Artan Petrol Fiyatları ve İktisat İdeolojisi

Bundan beş yıl önce petrolün varili 10 dolara düştüğünde, “yeni ekonomi”nin önderliğinde pazar ekonomisinin kesintisiz büyüme çağına girdiğine inanan ve herkesin artık bu yeni dine biat etmesini küstah bir tavırla talep edenler, petrolün fiyatının kalıcı biçimde daha da düşmesinin en gerçekçi beklenti olduğunu iddia ediyorlardı.

Örneğin The Economist, 6 Mart 1999 tarihli sayısının kapağına “5 dolara petrol?” başlığını koyarken, önceki yıllarda petrol fiyatlarındaki hızlı inişi dikkate alarak, bu önemli hammaddenin artık stratejik değerini büyük ölçüde yitirdiğini, gelişmiş ülke kapitalizmlerinin petrol bağımlığının sona erdiğini ilan edebiliyordu. Bu kehanetin üzerinden beş yıl geçmeden, “petrol fiyatları ne zaman 50 dolara varacak?”, “varili 100 dolara petrolle bu kapitalizm ayakta kalabilir mi?” soruları aynı çevrelerde dile getirilmeye başlandı.

Sadece petrolün değil, gıda dışında hemen hemen tüm hammadde fiyatlarının hızla arttığı bu yeni ortamın 1973 petrol şoku ile arasında çok önemli bir fark var. Arap-İsrail savaşının ardından petrol ihracat kotalarını azaltan OPEC üyesi Arap ülkelerin yarattığı suni bir fiyat artışı o zaman söz konusuydu. Bu fiyat artışı, o zamana kadar üretimi iktisadî olmayan bir dizi petrol rezervini cazip kılınca, petrol üretimi hızla artmıştı. Bu artış bile ikinci bir petrol şokunun 1979’da gelmesini engelleyememişti. Bu tarihten itibaren petrol fiyatları konjonktürel olarak artmasına, örneğin 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgâl etmesini izleyen aylarda olduğu gibi varili 40 dolara çıkmasına rağmen, uzun vadede fiyatı 16-30 dolar arasında salınmaya devam etti. Ama bu salınma son iki yılda kararlı bir yükseliş eğilimine girdi. 2002 yılı başında varili 18 dolar olan petrol, o tarihten itibaren adım adım artarak, geçtiğimiz ay sonunda hiç ulaşmadığı seviyelere vardı.

Bu artışın konjonktürel nedenleri var elbette. Irak’ta petrol üretiminin işgâl sonrası daha fazla düşmesi, başta Filistin-İsrail çatışması olmak üzere Ortadoğu’da gerginliğin giderek tırmanması, art arda gelen suikastların genel bir güvensizlik ortamı yaratması bunların ilk elde akla gelenleri. Piyasa ekonomisinde güvensizlik, spekülatif davranışların kamçılanması demektir. Bu spekülatif davranışların bir kesimi, örneğin stokların arttırılması gibi, güvenlik arttırıcı önlemler olabilir. Böyle bir talep artışı, saf spekülatif hareketleri kamçılar. Koyun davranışının egemen olduğu piyasa ekonomisinde ve özellikle malî piyasalarda bu gelişmeler kartopu etkisiyle yayılırlar. Güvensizlik hissinin ortadan kalkması ve karşı önlemlerin alınmasıyla veya bu güvensizliğe piyasa ekonomisi aktörlerinin alışmasıyla fiyattaki gerginlik ortadan kalkar. Salınma bu biçimde süregider.

İçinde bulunulan durum böyle bir salınmaya tekabül etmiyor. Çünkü bu kez gerçek bir arz kısıtlamasıyla karşı karşıya olduğumuz konusunda güçlü belirtiler var. Irak hariç, OPEC ülkelerinin hemen hepsi petrol üretim kapasitelerinin üst sınırına varmış durumdalar. Bunun yanında ABD’deki petrol rezervlerinin verimliliği ulaştığı zirve noktasından sonra azalan verimlilik patikasına girmiş durumda. Bundan sonra ya kullanmadıkları stratejik rezervleri üretime açmak ya gözle görülür biçimde azalan verimliliğe karşı alternatif enerji kaynaklarını devreye sokmak zorundalar. En önemlisi, enerji tüketimini caydırıcı önlemler almak zorundalar. Böyle bir önlem, klima cihazlı, otomobilli, sınırsız elektrik kullanımlı “Amerikan tarzı yaşamın” büyük ölçüde sonu demek.

