Solun Haleti Ruhiyesi Üzerine

3 Kasım seçimleri Türkiye’de solun her rengi için büyük bir darbe oldu. Kendilerini sol yelpazede gören bütün partiler umduklarının oldukça altında oy aldılar. Sol, seçim sonrasında şaşkınlık ve çökkünlük ile kuyruğu dik tutmaya çalışma arasında gidip gelmekte. En çok duyulan açıklamalar “kendimizi anlatamadık,” “yeterince çalışmadık” (yani “kitleleri yeterince bilinçlendiremedik”) ya da bir tür “bu halk bu kadar sağcı ve muhafazakârsa ve bu kadar manipülasyona açıksa elimizden ne gelir?” eksenlerinde toparlanıyor. Daha cılız da olsa -örneğin ÖDP içinden- ciddi/esaslı bir özeleştiri talebi yükseltenler de yok değil.

3 Kasım sonuçları solun halini konuşmaya başlamak için yeni bir gerekçe sunsa da mesele öyle bir iki seçim sonucu üzerinden değerlendirme yapma kolaycılığını kaldırabilecek bir mesele değil. Burada solun genel halet-i ruhiyesi üzerine bazı değerlendirmelerde bulunmaya çalışacağım.[1]

Önce bazı tespitlerle başlayalım:

1. Sol Türkiye’de marjinaldir ve giderek marjinalleşmektedir. Bütün bu marjinalleşme solun “nesnel” (malûm ekonomik politikalar, baskıcı devlet vb.) olarak serpilmeye en uygun olduğu varsayılan koşullarda olmaktadır. Toplum solu kaale almamaktadır.

2. Sol, başka yerlerde de olduğu gibi Türkiye’de de oldukça heterojen bir görünüm arz etmektedir. Tek bir soldan bahsetmek mümkün değildir. En geniş anlamda “solun birliği” bir güç, itibar ve cennet fantezisi olmaktan ileri gitmemektedir. Çünkü ne olursa olsun biraraya gelemeyecek olan sollar mevcuttur. Bir uçta “hiçbir şey değişmedi, aynen devam ediyoruz, hadi yeniden...” diyenler, diğer uçta “ her şeyi yeni baştan düşünmeli, esaslı bir şekilde yenilenmeliyiz” diyenler. Bir tarafta hâlâ mücadelelerini “devrimci şiddet” üzerinden kuranlar, diğer tarafta keskin şiddet eleştirisi yapanlar. Durumu daha da karmaşıklaştıran, bu örnek verdiğim iki eksen üzerinde solcuların büyük çoğunluğunun iki uca da rağbet etmeyip daha çok ortalarda gezinmeleri ve her iki uç çiftinin argümanlarını (çoğunlukla birbiriyle çelişkili bir tarzda da olsa) değişik kombinasyonlar halinde kullanmayı tercih etmeleridir.[2] Böyle bir tabloda, çelişen uçların argümanları birbirlerini ve ne tarafa gideceğine karar veremeyen çoğunluğu siyaseten felç durumuna sokmakta ve solun artık makûs talihi gibi görünen içe-kapanıp-kısır-döngülerde-boğulma durumu pekişmektedir.

3. Marjinalliğe ek olarak ve onunla ilişki halinde, solun toplumla (ya da dar veya geniş belli toplum kesimleriyle) organik bir ilişkisi yoktur. Mevcut yegâne ilişki tarzı ara sıra duruma göre kalkışılan yazılı ya da sözlü monologlardan ibarettir. Bir hayat ve proje paylaşımı ve bunun idame ettirilmesi anlamında organik ilişkiler ihmal edilebilir düzeydedir.

