Anti-Militarizm, Ordu/Askeriye Eleştirisi ve Orduların Demokratik Gözetimi

Birikim’in 160/161. (Ağustos/Eylül 2002) sayısı, Türkiye’de ordunun politik konum ve işlevinin analizine ayrılmıştı. Bu sayıdaki kimi yazılar, bazı takviyelerle daha sonra (2004’te) Birikim Yayınları’ndan çıkan bir kitapta toplandı: Türkiye’de Ordu- Bir Zümre, Bir Parti (derleyenler Ahmet İnsel-Ali Bayramoğlu). Elinizdeki sayıda, bu ilgiyi sürdüren bir dosya yer almakta. Dosyadaki yazılardan kimisi, aslında o “Türkiye’de Ordu” dosyamıza tuğlalar eklemiş oluyor. Ömer Türkeş’in, Türkçe romanlarda savaş tahayyüllerini -ve anti-militarist duyarlılığın kıtlığını– gösteren makalesi gibi… Ordunun Türk sinemasındaki ‘planlı tatbikatlarını’ ve askerlik ‘temasının’ filmlerde ele alınma biçimini inceleyen yazısıyla Hilmi Maktav’ın yaptığı gibi…

Ancak bu sayıdaki dosyanın odağı, anti-militarizmdir. Melek Göregenli, militarizmin merkezî kavramları olan emir-komuta, disiplin ve itaatin, kışlalar dışındaki hayatı ve zihinleri de kapsayan biçimlendirme gücünü hatırlatıyor. Anti-militarizm, Nilgün Toker üzerinde duruyor, topyekûn bir tahakküm biçiminin/mantığının eleştirisine; “kapitalizmin yarattığı güç tekeli olarak devlet ve egemenlik formunun reddi”ne uzanır. Önce total redci Mehmet Tarhan’ın maruz bırakıldığı sistemli eziyet, sonra geçtiğimiz ay yazar Perihan Mağden’in vicdanı red hakkını savunan bir yazısından ötürü “halkı askerlikten soğutma” suçlamasıyla yargılanmaya başlaması vesilesiyle “gündeme” tutunan vicdanî red konusu, anti-militarizm bağlamı içinde özel bir odağı oluşturmakta. Ümit Kardaş, vicdani red itirazının hukukî temellerini gösteriyor, uygulama pratiğini tartışıyor. Andreas Speck’in yazısı, zorunlu askerliği red hareketlerinin düşünsel çerçevesini ve uluslararası deneyimini tanıtıyor. Ayşegül Altınay, -ki Türkiye’de sosyal bilim ve siyasal teori yazınında anti-militarizm üzerine oluşan birikintide özel katkısı vardır-, buradaki yazısında, Türkiye’de anti-militarist hareketin gelişiminin iki kare fotoğrafını çekiyor ve bu hareketin cinsiyetçilik karşıtı mücadeleyle eklemlenmesi üzerinde duruyor.

ASKERİYE/ORDU ELEŞTİRİSİNİN DÜZLEMLERİ

Bu vesileyle, Türkiye’de kuşkusuz yüksek rütbeli bir tabu teşkil eden, askeriye/ordu eleştirisinin kavramsal çerçevesi hakkında bir çift söz söylemekte yarar var.[1] Askeriye/ordu eleştirisi terimini, anti-militarizmle canlı bir alışverişi bulunan, fakat mutlaka anti-militarizme bağlanması da gerekmeyen, daha ‘serin’ bir kavram olarak kullanıyorum.

Sözkonusu eleştirinin birincil düzlemi, askeriyenin/ordunun bir toplumsal örgütlenme ve politik iktidar yöntemi teşkil eden veçhesidir. Emir-itaat, hiyerarşi-disiplin, rütbe ve ritüel nizamına dayalı, şiddet yüklü bir ‘siyaset ve idare’ yöntemidir bu; makro ve mikro ölçeklerde izi sürülebilir. Askeriye/ordu eleştirisi, bu yöntemin ve onun yeniden ürettiği zihniyet kalıbının eleştirisidir. Doğrudan doğruya orduya, askerî faaliyetlere inhisar etmez; aksine, militarist ideolojinin asıl askeriye-dışı alanlardaki nüfuzunu sorunsallaştırır.