Arz yönünde kısıtların giderek belirginleşmesine rağmen, talep yönünde ise büyük bir patlamanın yaşanması petrol fiyatlarındaki artışın sadece konjonktürel bir güvensizlik ortamından kaynaklanmadığına işaret ediyor. Çin ve Hindistan’ın yılda %8-10 civarında gerçekleşen büyüme hızlarının yarattığı enerji ve hammadde talebi diğer önemli etmen. 2003 yılında Çin’in petrol ithalatı bir yıl öncesine göre %30 arttı. Uluslararası Enerji Ajansı’nın tahminlerine göre, 2025 yılına kadar Çin’in petrol ihtiyacının günde 5,5 milyon varilden 11 milyon varile çıkması bekleniyor. ABD başta olmak üzere, Japonya ve diğer kalkınmış ülkelerin petrol tüketimi de hızla artmaya devam ediyor. Bütün bu ülkeler, sadece petrol değil, diğer hammaddelerden de artan biçimde tüketiyorlar. Bunların fiyatları da hızla artmakta.

Uzmanlar diğer hammaddelerde fiyat artışlarının içinde bulunduğumuz on yılın sonuna kadar devam edeceğini, bu dönem içinde ikâme maddelerin devreye girmesiyle gerginliğin azalacağını öngörüyorlar. Enerjide ise durumun çok daha kalıcı olması bekleniyor. İşte burada pazar ekonomisinin yapısal miyopluğu ve bunun yarattığı inanılmaz toplu etkinlik kaybı tüm boyutlarıyla gözler önüne seriliyor.

Enerji ve hammadde konusunda bugün yaşanan durum uzun yıllardan beri öngörülüyordu. 1970 başında Roma Kulübü’nün yayımladığı “Sıfır Büyüme” raporu, 1970 sonlarında MIT ve Dünya Enerji Konferansı’nın işbirliğiyle hazırlanan Waes raporu, yürürlükteki büyüme modelinin sürdürülemezliğinin altını çiziyorlardı. Özellikle Waes Raporu, daha o zamandan Çin ve Hindistan’daki olası bir hızlı büyümenin dünya hammadde kaynakları üzerinde yaratacağı talep şokuna dikkat çekiyordu. Daha az enerji tüketen büyüme modelleri sürekli tartışılsa da, bunlar pazar ekonomisi aktörlerinin kısa vadeyle sınırlı ufuklarının ötesinde yer almaya devam etti. Uzun vadeli toplu yarar gereğiyle ekonominin bazı siyasal-toplumsal kısıtlara ve yönlendirmelere tâbi kılınması, örneğin enerji kullanımının kısıtlanması piyasa toplumunun özgürlük anlayışıyla çelişkiliydi. Piyasa toplumu kafasını duvara tosladıkça işin vahametinin farkına varan ve üstelik hafızası zayıf olduğu için de bir kuşak sonra gene aynı duvara kafasını toslama şansı yüksek olan, buna rağmen “etkinliğine” toz kondurulması mümkün olmayan bir toplumdur.

1970’ler, enerji şokunun etkisi ve o dönemde hâlâ büyük ölçüde etkili olan ulusal makroekonomik politikaların da yönlendirmesiyle belli bir enerji bilincinin oluştuğu ve kalkınmanın sürdürülebilirliği sorunlarının gündeme geldiği dönemdi. Petrol fiyatlarının düşmesiyle birlikte, 1980’lerde enerji tasarrufuna yönelik önlemleri piyasa ekonomileri boş vermeye başladı. 1990’lara gelince, “yeni ekonominin” kesintisiz büyüme yaratacağı inancı ve art arda şişip patlayan malî balonlarla enerji sorunlarına olan ilgi azaldı. Bu dönemde, sadece kalkınmış ülkelerde değil, kalkınmakta olan ülkelerde alternatif enerji girişimleri, enerji tasarrufuna yönelik teşvikler terk edildi. Örneğin Brezilya’da şeker kamışından yakıt üretmeye dayalı program bir kenara bırakıldı. Hem tarımı canlandıracak, hem de Brezilya’ya önemli bir enerji bağımsızlığı verecek bu projenin şimdi yeniden canlandırılması düşünülüyor. Bu programın terk edilmesinin yarattığı makroekonomik kaybın hesabını kimse yapmıyor. On beş yıllık bir kayıp söz konusu. Bütün ülkelerde, piyasa ekonomisinin aşırı miyopluğu ve kronik hafıza kaybı nedeniyle yaşanan bu tür telafisi mümkün olmayan kayıp örnekleri var.

