için kullanılan ifade, “Türkiye’nin güvenlik pazarlayabilecek” olması gibi ilk bakışta biraz dolambaçlı görünen ifade. Malûm Çevik Bir Bey’in bir iki yıl önce “gündeme getirdiği” şey bu.

Hemen hemen istisnasız her şeyin metalaştırılıp global serbest pazara arzedilebilir olduğunu düşünen ultra/neo-liberal mantığın asla yadırgamayacağı şöyle bir şey mi kasdediliyor burada: Türkiye ordusu -elbette bedeli mukabilinde- “güvenlik sağlama” ihtiyacı olan dünyanın herhangi bir yerinde “iş” görebilecek hale gelebilir, yani tıpkı bir müteahhitlik şirketi gibi “ihtiyaç sahip”leri ile pazarlık yapıp “iş”i alabilir. Ve çok büyük ihtimalle de “ihtiyaç sahibi” yöre halkı değil, orayı “güvenli” hale getirmek isteyen “dünyanın efendileri” olacaktır. Ordu bu “işi”ni gereğince yaptıkça pazar payını da büyütebilecektir.

Neo-liberalizmin 1980-1990’lardaki ilk evresinde eğitim, sağlık, ulaşım ve haberleşme gibi dünün “kamusal hizmet”leri özelleştirildi, şirketlere iş ve kâr konusu edildiler. “Terörizmle mücadele çağı” denen bu ikinci evresinde sıra (ulusal) ordulara mı gelmiş olacak acaba?