Ece Ayhan'dı “esas duruş, mülkün temelidir“ derdi

ece ayhan’dı... karaşındı... güle şerh koyan annesi vardı, iki kere güzeldi... geçilmez melahat’ın vaz geçilmez ahretliğiydi... istanbul’dan süslü şapkayla üsküdar’a gider gibi köyüne gelirdi... kimse şehirden köye öyle güzel gelmezdi... fuhuş tarihinde vesikalıydı, çürük sevişmeler kokardı... sakıncalıydı, adına güzel ayşe türküsü yakılmıştı... ece’ydi, çıkmaz sokak milisiydi, kötü caddeye düşmüştü... tek katlı köylülere iki katlı taş evinden yukarıdan, istanbul’dan bakardı... annesi güzel ayşe’ydi abanoz’dan terkti, taşların ıskaladığı kuşlardan sarkardı... çift kapısı çift penceresi alışkanlıktandı, manisi vardı... su uyur devlet uyumazdı, her yerde demir ahmet vardı... kaçın kurrasıydı, takma adı nezahat’tı... mitoloji bilen orospuydu, şehirden en güzel o gelirdi... ece’ydi, babası yol göstericilik’le geçinirdi... ece’ydi kefeni keten astarlı histanbul haritasıydı...

ece’ydi, ölmüştü, süsüne kaçılmamış bir cenaze töreni için ölümü eleştirmeye gidilirdi... ece’yle sivil buluşmaya gelinirdi... devlet uzak geçilirdi. ecey’di pahalı abanoz, ucuz ziba kerhanelerini tarih bilirdi... şırılçıplak bir türkçe’yle şiire ve şaire etik gelirdi... ece’liyle çırılyaprak tek ve hür ölmüştü... hiçbir yerden gelip hiçbir yere giden hiçdünyalı bir piç’ti... cenazede ustaları ölmüş bir avuç başıbozuk şair vardı... düzayak üsküdar vardı, sivil izmir vardı, muvazzaf çanakkale yoktu... otuz birli yeni yetmeydi, çanakkale düzayak geçilmişti...

ecey’di, yanlış şairdi, doğru şairler sevmezdi... yeryüzünden ve az yer kaplayanlardan yanaydı... haliç vapurlarıyla ve dahi bel suyuyla zap suyu’na ahmed’e hani’ye komşu giderdi... tarih, yıkıntılardaki incir ağaçlarıdır, derdi... çift kapılı evlerden köye bandosuz gelenin oğluydu...

ece’ydi, melanet hırkasını eynine tersyüz giymişti... sarıksıklam hoca hafız burhan sesiyle hüzzam makamında üç kez nakarat avazayaz bağırırdı: - nasıl bilirsiniz merhumu?.. bir inanç boyu ileri çıkan inananlar üç kez nihavent cevaplardı...; - iyi biliriz!.. inanmayanlar iki ses geriden ve içlerinden uç kez ustalarını fısıldardı: -şiir ve aşk gibi devletin ve allah’ın tersi biliriz... bazı şairlerin cazhıraş serenadı töreni bozardı... rivayet edilir ki, ergülen haydar ve aksak simurg üstündağ metin tüzüksüz kıkırdardı...abdesti ve duası ve ezberi bozulan sarılsıklam sarışın hoca lahavleye sıçrardı... cehennet’e devletsiz, duasız parasız yatılı, düzünden geçilirdi... hiç babalı, çok anneli çocuğun çırılağaç mezartaşına parasız yatılıların kurşun kalemiyle mornot düşülürdü: sen şairi ve şiiri ölerek mi ele verirsin?

ece’ydi, çok eski ve çok yeni adıyla ece’ydi... şiiri gibi karaydı... denizabdaldı ama hep karaya açılırdı... devlet müsamerelerine çıkmazdı. şiirler yapraklanınca bir tuhaf olurdu... devletin ve allah’ın tersi aksi ve asi sokak çocuğuydu... şırılçıplaktı... çırılyapraktı... şiirden ve tarihten ve tabiattan ve kuşbilimi’den tahtaya kalkardı... sivillerin siviliydi... uygunsuz ve de başıbozuk... dışlanmışların, orospuların, pezevenklerin, orta ikiden ayrılanların, tarih dışına düşürülenlerin düzayak ülkesinde otururdu... başıbozukluğun güzelliğine, ihtiyaç toplumuna inanırdı... düzayak, düşayak, düzuyak civit badanalı bir şiir kurardı... vakitsiz dünyalıydı; düşyalı... mor külhaniydi... akıntıya yürek çekerdi... “bin dereden bir kendini getirirdi”... bütün kentlerin kalebendiydi... iki uç daha fazla uç ece’bentti... bizim mahallede otururdu, dipkapalıda... ece’ydi; “her şey tarihtir ve tarih ayağa kakınca görülecek bir şey değildir” derdi... yakın akraba olmak istediği şairlerden biri ismail beşikçi’ydi... kapalı güzelliğiyle tanınırdı hâlâ... ergülen haydar’a göre bir üst şiir yazardı... şairler okusun diye yazardı... “özellikle edebiyat çevrelerine sırtını dönmeyeceksin! dikkat” derdi de kimsecikler inanmazdı... o bunu söyler söylemez aşkolog cemal süreya sahneye fırlayarak mısra düşerdi: “ikinci yeni bir güvercin curnatasıdır... ben alçaktan uçuyorum, avcılardan değil arkadaşlarımdan korktuğum için...”

