Hindistan Genel Seçimleri Üzerine

11 Eylül fırsatçılığının bayileri teker teker dükkân kapatıyor. Kasım’da sıra ana bayie gelir mi henüz kestirmek zor ama sektördeki gidişatın pek parlak olmadığı da açık. İspanya’da yaşanan genel seçimin uluslararası planda yankılarını ve güç dengelerindeki olası değişimleri tartışmaya koyulmuştuk ki, bir güzel haber de Hindistan’dan geldi.

Dünyanın en büyük demokrasisi yine büyüklüğünü göstermiş ve 6 yıldır aşırı sağ BJP (Halk Partisi) önderliğinde iktidarda bulunan koalisyonu yerinden etmişti. İspanyol (daha doğrusu, Kastilya) sağının gözbebeği PP (Partido Popular) ile BJP’yi aynı kaderde buluşturan sadece isim benzerliği değildi şüphesiz, ama temsil ettiklerini iddia ettikleri ‘halkların’ onlara bu derece ırak durması da belli belirsiz bir ironi taşımaktaydı hani.

Bush rejiminin 11 Eylül sonrası dünyayı yeniden şekillendirme girişiminde sadık bir müttefikini daha yitirmiş olmasının insanlık açısından sayılamayacak kadar çok faydası var elbette. Lakin bu kısa yazıda amaçlanan daha ziyade Hindistan’ın iç siyaseti üzerine biraz kafa yormak, bugünlere nasıl gelindiğinin ipuçlarını aramak ve yakın geleceğe ilişkin mütevazı yorumlarda bulunmak.

İktidarda kalmak için altı ayı daha olmasına karşın BJP ve dolayısıyla ortaklarını erken genel seçim kararını almaya iten ne olmuştu? Ana muhalefetteki Kongre Partisi’nin uzunca bir zamandır içinde bulunduğu kurumsal ve ideolojik kriz, 2003 yılında etkili muson yağmurlarının da katkısıyla tarımsal üretimi olağanüstü artan ekonominin %8lik bir büyüme hızını yakalamasıyla da birleşince iktidar partilerinin ufkunda zahmetsiz bir zafer ihtimali de belirmiş oldu. Aralık 2003’te dört kuzey eyaletinde gerçekleşen seçimlerde Delhi’nin dışındaki üç önemli eyaleti de Kongre Partisi’nin elinden almayı başaran BJP için yakalanan bu rüzgarı genel seçimlerde de kullanmamak için hiçbir sebep kalmamıştı. ‘Parlayan Hindistan’ sloganı altında yürütülen seçim kampanyası süresince BJP ve koalisyon ortakları iktidarlarının son yılında yakalamaya muktedir oldukları yüksek büyüme hızını, yine iktidarları süresince büyüyen şehirli orta sınıf nüfusun artan tüketim harcamalarının yarattığı bağımlılıktan da faydalanarak oya tahvil etmek istediler. Nitekim, 1997-2002 yıllarını kapsayan dönemde kentsel nüfusun en varlıklı yüzde yirmilik kesiminin tüketim harcamalarında %30’luk bir sıçrama kaydedilmişti.[1] Bu kesimin medya üzerindeki hakimiyeti de BJP’nin arkasındaki desteği olduğundan büyük görmesini sağlamış ve seçimlere giderken alternatifsiz bir iktidar yanılsamasına katkıda bulunmuştur.

Peki, seçim sonuçlarını son dönemeçte bu kadar etkileyen ne olmuştu, daha doğrusu bir şey olmuş muydu? Bu sorunun cevabı daha ziyade Hindistan’ın bir zamanlar sömürgesi olduğu Britanya İmparatorluğu’ndan esinlenerek kullandığı seçim sistemiyle ilgili. Nispi temsile yer vermeyen bu sistemde, Hindistan’da eyalet temelli partilerin de ağırlığı dikkate alındığında, dar bölgede çoğunluğu yakalamak için girişilen çaba son derece karmaşık bir ittifaklar stratejisini de beraberinde getiriyor.

