İmtiyazlı... Millet Milliyeçiliği

AB’ye üyeliğin önşartı olan siyasal kriterlerin devlet-toplum ilişkilerine dair olan kısmı, beklendiğinden daha az tartışmalı, kolay ve hızlı biçimde -en azından kâğıt üzerinde- yerine getirildi. Devletin idari yapısına, egemenlik yetkisinin fiilî kullanımına, temel hak ve özgürlüklere ilişkin Anayasal ve yasal düzenlemeler, yeni bir TCK ile daha sivilize olmuş bir devlet-toplum ilişkisine doğru önemli bir adım atılmış oldu.

Bürokratik aygıt olan devletin bu sürece uyarlanması şüphesiz zaman alacak ise de; söz konusu düzenlemelere direnmesi beklenen Silahlı Kuvvetler yüksek komuta kademesinin o beklenti sahiplerini ciddi düşkırıklığına uğratan bir tutum izlemesi -hiç değilse şimdilik- bu yolda hızla mesafe alınabileceği izlenimi veriyor.

Ancak, Türkiye’de demokratikleşmeye engel olan başlıca faktör sadece geleneksel devlet-toplum ilişkimiz değil ve dolayısıyla “devlet”ten gelebilecek direncin umulandan az olması, bu sürecin ciddi gerilimlerle yüklü olmayacağı anlamına da gelmiyor. Çünkü, Türkiye toplumu, Cumhuriyet’e, Cumhuriyet’ten bu yana yaşadığı ekonomik yapı değişimlerine, şehirleşmeye, yoğun iç ve dış göçlere, “dış”a açılmaya rağmen, kadın-erkek, aile içi ilişkilerinden toplumsal kesimler, etnik, dini, mezhebî topluluklar arası ilişkilerde geleneksel hiyerarşinin, ataerkil “habitus”un kalıntı denemeyecek denli güçlü etki ve alışkanlıklarını sürdüren bir toplum olma özelliğini korumaktadır. Ve bu özellik demokratikleşmeye karşı ihmal edilemez önemde bir tepki potansiyeli içermektedir.

Şu anda, AB’ye uyum yasaları ve bunların uygulama sonuçları gündemdeyken sıkça duyulan “kimliğimizi koruma” yollu rahatsızlık belirtileri asıl olarak mikro toplumsal ilişkiler düzeyindeki o tepki potansiyelini ifade ederken; “millî bütünlüğün” korunması, bölünme, hattâ parçalanma tehlikesine karşı uyanıklık adı altında dile getirilen rahatsızlık ise makro toplumsal ilişkilerde, yani toplumun etnik, dini, mezhebî bileşenleri arasındaki geleneksel ilişki mantığının, fiilî işleyişin demokratik kriterlere uygun hale getirilmesine karşı “çoğunluk” tepkisinin ifade biçimleri oluyor.

Başbakanlık bünyesinde kurulan İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun, Prof. Baskın Oran’ın raportörlüğünde hazırladığı “Azınlıklar Raporu”na karşı gösterilen tepkiler bu sonuncu kategoriye giriyor. Özellikle, aralarındaki farklar gitgide silinmekte olan 1990 sonrası Atatürkçülüğü ile soy Türk milliyetçiliğinin başını çektiği bu tepkinin mahiyeti üzerinde durmadan önce topluluklar arası ilişkiler, “birlikte yaşama” geleneğimiz hakkında birkaç söz söylemek gerekiyor.

Türkiye toplumunun, Osmanlı’nın en son dönemine kadar çağdaşı toplumlardan çok daha uygar ölçütlere yakın bir birlikte yaşama kültürü içinden gelmiş bir toplum olduğu elbette doğrudur. Ama bu tarihin tebaayı oluşturan etnik-dinî-mezhebî topluluklara eşit haklar tanıyan düzenler içinde yaşanmadığı da bilinerek. Bu toplum, “çoğunluğun” -devirlere göre Müslüman, Sünni Müslüman, Sünni Türklerin- diğerlerine göre belirgin imtiyazlara çok daha yüksek bir hukuki statüye sahip olduğu siyasal-toplumsal düzenler içinde yaşamıştır bu tarihi. Şimdilerde sık sık atıfta bulunduğumuz ve “kimliğimiz”in bir özelliği olarak övündüğümüz o “birlikte yaşama kültürü” böylesi bir süreçte oluşmuştur.

Cumhuriyet rejimi, gayrimüslim topluluklardan çok büyük oranda “arındırılmış” bir Türkiye toplumunu yukarıdan aşağı modernleştirmeye giriştiğinde, her ne kadar “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olacağımızı, hattâ -yasaya göre- olduğumuzu iddia etmiş ve edegelmiş ise de; fiiliyat, söz konusu kültürümüzün temelindeki o “imtiyazlı çoğunluk” anlayışını terk etmemiştir. Yapılan, bir önceki dönemin Sünni Müslüman çoğunluğu yerine Türk çoğunluğun ikâmesi olmuştur. Bu ikâmenin ırkçı bir mantıkla yapıldığı söylenemez. “Türküm diyene” açık, asimilasyonu öngören ve bunu mümkün kılmak için etnik aidiyetlerin ilanını, Türkçeden başka dillerin konuşulmasını yasaklayan ve o etnik toplulukların varlığını kanunen yok sayan bir uygulamadır bu. Ancak bunu yaparken önceki dönemlerin çoğunluğunun oluşturucusunu Sünniliği ciddi kayıtlar altında da olsa kendi çoğunluk denkleminin eklentisi olarak tutmayı da ihmal etmemiştir. Sünniliğin -en azından Cumhuriyetin ilk yirmi beş yılında- bu ikincilleştirilmesi, Sünniliği ile Türklüğünü ilki lehine özdeşleştirmiş kesimlerde hâlâ derin izleri olan bir tepki -İslâmi hareket bunun ifadesidir- yaratmış olmakla birlikte Aleviliğin, Alevi Türklerin “kazanılması”nı sağlamıştır. Gerçi “çok partili dönem”e girişin arefesinden itibaren -“laiklik”in de temelini oluşturan- bu politika peyderpey revize edilerek Cumhuriyetin toplum düzeninde “çoğunluk” imtiyazlarının Sünni Türklerde olduğu bir uygulamaya geçilmiş ise de; Sünnilik, Diyanet İşleri gibi bütçe ve personel sayısı giderek kabaran bir kurumun ve “laik” okullarda mecburi din derslerinin tekeline verilmesi gibi imtiyazların daha da fazlasını talep etmeyi sürdürmüştür.*

