Yeni Bin Yılın Başında Sol Üzerine Düşünmek...

Kavramlarla düşünce arasındaki ilişki çoğu zaman sorunlu olmuştur. Kavramlar olmadan, yani soyutlama yapmadan düşünmek neredeyse imkânsızdır, ama kavramları tarihsel gelişimleri içinde dondurmak, genellemek de o denli imkânsız bir hâl alabilir. Kavramlar zaman ve mekân içinde değiştikleri gibi, dildeki karşılıkları, içerdikleri anlam da kişiden kişiye faklılaşabilir. Yine de soyutlamaktan, soyutlarken belirgin bir anlama gönderme yapıyor olmaktan, bu anlamın başkalarınca da aynen anlaşılmasını istemekten kaçınamayız. Ama bu çabanın nerede odaklanacağı, kavramın anlamla örtüştüğü yerin kavramın doğuş aşaması mı, yoksa olgunlaştığı herhangi bir evre mi olduğu sorusuna verilecek cevap, ister istemez öznellikten kurtulamayacaktır. Bu yazı denemesi de benzer bir “hastalık”tan muzdarip olduğunu bilerek kaleme alınmıştır; çünkü kavramlar içerikleriyle anlam buluyorsa eğer, politik düşünce ve eylem dünyasında yüzyıllardır var olmuş, yoğun ve hareketli bir tarihle bugüne ulaşmış “sol” gibi bir kavramın anlam ya da anlamlarıyla rahatlıkla örtüşmediği, doğuşundan itibaren tartışmalı, farklı, hattâ birbirine zıt yönlere işaret ettiği, zaman içinde anlamsal değişimlere uğradığı da bir gerçektir. Yine de, kendi içinde dönüşürken, birbirine rakip ya da düşman düşünce ve eylem çizgilerinin gönderme yaptığı bir kavram olmayı hep sürdürmüş olan “sol” üzerine bu düşünme denemesi, kendince bir anlam bulma çabasının da ürünüdür.


İçinde bulunduğumuz 2000’li yıllara gelirken, uzun ve karmaşık bir tarihin içinden süzülüp bugüne kimi zaman bir hayalet, kimi zaman olgusal, somut bir güç olarak taşınmış, ama yarın alacağı biçim yine de bilinmeyen “sol” düşünce ve hareketler; (unutulmayan ya da safra olarak) bellekte ağırlık oluşturanlar, bugünlere gelecek gücü bulamayıp bir yerlerde takılıp kalmış olanlar, unutulanlar, unutturulanlar... derken, karmakarışık ve tarifi güç, amorf bir tablo halinde çıkıyor. Tarife ve tasnife yarayacak bir mihenk taşı bulma görevi ise belleğe düşüyor. İlmekleri nereye atacağına, neleri es geçip nelere vurgu yapacağına bellek karar verecektir; çünkü “sol”da olmanın yalnızca bir yön ifadesi olmadığı, bir yerin ya da bir şeyin solunda olmanın sonsuza dek çoğaltılabilecek bir sınırsızlığı ifade ettiği düşünülürse, anlam üzerinde durmak, onca olgunun ve görüntünün -hattâ gürültünün- ötesinde ya da berisinde kalmış olası anlamları arayarak, bir duruş ve tavır olarak solu tarif edebilmek büyük ölçüde tarihsel bir bakışı gerektiriyor.