ece’ydi atından inmeden sevişirdi... herkes gibi üç oh çekerek devlet ve iktidar koltuklarına oturmazdı... ölümünden sonra onu iyi yola düşürmeye çalışan sarışın gazeteci ertuğrul özkök’e “çağdaş bir masal babası yerinize utanıyor...” derdi... ve düz şiire beş sütün berceste mısra eklerdi: “bu uslu ve uysal topraklarda, koşullar ne olursa olsun, herkes herkesin yerini alabilir iktidar uğruna. yeter ki, bulanık mulanık akan suyun, artı-değer’in başında bulunulsun... e, iktidar denilen kuş, artı-değer’in paylaşılması üzerine kurulmuştur. üleşmek, mülkün temelidir.”

ece’di şiirin içini bilirdi... ece’ydi, “şiir ve kadavra” bir şiirden çok tarih teorisiydi: “parşömen kağıtlar okunduğunda, kıvrıktırlar; şiirin ve/ kadavranın içi açılmamıştır, insan insanın hiç.” “devletin bize giydirmeye çalıştığı ‘entari’, bir kez eynimize uymaz, uymuyor!” cümlesini zapta geçirirdi... ece bu sözleri söyler söylemez, cemal süreya sahneye fırlar ve şayirden ve şiiirden anlamayan sahabenin kulağını şöyle çekerdi: “- devletin çeşmesinden su içen 6 ay sarhoş, divane gezer. biz bu çesmeye bir de peştamal ekleyelim!” ece’ydi şiir de zorla iskana karşı çıkardı... devletin, sabancı’nın şairleri olurdu ama şiirleri olmazdı... muvazzaf ve de üniter şairler gibi devletle iki kaşık gibi iç içe uyumazdı... toprağın içi açılmış, şairin ve şiirin içi açılmamıştı... bir çocuk boyuna “1993 Temmuz’unda pir sultan abdal bir daha asıldı. tarihte önemli şairler iki kez asılırmış...” cümlesini alıntılardı.

yor savul şiiri’nde “nerede kalmıştık? tarihe ağarken üç ağır yıldız/ sürünerek geçiyor bir hükümet kuşu kanatları yoluk” derdi ve ince izah yapardı: yort savul yalnız padişahlar için söylenir. benim şiirimde ise bir padişah ‘üç ağır yıldız’ oldu deniz, yusuf, hüseyin. yani, erzurum, boğazlıyan ve sarız.”

ece’ydi orta ikiden ayrılan çocuklar için “okul kaçakları imparatorluğu kurardı. kendini başlatan bir şair, evveli ve sonrası yok. “örnek çocuk. Yalnız kendi örneğiyle var olmak istedi.” “tarihten geliyoruz; insanlarız; kendimizle buluşmaya gidiyoruz...” devlete karşı olmak başka bir şey devletin dışında olmak başka bir şeydi, derdi... öğretmeni ona, “edip olacağına edepsiz ol” deyince, okulu kırdı öğretmenini kırmadı ve edepsiz oldu... uygunsuz çocuk... ilk otuz birini orta birde, jules verne’in aya seyahat romanını okurken çekti... dar kalabalıkların dar ve nüzül inmiş sorularına kazık yanıtlar verdi: “hem matrak hem acıklı olay: cemal süreya, ortaikideyken bir karikatüre otuzbir çekmiştir. Siz tartışın bakalım, abazanlıktan mı, fakirlikten mi?”

ece’ydi yokluğuyla vardı, görülmezken görülürdü... hiçbir yerden gelip, hiçbir yere giderdi, hiçbir yerde otururdu... sonuç olarak ne diyebilirim ki; şiir gibi değil şiirdi, şair gibi değil şairdi... yüzüne karşı ardından ne söyleyebilirim ki; sonuçlayarak diyebilirim ki, bir toplumda yeri olmayışı onun yeridir..