“Çoğunluğun” belirgin sosyal imtiyazlarla ve en azından belli alanlarda daha yüksek bir hukuki statüyle donanmış olmasını aslî şart sayan “birlikte yaşama kültürü”müzün, geleneğimizin, bu “kimlik” ögemizin eşitlik kabul etmez vasfının biçim değiştirerek devam ettiğini belirtmek için yaptık bu özeti. Eklemek gerekir ki, “çoğunluğumuz”un bu “eşitliği yedirememe” tavrı, bu habitus, Osmanlının son yüzyılındaki toplumsal-siyasal reform hareketlerine -Islahat ve Tanzimat fermanlarına, Meşrutiyete- karşı “popüler” tepkilerin de kökeninde yer alır.

Ve bu kültürün sürekliliğinden dolayıdır ki, örneğin tarihimizde müslim ve gayrimüslim tebaayı kanun önünde eşit haklara sahip kılma yönündeki ilk teşebbüslerde duyduğumuz “parçalanırız” yollu tepki, daha sonraki bu yönde kısmi girişimlerin tümünde de gösterilmiş ve bugün de gösterilmektedir. Açıktır ki, “çoğunluğumuz” imtiyazlılığını silikleştirecek, nicelikselleştirecek bir toplumsal birliği “birlik” saymayan, hukuken eşitlenmeyi “yok olmak” gibi algılamaya hazır bir milliyetçilikten öteye geçememiştir. Soy -faşizan- Türk milliyetçiliği ile 1990’ların popüler Atatürk milliyetçiliğini bugün aynı potada birleştiren şey de budur.

Baskın Oran’ın “Azınlık Raporu” üzerine bir söyleşide belirttiği üzre, AB’ye üyeliğin siyasal kriterlerini yerine getirmek için yapılması gereken düzenlemeler Sünni Türk çoğunluktan farklı etnik, dinî, mezhebî topluluklara çoğunluğun sahip olduğu en basit hakları tanımaktan, o hakları kullanırken aynı hukuki prosedüre tâbi hale getirmekten başka bir şey öngörmemektedir. Kendi ana dilini konuşmak ve öğrenmek, kendi dinî inancına göre ibadet ederken ve ibadet yeri açarken, vakıf kurar ve işletirken Sünni Türk çoğunlukla aynı haklara sahip olmaktır “azınlık”lara tanınması istenen haklar. Bunları azınlıklara verilen tavizler, hattâ imtiyazlar diye niteleyebilenler dahi çıktı. “Çoğunluk” adına konuştuğunu iddia eden bu -çeşitli türden- milliyetçiler, bir ilişkide ya üst, değilse ast konumunda olunabileceğini varsayan mantıkları “doğa yasası”ndan türeme olduğu için, eşit ilişki olabileceğine inanmayan, kabul edemeyen bir zihniyeti temsil etmektedirler. Ve o nedenle de herkesin kendi dilini konuşup öğrenebildiği, kendi dinince ve inancınca yaşadığı bir ortamda, dil, din-mezhep ve inanç bahsindeki imtiyazının olmayacağı nedeniyle kendini “alta düşmüş” gibi hissedeceğini düşünmektedir. Bunu o imtiyazlarıyla özdeşleştirdiği kimliğine, hattâ varlığına yönelik bir tehdit saymaktadır.

“Azınlık Raporu”nun üst kimlik olarak “Türkiyelilik” kavramını önermesine yönelik tepkilerin de kaynağı aynıdır. Yeri gelmişken burada, Türk milliyetçiliğinin simetrisinde oluştuğu için, onun -şu yukarıdan beri belirttiğimiz- “yapısal” özelliklerini de kendine adapte eden Kürt milliyetçiliğinin bu “üst kimlik” bahsindeki önerisine de değinmek gerek. Öneri, Anayasanın ilgili maddelerinde Kürtlerin Türklerle birlikte “asli kurucu unsur” sıfatıyla yer almaları. En az bir veya birkaç “tali unsur”u olmazsa kendisini güvende, rahat hissedemeyen milliyetçiliklerimiz, daha epeyce bir süre, bu ülkenin uygar ve olgun bir toplumun ülkesi olabilmesinin asgari gerekleri, ön koşulları olan demokratikleşme adımları önünde aslî direnç kaynağı ve engel olmakta devam edecek görünmektedir.

ÖMER LAÇİNER

(*) “Laik”liğine toz kondurmayan devletimizin Müslümanlık/Sünnilik dışında bütün dinlerin ve ateizmin propagandasını yasaklamış olmasını, bu “ilginç tedbir”i asla sorgulamayan Atatürk milliyetçiliği savunucuları, herhalde bunun esbab-ı mucibesinin bilincindedirler