Kongre Partisi’nin son yıllara kadar ciddi ittifak stratejileri geliştirememiş olması, bağımsızlıktan 1990’ların ortasına kadar olan süreçte hakim konumu ve iktidar kibri nedeniyle başka partilerle güç paylaşmaya gönül indirememesi ile açıklanıyor. Daha detaylı bir resim çizmek gerekirse, 1999 yılında yapılan son genel seçimlerde iki büyük partinin aldıkları oy ve girdikleri ittifaklar yoluyla elde ettikleri Meclis ağırlıkları şöyle gerçekleşmişti: Kongre Partisi %28.3 ile 114 sandalye elde ederken, BJP %23.8 ile 182 sandalye almış, Kongre’nin az sayıdaki müttefikleri toplam % 5.5 oy oranı ile ittifaka sadece 20 sandalye katkıda bulunurken, BJP’nin Ulusal Demokratik İttifak’taki (UDİ) ortakları 17 puan ve 118 sandalye getirmişlerdi. 543 üyeli Mecliste (Lok Sabha) UDİ 300 sandalyeye sahip olurken, Kongre’nin çevresindeki ittifak 134 sandalyede kalmıştı.[2]

2004 yılına gelindiğinde ise durum radikal bir şekilde değişmiş; iki ittifakın oy oranlarının toplamı %36 seviyesinde eşitlenirken, BJP’nin ortakları bu defa 13.8 puan ve 51 sandalye katkıda bulunmuşlar, Kongre’ninkiler ise 9.1 puan ve 74 sandalye kazanmışlardır. Kongre Partisi %26.7 oy oranıyla 145 sandalyeye ulaşmış, BJP ise %22.2 oy oranıyla 182 olan milletvekili sayısının 138’e inmesine şahit olmuştur. Oy oranları ve bu oranların tekabül ettiği sandalye sayıları arasında ilk bakışta fark edilen tutarsızlık tamamen seçim sisteminin işleyişiyle ilgili olup, yukarıda bahsi geçen eyalet hattâ seçim bölgesi bazında pazarlıklara kadar uzanan bir ittifaklar silsilesini de beraberinde getirmektedir.

Hindistan siyasetinde Kongre ve BJP ittifaklarından sonra, ve bizim açımızdan en az bunlar kadar önemli bir siyasal ittifakı da Sol Cephe oluşturmaktadır. Hindistan’da uzun yıllar ana muhalefet görevini üstlenmiş bulunan Hindistan Komünist Partisi (HKP) 1964 yılında Sovyet ve Çin siyasî hatlarını takiben HKP ile HKP (Marksist) olarak ikiye ayrılır. Bunlara ek olarak daha küçük çapta ve belirli eyaletlerde örgütlenmiş olan iki sol parti daha vardır. Federal sisteme sahip olan Hindistan’da solun varlığı birçok eyalette kaale alınmayacak kadar zayıftır, buna karşılık Batı Bengal başta olmak üzere Kerala ve Tripura eyaletlerinde çok köklü sol gelenekler mevcuttur. Nüfusu altmış milyonu aşan B. Bengal eyaleti 1977 yılından beri HKP (Marksist) önderliğindeki Sol Cephe iktidarları tarafından yönetilmektedir. Toprak reformu yoluyla tarımda büyüme ve sefaletin azaltılması Sol Cephe iktidarının başlıca kazanımı olmuştur. Kast sistemi yüzünden toplumdan dışlananların, mağdur edilenlerin de katılımına açık demokratik süreçlerin önünü açan Sol Cephe iktidarı bu yönüyle Batılı liberallerin dahi övgüsüne mazhar olmuştur.[3] Hintli düşünür A. Vanaik ülke genelinde son dönemde yaşanan gelişmelerin aksine, B. Bengal’de dinî cemaatler arasında ciddi ihtilafların yaşanmamasını da Sol Cephe iktidarının en önemli kazanımlarından biri olarak görmekte. Bununla birlikte, aynı yazar tarafından dile getirilen bir başka olgu ise eyaletin iktisat politikalarında etkisini giderek arttıran liberal eğilim; özel sektörün cezbedilebilmesi için ucuz ve kalifiye işgücü arzı ile birlikte vergi indirimleri ve sübvanse edilen altyapı yatırımlarını da buna örnek gösteriyor.[4] Bu konuda endişe verici bir başka gelişme de, eyalet yönetimince stratejik sektör olarak ilân edilmesini müteakip enformasyon teknolojileri ve bağlı alanlarda grevlerin yasaklanmış olması.