“Sol” lafıyla birlikte yığınla çağrışımın, imgenin, düşün ya da kâbusun akla geldiği; kavramın arka planını ve içeriğini doldurmaya çalıştığı bir gerçek çünkü. Tarihe dönelim: 18. yüzyılda, Fransız İhtilali’nde meclisin sol taraftaki sıralarında oturanlar mıydı “sol”? 19. yüzyıldaki Marx ya da Bakunin miydi? 20. yüzyıla doğru evrilen Rusya’da Narodnikler, Menşevikler, yoksa Bolşevikler miydi? 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Bolşevik parti iktidarına isyan etmiş Kronştad bahriyelileri, Makhnoviçna’nın devrimci Ukrayna köylüleri miydi, yoksa bu özgürlük arayışlarını boğmuş Troçki miydi “sol”? 20. yüzyılın ikinci çeyreğinin İspanya’sında işçi ve köylü komünlerini kurmuş İspanyol anarşistleri mi yoksa İspanyol komünistleri miydi? 20. yüzyılın ikinci yarısının başlarındaki Mao, Castro ya da Pol Pot Kamboçya’sı mıydı, yoksa Avrupa komünizmi mi? Ya da Che’nin kıtasal gerillası, Uruguay’daki Tupamaros şehir gerilla hareketi veya Federal Almanya’daki RAF mıydı “sol”? 20. yüzyılın sonlarına doğru Meksika’daki Zapatist hareket ya da küresellik-karşıtları mı... veya feminist hareket, gay hareketi, pasifist hareket midir “sol”?..[1] “Hangi Sol?” Tarih boyunca birbirleriyle kıyasıya mücadele etmiş, birbirine karşı zor kullanmış, katletmiş, ezmiş, ezilmiş, iktidar olmuş, iktidar olamamış, olmak istememiş, resmî tarihi yazmış, mağlup bir tarihin sayfalarında unutturulmuş... ama hâlâ yaşayan, yaşaması arzulanan “sol”... Hangisi, hepsi ya da hiçbiri mi? Bugünden geriye dönüp herhangi birini aklamak ya da diğerini suçlamak şimdi ve bu dünyada yaşayan bizler için pek anlamlı olmayacak elbette; dahası, bunca çelişik, birbirini dışlayan, ama “sol” sıfatından vazgeçmeyen düşünce, akım ve hareket arasında hakemlik yapmak da bizim harcımız olmayabilir; ama seçmek ya da reddetmek tavrıyla her zaman karşı karşıya kalabilir insan ve bugün şahsî bir yer ve yön bulabilmek için belleğe -akla ve duyguya- sarılmaktan başka çare kalmamış gibi görünüyor; belli belirsiz bağlarıyla, geleneği ya da geleneksizliğiyle yarına taşınabilecek bir “sol” olmalı bir yerlerde...[2]

Bulunduğumuz noktayı abartmaya da gerek yok elbette. Tarihte böylesi karar anları hep olmuştur, olabilir. Bin yedi yüzlerin ya da bin sekiz yüzlerin herhangi bir yılında dünyanın herhangi bir yerinde de “sol” adına böylesi kararlar verme durumuyla karşı karşıya kalmıştır insanlar. Ama onları karar anına getiren tarih yükü bizimkiyle kıyaslanamaz kuşkusuz. Bugün bize bir yük ve/veya şans olarak gelen şey, belleğin ağırlığıdır (unutulmayanın ya da safranın yükü, unutulanın unutuluştan kurtulma yönündeki baskısı...). Tarihin, yüzyılların biriktirdiği bunca olguyu, toplumların ve bireysel yaşamların bunca trajik halini biliyoruz artık; ya da, 2000’li yılların başında hâlâ yaşayanlar olarak en azından “çok şey biliyoruz”, çok deneyimli, çok gerçekçi, çok ümitsiz, çok çaresiz, ama bir ihtimal de hâlâ çok inatçı, hâlâ çok hayalci, deneyci, sezgici olabiliriz, “daha iyi yenilme” potansiyelimiz daha yüksek olabilir... 

Belleğin yükü, geçmişin yüküdür. Hayallerin ve kâbusların, coşkunun ve cinayetin iç içe geçtiği bir geçmiş olmasaydı bu, yani bu 2000’li yılların başında yaşamıyor olsaydık, belki yalnızca bugüne bakarak düşünmeye çabalamak yeterli olurdu, belki de birbirini bu denli dışlamamış bir sol söylem içinde yeni ütopyaların yolu çoktan açılmış olurdu. Ama durum böyle değil... Geriye bakmadan ileriye gidilemeyeceği de hep söylenegelen bir şey; ve tarih, belki de en çok o meçhul gelecek adına didiklenmiştir. Ama gelecek (“gelecek uzun sürer” derken Althusser, bir anı mı yoksa bir yüzyılı mı kastetmiş olmalı?),[3] her an gelir, hep gelir, gelmiş olandır zaten. Bu nedenle, belleğin yükü, şimdiyi ve geleceği de kapsayan bir yüktür...