Yöntemsel veya esastan bir eleştiri oluşu, askeriyenin/ordunun ve askerî mantığın, amaç-araç aritmetiğiyle meşrulaştırılmasına karşı bir uyarıdır. Askeriye/ordu, kendi kendisinin yapısal varoluş koşullarını oluşturur ve yeniden üretir; amaç-araç faydacılığına direnen bir tabiatı vardır. Bu dikkat, doğrudan doğruya, şiddet ve güç’ün ‘nötr’ değerler olarak kabullenilmesine dönük bir ahlâkî ve politik sorgulamayla bağlantılıdır.

Eleştirinin bir başka düzeyi, askeriyenin, erkekliğin inşasını gerçekleştiren bir kurum oluşuyla ilgilidir. Askerlik dili, erkekliği yüceltir -kadınlığı/kadınları horlar, tabileştirir- ve bütün er kişileri her an erkeklik ‘şerefinden’ sınava çekilme tehdidi altında teyakkuz halinde tutar. Askeriye/ordu eleştirisi, elinizdeki dosyada Altınay ve Speck’in yazılarında da görüldüğü gibi, erkek egemenliğinin eleştirisidir.

Ekonomi-politik analiz, askeriye/ordu eleştirisinin olmazsa olmaz bir düzeyidir. Silah sanayi, kapitalist sistemin ‘makro’ yeniden üretiminde belirleyici bir sektördür. Kapitalist egemenlik sistemini tanımlamak için kullanılan “askerî-endüstriyel kompleks” terimi siyaseten eskimiş olsa bile, aslında miâdı dolmuş değildir. Türkiye’de Ordu - Bir Zümre, Bir Parti kitabında da üzerinde önemle durulan bir veçhe, bu. Dolayısıyla askeriye/ordu eleştirisi, kapitalizm eleştirisidir.

Gözardı edilmemesi gereken ve zorlu bir eleştiri düzeyi, teknoloji eleştirisidir. Silah sanayi ve silah teknolojisi olgusu, tekniğin doğayı alt etmek/denetlemek/dönüştürmek için kullanımında sorunsal bir dönüm noktasını, teknolojik ilerlemenin insanlık için (insanlığın ‘potansiyelleri’ ve bizzat fizikî varlığı için) bir tehdide dönüştüğü uğrağı temsil eder. Bu, bir ‘yöntem’ olarak savaşın, araçsal düşünülemeyeceğine dair bir uyarıdır aynı zamanda.

ANTİ-MİLİTARİZM VE ORDUNUN “DEMOKRATİK GÖZETİMİ”

Bu kısa özet, anti-militarist bir perspektife oturan, radikal bir askeriye/ordu eleştirisinin çerçevesini çiziyor. Özete girişirken, askeriye/ordu eleştirisi terimini, anti-militarist olması gerekmeyen, ‘serin’ bir kavram olarak kullandığımı söylemiştim.

Örneğin, orduların -genel olarak güvenlik güçlerinin- demokratik gözetimi, anti-militarist olması gerekmeyen, -birçok durumda da öyle olmayan-, bir askeriye/ordu eleştirisi sorunsalıdır. Askerî bürokrasinin eylem ve işlemlerinin parlamenter denetime tabi olmasını ve parlamento erkine hesap verme yükümlülüğünü istemek, ‘zorunlu olarak’ anti-militarist bir talep değildir. Hatta tersine, birisi pekâlâ, “vuruş gücü yüksek”, etkin ve saygınlığı artmış bir ordu özlemiyle ileri sürebilir bu talebi. Veya, hiç de anti-militarizme meyletmeyip, ordunun Cumhuriyetçi manâda bir “ulusal ordu”, hatta biraz da sosyalizan çağrışımlarla bir “halk ordusu” olması gerektiğini düşünenler, ordunun demokratik gözetimi talebini benimseyebilirler; aslına bakarsanız, fikrî-politik tutarlılık gibi bir kaygıları varsa, desteklemelidirler.