Yukarıda belirtilen hususları da gözden kaçırmadan solun son genel seçimdeki performansına bakalım: 1999 seçimlerinde Batı Bengal eyaletinden Lok Sabha’ya giden 42 vekilden 29 tanesi Sol Cephe üyesiyken, bu seçimlerde söz konusu sayı 35 olmuş, yine, en son Lok Sabha seçimlerinde toplam 42 sandalye kazanan sol, bu seçimlerde fazladan 19 sandalye daha almış ve 61 Meclis üyesi ile bağımsızlık tarihindeki en yüksek sayıya ulaşmıştır. Sandalye sayısındaki bu olumlu tabloya rağmen, oy oranında önemli bir artış yakalanamamış, %8’lik oran ancak %8.3 seviyesine çıkartılabilmiştir.

Nihai resme bakacak olursak, Kongre Partisi liderliğinde kurulan Birleşik İlerici İttifak (Bİİ) koalisyonu Mecliste seçimle doldurulan 543 sandalyeden 219 tanesine sahiptir (ki, bunların 145 tanesi Kongre Partisi üyelerine aittir) ve ittifak dışında kalan solun 61 vekilinin de içinde bulunduğu 120 civarında milletvekilinin desteğine sahiptir. Bu şartlarda, BJP önderliğindeki ittifakın toplam 189 Meclis üyesi (BJP, 138) ile yakın zamanda farklı bir hükümetin nüvesini oluşturma şansı yok gibi görünmektedir. Hem Kongre Partisi’nin hem de BJP’nin oy yüzdesi bazında 1.6’şar puan kaybettikleri göz önünde bulundurulduğunda, Kongre’nin kazandığı 31 sandalye ile BJP’nin kaybettiği 44 sandalyenin nasıl bir seçim stratejisinin ürünü olduğu haklı olarak merak edilebilir. Bu enteresan tabloya yol açan faktör, daha önce de değinildiği üzere, ittifakların sahada dizilişleriyle birebir örtüşmektedir. Kongre Partisi önceki seçime göre daha fazla sandalyeyi (tabiî ki kazanma ihtimalinin düşük olduğu) müttefiklerine bırakarak alan boşaltmanın ustaca bir örneğini sergiledi ve tam tamına 36 seçim bölgesinde bu sefer aday göstermemesine rağmen milletvekili sayısında benzer ölçekte bir artış yaşadı. Aynı şekilde seçim müttefikleri de daha az seçim bölgesinde daha yoğun kampanyalar gerçekleştirerek kazanma şanslarını arttırdılar. Kaynakların bu akılcı dağılımı sayesindedir ki, büyük ölçüde sabit kalan oy oranlarıyla Bİİ böylesi bir güce erişti. Madalyonun öteki yüzünde ise, iş dünyasıyla göbek bağları bulunan medya çevrelerinin kışkırtmasıyla, hükümet ortaklarının olduğu gibi, kendi gücünü de gerçekçi olarak değerlendiremeyen BJP, 1999 seçimlerine göre daha fazla sayıda seçim bölgesinde mücadeleye girmiş ve bu ihtirasının bedelini ödemiştir.