Tarihe bakış, tarihin içinde tarihi yaşayan, geçmişi-bugünü-geleceği kendi somut anında yaşayan kişi ya da grubun bakışı, “bir başka tarih”i her zaman için mümkün kıldığına göre; tarih, karışık, gizlenmiş parçaların, ortaya çıkan, çıkarılan her bir parçanın baştan belli bir bütünü tamamladığı bir yapboz mudur; yoksa bir çiçekdürbünü gibi her bileşim sonsuzca farklılaşan bütünlükler mi oluşturmaktadır durmadan? Dahası, bellek; kurgu, tasarım ve aktarımlarıyla tarihle oynarken, ister istemez politik ya da toplumsal kalan bir alanda geleceği ne ölçüde belirleyebilir ki? “Sol”a getirelim lafı yeniden: Güç, kuvvet, istenç, baskı, kurum, iktidar, kitle gibi daha “hayatî” olguların yanında, belleğin kendini ifade edişi olarak hayalin, sözün ve yazının değeri ya da bireysellik yine ve hâlâ bir anlam taşımayacaksa; “sol” reel alanın içinde, o alanın araç ve imkânlarıyla kendini var kılmaya çabalayacaksa; güçlüler arasında güçlü olmaksa “sol”un derdi, o zaman, “ben bu oyunu oynamıyorum!” deyip çekilmek kalacak yine bireye; tarihte görülebileceği gibi... kurumlar ve kitleler karşısında hep olduğu gibi...[4] Ya da, belki, bir ihtimal, reel alanı tümden reddetmenin, reel alanın amaç ve araçlarını yok etmenin, güçlüler arasında güçlü olmaktansa, gücü ortadan kaldırmayı denemenin, kurumsallığı ve kitleselliği parçalayıp insan tekine yüzünü dönmenin, o yüzdeki anlamı, dolaysız ve araçsız ilişkideki anlamı yeniden yakalamanın peşine düşebilir sol. İktidar peşinde koşarak geçirdiği bunca yılın ve deneyimin ardından, bunca devasa kurum ve kitleselliğin ardından, bunca yalanın ve manipülasyonun ardından; verili sınırlar içinde kalıp o sınırların sunduklarıyla yetinerek, o sunulanları “başka amaçlar” için kullanabileceğine inanmanın ve inandırmanın yıpratıcılığının ardından... belki bunları yapabilir. Belki...

İyimserliğin yeri ve zamanı değil, ama (tırnak işaretsiz bir sol adına!) bir tarif bulmak gerekecekse “sol”a, belleğin attığı ilmekler “özgürlük ve eşitlik” gibi bildik, sade iki kavramda odaklaşıyor ister istemez. İnsan kaçınılmaz olarak birlikte yaşayan bir varlıksa eğer, böylesi bir ortaklık içinde bireyin, her bir kişinin mutluluğu değil midir bir toplum kurgusunda öne çıkacak şey? Mutluluk, ancak topluluk içindeki bireyin özgür ve diğerlerinin eşiti olmasıyla tarif edilebilirse, o halde, tek tek her bir bireyin ve dolayısıyla herkesin özgürlüğünü ve eşitliğini istemekten başka ne olabilir solun tarifi? Ve her şey paranteze alınıp, tüm denklemlerdeki bilinmeyenler bu iki kavram ışında değerlendirildiğinde elenecek her şeyin -özgürlük ve eşitlikle yan yana yaşayamayacak iktidar, kurum, kitlesellik gibi olguların- baştan dışlanmasını kabullenmekten başka ne olabilir solun tarifi?[5] Bu tarifle birlikte, pek güçsüz kalınmış olunabilir; ayaklar yerden kesilmiş, zeminsiz kalınmış olunabilir; ama muhtemeldir ki asıl o zaman her şeyi yeniden kurmak, bir negativitenin içinden evreni, hayatı ve insanı yeni baştan tahayyül etmek, atılacak her adımı özgürlüğün ve eşitliğin mihenk taşına vurarak sınamak ve böylece adına yakışır bir sol olarak verili dünyayı değiştirmek, başka bir tarih serüvenine yol almak mümkün olacaktır.

Sol kavramını tırnak işaretsiz yazmak adına şimdiden fazlasıyla tarif ve tasnif yapmış oldu bile bellek, ayıklananlar ayıklandı, elenenler elendi; ama çare yok, tersi bir durum, bizler için pek heyecan verici olmayan bir geçmiş versiyonu, tarih için ise fazlasıyla kayda değer görülmeyecek bir tekrarlar silsilesi olarak kayıttan düşülecektir muhtemelen...


Tekrar ve daha “içeriden” düşünelim. 20. yüzyıl başında sol hareket, ağırlıklı olarak Paris Komünü yenilgisinin, işçi ayaklanmalarının izini taşıyan; anarko-sendikal hareketten reformizme, çeşitli parti deneyimlerinden devrimci şiddete uzanan farklı araçlarla yine farklı ütopyaları hedefleyen; yığınsal (aynı zamanda da kadroları, teorisyenleri olan), sınanmamış bir ümitti. “Başka bir dünya” imkânı, (farklı ve çelişik) sol adına “küresel” olarak mevuttu.