Bu tespitler doğruysa o zaman sorulabilecek sorulardan bazıları şunlardır: Sol neden bu kadar dibe vurmuştur ve buradan çıkma şansı var mıdır? Varsa nasıl? Takdir edilebileceği gibi bunlar devasa sorulardır ve sihirli/kolay cevapları yoktur. Bu yazının amacı da çok daha kapsamlı ve kollektif bir emeği gerektiren bu cevap arama faaliyetine “halet-i ruhiye” boyutundan -ki mühim boyutlardan yalnızca biridir- mütevazı bir katkı sunmaktır.[3]

DAR CEMAATLER DÜNYASI

Mevcut sol yapılara bakıldığında hemen hepsinde dar ve içe kapalı bir cemaat anlayışının ve liderlik kültünün egemen olduğu söylenebilir. Ne olursa olsun değişmeyen liderler, liderine saygıda kusur etmeyen ve neredeyse itaati erdem sayan izleyiciler, dışarıdan birinin anlaması ve nüfüz etmesi imkânsız bir iç-dil ve sembol dünyası, örgütsel mit ve efsanelerle bezeli bir tarih anlayışı, cemaatten olmayanlara karşı duyulan derin kuşku, bunların hepsi bu dar cemaat dünyasının yapı taşlarıdır. Bu cemaatler, her bu tür dinî ya da siyasî dar cemaatte görüldüğü gibi, kendi kendilerini idame ettirecek mekanizmalara sahiptirler ve kendiliklerinden değişmeleri pek mümkün değildir. Bu anlamda kendi dillerine, sembollerine ve tarihlerine muhafazakârca bağlıdırlar. Dar cemaatin kendini sembol ve iç-iktidar dünyasını koruyarak idame ettirmesi ancak “dar” kalmasıyla mümkündür ve o dünyada genişlemek riskli bir maceradır. Bütün “kitleselleşme” retoriğine rağmen solun gerçekten kitleselleşmek isteyip istemediğini, kitleselleşirse bu dar cemaat iktidarlarının neleri kaybedebileceklerini ciddi bir şekilde düşünmeliyiz.

Dar cemaat yapılarına sahip sol gruplarda gözlenen başka bir özellik de bu yapılara üye/taraftar olarak girişin çok büyük ölçüde ancak genç yaşlarda olabilmesidir. Gençlik döneminin ötesinde bu yapılara katılan insan neredeyse yok gibidir. Gençliğinde bunlara katılan insanların önemli bir bölümü de zamanla (“büyüdükçe”) bu yapılardan bağımsızlaşmakta ve bunların da azımsanmayacak bir kısmı solcu olmaktan vazgeçmektedir.

Sol yapıların ana “yeni taraftar” kaynağı gençler olsa da bu son yirmi yıldır nicelik olarak çok cılız olduğundan sol yapıların taraftar profiline bakıldığında ’70’lerden devreden “eski solcuların” büyük çoğunluğu oluşturduğu ve yaş ortalamasının 45-50’nin pek altına düşmediği görülmektedir. Bu iki bulguyu yan yana getirdiğimizde çıkan sonuç şudur: Sol yapılarda kuşaklar-arası bir devamlılık söz konusu değildir; ’70’lerin solcularının büyük ağırlığı vardır; yeni taraftar girişi yalnızca gençlerden olmakta, ama sayı olarak çok cılız kalmaktadır. Bu durumda yeni taraftarların, az sayıda ve görece daha az donanımlı oldukları düşünülürse, girdikleri yapılarda kendi dillerini geliştirip bir canlanma/yenilenme sağlamaları şöyle dursun, ’60-70’lerde şekillenmiş solculuk etme tarzlarıyla yoğrulmaları ve bir tür “abilerden el alması” gündeme gelmektedir.

Bu mekanizmanın işleyişini kolaylaştıran ve hattâ mümkün hale getiren faktör ise solcuların kollektif hafızasında merkezî bir rol oynayan “şanlı mücadele/direniş dönemi” olarak 12 Eylül öncesine dair anıların/tecrübelerin yarattığı ağırlıktır. O dönemde solculuk yapmış olmanın ve sonrasında çekilen ızdırapların bugünkü yapılarda “manevi otorite” kurulurken (ve sürekli olarak yeniden-üretilirken) temel bir referans çerçevesi sunması dikkat çekicidir. Şaşırtıcı bir şekilde, bugünkü sol yapılara katılan ve ’70’lerde henüz doğmamış olan bazı gençler, katıldıkları yapıların o “şanlı” dönemdeki üslûplarını, tavırlarını ve birbirlerine karşı pozisyonlarını içselleştirebilmekte, o döneme referansla bugün-burada birbirlerini incitebilmektedirler.[4] Bütün bunlar, sol gruplar arasındaki ayrımların lüzûmsuz ve anlamsız olduğu anlamına gelmez ama 12 Eylül öncesi ve hemen sonrasında olan bitenin solcuların bireysel ve kollektif hafızasında işgâl ettiği tayin edici yeri ve bu dönemin geçmişin önemli bir anısı olarak değil de bugün hâlâ canlı/etkili bir şekilde faaliyetini sürdüren bir tecrübe olduğunu gösterir. “Eski” kuşakların tam olarak halleşemeyip içlerinde taşıdıkları ve dar cemaat yapıları içinde sözlü/yazılı yollarla “yeni” kuşaklara aktardıkları ciddi bir travmadır söz konusu olan.