Ortodoks iktisatçılar ortaya çıkan soruna pazar ekonomisinin en uygun çözümü üreteceğini iddia etmeye devam ediyorlar. Ama teknolojik yeniliklerin hayata geçirilmesi, sadece piyasada belli bir talebin oluşmasıyla gerçekleşmiyor. Tüketim yapılarının değişmesine zorlayıcı önlemler (vergi, teşvik...), uzun vadeli yatırımlar gerektiren bu alanda siyasal sorumluların yönlendiriciliği, önerilen alternatiflerin yarar ve sakıncalarının göreli nesnel biçimde değerlendirilmesi...Bütün bunlar uzun vadede siyasal karar merkezlerinin yönlendirici ve düzenleyici işlevlerinin olmazsa olmaz önemine işaret ediyor. Buna karşılık petrol fiyatlarının iniş ve çıkış devreleri çok daha dar dilimlerde gerçekleşiyor. Bu iki farklı devre arasında geçişi piyasa mekanizması çok büyük maliyetlerle sağlayabiliyor.

Bugün enerji konusunda yaşanan sorun, kamu gücünün iktisadî yaşamı uzun vadeli hedefler çerçevesinde düzenlemek için yaptığı müdahalelerin meşrûiyeti konusuna takılıyor. Petrol fiyatının marjinal maliyetleri çok farklı olduğu için konjonktürel fiyat dalgalanmaları çok yüksek. Fiyatlardaki bu belirsizlik, alternatif enerji kaynaklarını ve enerji tasarrufu politikalarının inandırıcılığını zayıflatıyor. Bugün tüketilen petrolün yirmi otuz yıl sonra bitecek bir şey olduğunu, bunun bir tür yağma ekonomisi davranışı anlamına geldiğini üretici ve tüketicilere hatırlatacak yegâne yol, petrol tüketimine konulacak vergi. Bugün birçok devletin uyguladığı böyle bir özel tüketim vergisi, sonuçta petrol fiyatının uzun vadedeki maliyetini bize hatırlatıyor. Ama vergi vermeyi sadece bir yük, vergi alan devleti ise asalak olarak gören anlayış egemen oldukça, bu konuda uzun vadeli düzenleme yapmanın toplumsal meşrûiyet dayanakları ortadan kalkar. Piyasa toplumunun gücü, “devlet bizi söğüşlüyor ” anlayışının toplumun tüm kesimlerinde egemen olmasıyla düz oranlıdır. Böylece, artan enerji tüketimine paralel olarak, küresel çevre kirliğinin de artmasıyla sorunun daha da katmerleşmesine piyasa aktörlerinin verecekleri yegâne yanıt, “piyasa her şeyi çözmeye kadirdir” türünden bir bön inançtır.

İhtiyaçların sonsuzluğu inanışını körükleyerek, insanî varoluşu tüketmeye indirgeyen piyasa toplumu veya modern kapitalizm, kendini yeniden üretme koşullarına kendi elleriyle dinamit koyuyor. İktisadiyat toplumu ideolojisinin temel varsayım ve kabulleri de bu dinamitlerin tehlikesiz olduklarına toplumu inandırma işlevi görüyorlar. Bush’a Kyoto Protokolü’nü reddetme gerekçesini halka anlatması için akıl veren iktisatçılar, böyle bir protokolün uygulanmasının “işe yürüyerek gitmek” demek olduğunu söylemesini tavsiye ettiler. Milyonlarca Çinli de işe bisikletle veya yürüyerek değil, otomobille gitme “özgürlüğünü” talep ettiğinde, -ki Çin Komünist Partisi’nin önerdiği yeni toplumsal ideal “bir ev, bir araba” olduğu için tüm Çinliler bunu talep ediyorlar- gelişmiş ülke kanaat önderleri kaşlarını çatıyor. İktisat ideolojisi de sonuçta güçlünün istediği yönde yorum üretir.

AHMET İNSEL