Nuray Mert, 15 Haziran tarihli Radikal’deki yazısında, zorunlu askerliğe reddiyenin (onunla birlikte vicdani reddin), demokratik denetime tabi ulusal orduların yerini böyle bir denetimden azâde paralı-profesyonel orduların almasını sîneye çekmek anlamına geleceğini yazdı; hatta bu nedenle vicdanî redciliğin egoist bir liberal kayıtsızlığa dönüşebileceğine işaret etti. Bu, vicdanî reddin ve anti-militarizmin ahlâkî meşruiyetini zedeleyecek bir akıl yürütme değil; zira anti-militarizm herhangi orduya ve herhangi askerliğe karşı bir duruş. (Buna karşılık, zorunlu askerliğe dayalı ulusal-demokratik ordu fikrine bağlı olanların bakış açısından, şu da hesaba katılabilir: vicdanî red talebinin ve bu talep etrafındaki sosyal eleştirinin meşru varlığı, hem zorunlu askerliğe dayalı orduyu, hem de onun “profesyonelleşen” veçhesini –görece- demokratikleştiren bir etkide bulunacaktır.) Yanı sıra, anti-militaristleri ve vicdanî redcileri dünya ahvâline kafa yormayan, bununla ilgili sorumluluk duymayan/üstlenmeyen bencil konformistler olarak düşünmek de haksızlık olacaktır. Bu akım içinde, ‘sosyal’in mümkünâtı ve lüzumu hakkında şüpheler besleyen liberter-anarşizan yönelimler de vardır pekâlâ; fakat anti-militarizmin, -sosyalist ve anarşist rabıtalarıyla-, dünyanın nasıl bir yer, ‘toplumsal’ın nasıl bir ilişki olması gerektiğine dair fikirleri, tavırları olduğunu biliyoruz. (Elinizdeki dosyadaki Toker’in, Göregenli’nin, Speck’in yazılarına tekrar dikkat çekeyim.) Reel-politikle ilişkide bir sinizmden söz edilebilir; fakat bu da anti-militaristlerle sınırlı bir mesele değildir ve ayrı bahistir.

Öte yandan, güvenliğin (ordunun ve polisin) özelleşmesinin ve fiilen parası olanların erişebileceği bir ‘hizmet’ haline gelmesinin barbarca sonuçlara yol açtığı da, vakıâdır ve ciddi bir sorundur (bu meseleyi, Birikim’in 178. [Şubat 2004] sayısında ele almıştık). Ama nasıl globalleşmeye karşı, o sürecin yürütücülerinden biri olan (sosyal-devlet veçhesinden sıyrılmış) ulus-devlete sarılmayı önermek yanlış bir denklem kurmaksa, güvenliğin özelleşmesine karşı “ulusal ordulara” sahip çıkmak da öyle. Anti-militarist bakış açısını paranteze aldığımı yineliyorum; “demokratik denetime tabi ulusal ordu” zemininin kendi mantığı içinde tartışıyorum. Bu zemin dahi fevkalâde kaygandır. Gerek sözkonusu özelleşme süreçlerinin ve piyasa dinamiğinin uzunca bir süredir işliyor olmasının etkisiyle, gerek ondan önce askerlik ve silah teknolojisinin karmaşıklaşan yapılanmasına (teknokratik aklın tahakkümüne) bağlı olarak, “ulusal ordu” ile “özel ordu” arasında bir ayrım yapmak güçleşiyor.[2] Bugün bütün dünya orduları jakoben “Cumhuriyetin/halkın ordusu” ideal-tipinin çok uzağındadır – aslında “dün” de öyleydi! Türkiye’de buna, ordunun demokratik gözetiminin hiç de ‘varsayılmadığı’, hatta böylesi taleplerin ‘hainlik’ sayıldığını ilâve etmeliyiz.