SOLUN TRAVMASI

Türkiye’de sol ’60’ların sonlarından itibaren ama en çok ’70’lerin ikinci yarısında daha önce hiçbir zaman sahip olmadığı bir kitleselliğe kavuşmuş, toplumun belli kesimlerini mobilize edebilmiş ve kıran kırana bir anti-faşist mücadele yürütmüştür. Burada uzun uzun anlatmaya gerek yok, ama o dönemdeki solun büyük kısmı “silâhlı propaganda” yoluyla devrim yapma peşinde olmuş ve bu uğurda çekilebilecek her türlü ızdırap çekilmiş, insanlar büyük fedakârlıklar yapmışlardır. Solun genel kurucu/düzenleyici fantezisi[5] olan “daha adil, eşit, özgür dünya” hedefi bu dönemin solcularının çok önemli bir kısmında “güçlüyüz, geliyoruz, yarın devrim” gibi bir beklenti geliştirmiştir. Bugünden bakıldığında bunun pek gerçekliğe tekabül etmeyen, oldukça büyüklenmeci (grandiose) bir tasavvur olduğu rahatça görülebilir ama o günkü yaygın ruh halini şekillendiren temel faktörlerden biri bu olmuştur. Sol siyaset, silâhların gölgesinde hem kendini faşist saldırılardan korumaya çalışmış, hem de gözünü silâhlı devrim yoluyla iktidara dikmiştir.

12 Eylül’de bu iktidar beklentisinin nasıl tuzla buz olduğunu biliyoruz. Bırakalım iktidar beklentisini, 1980’den beri Türkiye’de sol ciddi bir muhalefet bile olamamıştır. Yaşanan darbe her yönüyle devasadır: Binlerce insanın cezaevi, işkence, ölüm, sakatlık, mültecilik nedeniyle hayatı kararmış; örgütler, aileler, dostluklar parçalanmış/ayrı düşmüş; solu/devrimi desteklediği sanılan geniş kitleler bir anda yok olmuştur (ve aynı kitleler bir kaç yıl sonra 12 Eylül Anayasası’nı ezici bir çoğunlukla kabul etmişlerdir). Bu karabasan döneminden sol gruplar kendi iç dayanışmalarıyla ve iyice içe kapanarak olabildiğince az yara alarak çıkmaya çalışmışlar, bunda psikolojik olarak kısmen başarılı olmuşlar, ama bir yandan polis-cezaevi-işkence üçgeninde ürememesi kaçınılmaz olan “ihanet” suçlamaları/dedikoduları ve öte yandan daha önemlisi 1980 öncesi beklenti düzeyinin yüksekliği ile varılan nokta arasındaki korkunç açı, o dönem solcularının gerek kendilerine ve geniş örgütlenmelere, gerekse de genel olarak topluma yönelik güven duygularının ciddi derecede sarsılmasına yol açmıştır.