2000’i yıllarda yol alırken, sınanmışlık olgusu ve duygusu baskın (sınanmış olanın ne ölçüde solu temsil ettiği; pratikte yaşananların teorilerle ilişkisi... elbette tartışmalı); imkân olarak değil fiilen “küresel” olan kapitalizm, sağcı ideoloji, artık bir düşünce ve hayat tarzı olarak egemen, yaygın ve tek; sol, eylem tarzlarıyla ve hedefleriyle daha minimal alanlardan ve kimliklerden yola çıkmanın, bu “küresellik”e karşı durmanın, onu sekteye uğratmanın imkânlarını arıyor, bugünün fazlasıyla içinde (ama gündelik yaşamı da dönüştüremiyor; bugüne boğulmuş yalnızca, daha az zarar görme, ayakta kalabilme derdinde), ütopyasız neredeyse...

20. yüzyıl başındaki sol ile 2000’lerin başındaki sol arasındaki bunca farklılık, kimi açılardan olumlu görülebilir (totaliter, merkeziyetçi, tekçi özelliklerinden büyük ölçüde sıyrılmak zorunda kalmış, ademimerkeziyetçileşmiş, bireyi, bireysel -cinsel, etnik, kültürel...- kimliği ıskalamamaya çalışan bir sola vurgu yapılıyor olması “özgürlük ve eşitlik” adına sevindiricidir). Ama önem taşıyan ve genellikle de es geçilen nokta, tüm bu evrimin, büyük oranda sol adına işlenmiş cinayet ve ihanetlerin ve de “sol-olmayan”ların (yani “burjuvazi”nin, “emperyalistler”in...) çizdiği sınırlar çerçevesinde, onların koyduğu kısıtlamalarla yaşanmış olmasıdır.

20. yüzyılın başıyla sonu arasında, iktidar olmuş, resmî tarihi yazmış bir tür solun yükselişine ve düşüşüne tanık olundu; “dünyanın üçte biri sosyalist oldu, ulusal kurtuluş hareketleri yükseliyor” denen bir dönem yaşandı. Esas olarak Marksist solun (ve daha da daraltılmış yorumlarının) sınandığı bu dönemde, gücün ve iktidarın silahlarını kullanmaya imkân bulduğu her yerde, öncelikle, üzerinde temellendiğini ileri sürebileceği ilkeleri -özgürlük ve eşitlik- çiğneyen bu sol, “reel” alanı ele geçirmiş ama “sol” özelliklerini de iyice yitirmişti.

’80’li yıllarda dünyanın o “üçte biri” ve “ulusal kurtuluş hareketleri” çöküşe geçerken, (“artık” ya da “baştan beri” ilişkisiz olduğu) genel anlamda sol argümanlar da ciddi bir çöküş yaşadı (anarşist ya da muhalif sol, bu iktidar olmuş sol tarafından zaten ezilmiş, yok sayılmış ve saydırılmıştı). Gücünü ve iktidarını giderek pekiştiren, karmaşıklaştıran uluslararası burjuvazi ise, hem ideolojik, kültürel hegemonyasını dünya çapında rahatlıkla kurdu, hem de solun hareket alanını belirler hale geldi. Sol söylem enternasyonalizmden ulus-devlet sınırlarına, ulus-devletlerden alt-kimliklere, cemaat yapılarına daralan bir alanda tutunmaya çalışırken, 20. yüzyıl başındaki dünya devrimi taleplerinden liberal demokrasi taleplerine doğru hızlı düşüş, bir dönem “dünyayı değiştirme” arzusu duymuş olmaktan neredeyse utanç duyma sonucu yalın bir kimliği savunma çabası, muhtemel bir “başka dünya” ütopyasını da fiilen söndürmüş oldu. Bu ortam, diğer bir yanıyla da, iktidar olmuş, resmî solun ezdiği, yok saydığı farklı sol düşüncelerin kendini ifade edebilmesine zemin hazırladı. Sınanmışlığın bolca sunduğu “ne yapmamalı” örnekleri karşısında, kâh evvelden beri “başka bir sol”a işaret etmiş olanlar, kâh yeni ortaya çıkan muhalefet alanlarının yeni temsilcisi sıfatını taşıyan sol düşünce ve akımlar seslerini duyurabildi, hattâ yeni muhalefet biçimlerinin taşıyıcısı olabildi. Bu yanıyla bakıldığında, iktidar olmuş, resmî solun çöküşünün hayırlı olduğu, başka bir yönelimin önünün açıldığı, önü açılan bu yönelimin solun ilkeselliğine -“özgürlük ve eşitlik”- daha yakın durduğu söylenebilir. Ama bunun sol adına bütünsel bir evrim olmadığını, bastırılmış olanın ancak ortaya çıkabildiğini, diğer yandan ise burjuvazinin iyice daraltığı sınırlar içinde bir varlık mücadelesine mecbur kaldığını da görmek gerekir. Yine ’80’li yıllarda ağır basan postmodern söylemin “büyük anlatıların sonu”, “yapısöküm” gibi kavramlarla parçaladığı, çözdüğü tek şeyin aslında “muhalif söylem” olduğu; sınanmış olanın kötü örneği karşısında, bütün olarak hayatı kavrayacak ütopya ya da tasarılardan uzak durulduğu; burjuva iktidar söyleminin ve pratiğinin ise kendine neo-liberal ideolojiden küreselleşmeye uzanan güçlü, yekpâre bir alan kurabildiği unutulmamalı.