Demin bahsettiğim gibi, (“burjuva demokratik” bile demiyorum!) parlamenter demokratik sistemin iç tutarlılığı, -tekrarla: anti-militarizme hiç ‘lüzum’ duymadan, hatta anti-militarizme kesinkes karşı çıkanlar açısından da- ordunun demokratik gözetime açıklığını gerektirir. Biz ise, parlamenter-demokratik işletmenin kendisinin böyle bir tutarlılık kaygısı taşımadığı, sözkonusu talebin doğrudan doğruya ordu-karşıtlığı olarak damgalandığı bir vasattayız.

Bunun son örneği, Ümit Cizre’nin editörlüğünde TESEV bünyesinde hazırlanan, Almanak Türkiye 2005: Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim raporunun, “önemli dış malî kaynaklar sağlamış olma”, “AB’yle işbirliği” gibi imâlı dokundurmalar eşliğinde, “TSK’yı hedef almak”la damgalanabilmesidir.

TÜRKİYE’DE ORDUNUN DEMOKRATİK GÖZETİMSİZLİĞİ

Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim 2005 Türkiye Almanağı, Türkiye’nin içe ve dışa dönük güvenlik aygıtlarının/bürokrasilerinin son bir yıl içindeki faaliyetlerini incelerken, bu kurumların yetkilerinin ve işlevlerinin yapısal analizine yönelmeye çalışıyor; bilhassa bu işlevlerde demokratikleşme yönünde gerçekleşen dönüşümlerin ‘ölçümünü’ yapıyor. Ümit Cizre’nin anlatımıyla, bu aygıtların “dokularına yedirilen tehdit anlayışlarını” sorgulamaya özel bir önem veriliyor. Cizre, yaşamın her alanını “iç tehdit” algıları güdümünde “güvenlikleştirme” önceliğiyle tanzim etmeye, önlemlerle kuşatmaya ‘azmeden’ yapıyı mercek altına alma gereğini vurguluyor. (Daha önce yine “demokratik gözetim” bağlamında yapılan bir çalışmada da yine aynı istikamette, “korku politikalarının sona ermesinin” bir koşulu olarak, güvenlik konusunun “sıradanlaşması”, sadece “uzmanların” değil “sokaktaki adamın” da bu alanda bilgi ve ilgi sahibi olması gerektiğini belirtmişti.[3]) Bu bakımdan, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın 1994’te ortaya attığı, “Kamu güvenliğinin askerî olmayan boyutları da gözetilerek korunmasını” öngören –ve güvenliğin kendi başına bir amaç olmadığına dikkat çeken- insanî güvenlik kavramına atıfta bulunuyor. Bunun yanında, NATO dahil Batılı uluslararası örgütlerin, “denetimsiz militerleşmenin… istikrarsızlığa neden olarak… ve iktisadî gelişmeyi dumura uğratarak… insanî güvenliğe bir tehdit oluşturduğu” kabulüne geldiklerine ve bu kabul doğrultusunda güvenlik ‘sektörleri’ üzerinde bir uluslararası denetim geliştirmeye yöneldiklerine dikkat çekiyor.

