Lübnan: Kırılgan Mozayik

Ülkede her grup kendi kitlesini sokaklara dökmek için canla başla çalışıyor, mobilize ediyor. Ama önemli olan, sorumluluk altında yasal kurumları oluşturabilmek.”

Son aylarda Lübnan’da herkes benzer cümlelerle aynı konuya değiniyor, ülkenin kırılgan politik yapısının ortaya çıkarabileceği tehlikeler dile getiriliyor. Bunun en önemli nedeni 20 yıllık iç savaşın Lübnan halkının zihninde hâlâ tazeliğini koruması.

Bu kırılganlığın farkında olan Lübnan’ın siyasî güçleri ortak bir paydadan, yabancı güçlerin, Suriye’nin ülkeden çekilmesi noktasından hareket etmeye çalışırken, ülkedeki güçler dengesini de göz ardı edemiyorlar. Bu güçler dengesinde dinî, mezhebî ve etnik ayrımların ülke nüfusunda kapladığı alanın yanı sıra, bu güçlerin askerî ve siyasî yapıları da büyük önem taşıyor. Bu yüzden Mayıs ayında yapılması planlanan seçimlerde tüm gruplar, belli bir geçiş dönemini varsayarak, bu geçiş döneminin sözünü ettiğimiz kırılgan yapıdan dolayı sekteye uğramasını istemiyor. Ancak bu istek kadar önlerindeki tehlikenin farkında oldukları söylenebilir.

Lübnan’daki Sedir “Devrimi”, dünyanın farklı bölgelerinde esen “demokratikleşme”, “halk muhalefeti”, “isyanlar” söyleminin Ortadoğu’daki yansıması olarak değerlendirilirken, bu değerlendirmenin eksik ve erken olduğunu vurgulamakta yarar var.

Lübnan’da yaşananların, Ukrayna, Gürcistan, Kırgızistan’da farklı dinamiklerle gerçekleşen iktidar değişikliklerine benzetilmesi, popüler bağlamda doğruluk taşımakla birlikte “devrim” sözcüğünün anlamı ve hayattaki karşılığı boşlukta kalmaktadır. Bu boşlukta kalma Lübnan kadar diğer ülkeler için de geçerlidir. Ancak, Ortadoğu’da halk inisyatifinin kullanılabileceği, ülke dinamikleri, tarihî ve “demokratik geleneği” açısından hayata geçirilebileceği ülkelerden birisi Lübnan’dır. Dolayısıyla Irak’ta sandık marifetiyle zorlanan “demokratikleşme”, Lübnan’da sokakların dinamiği ve biraz daha “sivil” katılımla daha ayakları yere basan bir süreci işaret etmektedir. Ancak söylediğimiz gibi tüm bu örneklerden daha kırılgandır. Çünkü, aniden ve yeniden gündemimize giren Lübnan aslında tüm Ortadoğu’yu temsil eden küçük bir mozayik olmasına rağmen yarattığı etki haritadaki kapladığı alanla ters orantılı şekilde etkili ve yıkıcı olmuştur.

İÇ SAVAŞ

1967 ve 1973 savaşlarında Arapların yenilmesi dolayısıyla Filistinlilerin büyük kitleler halinde göçü Lübnan’da sonlanmıştı. Filistinli örgütler giderek Lübnan’da etkili olmaya başladı. İsrail ise faşist Hıristiyan (Maruni) gruplarla birlikte hareket etmeye başlamıştı. Bir yanda Filistinli örgütler, Şii Emel ve Dürziler diğer yanda Hıristiyan falanjistler, Lübnan iç savaşının taraflarıydı. İç savaşı engellemek için Lübnan’a gelen Fransızlar, ardından Amerikalılar ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardı. Hizbullah’ın en büyük eylemlerinden biri Amerikan üssüne yapılan intihar saldırısıydı ve 241 Amerikan deniz piyadesi öldürülünce ABD apar topar Lübnan’ı terk etmişti. 1976’da ise Suriye Lübnan’a çağırıldı. Belki ironik gelecek ama Suriye’yi Lübnan’daki iç savaşta “barış gücü” olarak çağıranların başındaysa bugün çekilmesi için baskı yapan ABD vardı. Suriye Lübnan’da görece istikrar sağladı. Aslında geriye dönüp baktığımızda Suriye ve Lübnan’ın ayrı topraklar olmadığı görülecektir. Çünkü Lübnan 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye’den koparılan topraklar üzerinde kurulmuş ve dolayısıyla birçok Ortadoğu ülkesi gibi yapay bir ülkedir. Bu yüzden Suriye-Lübnan ilişkileri geri çekilmeyle sonlanacak bir ilişki değildir. Ekonomik ve siyasî açıdan birbirini besleyen ülkeler ve süreçlerdir. Suriye’nin Arap Birliği kararı ile Lübnan’a girmesinin bir diğer nedeni ise İsrail’e karşı bir denge oluşturmaktı. İsrail Golan’ı işgâl edince Suriye de İsrail’i başta Hizbullah olmak üzere diğer örgütlerle Güney Lübnan’dan rahatsız edecektir. 1976’dan bu yana Suriye’nin varlığı tüm Lübnanlılar tarafından olumlu karşılanmıştır. Hıristiyanlar ve Müslümanlar değişen konjonktüre, iktidar yapılarına göre Suriye’nin yanında ya da karşında olmuştur. Son dönemde Suriye’nin varlığına karşı çıkan Hariri bir dönem Suriye’yi desteklemiş, Beyrut meydanlarında bayraklarla sokaklara çıkarak Suriye karşıtı gösteriler düzenleyen, Batılıların pek sevdiği “Sedir devrimcileri” daha önce Suriye’nin yanında olmuşlardır.

