İsrail Filistin ve Solun Açmazı

Aylardır dünyanın gündemini belirleyen Irak’a saldırı konusu, onun kadar can alıcı bir sorunu gölgede bıraktı. Aslında Filistin’in gündemden düşürülmesi, Irak’a yönelik bir savaşın ilk basamağını oluşturuyordu. Bugün Irak savaşının toz dumanı arasında Filistin’de olan bitenden kimsenin haberi yok, biraz daha ileri gidecek olursak umurunda da değil sanki; ama Filistin’de değişen bir şey de yok.

İsrail’in uygulamaları daha da derinleşerek artıyor; ablukalar, sokağa çıkma yasakları, havadan ve karadan Filistin topraklarının bombalanması, özellikle Hamas militanları ve yöneticilerine yönelik saldırılar ve bu saldırılar sırasında öldürülen siviller, intihar saldırılarında bulunan militanların ailelerinin evlerinin yıkılması ve sürgün uygulamaları. Tüm bunlara dünyadaki tepkisizliği, sorunun kendi haline bırakılmışlığı ve Bush yönetiminin İsrail yanlısı tutumunu eklersek Ariel Şaron’un, Filistin’deki olağanüstü şartları olağan hale getirdiğini “terörle mücadele” adı altında tam bir “terörizm” yarattığını daha kolay görürüz.

Beklendiği gibi Ocak ayındaki seçimleri kazanan -oğlu aracılığı ile partiye yasadışı yollardan maddi kaynak sağladığı ortaya çıkmasına ve kamuoyu yoklamalarında puan kaybetmesine rağmen- Şaron ve Likud cephesi oldu. Şaron’un başbakanlığa gelmesi ile birlikte korkunun esiri olan İsrail toplumu, şiddetten başka hiçbir politikayı hayata geçiremeyen, Filistin topraklarını kana bulayan “çözüm şiddettedir” anlayışına bir kez daha yenildi. Filistin sorununun kanayan yarası ve İsrail işgâlinin simgesi olan Yahudi yerleşim birimlerini önkoşulsuz kaldıracağını ve Filistinlilerle derhal masaya oturacağını ilân eden Amram Mitzna liderliğindeki İşçi Partisi seçimi kaybetti; İsrail’deki barış yanlılarıyla birlikte Filistinlilerin umutları yine rafa kaldırıldı. Yani İsrail’in politikaları gibi İsrail halkının son 2 yıllık tercihinde de bir değişiklik olmadı. Çözüme hiçbir katkısı bulunmadığı gibi sorunu kan davası boyutundan öte tam bir intikam savaşına dönüştüren şiddet politikası, İsrail’in önü alınmaz saldırganlığı, Filistinli grupların ayrım gözetmeden yaptıkları intihar eylemleri ile karşılık buldu; bir mücadeleden çok, kadınları, çocukları da içine alan bir ölüm sarmalına dönüştü.

Şaron yönetimi 11 Eylül’ün ardından ve özellikle Irak savaşının arifesinde Bush yönetiminden her türlü icazeti alarak “operasyonlarına hiçbir sınırlama getirmediğini. Hiçbir şeyin İsrail’e boyun eğdiremeyeceğini ve İsrail vatandaşlarını korumak için her yolun mübah olduğunu” ilân etmesiyle, “terörle mücadele” adı altında Filistinlileri katletmesi artık sıradan bir olgu haline geldi.

Arap ülkelerinin Irak savaşının ardından yeni bir Ortadoğu haritası ile karşılaşacaklarını bilmelerine rağmen savaşa sadece söz düzeyinde karşı koyup, bunun ötesinde herhangi bir strateji belirleyebilecek güçte olmadığı da ortaya çıktı. Yıllardır Filistin sorununu İsrail karşısında bir araç olarak gören, kullanan; kendi iç kamuoyunu, muhalefetini yatıştırmak için zevahiri kurtarma adına Filistin’deki uygulamalara sadece eleştiri yönelten Arap ülkeleri Irak konusunda da ne yapacağını bilemez durumda. Amerika’ya karşı çıkmak bir anlamda yıllardır giderek büyüyen iç muhalefeti de güçlendirmek, muhalefetle aynı safta durmak anlamına geldiği için tüm Ortadoğu diktatörlükleri için Amerika’nın yanında olmak en azından şimdilik ehveni şer durumunda. Bu yüzden Arap ülkeleri cephesinden şu sıralarda ve bundan sonraki süreçte Filistin’e hiçbir hayır gelmeyeceği apaçık ortada.