Seçim aritmetiğini her üç siyasî blokun penceresinden de değerlendirdikten sonra, iktidarda kalmaması hem merkez (Kongre ve ortakları) hem de sol açısından bu kadar elzem olan BJP’nin ideolojik kökenlerine, gelişimine ve siyasal icraatlarına yakından bakalım. BJP’nin lider kadrosunu ve ideologlarını temin eden RSS’nin (Rashtriya Swayamsevak Sangh) 1925’te kurulması, Aijaz Ahmad’ın da vurguladığı gibi, Avrupa’da faşist hareketin yükseliş devrine denk gelmekte. Bu dönemde, özellikle 1919 sonrasında kitlesel temele dayanan laik, milliyetçi, ilerici bir hareketin sömürge yönetimine dişini göstermeye başlaması ve yine 1920’lerde ilk kitlesel işçi eylemlerinin görülmesi bu örgütün ortaya çıkmasında önemli rol oynamıştır. Gandhi’ye ve komünizme muhalefet RSS’nin ana mücadele eksenlerini oluşturuyordu. Gandhi’nin ölümündeki dahli üzerine örgüt bir süreliğine kapatılmıştır.[5]

Bu örgütün tezgahından geçenler arasında, BJP’nin mevcut yönetiminin tamamına yakını bulunmaktadır. Seçim öncesi hükümetin Başbakanı Vajpayee ve Başbakan Yardımcısı Advani gibi isimler altmış küsur yıldır bu faşist örgütün üyeliğini sürdürmektedirler. RSS’nin merkezini oluşturduğu yaygın ve çok katmanlı bir aşırı sağ örgütlenme mevcuttur. Sabık Başbakan Vajpayee’nin mata (anne) olarak adlandırdığı RSS’nin haricinde Bajrang Dal ve VHP adlarıyla bilinen lümpen vurucu güç örgütlenmeleri, dinî fetvalar çıkaran sözde ulvi otorite Dharm Sansad (İnanç Meclisi), çeşitli işçi, öğrenci ve köylü cepheleri, kast ve bölgesel farklılıklara göre düzenlenmiş yerel örgütlenmeler ve nihayetinde meşrû siyasî hareket ve her daim iktidar alternatifi olarak BJP mevcuttur. RSS şakhaları (şube) ülke çapında yaygın olup, köy seviyesinde dahi endoktrinasyon amaçlı çalışmalar yürütmekte, vurucu güçlerden Bajrang Dal’ın da yine ülke genelinde örgütlenmiş 200’den fazla merkezi bulunmakta.

Bu aşırı sağ örgütlenmenin seksen yıl önceki marjinal konumundan bugün toplumsal hayatın her veçhesinde güçlü bir aktör olarak ortaya çıkmasına varan sürecin birincil sorumlusu şüphesiz bağımsızlık sonrası dönemin ilk 25 yılında Kongre iktidarlarınca başarılı bir biçimde uygulanmış olan devlet planlamacı, ithal ikameci, kısmi toprak reformu sağlayan ve eğitim ile sağlık alanlarında geniş kitlelere ulaşmayı hedef edinen modelin dünyadaki diğer örneklerinde de görüldüğü üzere 1970’lerin ortasından itibaren bir tıkanma yaşaması gerçeğidir.

Değişen birikim stratejilerine bağlı olarak, kesin tarihle ilgili tartışmalar sürse de (bkz. The Economist, 29 Mayıs), Kongre Partisi’nin yitirmeye başladığı siyasal hakimiyetini burjuvazi desteğini tekrar arkasına alarak neo-liberal politikalarla tahkim etmeye çabaladığını görüyoruz. Kongre Partisi’nin önünü açtığı bu süreç özellikle 1991’de şimdiki Başbakan Manmohan Singh’in maliye bakanlığı döneminde hızla yol almış, ödemeler dengesindeki kriz, kalkan olarak kullanılmak suretiyle tutarlı neo-liberal bir programın uygulanmasına geçilmiştir. 1991-1996 Kongre hükümetini takip eden merkez sol eğilimli Birleşik Cephe hükümetinin de 1996-1998 yılları arasında derinleştirerek sürdürdüğü reformlar sabık BJP koalisyon hükümetinin üstün gayretleriyle 1998-2004 döneminde tavan yapmış, seri özelleştirmeler ve finansal liberalizasyon sermaye sahiplerinin dünya ekonomisine eklemlenme arzusuna cevap vermiştir.