İşte bu karmaşadan doğan denge 1989 yılında iç savaşa son veren Taif Antlaşması’yla kırılgan bir dengeye oturmuş gibi görünüyordu. Ve bu anlaşmaya göre Suriye yıldan yıla aşamalı olarak Lübnan’dan çekilecekti. Nitekim çekiliyordu da. Son 10 yılda, iç savaş korkusu aşılmasa da kendi içinde istikrara kavuşmuş gibi görünen Lübnan’da 2000 yılında İsrail’in kovulması ile ivme kazanan istikrar süreci, ülkenin yeniden yapılanması ile devam etmişti.

HİZBULLAH

1980’lerden başlayarak, özellikle İran İslam devriminin etkisi ile Şiiler Emel’den Hizbullah’a kaymaya başlamıştı. Hizbullah’ın kurucusu Musa Sadr’ın (Irak’taki Mukteda es Sadr ile ilişkisi yoktur) Libya seyahatinden neden dönemediği hâlâ bilinmemekte. O günlerde Lübnan’da barışı sağlayacağı düşünülen ve o yönde görüşmeler yapan Sadr, esrarengiz biçimde kaybolmuştur. Hattâ Lübnan’a barış getireceği düşünülen Sadr’ın 12. İmam olarak geri döneceği konuşulmaktadır. Ancak bu süre içinde Hizbullah orta Lübnan’da siyasî bir parti, güneyde ise bir askerî yapı olarak kendini kabûl ettirdi. Özellikle İsrail’e karşı verdiği mücadele ile takdir topladı ve hâlâ ülkenin güney sınırını Hizbullah korumaktadır. Bu süreç içinde Suriye hep Lübnan’da varlığını sürdürdü. Hizbullah’ın hem Suriye hem de İran ile ilişkileri de hep iyiydi. Çünkü, aşağıda İsrail vardı.

ABD Suriye’nin seçimlerin yapılacağı Mayıs ayından önce çekilmesini istiyor. Aslında askerî olmayan bir Suriye’nin Lübnan siyasetinde etkili olacağı biliniyor. Önümüzdeki günlerde Lübnan’daki siyasî, etnik ve mezhebi güçlerle Hizbullah’ın arasındaki ilişkiler Lübnan’ın kısa vadede geleceğini belirleyecektir.

Suriye’nin çekilmesinin ardından sıranın, Lübnan hükümeti aracılığı ile Hizbullah’a gelmesi sürpriz sayılmamalı. Hizbullah’ı Lübnan’dan çıkarmak pek mümkün görünmemekle birlikte örgütün silâhsızlandırılması ve silâhlı kanadın etkisizleştirilmesi gündeme getirilecektir. Bu yüzden Mayıs ayındaki seçimlerde göreve gelecek Lübnan hükümetinin alacağı kararlar ülkeyi yeni bir iç savaşa bile götürebilme potansiyeline sahip. Nitekim partinin siyasî lideri Hasan Nasrallah gelecekte olabilecekleri fark ederek, silâh bırakmayacaklarını açıkladı. Hizbullah’ın itiraz noktalarından birisi de uzun yıllardır savaştığı ve varlığını gerekçe göstererek silâhları saklı tuttuğu İsrail’in, Lübnan muhalefetinin bir parçasıymış gibi davranması. İsrail’in dışarıdan öne sürdüğü taleplerle, ABD, Fransa ve Lübnan muhalefetinin bir kısmının silahları bırakması talebinin örtüşmesi Hizbullah’ın bu tespitinde önemli rol oynamaktadır.

SÜNNİLER

Haftalık El Ahram Gazetesine göre, Hizbullah “İlk adım silahların bırakılması, son adım ise İsrail’le anlaşma” formülünü bir teslimiyet olarak algılamaktadır. Hizbullah, İsrail’e karşı ulusal bir konsensus üzerinden ülke savunması ve direniş asgari müştereği olmadan ortak bir muhaletet olamayacağını savunmakta ve hattâ başta Hıristiyan ve bazı Sünni grupların oluşturduğu muhalefetin benzer bir çaba içinde olduğunu öne sürmektedir.

Nüfusun %20-25’ini oluşturan Sünniler’in büyük bölümünün etrafında toplandığı eski Başbakan Hariri’nin Tayyar El Mustakbal hareketi, Suriye karşıtı muhalefet içinde en güçlü konumda bulunun hareket olmasına rağmen gelecekteki yapılanma ile ilgili soru işaretlerini de arttırmaktadır. Çünkü Hariri’nin öldürülmesi ile sadece Lübnan için değil, Lübnan Sünnileri için de pandora’nın kutusunun açılması anlamına gelmiştir.