12 Eylül sonrasında olanların getirdiği kayıpların sindirilmesi kolay değildir. Binlerce insan, bir sürü örgütsel yapı ve imkân, özgüven, toplumsal ilişkiler, mahkûm ya da göçmen olarak geçen yıllar, kimi durumlarda fiziksel ve ruhsal sağlık kaybedilenler arasındadır. Devletin şiddeti sola fena vurmuş ve deyim yerindeyse yıkmıştır. Böyle ağır bir travmadan toparlanarak çıkmak oldukça zordur. En büyük zorluk, solun derinden derine bu toplumda bir şekilde “öksüz” olduğunu hissetmesiyle ilgilidir. Açıkça dile getirilmese de, “halk için yapılan onca fedakârlığa rağmen” toplumun solculara uygulanan ağır devlet şiddetine/nefretine karşı “kör-sağır-dilsiz” oyununu oynamayı yıllarca sürdürmesi kendilerini bir tür “kahraman/kurtarıcı” olarak görmeye eğilimli o dönem solcularının önemli bir kısmı için çözülmesi kolay olmayan bir düğüm yaratmıştır. Bu düğümü çözmek için o dönem sol hareketler içinde yer alanların çoğu solculuktan vazgeçmiş ve “toplumla kaynaşmıştır.” Solculukta ısrar edenler ise değişik yollar denemişlerdir/denemektedirler. Bir kısmı sanki önemli hiçbir şey olmamış gibi 12 Eylül travmasını “yolda olabilecek arızi bir kaza” olarak değerlendirip travma öncesinden kalan zihniyetleriyle ve teçhizatlarıyla, daha hiddetli ve şevkli bir şekilde yollarına devam etmeye çalışmışlardır (“inkârcı” pozisyon: “Travma falan yok, biz dimdik ayaktayız, hattâ eskisinden daha güçlüyüz, inançlıyız”). Bir kısmı örgütlü herhangi bir faaliyete olabildiğince uzak durup, yapılan/yapılabilecek olan her şeyi küçümseyici ve kuşkucu bir tavır almıştır (“sakıngan/Sinik” pozisyon: “Bu işler öyle olmaz, yine saçmalıyorlar, yine bir çuval inciri berbat edecekler; ben öyle kolay kolay her şey için atmam kendimi ortaya”). Başka bir kısım ise bu önceki iki pozisyonun ortasındadır: Örgütlü olarak mücadele edilmesi gerektiğini düşünür; travmatize olduğunu en azından hissetmektedir; dünle bugünü tam olarak karıştırmamaktadır ama bugün ne yapabileceğini de pek bilememekte, yeni dönemin ihtiyaçlarını yarı-gönülsüz bir şekilde eski alışkanlıklarla karşılamak için çabalamaya devam etmektedir (“felç” pozisyonu). Bu üç pozisyonun da aralarındaki onca farka rağmen travmatik bir varoluş tarzını sürdürdüklerini belirtmek gerekir.[6] Kaba bir genellemeyle burada ifade edilen bu üç pozisyon yukarıda değinilen travmatik geçmişle (başarısız bir şekilde) başetmeye çalışmanın yolları olarak görülebilir.[7]

Türkiye’deki solun 12 Eylül’e bağlı travmasını katmerlendiren başka bir önemli gelişme de 80’lerin sonlarında ve ’90’ların başlarında çöken reel sosyalist sistem olmuştur. Bu çöküşün hızı ve derinliği hemen hemen tüm sol gruplar için hâlâ daha tam olarak aşılamamış olan bir teorik/ideolojik kaos etkisi yaratmıştır. 12 Eylül sonrasında uğradığı tahribatla kendince başetmeye çalışırken gelen bu yeni darbe “tutunma” konusunda medet umulan bazı dalların kopmasına ve solun “tutunamama hali”nin daha da depreşmesine yol açmıştır.

Travmatik olaylar, bunlara marûz kalan kişilerde ve insan gruplarında bir dizi değişik tepkiye/belirtiye yol açarlar. Bütün değişik tepkilerin/belirtilerin altında yatan temel ortak özellik, travma öncesinde sahip olunan ve kendimizi, diğer insanları ve dünyayı algılama/anlamlandırma faaliyetlerimizde bilinçli ve bilinçdışı olarak kullandığımız bilişsel/duygusal donanımımızın yeni durumu kavrama konusunda aşırı zorlanması veya iflas etmesidir. Bu anlamda travmatik olay “inanılmaz” ve “kabul edilemez”dir, çünkü insanı eski algılama/anlamlandırma şemalarında (schema) radikal bir değişiklik yapmaya davet eder, süreklilik duygusunun getirdiği rahatlığı tehdit eder ve bu yüzden de ürkütücüdür.