İşte bu noktada bellek ve tarih yeni bir buluşmanın eşiğine ister istemez getirip bırakmakta solu: 20. yüzyıl başında partiye, öncüye yüklenen işlevden “organik entelektüel”e, bundan da “spesifik entellektüel”e; merkezî iktidarın ele geçirilmesinden tekil alanların bilgisine, tekil alanlardaki muhalefet hareketlerine geçilmiş olması sol adına önemli bir adım olarak görülse de; her yerde hazır ve nâzır hale gelmiş, giderek karmaşıklaşmış iktidarın makro ve mikro yapıları karşısında, tekil alanlarımızda ve tekil hayatlarımızda gerçekleştirmeyi hayal ettiğimiz en ufak değişikliklerin bile başka iktidar ağlarına, ilmeklere (gündelik yaşam denen o devasa çarka; tüm sistemlerin dayanağına) takıldığı gerçeği ortadayken, yeni büyük anlatılar tasarlamanın; ama hazır tekilin ve bireyin bilgisiyle bunca haşır neşir olmuşken de bunu es geçmemenin, solun tarihine ve evrimine damgasını vurmuş cinayet ve ihanetlerin, sınırlanmışlıkların dışına çıkabilmenin zamanı gelmiş olmalı artık. Sol, muhtemelen, yeni bir söylem üretmenin eşiğinde durmakta.


En anlamlı deneyimleri, toplumsal tasarımlarını yaşanan anın içinde kurduğu komün, sovyet, özyönetim deneyimleri olan;[6] kimi silâhlı mücadele, gerilla pratiklerinde sistem-dışılığı yaşayabilmiş;[7] hareketin ihtiyaçlarına cevap bulmak için doğan örgüt biçimlerini kurumlaştırmadan dağıtmayı bilmiş;[8] en anlamlı karşı çıkışları bireysel karşı çıkışlar olan bir sol, es geçmemesi gereken, es geçemeyeceği bilgiler toplamıyla bir eşikte.

İktidar olmayı hedeflemekten, iktidarı araç olarak kullanmaktan, dolayısıyla devletin ve politik alanın amaç ve araçlarından yararlanmanın, kurumsal şiddetin gücünden... kaçınmak;

Bireyi gözardı eden, giderek ezen, iktidarın, kurumun ve yığının gücüne tapan, tümleştirici ve tektipleştirici (tümlüğe ve tektipliğe uymayanı dışlayan) anlayışlardan; toplum ya da yığın adına (ya da bunları temsil eden kurumlar adına) bireyi yok saymaktan uzak durmak;

Merkezileştirici uygulamaları, ekonomiye ve politikaya ağırlık veren anlayışları (ve tüm bunların yan anlamlarından, içerimlerinden ve sonuçlarından...) reddetmek...[9]

