Belirsizlik Durumu ve “Taraf“ Olma İhtiyacı

Türkiye, askerî darbe öncesi dönemleri de dahil, hiçbir döneminde, şu sıralarda olduğu gibi, tüm sorunları aşırı hassaslaşmış, birbirine kilitlenmiş ve dolayısıyla birindeki krizin derhal ötekilere de sirayet ettiği, ortalık bir biçimde sakinleşmiş göründüğünde bile insanlarda bunun bir fırtına öncesi sükuneti gibi algılandığı; genel gidişat ve nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda gayet net ve kararlı konuşanların bile, aslında söylediklerinin doğruluğuna, yerindeliğine fazla güvenemediklerinin bu denli fark edilir olduğu bir genel belirsizlik dönemi yaşamamıştı.

Süreçlerden kurumlara, başlıca siyasal aktörlerden grup ve bireysel tutumlara kadar her şeye sirayet etmiş bir belirsizlik halidir bu. AB’nin Türkiye’yi üyeliğe kabul etmeyi gerçekten isteyip istemediği sorusunun cevabı belirsizdir; Türkiye’nin katılmaya kararlı olup olmadığı da. Ülke siyasal iradesinin Kürt sorununu demokrasi zemininde çözme niyetinin sağlamlığı da, Kürt siyasal sözcülerinin Türkiye içinde ve demokrasi bazında çözüm samimiyetleri de. Bir generalin “sert” demeciyle veya ABD Federal Reserve’in faiz yükseltme kararıyla tepetaklak oluveren “piyasalar”ı ve istihdam yaratamayan büyümesi ile Türkiye ekonomisinin iyiye gidip gitmediği de belirsizdir. Roman kahramanlarına dava açan savcıları, ironiyi anlayamayacak derecede “seviyeli içtihatlar” veren Yargıtayı ile, “muhbir yurttaş”ların açtırdığı fikrî davaları esastan reddeden hakimlerin birarada olduğu Türkiye mahkemelerinin hukuk, adalet ilke ve değerleriyle ilişkisi de belirsizdir. Şurada bir göstericiyi linç etmeye kalkışan kalabalığı kışkırtanları tutuklayacağı yerde, linçten kurtulabilen göstericiyi gözaltına alan, öbür yandan linçten adam kurtarmaya çalışırken kalabalıkların öfkesini göğüsleyen polisin bir sonraki linç girişiminde nasıl davranacağı da belirsizdir.

Söz lince gelmişken; halkımızın çoğunluğu ile bu girişimlere hak verip vermediği hakkında da kesin bir şey söyleyemeyeceğimizi biliyoruz artık. Son 20 yıldaki beş seçimde beş ayrı partiyi birinci partiliğe yükselten, bazılarını hemen ertesi seçimde barajın altına hatta %2 oranının altına itiveren halkımızın bu siyasal yön değiştirme “esnekliği” ile bir sonraki seçimde ne eyleyeceği de giderek cevabı biraz daha belirsizleşen bir soru oluyor. Daha bir iki yıl önce %70’lerin üzerinde seyreden AB’ye katılım yanlılığının şimdilerde %50’nin epey altına düşüşü ve bu trendin devam ediyor ve ettirilecek de olması, bunun ülke iç politikalarına nasıl yansıyacağı sorusunu da kurşuni bir belirsizliğin içine yerleştiriyor.

Son aylarda Batı Anadolu’nun ve kimi Karadeniz illerinin kasabalarında güçlükle önlenen etnik çatışmaların benzerleri pekala diğer şehirlerde ve özellikle metropollerde bir vesileyle kışkırtıldığında halkımızın serin kanlı davranıp davranmayacağı hakkında da net konuşamadığımız ortada.

Bir Güneydoğu kasabasında veya oralarda bir tren yolunda ya da Mersin gibi “hassas” bir kentte patlatılan bir bombanın, tahrip kalıbının PKK’lılarca mı yoksa “derin devlet” çetelerince mi yerleştirildiği sorusunun cevabı da belirsizdir. İsmailağa cemaatinin içinde ardarda işlenen cinayetlerin cemaat içi sorunlar ile mi yoksa “irtica”yı gündeme taşımaktan yarar umanların provokasyonları ile mi açıklanabileceği bahsi de belirsizdir.


Bütün sorunların aşırı hassaslaşması ve birbirine kilitlenmesi genel buhran durumlarının bir özelliğidir. Belirsizlik de öyle. Ancak bildiğimiz genel buhran hallerindeki belirsizlik, kimsenin ne yapması gerektiğinden, sonucundan emin olmadığı için ortaya çıkmış değildir. Aksine, genellikle ortada buhrandan çıkış konusunda gayet net önerileri ve tutumu olan iki taraf vardır ve belirsizlik bu cenahlar arası irade çatışmasının nasıl sonuçlanabileceğinin bilinememesinden kaynaklanır. Bu irade çatışması daha olgun toplumlarda bir uzlaşmayla ya da belirli bir tartışma safhasından sonra genel oyun sonucuna müracaatla karara bağlanır. -Fizik- güç kültürünün hâlâ etkili olduğu toplumlarda kanlı bir çatışma safhasından geçilmesi kaçınılmaz olabilir. Ama her iki durumda da; birincisi teşekkül etmiş taraflardan birine mensup toplum çoğunluğunun hemen her bireyi, kendi cephesinin iradesi kabul edildiğinde nelerin olacağını ve beklenen sonuçlarını, gidişatın karakterini az çok bilir, bilincindedir; ikincisi bu irade savaşının neye -uzlaşmaysa temel alacağı veri ve kurallara, seçimse oy oranına, çatışmaysa asıl olarak fiziki güce- göre sonucunun alınacağını bilir.