Travmatik olay mecburen (olumlu ya da olumsuz yönde) değişimi dayatır. Artık eskisi gibi gidilemez. Önceden var olan ya da var olduğu sanılan bir denge durumunun travma sonucu çözülmesi karşısında bir çok durumda “inkâr” pozisyonu alınır. İnkâr edilen beter bir durumun olmuş olmasından ziyade bu beter durumun kişide ya da grupta yarattığı tahribat ve yenilgi hissidir. Bu durumda eski dengeye tutunulmaya çalışılır ve benzer olaylara yeniden marûz kalınması (en azından bilinç-dışı olarak) arzulanır, bu yönde hareket edilir ve bu seferki karşılaşmadan farklı bir sonuçla (yenilgi yerine galibiyetle) ayrılınacağı hayal edilir. Böyle olursa, orijinal travma da “olmamış” kabul edilebilecek, kontrol ve özgüven duyguları yeniden tesis edilebilecektir. Dün ve bugün arasındaki ayrım neredeyse silinmiştir. “İnkâr” pozisyonu diğer pozisyonlara göre gerçeklikle bağı en zayıf pozisyondur ve kendini idame ettirebilmesi etrafı kalın ve yüksek duvarlarla çevrili kendine has bir dünya yaratabilmesi sayesinde mümkündür. Travmaya inkâr ederek de olsa sabitlenmiş (fixation) bir travma mağduru kendisi ve başkaları için yeni travmalar yaratır.

Travmanın dayattığı değişim talebini karşılama(ma)ya çalışmanın, “inkâr” dışında, daha önce değinilen “sakıngan/sinik” ve “felçli” yolları da mevcuttur. Bu iki pozisyon da “inkârcı” pozisyona göre belli bir gelişmişliği gösterseler de travmanın aşılması konusunda yeterince ileri gidememektedirler.

“Sakıngan/sinik” pozisyon “inkârcı” pozisyonun neredeyse ayna aksidir ve “elini taşın altına koyup sorumluluk almak” konusunda belli bir duvarı aşmayı reddeder. Bu pozisyonda travmanın etkisi “risk alamamak” ve her şeye rağmen kendini korumaya çalışmak şeklinde tezahür etmiştir. Solda yenilenmeye en açık pozisyon olmasına rağmen, risk alamaması ve dışa karşı küçümseyici tavrı nedeniyle siyasî etkisi ve katılımı oldukça sınırlı kalmaktadır. Öte yandan belki de en kalabalık grup “felç” pozisyonu etrafında toplanmıştır. Bu pozisyonda, örgütlülük ve siyasî mücadele önemlidir, hep bir şeyler yapmaya çalışılır, ama travmayla gereği gibi yüzleşemeyen bu pozisyon eskinin dayanılmaz ağırlığı ve yeninin bilinmezlikten beslenen ürküntüsü arasında sıkışıp kalarak ne eski ne de yeni bir tarzda tutarlı bir faaliyet üretebilmektedir. Eski ve yeni birbirlerini iğdiş ederek birlikte var olmaya devam etmektedirler.

YÜZLEŞE(ME)ME

Türkiye’de sol, bir yenileşme perspektifine sahip olacaksa, başka bir sürü şeyin yanında halet-i ruhiyesine dair bir merak geliştirmek ve yakın geçmişiyle olabildiğince samimi bir şekilde yüzleşmek durumundadır. Tarihle yüzleşme konusunda Türkiye toplumunun ve yaygın politik kültürün oldukça elverişsiz bir çerçeve sundukları aşikârdır. Türkiye, tarihiyle yüzleşmekten hep kaçınmış ve pislikleri/sorunları hep halı altına süpürmekten medet ummuştur. Bu ülkenin solu öncelikle bu “halı altına süpürme geleneği”nin kendisini de ne kadar etkisi altına aldığının farkına varmak zorundadır. Bu başarılabilirse, solun Türkiye’ye katkısı tarihle yüzleşmede bir örnek oluşturmak anlamında dar kapsamlı politik mücadelenin getirilerinden çok daha fazla olabilecektir.

