1 Mayıs'ın Enternasyonal Karakteri ve Milli Bayrak

Bu yıl 1 Mayıs, geçen senelere kıyasla daha kalabalık ve canlı bir katılıma sahne oldu. Ayrıca, yakın zamana kadar, düzene muhalif -sol- grup ve partilerin kitlesel destek düzeylerini sergileme yönü ağır basan biçimde cereyan eden 1 Mayıs gösterilerinde bu kez işçi-emekçi katılımının yüksekliği dikkat çekiciydi.

Fakat bu yıl 1 Mayıs, son aylarda esen, estirilen milliyetçi rüzgârın, kabarışın katılanları ne ölçüde etkilemiş olduğunun göstergesi sayılacağından ötürü de önemliydi. Adlı adınca işçilerin sınıfsal ve uluslararası dayanışma günü olan 1 Mayıs’ın, bu tanım ile belirlenmiş içeriğiyle ilgisi olmayan milliyetçiliğin ona ne ölçüde sızabilmiş olduğu merak konusuydu. Örneğin, yanaştığı her siyasal platformda Truva atı işlevini yerine getirmek gibi gayet özel bir mahareti olan bir grubun, 1 Mayıs’a Türk bayraklarıyla katılınması için yaptığı çığırtkanlığın, 1 Mayıs’ın yüzyıllık geleneğine aykırı bu provokatif oportünizmin işleyip işlemediği görülecekti. Ve Türkiye’de 1 Mayıs geleneği, ne denli hırpalanmış, kısıtlanmış olsa da; bilinçli ve kararlı bir reddediş biçiminde ifade etmemişse bile yine de mayasındaki enternasyonalist “öz”ün çarpılmasına prim vermeme sağduyusuna sahip olduğunu gösterdi.

Söz konusu grubun oyununun tutmaması işin mahiyetini değiştirmediği gibi, tekrarlanabileceği ihtimali üzerinde dikkatle durulmasını gerektiriyor.

1 Mayıs bütün dünyada, rejimi, çoğunluk dini, dili ne olursa olsun tüm ülkelerde kutlanan yegane “bayram”dır. Ve birkaç devlet istisna her ülkede de resmî tatil günü statüsündedir. Bu istisna olma payesini Suudi Arabistan gibi sefil rejimlerle paylaşan devletlerden biri de Türkiye Cumhuriyetidir. Bu devlet bununla kalmayıp, 1 Mayısı -”Bahar bayramı” ilan ederek- sulandırmakla da yetinmeyip kanla sulanması-1 Mayıs 1977– için de elinden geleni yapmış; buna gerek görmediği zamanlarda da 1 Mayıs’ın toplum nezdinde uğursuz bir gün olarak algılanması için her türlü propagandayı yapmış ve desteklemiş bir devlettir

Bayrak, devleti temsil eder ama aynı zamanda da bir ulus-toplumunun sembolüdür. Bu toplumun tüm mensuplarının asgari müştereğidir. Bunun anlamı, o toplumda hiç kimsenin karşı çıkamadığı paylaştığı -onurlu, saygın insanca yaşamak gibi- genel -soyut- amaçları o toplumun tarihinde veya tahayyülünde temsil eden özgün bir kompozisyonla ifade ediyor olmasıdır. Yurttaşlar bu amaçların içeriği ve onlara erişme yolları hakkında çok farklı şeyler düşünebilirler ama bayrak bunların tümünü de temsil eder, sadece bir kısmını değil. Eğer bayrak temsil ettiği amaç ve değerlerin belirli bir yorumunu içeriklendirilmesini temsil ediyor, diğerlerini şu veya bu biçimde dışlıyor gibi gösterilirse, ona bu işlev yüklenirse, o zaman fiilen ulus-toplumun ortak sembolü olmaktan çıkıp belirli bir kesimin flaması haline gelir. Bu söylenenler bayrak için olduğu kadar milli marş için de geçerlidir.

Eğer bu ülkede bayrağın bu işlevine, dolayısıyla bayrağa karşı saygısızlık etmeyi huy edinmiş birileri varsa -ki vardır– bunların en başında, hem de açık arayla bizatihi devlet ve –milliyetçi- siyasal akımlar yer almaktadır. Bayrak bunlar tarafından pek çok defa, olur olmaz her vesileyle, kendi özel fikirlerini bile değil, davranışlarını dayatma, tehdit ve suçlama aracı gibi kullanılmıştır.

Gönüllü bir birlikteliğin sembolü olan, olması gereken bayrak bu ülkenin “resmî” azınlıklarına veya aidiyet duygusundan yoksun olduğu farz edilenlere karşı gözdağı vermek amacıyla da suistimal edilmiştir, edilmektedir. Gerçi bu tüm dünyadaki milliyetçiler tarafından kullanılan bir “yöntem”dir ama herhalde en aşırı biçimde kullanılan yerlerden biri de bu ülkedir.