Neo-liberalizmin ebelerine karşı nankör olduğu tüm bu süreçlerde tekrar tekrar ortaya çıkmıştır. Kongre’nin Rao-Singh yönetiminde iktidardaki ömrü bir dönemlik olmuş, onu izleyen merkez sol iktidar, Kongre’nin desteğini çekmesini takiben girdiği seçimlerde paramparça olmuş, bu iktisat modelinin iktidardaki son hamisi olan BJP ise altıncı yılını dolduramamıştır. Bu noktada BJP’yi diğerlerinden ayıran çok önemli bir özelliği vurgulamak gerekir. BJP’nin seçim performansından göreli bağımsız olarak, bağlı bulunduğu aşırı sağ parivar (aile) Gramşiyan bir yaklaşımla temel kültürel değişimi öncelikli hedef almakta, bu yolla gelecekte daha kalıcı bir hegemonyanın kurulması amaçlanmaktadır. Buradan hareketle, parivarın değişik kolları arasında bilinçli bir işbölümü gerçekleştirilmiş, dini/kültürel propaganda, ayaktakımı şiddeti ve burjuvazi tarafından güçlü iktidar arzusuyla desteklenen sağ bir siyasî parti aynı projenin sacayakları olarak düşünülmüştür.[6]

RSS etrafında kümelenen bu ailenin örgütsel dayanıklılığının en çarpıcı kanıtı A. Ahmad’ın verdiği şu örnekte görülebilir: “1977’de (öncülü) Jan Sangh’ın 93 olan Meclisteki sandalye sayısı BJP için 1984 yılında sadece ikiye düşerken, buna eşlik eden bir gelişme ise, RSS şubelerinin sayısının aynı dönemde ikiye katlanmasıydı… BJP’nin seçmen nezdinde gücünün nihai olarak azalması halinde bile, RSS’nin kadro devşirmede olduğu kadar bir ulusal kültürel konsensusun inşâsında da güçleneceği ve böylelikle, diğer partiler için oy kullanan sayısız bireyin giderek RSS dünya görüşünün tamamını benimseyebileceği ve ulusun kültürel hayatındaki bu büyük değişimin oya tahvilinin ileriki bir dönemde gerçekleşebileceği ihtimalini akıldan çıkartmamak lazım.”[7]

Basit bir örnekle; S. Gandhi’nin İtalyan asıllı olduğu için hem kendi partisinin içinden hem de müttefiklerinden başbakanlığı talep etmemesi yönünde gördüğü baskılar sadece muhalefete zevkle ele alacağı bir koz vermemek bahanesine sığınılarak açıklanamaz, bu olay bahsi geçen bu kültürel hâkimiyet inşâsının ne kadar ilerlemiş olduğunu göstermesi bakımından önemli. Boyutları ve içerdiği şiddet dozu farklı olsa da, BJP’nin siyaset arenasında son on yıl içinde bu kadar belirleyici bir konuma yükselmesini sağlayan Ayodhya olayı da bu bağlamda incelenmeye değer. Hatırlanacağı üzere, temelinde bir Hindu tapınağının varlığı gerekçe gösterilerek Hindu aşırı sağı tarafından yıkımla tehdit edilen Ayodhya’daki Babür Mescidi, Yüksek Mahkeme’nin kararına rağmen 6 Aralık 1992 tarihinde faşist bir güruh tarafından yerle bir edilmiş, dönemin merkezî hükümetini teşkil eden Kongre Partisi hemen hiçbir tepki göstermemiş, bu oldu-bittiye sessiz kalarak sergiledikleri fırsatçılık, bu kanunsuzluğun toplum nezdinde giderek meşrûiyet kazanmasına ve aşırı sağın hegemonyasının pekiştirilmesine katkıda bulunmuştur.