2005 Türkiye Güvenlik Almanağı, güvenlik aygıtının/bürokrasisinin ve tabii özellikle ordunun, parlamenter denetimden ve şeffaflaşmadan nasıl azâde olduğunu açık seçik ortaya koyuyor. Ahmet Yıldız’ın TBMM-TSK ilişkilerine dair yazısında, büyük çaplı silah alımlarının parlamento onayına sunulmamasına, denetimsizliğin ekonomik boyutunun önemli bir veçhesi olarak dikkat çekilmekte. Almanak’ın –çok fazla deşmemekle beraber- hatırlattığı bir başka önemli nokta; kâğıt üzerinde ve uluslararası ‘konsepti’ itibarıyla politik otoriteye bağlı olması gereken jandarmanın, ordunun politikayı kuşatan toplumsal denetiminin önemli bir kolu olarak iş görmesidir (bkz. Lale Sarıibrahimoğlu’nun yazısı). TBMM-TSK ilişkilerine dair makalede yer alan, jandarmanın kötü muamele ve yetki aşımı hakkındaki soru önergelerinin cevapsız bırakıldığı bulgusunun teyid ettiği gibi, jandarma Türkiye ortalamasının da üzerinde bir ‘sorgu sual edilmezlik’ zırhıyla kuşatılmıştır.

Sadece orduyu değil, istihbarat örgütlerinden Sahil Güvenlik’e, geçici köy korucularından özel güvenlik kuruluşlarına kadar bütün güvenlik birimlerini ele alarak zengin bir döküm sunan Almanak’ın konumuz açısından belki en önemli katkısı, ordunun tabu konumunun aşılmasına sağlayabileceği katkıdır.

“DEMOKRATİK GÖZETİM” PERSPEKTİFİNİN SINIRLARI

“İnsanî güvenlik” kavramı, özellikle de asayiş/güvenlik mülahazalarının neredeyse ‘aşkın’ bir meşruiyet kaynağı olarak politikanın alanını alabildiğine daralttığı Türkiye’de, el atılması, üzerine düşünülmesi gereken bir tasarım. Düşünürken, kavram etrafındaki tartışmayı, örneğin Birleşmiş Milletler ve mücavir alanındaki uluslararası kuruluşların benimsediği biçimiyle insanî güvenlik kavramının da önünde sonunda devlet-merkezli bir nitelik taşıdığına ilişkin eleştirileri gözden kaçırmamalı.[4]

Ordunun “demokratik gözetimi” perspektifi de, kuşkusuz yine özellikle Türkiye gibi bir vasatta, hiç yoksa tabu yıkıcı etkisi bakımından, küçümsenmemesi gereken bir perspektiftir. Bununla beraber güvenlik aygıtlarının/ordunun “demokratik gözetimine” ilişkin yerleşik söylemin de eleştirel bir dikkate ihtiyacı var. İlk dikkat noktası, halihazırda sözkonusu “demokratik gözetim” söyleminin, neo-liberal yönetişim ideolojisi[5] bağlamında yeniden üretiliyor oluşudur. Gerçi güvenlik güçlerinin demokratik gözetimi kavramını ve alanını “iyi yönetişim” söyleminden-programından özerkleştirmeye dönük çabalar da var, fakat yönetişim ideolojisinin bu alan üzerindeki markajı hâlâ kendisini hissettiriyor. Yönetişim kavramı, yönetim ve iktidar teknolojilerini piyasa rasyonalizmi ışığında reforme ederken, birçok yönetim etkinliğinin politik karar ve tercih süreçlerinin dışına/berisine taşınmasına elveriyor. “Kamu yararı” mülahazalarının ve politik tercihlerin yerini, piyasa rasyonellerinin ve onlarla bağıntılı olarak özerkleşmiş teknokratik rasyonalitenin hükümranlığı alıyor. Demokrasinin anlamı, verimliliğin bir fonksiyonuna indirgeniyor.