Dünyanın kendi haline bıraktığı Filistin, böylesi bir ortamda Şaron yönetimi ile baş başa artık. Mantık basit: “Ya kabûl edersiniz ya da ölürsünüz”. Arafat’ın liderliğini uzun süredir yok sayan Şaron ve İsrail’in şahinleri bu şartlar altında uzun süredir hiç de inandırıcı olmayan yöntemlerle direttikleri , “demokratik” bir Filistin mümkün olmadığını biliyor. Çünkü İsrail’e göre demokratik bir Filistin, öne sürülen tüm şartların kabûl edilmesi yani Filistin’in biat etmesini öngörüyor. Çünkü, Şaron’un derdi ne Filistin’in demokratikleşmesi ne de Filistin halkının nefes alması. Şaron kendisinin de açıkça söylediği gibi, sadece Beyrut’ta elinden kaçırdığı Arafat’la hesaplaşmak istiyor. Ancak İsrail “demokratikleşmeyi” dayatırken, uyguladığı politikalar dolayısıyla Filistin sorununun içinden nasıl çıkacağını bilmiyor. Yani Filistin’in demokratikleşmesini zorlayan İsrail tam anlamıyla anti-demokratik yöntemlere; şiddete ve şiddetin ortaya çıkardığı ruh haline teslim olmuş durumda. Ama bunu kendisinin zorladığının da farkında.

Ha’aretz gazetesi yazarlarından Danny Rubinstein bu açmazı şöyle açıklıyor: Düşünün ki Nablus’ta 10 Filistinli militan intihar saldırısı yapmayı planlıyor. İsrail’e göre bunların en azından ikisini öldürmek bir kârdır. Çünkü geriye 8 intihar komandosu kalacak. Filistinlilere göreyse İsrail 2 kişiyi öldürürse 4 kişi onların yerini alır ve yeni eylemler için gönüllü olur.

Tam bir açmaza dönen bu kısır döngüyü her iki tarafın nasıl kıracağı belli değil.

Ha’aretz’in diğer bir yazarı Ari Shavit, Ocak ayındaki seçimler öncesinde İşçi Partisi’nin adayı Amram Mitzna’nın Filistin topraklarındaki Yahudi yerleşim birimlerinin tamamıyla boşaltılıp görüşme masasına oturabileceğini açıklamasının toplum tarafından destek gördüğünü söylüyor. Hattâ Mitzna’nın 1967 sınırlarında iki ayrı devlet formülünün de kabûl gördüğünü ama hiçbir ön şart koşmadan masaya oturmanın İsrail toplumu tarafından reddedildiği biliniyor. Çünkü İsrail toplumunun belli bir kesimi bu kan deryasının kendileri için de son derece tehlikeli olduğunun farkında, ancak 2 yıldır yaşananların ektiği güvensizlik tohumları, hareket alanlarını daraltıyor. İsrail toplumunun Şaron’un şiddet politikalarının çözüm getirmediğini görmesine rağmen oylarını Şaron lehinde kullanması bunun en yakın kanıtı.

Madalyonun diğer yüzündeki Filistin yönetimi ise uzun süredir ne yapacağını bilemez halde, ne kendine bağlı örgütleri ne de sokaklardaki Filistinlileri kontrol edebilir durumda ne de yönetim kendi içinde yapması gereken reformlar için en küçük bir adım atmış durumda. İsrail’in Arafat ve çevresini tarih sahnesinden silmek için her anlamda işlevsiz bırakması anlamsız değildi; geçen yıl Mart ayında karargahı bombalanarak kuşatma altına alınan ve tam 1 yıldır tecrit hayatı yaşayan Arafat da doğal olarak kendi toplumu ile zaten zayıf olan bağlarını iyice kopardı. Çünkü Oslo süreci boyunca yolsuzluk ve yönetim zafiyetleri ve anti-demokratik uygulamaları ile kendi toplumuyla bağları iyice zayıflayan, içeriden eleştirilerle zorlanan, Arafat’ın imdadına bir anlamda Oslo sürecinin sona ermesi, İsrail’in şiddeti ve Filistin halkının direnişi yetişmişti. Filistin halkı işgâl altındaki her toplumun verdiği tepkinin benzerini vererek İsrail’in şiddetine karşı Arafat etrafında toplanmıştı. Hattâ Hamas ve İslâmi Cihad gibi yönetim muhalifi örgütler bile zor durumda olan Arafat’a karşı herhangi eleştiriden kaçınarak “düşmana” karşı tek vücut olmayı seçmişti. İntifadanın başlangıç döneminde hem İsrail, hem de Filistin Yönetimi’ne karşı bir hareket olduğu göz önüne alınırsa, Filistin toplumu için yeni bir altüst oluşun, yeni bir yapılanmanın habercisi gibiydi. Ancak İsrail’in topyekûn saldırısı ve 2.5 yılı aşkın bir sürede binlerce Filistinlinin öldürülmesiyle devam eden bu süreçte Filistin toplumu ne yapacağına karar veremez bir duruma girmiştir. İsrail’in Arafat’ı bir lider olarak sahneden silmesi, muhatap kabûl etmemesi, bu dayatmaya doğal olarak tepki gösteren Filistin toplumunun kendi iç dinamikleri ile yeni bir lider ortaya çıkarmasını engellemiş, bu süreç Filistin halkının Arafat’tan geriye kalan yönetim kliği ile İslâmcı gruplar arasında sıkışmasına neden olmuştur. Hattâ intihar eylemleri dolayısıyla El Fetih, Halk Cephesi ve Hamas arasındaki klasik farklılıklar bile anlamını yitirmişti. Bu açmazın Filistin halkına bir gelecek vaat etmesi mümkün görünmüyor. İsrail’in şu anda Filistin topraklarında yarattığı cehennemi ortamı, nefes almayı bile zorlaştıran baskı ve işgâli bir yana bırakacak olsak bile, Filistin yönetiminin yıllar öncesinden başlayan yolsuzluk ve ahlâki sorumsuzlukla dolu geçmişinin, koşullar normalleştiği zaman -eğer normalleşirse- güven vermesi mümkün görünmüyor. İslâmcı gruplar ise süre giden intihar saldırıları ile İsrail’in tamamen ümitsiz bir çembere aldığı bireyleri Edward Said’in deyimi ile “bitmeyen dinî çekişme ve modernleşme karşıtı çöküşün menziline sürüklemektedir”.