Bundan çok daha ciddi bir olay da 2002 ilkbaharında BJP eyalet hükümetinin yönetimindeki Gujarat’ta meydana gelmiş, 60 kadar Hindu milisin yanarak hayatını kaybetmesine sebep olan bir vagon kundaklanması hadisesini müteakip Müslümanlara karşı eyaletin birçok bölgesinde kıyıma girişilmiş, sonuçta, 2000 kadar Müslüman öldürülmüş ve 150.000 kişi evlerinden göç etmek zorunda bırakılmıştı. BJP’nin olayda ısrarla vurguladığı tahrik unsuru merkez güçlerin tepkisini bir hayli yumuşatırken, faşist şiddetin cemaatlararası ihtilafın ürkütücü, ama sonuçta pekâlâ anlaşılabilir ve belirli ölçülerde meşrûiyet atfedilir bir konuma yükselmesini sağlamış, böylelikle merkez siyasetin aczi ve ilkesizliği şiddet eşiğinin bir seviye daha alçaltılmasına yaramıştır. Aynı yılın sonunda güven tazelemek bahanesiyle eyalette gerçekleşen seçimleri katliama sahip çıkar nitelikte propaganda yürüten BJP hükümeti üçte iki çoğunluğa ulaşarak almıştır.

Kongre Partisi hükümetlerinin gözleri önünde cereyan eden bu ve benzer olaylar ülkede cemaatlararası uyumun ve Hindistan anayasasında ifadesini bulan birlik içinde çeşitlilik ilkesinin korunmasının merkez siyasete bırakılamayacak bir lüks olduğunu en acı şekilde öğretmiştir. Yazar Arundhati Roy, seçim sonuçlarını değerlendirdiği bir yazısında Kongre Partisi ve BJP’nin arasında ciddi ideolojik farklar olmadığı vurgusunu yaptıktan sonra, BJP felaketine yol açanın Kongre’nin çelişkili mirası olduğunu öne sürüyor.

Tam da bu noktada ele alınması gereken bir diğer önemli mevzu Sol Cephe’nin farklı odaklardan gelen tüm baskılara rağmen niçin yeni hükümete sadece dışarıdan destek vermekle yetindiğine ilişkin. Sol Cephe’nin en önemli bileşeni olan HKP’nin (Marksist) genel sekreteri H.S. Surjeet bu konuyu ele aldığı yazısında, solun Kongre önderliğindeki hükümeti laiklik ve ulusal birlik konularında destekleyeceğini açıklamakla beraber, iktisat politikalarında aralarında önemli farklar olduğunu ve bu yüzden hükümete girmeme kararı aldıklarını yazıyor. Somut ifadelerle, kârlı kamu kuruluşlarının özelleştirilmesine karşı olduklarını, kamusal dağıtım sisteminin yaygınlaşması yoluyla toplumun beslenme güvencesinin sağlanmasını talep ettiklerini, emek piyasalarının esnekleştirilmesi yönündeki çabalara karşı duracaklarını belirtiyor.

Dış politika alanında ise sol önderlik, Hindistan’ın bağlantısızlar hareketine liderlik ettiği dönemden kalan saygınlığını yeniden kazanmaya yönelik çabaların önemini vurguluyor. Rusya ve Çin ile ilişkilerin geliştirilmesine önem atfediliyor ve gelişmekte olan ülkelerin kendi kıtalarında liderliklerini üstlendikleri ve bu liderliği, Cancun’daki ticaret görüşmelerinde görüldüğü üzere, toplu hareket ederek kapitalist merkezlerden anlamlı tavizler koparma ya da bunun imkânsızlığı halinde süreci baltalama inisyatifini kullanma kararlılığı olarak gösteren Brezilya, G. Afrika, Malezya gibi ülkelerle işbirliğini geliştirmeyi elzem kabul ediliyor. Çokkutuplu bir dünya düzenine olan ihtiyaç, üzerine basarak vurgulanıyor ve son dönemde ABD liderliğinde yürütülen saldırgan politikalara ve bu politikaların Afganistan, Irak ve Filistin başta olmak üzere geniş halk kitleleri nezdinde yarattığı tahribat eleştiriliyor.