Yüzleşilecek, kurcalanacak, eleştirel bir şekilde aşılmaya çalışılacak olan solun kendisiyle ve toplumla kurduğu (ya da kuramadığı) ilişki ve bu ilişkinin (ya da ilişkisizliğin) travmatik geçmişle ve daha da ileri giderek eski siyaset etme tarzlarıyla nasıl bağlantılı olduğudur. Sol, bunca marjinalleştikten ve dibe vurduktan sonra eğer nesli tükenen bir tür olmak istemiyorsa kendisine, topluma ve toplumun kendisine nasıl baktığına yeni bir gözle bakmak ve bunları yeni bir kulakla dinlemek zorundadır. Bu yüzleşme sürecinin bazı önemli boyutları (bir taslak olarak) şu şekilde sıralanabilir:

1. Öncelikle solun durumunun ne kadar vahim olduğunun ve bu durumu değiştirmek için mutlaka bir şeyler yapılması gerektiğinin farkına varılması için “sokaktaki vatandaşla” sol hakkında ne düşündüğüne dair ayrıntılı sohbet[8] edilmelidir. Bu sohbet bir şey anlatmak/öğretmek için değil, toplumun tahayyülündeki solu anlamak için yapılacaktır. Sol çok iyi bir dinleyici ve öğrenci olmayı öğrenmek zorundadır. Sol/solcular, insanlar için ne ifade etmektedir, insanların imgeleminde yerleri nedir? Kurtarıcı/kahraman, öğretmen, mağdur, fail, seyirci, dost, etkisiz eleman, vb?

2. Sokaktaki vatandaşla sohbet edilirken, eşzamanlı olarak sol kendi içine dönüp bakmalı, ciddi bir iç-konuşma (bireysel ve kollektif) başlatmalı ve solcu olmaya dair kendilik imgesinin (self-image) ve neden solcu olduğunun/kaldığının peşine düşmelidir. Kurtarıcı/kahraman, öğretmen, mağdur, fail, seyirci, dost, vb?

3. Ek olarak solun toplumu zihinsel olarak nasıl kurguladığının açığa çıkartılması gerekmektedir. Ayrı ayrı ama etkileşim içinde hem bireysel hem de kolektif düzeylerde yürümesi gereken bu ilk üç faaliyet sonucunda solun kendisine, topluma ve toplumun kendisini nasıl gördüğüne dair belli bir fikri olabilecek ve bu üç imge düzeyi arasındaki muhtemelen devasa çelişkiler konusunda kafa yormaya başlayabilecektir. Bu faaliyetin faydalı olabilmesi için olmazsa olmaz bir koşul da imgelere dair içgörünün yalnızca bilişsel (cognitive) düzeyde bir tür akademik bilgi olarak kalmayıp duygulanımı kapsayacak denli derinlikli olmasıdır. O anlamda bire bir insan ilişkisi (dinlemeye/anlamaya açık ve empatik bir insan ilişkisi) çok önemlidir. Sol iddiasını, eski tarzda olduğu gibi bir “kurtarıcı/öğretmen” edasıyla büyüklenmeci bir tutumdan değil, “mütevazı dost” bir konumdan kurmanın yollarını bulabilmelidir.

4. Sol ayrıca 12 Eylül travmasıyla yüzleşmek durumundadır. Bu kadar derin bir travma sonrasında sol cenahtan bu konuda bu kadar cılız sayıda ve derinlikte film, roman ve anı kitabı üretilmiş olması başlı başına hâlâ yüzleşilemediğinin bir kanıtıdır. Kaybedilen insanlar, yıllar, sağlıklar, siyasî örgütler, devrim beklentileri ancak ayrıntılı olarak üzerlerine konuşulursa, paylaşılırsa, üzülmeye izin verilirse, kayıpların acısı hissedilirse ve bu sayede yas tamamlanabilirse, bugünü rehin almayı bırakabilirler. Sol, genel olarak şimdiye kadar siyasî retorik dışında örneğin ne işkence konusunda insani düzeyde açık ve samimi bir iç- ya da dış-sohbet geliştirebilmiş ne de 1980-öncesinin kapsamlı ve yine samimi bir eleştirisini yapabilmiştir. 12 Eylül travmasıyla başedebilmek için nasıl ve niçin bir pozisyon alındığı ve bunun ne anlama geldiği kurcalanmalıdır.

5. 12 Eylül travmasıyla yüzleşme aynı zamanda geleneksel sosyalizmle de yüzleşmektir. 12 Eylül’ün solu neden bugüne kadar toparlanamayacak kadar çarpmış olduğunu yalnızca baskı rejimiyle açıklamaya çalışmak yine meseleleri “halı altına süpürmeye” benzer.