Almanak’ta, gerçi bir yandan, parlamenter denetim ve politik otoritenin yetkisinin/sorumluluğunun esas olması gerektiğini vurgulayan, askeriyenin politika alanını alabildiğine daraltan hükümranlığını sorgulayan Cumhuriyetçi[6]-demokrat bir yaklaşımın ‘arı duru’ ifadelerini buluyoruz. Fakat bir yandan da yönetişim söyleminin sağladığı ‘asrî’/‘modernist’ meşruiyetle flört ediliyor. Güvenlik aygıtının/bürokrasisinin esas itibarıyla “sektör” olarak tanımlandığını hatırlayalım; “sektör”, lügât anlamı bununla sınırlı olmasa da, ilke olarak iktisadî faaliyet branşlarını, aslında daha somut olarak piyasanın branşlarını tanımlayan bir terimdir. Keza Ümit Cizre’nin Giriş yazısında kullandığı “güvenlik tüketicisi” terimi, piyasa çağrışımı güçlü bir terim; “güvenlik ihtiyacı duyan insan”ı müşteri olarak düşünmeye sevk ediyor. Bu kavramın çağrışımı, devamla, “(insanî) güvenlik içinde bulunma” halinin, güvenlik hizmeti satın almakla/alabilirlikle kayıtlanmasıdır. Güvenlik ‘işi’nin, bilhassa askeriyenin/ordunun ‘iş’lerinin piyasa rasyonelleriyle ve terimleriyle tanımlanması, kendince tabu yıkıcıdır ve askeriye/ordu algısının ‘sekülerleşmesine’ katkı sağlayacağını göz ardı etmiyorum. Fakat yıkılan militer tabunun yerine piyasa rasyonalitesinin bir alternatif tabu haline gelmesinden de sakınmak gerekir. Kaldı ki, bu ikisi pek güzel geçinebiliyorlar: “Vuruş gücü yüksek, esnek, küçük profesyonel ordu” şiârı, neo-liberal çağın ordu mitolojisini kurarak, militarizmi (post-)modern tahayyülde yeniden üretme istidâdı taşıyor.

Galiba esas mesele, anti-militarizmi sonsuza dek parantezde bırakmamak… Güvenlik güçlerinin/ordunun “demokratik gözetimi” perspektifi, anti-militarist eleştirinin ‘takibinden’ uzak kaldığında, o kadar fazla “güvence” sağlayamayabilir!

(*) Dosyaya olan ‘kurucu’ katkısı, bu yazıya da eleştirel katkısı için Coşkun Üsterci’ye çok teşekkürler.

[1] Bu bir çift sözü söylerken, -kendi ismi de bir Prusyalı Müşirininkini andıran!- Ekkehart Krippendorff’un kitabından yararlanıyorum (Militärkritik, Suhrkamp, Frankfurt a.M., 1993).

[2] Bu noktayı, Türkiye’de Ordu- Bir Zümre, Bir Parti adlı kitaptaki yazısında Ömer Laçiner vurgular.

[3] Güvenlik Sektöründe Demokratik Gözetim: Türkiye ve Dünya. TESEV-DCAF (Cenevre Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Denitimi Merkezi), İstanbul 2005, s. 10 ve 62-66.

[4] Christine Chinkin: “Devlet güvenliği mi insan güvenliği mi?”, Irak Dünya Mahkemesi Nihai İstanbul Oturumu, Metis 2006, s. 411-20. Bu makalede, ABD ve müttefiklerinin Irak’taki işgalinin “insan güvenliği” kavramı açısından bir değerlendirmesi de yapılmakta.

[5] Bu alanda iyi bir kaynak, Sonay Bayramoğlu’nun, konuyu Türkiye’deki üst kurumlar örneğinde ele alan Yönetişim Zihniyeti kitabıdır (İletişim, 2005).

[6] Her ihtimale karşı uyarmakta fayda var: Cumhuriyetçiliği Türkiye’de çoğunlukla “ulusalcı” çevrelerde anlaşılan anlamıyla kullanmıyorum; bu konuda bkz. Medeniyet Kaybı – Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar (Birikim Yayınları, 2006) kitabımdaki “Cumhuriyet, demokrasi ve muhafazakâr Türk cumhuriyetçiliği” başlıklı makale.