Yine partinin önde gelen yöneticilerinden P. Karat’ın HKP (M) haftalık yayın organı Halk Demokrasisi’nde yazdığı bir makale partinin ve genel olarak Sol Cephe’nin hükümetin kuruluşuna ilişkin tavrını gerekçelendiriyor. Partinin seçim öncesinde belirlediği öncelikleri sırasıyla; BJP ittifakının devrilmesi, merkezî hükümetin laiklik yanlısı güçlerden oluşumu ve solun güçlendirilmesidir.

Verili koşullarda dar bir siyasî coğrafyaya mahkûm görünen solun ve onun en büyük bileşeni olan HKP (M)’nin siyasî arenada ip cambazlarınınkini andıran bir role sahip olduğu söylenebilir. Özgür tercihiyle üstlenmediği bu rol, solu bir yanda aşırı sağcı BJP hükümetinin devrilmesi zaruretiyle karşı karşıya bırakırken, bir yanda da, özellikle iktisat politikaları açısından ondan hemen hiçbir farkı olmayan bir Kongre Partisi hükümetine payanda olmak mecburiyetiyle yüz yüze bırakıyor. Hükümete katılması yolunda yoğun baskı yapan entellektüel çevrelere karşı, solun hükümetten bağımsız iktisat politikaları önerme şansının sürebilmesi için hükümette küçük ortak konumunu kabûle yanaşmaması gerektiği vurgulanıyor. Yerli-yabancı neo-liberal düşünce odaklarının solun hükümete girmesi ve dolayısıyla ehlileştirilmesi yolunda ciddi bir kamuoyu baskısı oluşturdukları ve solu sorumluluktan kaçmakla itham ettikleri gözlemlendiğinde, solun aldığı bu kararın yerindeliğini de teyit etmek gerekir. Etkili müdahale imkânlarından yoksun bulunacağı bir siyasal-ekonomik çizgiye sorgusuz biat etmektense, dışarıda kalıp kirlenmeden pay almamak daha mantıklı bir yol olarak görülmekte. Bu açıdan sol 1996-8 yılları arasında hükümet eden Birleşik Cephe tecrübesinden de ders almış görünmektedir. Kongre’nin dışarıdan desteği ile üçüncü yolcu partilerin sola yaslanarak yürüttükleri bu iktidar süresince derinleştirilen ekonomik reformlar BJP’nin güçlenmesinin önünü açmış, nitekim 1998 yılında yapılan genel seçimlerde BJP iki dönemde toplam altı yıl sürecek iktidar şansını yakalamıştır.

Neo-liberal politikalarla ilişkilendirilmeme isteği özellikle de şu mevcut konjonktürde gayet anlaşılır bir talep. Bu tür politikalara karşı oluşan ve kırsal kesimi merkez alan güçlü tepki, hangi siyasî oluşumdan olurlarsa olsunlar ‘reform’ politikaları izleyen tüm aktörlerin payına düşen bir olgu. Ülkede ‘yeni ekonominin’ hamiliğini üstlenen ve en ileri neo-liberal reformların mimarlığına soyunan, aynı zamanda BJP’nin merkezi hükümeti kuracak sayısal üstünlüğe ulaşmasını sağlayan Tamil Nadu ve Andhra Pradesh eyalet hükümetlerinin kaderine benzer şekilde, aynı reformları Kongre eliyle yürüten Kerala ve Karnataka eyalet hükümetleri de sandıkta bozguna uğramıştır.

Solun Kongre iktidarına sadece dolaylı destek vermesinin parti tabanı açısından oldukça hayatî bir diğer sebebi ise, solun güçlü olduğu eyaletlerde zaten Kongre ve onun müttefikleri ile yarışır vaziyette olmasıdır. Örneğin, Sol Cephe ve Kongre yalnızca Batı Bengal özelinde bile 41 seçim bölgesinde karşı karşıya gelmiştir.