Lübnan’daki Sünni elitleri temsil eden bu hareketin Hariri’nin ölümü ile diğer Sünnileri taşıyıp taşıyamayacağı belli değildir. Çünkü Sünnilerin Lübnan muhalefeti ile yekpare bir program içinde mi, yoksa Sünnilerin kendi programları ile mi politika üretecekleri henüz kesinleşmemiştir. Hariri’nin El Mustakbal hareketinin yanında Müslüman Kardeşler’in türevi olan Cemaati İslam ve Nasırcı çizgideki El Murabetun hareketlerinin birlikte hareket etmeleri bir süre sonra zor görünmektedir. Çünkü özellikle İslâmcı çizgideki Sünniler, Hıristiyan militanları kastederek, Sünnilerin Kwat ve Falanjistler gibi aynı kampta yer alamayacakları, Sünnilerin farklı dünya ve ulusal projeleri olduğunu söylemektedirler.

Ancak Hizbullah’ın lideri Nasrallah’ın basına da yansıyan sözleri, Şiilerle Sünniler arasında bir birliktelik için çaba harcayacağını göstermektedir.

Eski başbakan Hariri suikastı ile başlayan sürecin Suriye, Hizbullah ve İran üçgenini sıkıştırmayı amaçladığını söyleyenlerin sayısı bir hayli fazla. Çünkü bu iki ülkenin Hizbullah’la iyi ilişkileri var. Ancak Hizbullah’ın önünde iki yol var. Birincisi şu anki konumu koruyarak, silâhlı kanadı dağıtmadan, Lübnan siyasetinin en önemli unsuru olarak devam etmek. Bu durum Lübnan’ın kırılgan yapısını en küçük bir provokasyonda etkileyebilir. İkincisi, silâhlı kanadını Lübnan ordusu içinde ancak bağımsız bir yapılanma ile koruyarak, Lübnan’da ulusal bir konsensus üzerinde anlaşıp, ülkenin yönetimin de söz sahibi olacak bir yapı kurmak ve içinde yer almak. Ancak bu durumda da örgütün silâh bırakmayacağı kesindir. Çünkü Hizbullah’ın varoluş nedenlerinden birisi İsrail ve İsrail’in işgâl ettiği topraklardır, itici gücünü buradan almaktadır. Bu iki durum ABD ve Fransa’nın aleyhine olsa da ABD yıllardır terör örgütü olarak andığı Hizbullah’la görüşmelere başlamıştır. ABD’nin çok bildik bu ikiyüzlü tavrı Lübnan’da da ortaya çıkmıştır. Yani ABD, örgütlerin, rejimlerin niteliği ne olursa olsun önce düşman, sonra dost olabilmektedir. Bunun benzerlerine tarihte çokça rastlanmıştır. Irak’ta Şiilerle anlaşan Amerika Lübnan’da Hizbullah ile el altından görüşmelere başlamıştır. En azından görüşme kapılarını açık tutacaktır.

ABD, Fransa ve İsrail’in hedefindeki ikinci halkayı Lübnan’daki Filistinli örgütler ve Filistin varlığı oluşturuyor. ABD ve Lübnan üzerindeki etkisini yeniden kazanmak isteyen İsrail bu örgütlerin de “zararsız” hale getirilmesini istiyor. Mahmud Abbas’la başlayan yeni süreçte Filistin Yönetimi Lübnan’daki Filistinlilerle çok fazla ilgilenecek gibi görünmüyor. Üstelik İsrail ile masaya oturan Filistin yönetiminin biraz daha tavizkâr olacağı, elinin zayıflayacağını iddia edenler var. Suriye’nin çekilmesi ile bu ülkenin Filistinlilerle olan bağının zayıflayacağı da ortada.

Dolayısıyla Lübnan, ABD ve İsrail’in Suriye, İran ve Filistin üzerindeki yeni politikalarını uygulama, hayata geçirme platformu olacak gibi görünüyor. Ancak Lübnan üzerindeki hesapların, hayatın ve Ortadoğu’nun pratiği gözönüne alındığında kaos ve karmaşa ile sonuçlanması da ihtimal dahilindedir. Beyrut’ta yayımlanan Es Sefir gazetesindeki satırlar bu durumu daha açık şekilde ortaya koymaktadır: “Lübnan muhalefeti ülkedeki egemenlik konusunda Amerikan Başkanı George Bush’u zorlamak gerektiğinden söz etmektedir. Şu anda Lübnan muhalefeti ile Amerikan talepleri silâhların bırakılması, Filistin kampları ve direnişinin pazarlık konusu yapılması paydasında birleşmektedir. Ancak geçmiş dersler bize, Lübnan’nın yerel aktörlerinin Amerika’yı kullanamadığını, aksine, Amerika’nın, yerel aktörleri kullanmakta daha başarılı olduğunu göstermiştir.”

METE ÇUBUKÇU