6. Bütün bunlar yine bağlantılı olarak soldaki liderlik kültüyle, muhafazakârlıkla, dar cemaatçi anlayışlarla, şiddet kullanımıyla, eski tarz-ı siyasetle ve bunun günümüzdeki kalıntılarıyla yüzleşmeyi gerektirir. Ayrıca cesaretle yüzleşilmesi gereken başka bir konu da solun içinde biraraya gelmesi mümkün olmayan parçalar olduğu ve olmayacak “birlik” fantezileri yerine ayrım çizgilerinin çok daha netleştirilmesi gerektiği ve solun bir süre kendini daha iyi tanıyana kadar muhtemelen daha da bölünebileceği ihtimalidir.

7. Acil siyasî işler her zaman vardır ve olacaktır. Solun bir süre acil işlere bakarken bir yandan da kendine bayağı bir zaman ayırması gerekecektir. Kimileri solun problemlerinin çözümü için bir tür “meşgûliyet tedavisi” babından “daha çok mücadele, daha çok koşturma” önermektedirler. Sol bu haliyle devam ettiği sürece hiçbir koşturma hızı derdine derman olmayacaktır, çünkü solun önce derdinin ne olduğunu derinlemesine anlamaya ihtiyacı vardır. Bunu yapmadan girişilen her koşturma faaliyeti hüsranla sonuçlanmakta ve bir sürü insan küserek evlerine çekilmektedir. Birkaç yıllık bir süreyi sol daha çok kendisini ve toplumu (ve toplumdaki yansısını) daha iyi tanımak/anlamak için bir öğrenci gibi geçirmeyi göze alabilmelidir.

8. Bu dönemin acil gündem maddelerinin başında solun kendi arasında ve toplumla ilişkisinde yeni bir iletişim tarzı kurması gerekliliği gelmektedir. Bunu daha etraflı başka bir yazıda inceleyelim, ama burada bu yeni iletişim tarzının temel olarak iki eksene dayanması gerektiğini belirtelim: a) Empatik dış-diyalog: Öteki’nin (diğer insanlar, toplum) beriki (sol) için genel olarak ne düşündüğü/hissettiği ve berikinin sözlerini/davranışları hangi süzgeçlerden geçirerek algıladığına/anlamlandırdığına dair yüksek bir hassasiyet ve dolayısıyla berikinin söz ve davranışlarının Öteki’nin hali sürekli göz önünde bulundurularak kurulması; ve b) İç diyalog: Bir dış-diyalog sürerken bu diyaloga katılış hallerimizin duygusal arkaplanına dair bir merak ve kendi içimizle sürekli temas halinde olabilme durumu. Sol böyle bir iletişimi becerdiğinde kendi dışıyla konuşurken çok daha akışkan (etkileşime -etkilemeye de etkilenmeye de birlikte yaratılmaya da- açık) bir dil ve üslûp tutturabilecektir.

Eski tarzların alışkanlığı/rahatlığı ve travmatik geçmişin çözülmemiş ağırlığı bir yandan, sürekli marjinalleşmenin dayattığı yenileşme ihtiyacı diğer yandan Türkiye solunu cendereye almışlardır. Türkiye solu görüldüğü kadarıyla uzatmalı bir geçiş dönemi yaşamaktadır. Bu dönemin ne kadar süreceği ve sağlıklı bir sonuca bağlanıp bağlanamayacağı solcuların kendileriyle halleşmedeki performanslarına bağlı olacaktır. Solcuların bu merakı ve cesareti gösterip gösteremeyecekleri, ne kadarının gösterebileceği ve de gösterenlerin sol içinde hegemonik bir konum tutarak “yeni bir sol” olarak arz-ı endam edip edemeyeceği ise şimdilik meçhûldür.

[1] Bundan sonra yazıda geçen “sol” tabiri yalnızca “sosyalist solu” işaret etmektedir. “Sosyal demokratlar” ve solun neresine ne kadar konacağı ayrıca uzun uzun tartışılması gereken ve çok özel koşulları olan “Kürt hareketi” bu yazının kapsamı dışında kalmaktadır.