Milliyetçi hareketlerin kendi özel fikir ve önerilerini sergiledikleri propaganda malzemelerinde ve gösterilerinde asla eksik olmayan bayrak, ortada toparlayıcı bir fikrin ve önerinin değil; tam aksine toplumun büyük bir kesiminin hedef tahtasına oturtulduğu, dışlandığı, “ya uy ya da...” tehdidinin iletildiği anlamına gelir. Devletin hapishanelerdeki siyasal mahkûmları, tutukluları cezalandırmak istediğinde bayrağı öptürmek, defalarca dayak eşliğinde milli marş söyletmek gibi uygulamaları adet edindiği biliniyorken; bunun bayrağı ve milli marşa derin bir saygıyı mı yoksa tam aksine onları birer işkence aleti gibi kullanarak pespayeleştirmek mi olduğu sorusunun cevabı açık olmalıdır.

Özgüveni sağlam, kendisiyle gururlanan ve bu özgüven ve gururun sembolü olan bayrağına gevşek bir saygı duyan hiçbir toplumda, bayrağın bizdeki gibi uluorta kullanıldığını, olur olmaz her yere herhangi bir vesileyle asılıp teşhir edildiğini görmeyiz. Çünkü bunlar, çok değer verilen şeylerin her şey için değil, sadece değeriyle mütenasip özel amaçlar, özel durum ve yerlere özgü olduğunu bilirler.

Buna mukabil aşırı teşhir edilen bir şey ise onun işlevi ve değerinden duyulan sıkıntının, teşhircinin o işlev ve değer bahsindeki kendi yoksunluğunun tersinden dışa vurumudur. Kendisinin fevkalade namuslu olduğunu ikide bir bağıra çağıra ilan edenlerin parmak ısırtan bir namussuzluğu ya icra ettiği ya da buna hazırlandığı çok görülmüştür. “Bütün alçakların son sığınağı milliyetçiliktir” özdeyişine bir ekleme yapmak gerekirse “daha büyük alçaklar da daha kestirme bir yolu, bayrağa sarılmayı seçerler” demeliyiz.


İnsan toplumsal bir varlık olduğu, yani insan olmanın temel unsurları olan dil, kültür ve yaşama alışkanlıkları sadece toplum içinde edinildikleri için, herhangi bir insanın toplum(un)a dolayısıyla onun bayrağına “karşı” olması akılları değildir ama aynı insan pekala o toplumun düzenine, şu veya bu yönüne karşı olabilir. Onun düzene karşı oluşunu topluma karşı olmak sayıp, ona bayrak göstererek meydan okumak vahim bir demogojiden başka birşey değildir. Çünkü bir ulus-toplum bayrağını sadece kendi “dışı”na karşı meydan okumak veya buna cevap vermek için kullanır. Kendi varlığına karşı ciddi bir tehditte, eylemde bulunan dengi güçlere karşı, örneğin savaş hallerinde olur bu. Bayrak toplumun “içi”ne doğru kendi yurttaşlarına karşı bu şekilde asla kullanılamaz. Milliyetçiliğin, özellikle en yontulmamış biçimlerinin, bayrağın bu “dış”a “düşman”a karşı kullanım biçimini suistimal etmek için başvurdukları “iç düşman” icadı ve bu iç düşmana atfettikleri “yıkıcılık”, “bölücülük” gibi sıfatlar aslında kendi davranışlarının yol açabileceği sonuçları işaret eder.

Ama zaten milliyetçilik, insan soyunun çeşitli alanlarda ulaşabildiği gelişme olgunluk düzeyinden bakıldığında, ham bir zihnin, ham bir duygu ve tasavvur yetisinin bileşimi, bunun idrak seviyesi olduğu için o sonuçları da öngöremez.

Fakat içgüdülere pek yakın duran bu seviyenin avantajları da vardır. Kendini kolayca, anlaşılma zorluğu çekmeden ifade edebilir ve en önemlisi, kitle-sürü haline gelindiğinde idrak seviyesinin katılanların ortalamasının da çok altında olması kuralından en fazla yararlanan akım olmasını sağlar. Linç güruhlarının başını bunların çekmesi veya linçe dönüşebilecek provokasyonların büyük çoğunlukla bunlar tarafından tezgahlanması hiç de tesadüf değildir.