27 Mayıs tarihi itibariyle hükümet tarafından açıklanan asgari müşterek programda solun talep ve kaygılarının belli sınırlar çerçevesinde karşılık bulduğunu görüyoruz. Kongre ittifaklarının bugüne kadar çekingen tavır sergileyerek büyümesine göz yumduğu köktenci unsurlara daha fazla müsamaha gösterilmeyeceği ve kanunların eksiksiz uygulanacağı vaadinin yanısıra hazırlanacak Ulusal İstihdam Garantisi Yasası ile fakir hanelerden en az birer nüfusa asgari ücret üzerinden 100 günün altında olmayacak kamusal istihdam sözü verilmesi, yine bölgesel eşitsizliklerin giderilmesi için ek kaynaklar tahsisi ve kaynakların yerele devrine hız verilerek demokratik katılımın arttırılmasına çalışılması vaadi programa dahil edilmiştir. 11 Eylül sonrası dünyaya hâkim olan atmosferin de yardımıyla geçirilen ve muhaliflerin baskı altına alınması amacıyla kullanılan Terörizmin Önlenmesi Yasası (POTA) da yürürlükten kaldırılacaktır. Yine solun uluslararası düzlemde talep ettiği politika değişikliklerini kısmen karşılayan noktalardan bazıları; çokkutuplu dünya düzeni doğrultusunda bağımsız bir dış politika oluşturulması vaadi ve gelişmekte olan ülkelerle dayanışma gereğinin vurgulanması.

Programın sol açısından olumsuz addedilebilecek yanlarına gelince, özelleştirmeler konusunda muğlak ifadelerin kullanılması, nükleer silah programının sürdürülmesi kararı, vergide adaletten söz edilmemesi ve kamusal dağıtım sisteminin dar hedef gruplarına yöneltilmesi bu noktalardan bazıları. Bu arada programı uygulamaya geçirmekten sorumlu kabinenin oluşumu da çok ümit verici nitelikte değil. Ülkede Manmohan Singh’den daha ateşli bir serbest pazar savunucusu olarak bilinen P. Chidambaram’ın maliye bakanlığına getirilmesi ve makamındaki ilk açıklamalarıyla tedirgin malî piyasaların yüreğine su serpmesi, reformların pek de yavaşlamadan süreceği izlenimini uyandırıyor.

Gözlem ve yorumlarımıza son noktayı koymadan önce, ana muhalefet konumuna düşen BJP’nin yakın gelecekte izleyebileceği siyasî hattın kaba çizgilerini ortaya çıkarmamız yerinde olur. Seçim kampanyası boyunca reformlar eliyle hızlı büyüme temposu tutturmuş bir ulusal ekonomi, güçlü bir ulusal güvenlik devleti tasavvuru ve hayat standartları günbegün yükselen ‘orta sınıflar’ üzerine inşâ edilmiş bir strateji izleyen parti, alınan yenilginin ışığında bu çizgiyi gözden geçirmek zorunda kalacaktır. RSS içindeki sertlik yanlısı bazı unsurların şimdiden BJP’nin mevcut yönetimini beceriksizlik ve ortayolculukla itham ederek siyasî kelle istediği, muhafazakâr temaların yeterince işlenmediğini savundukları seçim kampanyası süresince geniş halk kitleleriyle gereğince buluşulamadığı ve dar bir seçmen tabanının refah ve tüketim isteminin parti politikalarında fazlasıyla yer edindiği yönündeki eleştiriler gözönünde bulundurulursa, önümüzdeki dönemde hem parti içi temsil mücadelesinin hem de dışarıya karşı izlenen çizginin sertleşeceği kestirilebilir. Buna paralel olarak da, Parti ve parivar (aile) içi mücadelenin arka plana itilmesi amacını da taşıyan faşist saldırıların ufukta belirmesi bu dönemde çok da şaşırtıcı olmayacaktır.

KERİMCAN YILDIRIM

[1] A. Vanaik, New Left Review 26, s.53.

[2] The Hindu, 20 Mayıs 2004.

[3] Bkz. The Economist, 22 Mayıs 2004.

[4] A.g.m.: s. 61.

[5] A. Ahmad, Lineages of the Present, Verso, 2000.

[6] A. Ahmad, a.g.e.

[7] A.g.e.: 193.