Bu bilgiler toplamıyla ve tekil alanların sorun ve muhalefet imkânlarıyla zenginleşmiş bir sol, yeni bir dünya ve toplum tasarımından vazgeçmemeli. Ama böylesi bir tasarımın en iyi ihtimalle bile içerdiği totaliter, baskıcı niteliği görmüş, yaşamış bu solun, toplumu, toplumsal kurum ve iktidarları, bireyin özgürlüğü ve eşitliği ışığında yeniden değerlendirmesi gerekir. Bu belki bir tür “imkânsızın politikası”dır; belki de asla gerçekleşmeyecek bir hayaldir. Yine de her koşulda, toplum-birey karşıtlığında bireyden yana; politika-etik karşıtlığında etikten yana tavır alarak ilerlemeye çalışmaktan; ve toplum tasarımını bugünün içinde, kendi hayatlarımızın sınavından geçirerek düşünmekten başka çare yok gözükmektedir. Gündelik hayata boğulmaktan, kapitalist zihniyetin kurguladığı ve gerçekleştirdiği iktisadî ve politik aklı veri almaktan, bu alanlar içinde kalarak hayatı tasarlamaktan uzak durmak; özgürlük ve eşitlik savunusunu bir önyargı olarak, ahlâki bir tutum olarak refleks haline getirebilmek, öncelikle kendi yaşamlarımızla bu ahlâk çerçevesinde yüzleşebilmek sol adına herhangi bir politik tespitten daha fazla önem taşıyor olmalı.[10] Sonuçta insanın mutlu bir yaşam sürebilmesinin önündeki engellerin kalkması arzusu ise sol, insan tekini eksen almak durumundadır. Ve insan teki eksen alındığında, onun evren içindeki varlığı, toplumsal, bireysel ve tinsel varlığı serilir ortaya. Böylece karmaşık bir düşünsel çerçevenin içine yerleşmek durumunda kalır sol. Bir yandan, evrenin efendisi olduğuna inanarak, uygarlaşırken evreni ve ekolojik dengeyi tahrip eden, yarattığı simgelerle (başta dil ve yazı olmak üzere, dinden sanata tüm alanlarla) doğaya ve yaşama giderek yabancılaşan insanın evrenle, diğer canlılarla ve kendisiyle hiyerarşiden ve yabancılaşmadan uzak bir ilişki kurma imkânı (ekolojik, antropolojik bir bilgi); diğer yandan toplumsal olarak sınıfsal, etnik, cinsel, vs. köleliklerin, kurum, kitle ve (makro/mikro) iktidar baskılarının ötesinde bir hayat imkânı (sosyolojik, politik bilgi); ayrıca, insanın tinsel varlığını, özgürlüğünü ve yaratıcılığını, belirsiz ve müphem yanlarıyla deneyimleme ve sergileme imkânı (tinsel pratiklerin bilgisi); ve nihayet, bireyin bu dünyadaki zamansal varoluş ilişkilerini, nesne -“dünya”- ve yokluk karşısındaki gündelik, güncel ve somut konumunun ifade edilişi; “öteki”yle “yüz”leşme imkânı (fenomenolojik bilgi)... Ve tüm bunların berisinde, bütün bu projeleri tasarlayan, düşünen, eyleyen, bunları yaparken, bir ömre başka şeyler de sığdırmaya çalışan, büyüyen, olgunlaşan, yaşamını sürdüren, mutluluk ve haz arayan, acılar ve felaketler de yaşayan... “solcu” insan teki var. Tesadüfen başlayan yaşamı tesadüfen bitiveren; projelerin ve yaşamın herhangi bir anında. Her şeyin başladığı ve bittiği nokta. Döngü ve hiçlik...


Sol üzerine düşünmek ister istemez gerilim noktalarını ve çelişik yanları barındıran bir süreç. Dönüştürme isteği ile bu isteğin içerdiği şiddet potansiyeli; toplumsal projelerden kaçamamak ile bireyseli önemseme arzusu; mutlak özgürlük özleminin Robinsonvari imkânsızlığı ile toplumun ve yığının eziciliği, baskısı; evrensel adalet isteği, çığlığı, haykırışı... yoksullar için, ezilen, baskı gören, yok sayılan herkes ve her şey için her an hissedilen, çoğu zaman çaresizce bastırılan bir duygu... sol... Ne çare, 2000’li yıllarda kırklı yaşlarda olmak böyle ikircikli, tereddütlü olmayı ve kimi nirengi noktalarını pek öznelce belirlemiş olmayı, bunlardan vazgeçememeyi, bunların peşinde koşmayı da getiriyor beraberinde... Sol, öncelikle kendimiz için, tek ve biricik varlıklarımız, kardeş olduğumuz “öteki” içinse; yazan ve eyleyen varlıklarımız sonuçta aynı çamurun içinde debeneliyorsa... o çamuru kurutma derdi, “şimdi” ve “burada” hâlâ yaşıyor olduğumuza göre, lafın ve düşüncenin ötesinde, pek kardeşçe omuzlanabilir...

[1] Bellek kadar dil de taraflı kuşkusuz; seçerken ya da nitelerken ortaya çıkıyor her ikisinin de kaçınılmaz tarafgirliği. Ama çare yok! Hayat ve tarih, taraf tutmaya ve seçmeye zorlamıyor mu insanı? Yine de, unutkanlığa karşı durmak adına, dünya çapında yankı bulmuş bu ad ve hareketlerin yanında, bunların yerel versiyonlarını, yankısız kalanları da anımsayabilmeli bellek... Sol hareketin böyle kapsayıcı bir tarihi henüz yazılmadı.