Bu yılın başında yapılması planlanan Filistin seçimlerinin koşulların uygun olmadığı; işgâlin ve sokağa çıkma yasağının sürdüğü gerekçesiyle belirsiz bir tarihe ertelenmesinin Filistin açısından önemli anlamı var. Yaser Arafat’ın, bir seçimle yeniden iş başına geleceğini bilmesine rağmen kendi toplumu nezdinde hiçbir açılıma izin vermemesi, en azından tartışma kanallarını açmaması, yetki devri konusunda hiçbir adım atmaması, Filistin toplumunun kendi dinamiklerini de hareketsiz bırakmaktadır. Arafat’ın görevlerinin en azından bir kısmını, günlük pratiğe dair olanları bile devretmeye yanaşmaması Filistin halkının önünü tıkamaktadır. Gerçi Arafat, Şubat ayının ortasında artık bir başbakan atayacağını ve yetkilerini bir kısmını devredeceğini açıkladı. Ancak başbakan muhtemelen yine kendine yakın bir çevreden ve yine Filistin yönetimi içinde Arafat’a en yakın ve sadık isimlerden biri olacaktır. Oysa Filistin’de işgâlle birlikte yükselen bir toplumsal muhalefet ve bu muhalefete öncülük eden aydınlar ve sivil toplum önderleri var. Ancak Arafat bunlara kulak vermediği sürece toplumun demokratikleşmesinin daha da zorlaşacağı, seçimlerin sadece göstermelik ve dışarıdan dayatılan bir süreç olacağı biliniyor. Çünkü ithal bir demokratikleşmenin hele böyle bir geleneği olmayan Arap coğrafyasında ne kadar başarılı olacağı tartışılır. Kaldı ki, Filistin toplumu Arap coğrafyasının en dışa açık, farklı demokratik geleneğe sahip bir üyesidir. Bu yüzden Irak’a “demokrasi” getirmeye çalışanlarla Filistin’de iç dinamiklerin müdahil olmadığı bir demokratik süreci işletmeye çalışanlar aynı saftadır.

Ancak asıl tehlikeli boyut Irak savaşının ardından, Oslo süreci ile başlayıp yok olan iki devletli çözüm fikrinden vazgeçmektir. Hem İsrail hem de Filistin’in geleceği 1967 öncesi sınırlarının belirlediği iki devletli çözümdür. Bunun karşısında durmak İsrail için olduğu kadar Filistin için de tehlikelidir. Çünkü İsrail artan Filistin nüfusundan ve bu nüfusun demokratik mekanizmalara müdahalesinden korkmaktadır. İki devletli bir çözümün reddedilmesi İsrail açısından ırk ayrımı politikasının daha da derinleştirilmesi ya da Filistinlilerin topraklarından sürülmesi anlamına gelmektedir. Filistinliler için de İsrail’in varlığını kabûl etmek kaçınılmazdır.

Türkiye’de bazı sol çevrelerin de savunduğu “Filistin sorununun çözümü İsrail devletinin ortadan kalkmasıyla çözülecektir” anlayışının İsrail’in uyguladığı ırkçı politikalardan pek farkı yoktur. İsrail toplumu zihnî altyapıda aynı noktaları paylaşsa bile İsrail’in “sağı ve solu da Siyonist” değildir. İsrail’de hâlâ cesur bir barış hareketi ve özgür bir Filistin devleti ile barış içinde yan yana yaşamaya hazır insanlar mevcuttur. Bu hareket küçümsenmeyecek işler yapmıştır. Barış ve İsrail kavramının yan yana gelmeyeceğini savunmak anti-semitik bir tavırdır ve kendisini “sosyalist” olarak tanımlayan hiç kimsenin böylesi ırkçı bir tavrı kabûl etmeyeceği ortadadır. İsrail’in ve Şaron’un politikaları kabûl edilemez, ama sosyalistler Filistin mücadelesini desteklerken İsrail’deki barış yanlılarını da görmemezlikten gelemez.

“Irak’ta savaşa hayır” diyen binlerce kişi nasıl Saddam Hüseyin yönetimini desteklemiyorsa, Filistin halkının sadece Arafat, barış yanlısını İsraillilerin de Şaron olmadığını bilmek gerekiyor.

METE ÇUBUKÇU