Türkiye’nin şu andaki durumunun farklılığı hem ortada teşekkül etmiş taraflardan sözedilememesi, hem de nihai sonucun ne ile belirleneceğinin bilinmemesidir. Nitekim, her ne kadar gündemdeki sorunlar listesinin hemen tamamına dair gayet net bir tutum, perspektif sunan bir milliyetçi/ulusalcı cenah teşekkül etmiş görünmekteyse de; birincisi onun karşısında, ona cepheden tavır alan ve aynı netlikte bir çözüm perspektifinin ana katlarını paylaşan bir “diğer taraf” yoktur. Irkçı-faşizan eğilimin MHP’den İP ve Türk Solu taifesine kadar irili ufaklı, türevlerinin ön planda yer aldığı, ardında ordunun durduğuna inanılan bu cepheye şimdilerde CHP de kaydını yaptırmakla birlikte, bunların etnik-milli hassasiyet ve hamasetle sarmalayarak dile getirdikleri birçok görüş ve talep AKP’den ANAP’a tüm başlıca partiler tarafından da onaylanmakta; çoğu durumda karşılarına sadece “liberal-solcu aydın”larla sınırlı bir “hain-düşman” takımını alabilmekte, “Kürt sorunu” ile doğrudan ilgili gelişmelerle hedefe DTP/PKK da yerleştirilmektedir. Tekil bazı durumlarda bu bir cepheleşme görüntüsü verse de tarafların bu birlikte duruşlarını diğer konularda sürdüremez oluşları bir yana, asıl olarak -Türk- milliyetçiliği bazında belli bir konuda sağlanmış o ittifak, milliyetçiliği öteki konularda da aynı doz ve mantıkta sürdürmeye ya diğerleri yanaşmamakta ya da bizatihi milliyetçi-ulusal çekirdek, önerilerinin mantıki sonuç veya gereklerinden ürkerek bir noktada durmayı yeğlemekte,* böylece bizzat kendi pozisyonunu belirsizleştirmektedir.

Gerçi bu çekirdeğin İP ve Türk Solu gibi mürted gayretkeşliği ile prim yapma peşindeki unsurları ile soy -Türk- milliyetçiliğinin en azgın mensupları “sonuna kadar giden” bir diskur kullanıyorlarsa da, sözkonusu çekirdek içinde bile marjinal düzeyi aşmış değillerdir. Bunu söylemek, az sonra açıklanacağı üzre onların kışkırtıcı olarak taşıdıkları tehlikenin büyüklüğünü görmemek değildir. Ama konjonktürel olarak genişleyip daralan milliyetçi cephenin bu provokatif çekirdeği, karşısında benzer genişlikte cephe ve o cephe içinde onlar kadar etkili olabilecek bir provokatif unsur varolmadığı için, -şimdiye kadar- eşinmekle yetinebildi.

Genel durumun ikinci -farklı- yönü, sözü edilen belirsizliğin nasıl ortadan kalkacağının, şöyle ya da böyle bir netliğin neye müracaatla sağlanabileceğinin belli olmamasıdır. Burada, başlıca siyasal-toplumsal aktörlerin “kadro”larıyla yer aldığı, temsil edildiği genel “siyasal arena”nın yanısıra “gündelik hayat”ın alanlarını da kasdediyoruz. Çünkü, şu anda Türkiye toplumu içinde süregiden çeşitli türden gerilimlerin, etnik/mezhebi/yaşam biçimi farklılığına ilişkin çatışma/sürtüşmelerin siyasal arenadaki temsilcileri, temsil ettikleri topluluklar, gruplar üzerinde optimal bir yönetme-yönlendirme gücüne sahip değildirler. Dolayısıyla etnik, mezhebi ve yaşam biçimi farklılığına dayalı gerilimler, o siyasi temsilci/lider kadroların kararı ve inisyatifi dışında “kendiliğinden”, herhangi bir vesileyle boşalabilir ve bu kanlı boşalma diğerlerini de tetikleyebilir. Türkiye toplumunda herkes böyle bir tehlikeli ihtimalin farkındadır. Ve bunun olmasını istemenin çılgınlık olduğunun da. Başlıca siyasal partilerin de bir iç çatışmadan medet umdukları da söylenemez. Son dönemde bir taraf/parti gibi davranma alışkanlığı epeyce depreşmiş görünen Ordunun müdahalesinin de tarafları sertleştirmekten hatta bir iç çatışmaya sürüklenmekten öte bir sonuç vermeyeceği de kestirilebiliyor.