[2] Bu çelişkili kombinasyonlar konusunda aklıma ilk gelen örnek, daha önce başkalarının da yazmış olduğu gibi, İHD’de bir zamanlar yaşanan idam tartışmaları. İHD bir “insan hakları” örgütü olarak her türlü idam cezasına karşı çıkıyordu (daha doğrusu karşı çıkmak istiyordu) ama bazı İHD üyeleri bu ilkenin “haklı/meşru devrimci şiddet” karşısında bir anlamı olamayacağını düşünüyorlardı. Yani “idam kötüdür, biz etmedikçe.” Diğer bir örnek daha güncel ve “solun yenilenmesi mi yenidenleşmesi mi” tartışmaları bağlamında sürüyor. Solun yenilenmesini ve silkinmesini savunan geniş bir kesim bunu çoğunlukla bir cennet döneme (genellikle ’70’lerin ikinci yarısı) gönderme yaparak ve örneklerini o dönemden seçerek yapıyorlar. Sonuçta nasıl bir yenilenmeden bahsettikleri belli olmuyor.

[3] Burada yapılan değerlendirmeler bir “genelleme” düzeyinde ortaya konmanın sınırlılıklarına sahip. Bu değerlendirmelerin, sol camianın heterojenliği dikkate alınırsa, her solcu birey ve grup için aynı biçimde ve düzeyde geçerli olduğu iddia edilemez. Buna rağmen, burada ileri sürülen değerlendirmelerin en azından bir kısmında Türkiye solunun bütün parçaları için şu ya da bu düzeyde geçerli bazı analizler olduğunu düşünüyorum (kendimi ve Birikim’i dışarıda bırakmadan).

[4] Hicap verici bir şekilde bu durumun koşullar uygun olduğunda şiddetli kavgalara dahi ulaşabildiğini gördük.

[5] Gündelik dilde genellikle negatif anlamlar atfederek kullanılan “fantezi” kavramını psikanalitik bir çerçevede olumlu ya da olumsuz bir anlam atfetmeden kullanıyorum. Birikim’de çıkan daha önceki bir yazımda da bu kavramı kullanmış ve şöyle açıklamıştım: [“Düzenleyici/kurucu ilke” (organizing principle) kavramını Öznelliklerarası Psikanalizin kurucularından Atwood ve Storolow’dan (1984, Structures of Subjectivity, Hillsdale, NJ) uyarlıyorum. Bu ilkeler merkezî fantezi konumundaki ruhsal süreçler ve yapılardır. Kişiliğe asıl rengini verirler ve kişinin yaşadıklarını öznel olarak algılayıp anlamlandırmasını sağlarlar.] M. Paker (2001) “Paranoyanın Zaferi”, Birikim, 142-143, s. 27-37; bkz dipnot 17.

[6] Belli sol gruplar veya bireylerin bu üç pozisyondan birini daha ağırlıklı olarak temsil ettikleri ileri sürülebilirse de, bu yazının çerçevesinde bu pozisyonlarla sol gruplar/bireyler arasında bire bir tekabüliyet ve sabitlik aramak yerine, bunları genel ve dinamik ruh halleri olarak değerlendirmek ve her bireyin/grubun duruma ve zamana göre değişik pozisyonlar arasında gidip gelebileceğini teslim etmek daha makuldür.

[7] Travmatik geçmişten görece az etkilenmiş ya da zamanında etkilense bile onu sindirerek/eleştirerek aşmış bir dolu solcunun varlığı sol camianın genelinde (ve de özellikle gruplar/örgütler düzeyinde) böyle bir problem olmadığını göstermez. Böyle solcuların varlığı bugün hâlâ tamamen umutsuz olmamamızın da nedenidir. Bu noktada, sosyal bilimler alanında şu anki 25-30 yaş kuşağının özellikle umut verici olduğunu da kaydedelim.

[8] “Sohbet” derken daha genel anlamda bir ilişkiye girme durumundan bahsediyorum. Bu karşılıklı konuşma şeklinde olabileceği gibi, ortak iş yapma, insanların yaptığı işlere, gündelik hayatlarına bir yerlerinden katılma şeklinde de olabilir. Temel ölçüt, bu ilişkinin “öğretme” değil “dinleme ve öğrenme” eksenli olması.