Milliyetçiliğin kolayca buralara da varan kitleselleşebilme avantajından yararlanmak, sıfatları ne olursa olsun asli amaçları iktidar olan, iktidar olmak veya ondan pay kapmak için ağızlarının suyu akan herkes, her eğilim için “cazip” bir yoldur. Örneğin “sol” etiket taşıyan birileri bunu “Kızıl Elma” birlikteliklerine katılarak nasyonal sosyalist sıfatını kazanmaya ramak kalacak ölçüde ileri götürme marifetini göstereli epey oluyor. Kökeni itibariyle bunların ikizi olan bir diğerleri ise milliyetçi dalganın kabarışının kokusunu ötekiler kadar erken alamadıkları için, “iş”e biraz geç başlamakla birlikte, “yurtsever cephe”ler kurarak bu şimdilik verimli piyasada hisse sahibi olmayı denemektedirler.


1 Mayıs’ın enternasyonal karakterini, geleneğini ihlal etmeye matuf milliyetçi havayı burada estirmeye kalkışanlar da bunlardır. Biri yeni tezgaha soktuğu “yurtsever cephe”nin cesametlerini kat kat aşan irilikteki afişlerini meydanın en merkezi yerine germek kurnazlığıyla, öbürü ise “Türk bayraklarıyla 1 Mayıs”a sloganıyla donattıkları pankartları şehrin her yerine asıp, günlerce yürüttükleri bir propagandanın gayretkeşliği ile yaptılar bunu.

Bu toplumun bir mensubu, bu ülkenin bir yurttaşı olarak ne bayraktan ne de yurtsever sıfatından gocunmak söz konusu olur. Ama, birincisi, her şeyin bir kuralı vardır ve hele bu “şey” işçi ve sosyalist hareketin kökeninde yer alan enternasyonalizmin -bunca yıkımdan sonra- elde kalmış tek ritüeli olan 1 Mayıs ise bu kurala çok daha fazla titizlik göstermek gerekir.*

1 Mayıs’ta beş kıtanın tüm ülkelerinin büyük şehirlerinin meydanlarında toplanan insanlar, şu anda kendilerinden binlerce kilometre uzakta on milyonlarca insanın da pek çoğu ortak sorun ve talepleri içeren pankartlar altında toplandığını bilir. Bu topluma ait olmanın ötesinde “büyük insanlık”ın bir parçası, onun içinde olduğu duygusunu yaşar. 1 Mayıs’ı özel kılan budur ve o nedenle de 1 Mayıs’ın “düzeni”, katılım biçimi bu özelliği ile uyumlu olmalı, onu yansıtmalıdır. 1 Mayıs’ta milli bayrakların taşınmaması gerektiği anlayışının ve geleneğinin nedeni de budur. Eğer, o gün dünyanın tüm meydanlarında toplananlar tek bir yerde biraraya gelmiş olsalardı, bunların birbirlerini tanımaları için kortejlerinin önüne bayrakları herhalde konulabilirdi. Ama bir ülkede, Türkiye’de bayrağın bu “tanıştırıcı” işlevine neden ihtiyaç olsun?

“İhtiyaç”, az önce de işaret ettiğimiz gibi tanıştırıcılık değil, tam aksine halihazır milliyetçi kabarışın tehdit ve dışlamayla yüklü havasından istifade etmek olduğu için ve o kabarışı körükleyenler bu iş için bayrağı alet edip “yurtsever” gibi sıfatlarla makyaj düzdükleri için, sol sıfatlı oportünistler de bunlarla 1 Mayıs alanına yükleniyorlar. Bunu yaparlarken, bu ülkede 1 Mayıs’a sürekli karşı çıkmış onu kana bulamaktan defalarca çekinmemiş ve topluma bu günü ve katılanları “vatan haini” gibi göstermek için bayraklı kampanyalar düzenlemiş bir devletin hükümran olduğunu biliyor ve aldırmıyorlar da.

Bunlara verilecek en iyi cevap, bir sonraki 1 Mayısların onun enternasyonalist niteliğini çok daha belirgin kılacak biçimde kutlanmasını sağlamaktır.

(*) Tam yeri gelmişken belirtmeliyiz ki, bu dergide geleneksel sosyalizmin genel yaklaşımı, siyaset anlayışı ve yöntemleri kıyasıya eleştirile geldi, muhafazakârlaşması, hatta gericileşmesi, çürüyüp çökmesi üzerine çok şey söylendi. Ama bunları söylemek, o anlayışın mecrası içinde sosyalizmin kökenindeki idealleri yaşatmaya, korumaya çalışan eğilimlerin çabasını, her şeye rağmen korunabilmiş, ayakta kalabilmiş kurum ve değerleri o çürüme ve yıkıma teslim ettiğimiz anlamına asla gelmez. Tam aksine bunların en samimi ve kararlı savunucuları olmamızı gerektirir. Bu yazıda yerine getirmeye çalıştığımız görev de budur.