Bu durumda, kesin -elbette- değilse bile tekil sorunlarda, gerilim alanlarında çapı sınırlı ama sağlam esaslara dayalı uzlaşmaları mümkün kılacak bir tartışma/karar zemininin oluşturulmasından başka yol yoktur. Böyle bir zeminin herkesçe ya da büyük çoğunlukça kabul edilecek referanslar olmadan kurulabilmesi de mümkün değildir. Olgunlaşmış, acı tarihsel deneyimlerden geçerek kendi kendisiyle hesaplaşmanın eşiğini geride bırakabilmiş toplumlarda, demokrasi ve hukuk devletinin başlıca kural ve değerleri, temel hak ve özgürlükler kodeksi zemininde bu tür uzlaşmalar kolaylıkla sağlanabiliyor görünse de; burada bahsettiğimize benzer bir belirsizlik halinin geçerli olduğu kritik dönemeçlerde, o toplumlarda bile, sorunları, gerilim-çatışma konularını- şöyle ya da böyle- farklı/yeni bir noktadan kavrayan, böylece insanlara halihazır duruş ve konumlarını yeniden gözden geçirmeye yönelten bir “taraf”ın zuhuru, girişimi olmaksızın durum aydınlanmış olmaz. Bu -yeni- “taraf”ın en azından kendi içinde tutarlı, esas aldığı değer ve kıstasları her sorun/konuda tüm mantıki sonuçlarına kadar üstlenen net tavrı, tutumu, ona karşı çıkanları da ister istemez bu netlikte olmaya zorlar ve böylece gerilimlerin ve sorunların üzerini örten belirsizlik örtüsü sıyrılmış gibi olur. Görünen gerçeklik karşısında herkes duruş ve konumuna yeni bir gözle bakmak, tercihlerini düşünmek, karar vermek ihtiyacını duyar.

Türkiye’nin mevcut durumunda ise, böylesi bir “taraf”ın teşükkülü, misliyle şarttır. İğreti demokrasimiz, son yıllarda düzeltelim derken, onarıldığı kadar çarpıklık da eklenen hukuk devletimiz, asla oturtulamamış, muktedirlerce hâlâ “Truva atı” muamelesi gören temel haklar düzenimizle bu ülkede sorunların, gerilimlerin ne tam açıklıkta ve tüm boyutlarıyla tartışılabilmesi mümkün olabilmiş ne de çözüm/uzlaşmanın asgari ön koşulunun, demokrasi, hukuk devleti ve hak/özgürlükler kodeksinin temel kurallarına tam uyması gerektiği inancı yerleşebilmiştir. Bunların Türkiye toplumunun siyasal kültür ortalamasında referans olma değeri zaten hep az olduğu gibi yıpranmış, yıpratılmıştır da. Bu azlığın ve torpülenmenin doğrudan veya dolaylı “müsebbibi” de devlet geleneğimizin yanısıra milliyetçiliktir.

Dolayısıyla mevcut durumda, rakipsiz bir “taraf” olarak duran ve -içinden geçtiğimiz dönemin “hava”sı, özellikleri nedeniyle de- şu belirsizlik ortamında taraf olma eğilimi gösteren bildik, alışılmış girişimi bloke edebilen, onları kendi örtüsü altına girmeye mecbur edebilen milliyetçiliğin bu etkisini kıracak, onu türettiği belirsizlik örtüsünden sıyırıp insanlık dışı kökleri, çıplak gerçekliği ile görünür kılacak bir “taraf” olma girişimine acilen ihtiyacımız vardır.

Eğer milliyetçiliğin karşısında, onu cepheden göğüsleyecek bir “insanlık değerleri” ile taraf olma gücü bulamıyorsak, bunu yapmanın başarı şansından çok daha önce bir ödev olduğunu kavrayamıyorsak, şu gitgide bulanıklaşan sisli süreçte gidecek yolumuz da fazla uzun olmayacak demektir.

(*) Örneğin, AB’ye katılım sorununun hemen her noktasına şiddetli eleştiriler yöneltmekle birlikte açıkça AB’ye girilmesine karşıyız diyemiyorlar. Bunu diyenler var elbette ama “sorumlu mevkide olanları”, bunları o mevkiye getiren çoğunluk “katılalım ama” deme noktasından ileriye gitmiyor. “Kürt sorunu”u dair söylediklerinin mantıki sonucunun gayet şedit ve bir askeri bastırma ve tenkil seferberliği anlamına geldiği, Kürtleri batı illerinden sürüp çıkarma, hatta Kuzey Irak’a kadar sürme, dahası orayı da savaş alanı haline getirmeye kadar gidebileceği uyarısı yapıldığında telaş ve öfkeyle, bunların hiçbirini istemediklerini, amaçlamadıklarını söylemek zorunda kalıyorlar.