[2] Kavramın iğdiş edilmişliği, solculuğun bir dönem edinildiğinde ömür boyu taşınabilir bir kimlik gibi görülebilmesinden de anlaşılıyor. Hayatın neresinde yer aldığına bakmaksızın “solcu” sıfatını rahatlıkla takıp dolanan insanlarla dolu ortalık.

[3] Louis Althusser’in bu uzun otobiyografik metni (Gelecek Uzun Sürer, Türkçesi İsmet Birkan, Can Yay., 1996), sol adına değerlendirmelerin de örneği sayılabilecek türde eserlerdendir. Sol düşünce ve felsefenin 20. yüzyıldaki önemli adlarından biri olan Althusser’in düşünce üretimi ile insan varlığını birlikte sergileme çabası, hem de yaşamının çöküş evresinde giriştiği bu muhasebe, deneyimi yaşayanın -“tarihsel şahsiyet” bile olsa- “insan varlığı” olmasına gönderme yapmasıyla önem taşır.

[4] Kitapların ya da yazının hayat üzerindeki etkisi nedir? Felsefe ya da politik düşünce yaşanan hayata dair ne söyleyebilir? “Etkileyen” ve “... üzerine bir şey söyleyen” hayattır aslında; ama o “hayat” da çoğu zaman beğenmediğimizdir, katlandığımızdır ve o zaman çevrim yeniden başlar, değiştirme isteğiyle söz söyler ve yazarız (eyleriz). Yazı, topluma dair, topyekün bir hal aldığında, bir ütopya ya da önermeler toplamı olduğunda, aynı’nın hâkimiyetidir arzulanan artık, farksızlaştırma ve tektipleştirme ancak bir şiddet deneyimi olarak yaşanır; ve böyle bir deneyimin kalıcılığı şiddet-boyun eğme ilişkisinin kaderine bağlıdır. Diğer yandan, toplum da insan gibi, “iyinin ve kötünün ötesinde” bir varlıktır, muğlaktır; ama devasalığı, kurumları ve kitlesiyle, her koşulda insan tekini ezer. İşte bu noktada sol bir toplum tahayyülünün toplum-olmayan bir toplumdan (mümkün müdür?) ya da bireyden yola çıkması ve kendini adım adım yeniden inşâ etmesi, tarihten çıkarılabilecek önemli derslerden biri olabilir.

[5] Özgürlük, toplumun o devasa kurumsallığı ve kitleselliği karşısında mümkün kılınmalı elbette: İktidarsız bir tasarım. Eşitlik, mülksüzlüğe vurgusu yoğun bir kavram; ama aynı zamanda, farklılıkların değer olarak eşitliğine, hiyerarşisizliğe de vurgu yapmalı... Kardeşliğe de yer var bu kavramlar arasında; kardeşler cemaati, topluluğu, sonuçta anarko-komünist bir topluluk (toplum mu peki?). Ama kardeşlik, “ortak hiçbir şeyleri olmayanların ortaklığı” olmalı; özgür ve eşit oldukları için, insan oldukları için, hep birlikte, yan yana, başka ama aynı, ölüme doğru yol aldıkları için... Yani, topluluk için bir tür kurallar toplamına gönderme yapıyorsak eğer, bunlar politik ya da iktisadî değil etik kurallardır. Etike ihtiyaç var ne yazık ki; “sevginin bilgeliği”ne (Levinas) kadar...

[6] Paris Komünü’nden 20. yüzyıl başındaki Rus, Alman, İtalyan Sovyet deneyimlerine; Anarşist İspanya pratiğinden Doğu Avrupa’daki karşı-iktidar teşebbüslerine, dünyanın değişik yerlerindeki işçi ve köylü özyönetim, kurtarılmış bölge, fabrika işgâli, vb. eylem tarzlarına uzanan tüm bu pratiklerin en önemli kazanımı asla iktisadî ya da politik değildir. Parti, örgüt gibi kurumlardan bağımsız, kimi zaman onlara rağmen yaşanan bu kendiliğinden deneyimler, gündelik hayatın akışını kesintiye uğratmalarıyla, başka türlü örgütlemeleriyle, katılımcılar arasında yarattıkları kardeşlik, kollektiflik duygusuyla, dayanışma ruhuyla önem taşır (örneğin, bu deneyimlerden daha sınırlı olan bir grev bile, bir ihtimal elde edilecek ücret artışıyla değil, grev sırasında “çalışmıyor” olmakla, dayanışma ve kollektiflik duygusuyla, gündelik rutinin “başka”lığıyla, şenlik ortamıyla tek tek katılımcıların belleğinde iz bırakır). Bu pratikler çoğu zaman trajik sonla noktalanmış olsa da, yaşayanların hayatında niteliksel bir dönüşüm yarattıkları açıktır (birçok devrim pratiğinin sıradan insanların hayatında hiçbir dönüşüm yaratmadığı gerçeği karşısında bu tür kendiliğinden ve büyük ölçüde de deneysel pratikler çok daha önemlidir). Ayrıca, yine gündelik hayatı dönüştürmeye yönelik kır ya da şehir komünleri, kollektif örgütlenmeleri ya da “özgür okul” türü alternatif kurum denemeleri de “başka hayat” ihtimalleri açısından önemlidir. 

[7] Örneğin 1970’li yıllarda Federal Almaya’daki RAF böyle bir pratiktir: “RAF militanlarının illegaliteyi metropollerdeki ‘tek kurtarılmış bölge’ olarak tanımlaması, bunun doğurduğu yeni maddi koşullar nedeniyle değil da –aksine yeraltında hayat şartları çok sıkıntı verici ve zordur- özgürlüğü mümkün kılan o kaybedilmiş kimliğin ancak ve ancak illegalite sayesinde yeniden kazanılabilmesindendir. [...] Şehir gerillası, kimi devrimci deneyimlerin çok kısa bir zaman dilimi için de olsa yaptığı gibi, özgürlüğü bir ütopyanın somutlaştırılmasını sağlayarak vermez; zihinsel, duygusal ve ruhsal bir deneyim olarak içsel bir özgürlüğü mümkün kılar. Birey, mücadele ederek kendi kendini belirlemeye, ‘üst-ben’den kurtulmaya başlar.” (Kızıl Ordu Fraksiyonu, A. Steiner – L. Debray, çeviren Ruşen Çakır, Metis Yay., 2000, s. 142-143)

[8] Örneğin 1968 Fransa’sında yaşanan işgâller ve sokak savaşları sırasında, hareketin ihtiyaçlarını karşılamak için kendiliğinden doğmuş kimi örgütlenmeler, hareket sona erdiğinde yine kendiliğinden dağılmıştır. Bu örgütleri kovuşturmaya kalkışan polis ne lider, ne kadro bulabilmiştir. Hareketin içinde yer alanlar ise, direnişin ve eylemin, hiyerarşisiz kardeşlik ilişkilerinin deneyiminden geçmişler; geleneksel sol örgüt ya da partilerin örseleyici ve boğucu tarzından “başka” bir şey yaşamışlardır.

[9] Merkeziyetçiliğe ve ekonomiye ağırlık veren anlayışların toplumu bir rekabet ve kalkınma modelinin cenderesine soktuğu devrim deneyimlerinden çıkan dersler arasındadır. İktidarın merkeziliği önermeleri yerine, ancak mikro düzeyde yaşanabilir iktidarsızlık pratiklerini olası bir toplumsal projenin ana ayağı olarak düşünmeli... Politikayı sorgulamak ise, sol gibi politik bir kavram üzerine düşünürken çelişik gelebilir. Dahası, neo-liberal ideolojinin her şeyi iktisadîleştirerek, şirket yönetim modelini ve militarizmi evrensel kıldığı ve politikayı devredışı bırakma sürecine girdiği bir dünyada “politika” bir tür direniş imkânı olarak da görülebilir. Ama politikanın manipülatif niteliği ve iktidarla, yığınla fazlasıyla haşır neşir hâli bilinmektedir. Dolayısıyla, etik açıdan, daha iyi bir dünya kurmada politikanın ve politik araçların başarısızlığı öne sürülebilir. Keza, dünyayı yorumlama konsunda da bu yaklaşımın genelleştirici, globalleştirici tarzının insan tekini es geçmeye fazlasıyla yakın olduğu aşikârdır (örneğin edebiyat, özellikle de roman, insana dair politikadan çok daha anlamlı şeyler söyleyebilir)...

[10] Solu kitabî bir laf olmaktan çıkarabilecek şey belki de onu bir ideoloji, düşünce olarak görmemekle başlayabilir. Ahlâki (ve elbette kültürel; ama refleks olması gereken türde) bir tavırdır sol; adaletsizlik karşısındaki çok ilkel ve çok güçlü bir kin duygusu, güçsüze saygı ve onunla dayanışma... Ama aynı zamanda güçsüzün olası baskısına da karşı durma... hep birlikte yoksullaşma (üretim-tüketim ve gösteri toplumu özelliklerinden sıyrılma) ve mülksüzleşme duygusu içinde dayanışan bir kollektif tahayyülü... Bu tahayyülün yanısıra, söz konusu ahlâkı öncelikle kendi hayatına, gündelik gerçeğe uygulama çabası, riyasız bir hayat arzusu...