Hrant'ın Bedeli

Hrant Dink kardeşimizin kaybı bize bazı kavramları yeniden gözden geçirmemiz için cesaret verebilecek mi? Örneğin soykırım kavramını... Gündüz Aktan gibi eski hariciyecilerin durdukları hukukî indirgemeci soykırım pozisyonu karşısında, bugüne kadar olanlar ve çekilen acılar üzerinden bir başka soykırım yorumu getirilmeye çalışıldı. 1915’de olanları, bu çerçeveden en sert biçimiyle “soykırım”, daha yumuşak biçimiyle “kırım”, “katliam” ya da “kıt’al” ve en tahfif edilmiş şekliyle “trajedi”, ve yine en tahrif edilmiş biçimiyle “mukatele” olarak nitelendirilen bir yorumlar skalası ortaya çıktı. Ancak bütün bu skala içindeki katmanların ortak noktası, olanların maddi ve fiziksel kayıp üzerinden değerlendirilmesiydi ve bu kaybın en somut hali “ölüm”dü.

Bugün biz, Hrant’ın kaybıyla birlikte, bu katmanların ima ettiği maddi ve fiziksel eşiği fazlasıyla aşan bir başka boyutun varlığını yaşıyoruz. Hukuken soykırımın veya etnosidin, adına ne derseniz deyin, sadece maddi veya fiziksel kayıplarla tamamlanmış ve tanımlanmış bir süreç olmasının ötesinde, bunun zihinsel boyutlarının büyük etkileri apaçık karşımıza çıkıyor. Üstelik bu zihinsel boyutun maddi kayıpların çok ötesinde bir tahribat yarattığını da artık büyük bir açıklıkla görebiliyoruz. Maddi kayıplar izleyen kuşaklarca telafi edilebilir, ya zihinde devamlılık arz eden “soykırım”a ne yapacağız? 1915 ya da birkaç on yıl daha öncesinden her iki toplumun zihinlerine ekilen nefret tohumlarının beslediği patolojiye ne isim vereceğiz? Bu patolojinin beslendiği toprağın verimliliğinden mi söz edeceğiz? Tarihin belirli kavşaklarında “Ermeni tohumu” veya “Ermeni dölü” olmakla aşağılanmayı bir tutan, düşman denince akla ilk gelenin doğrudan doğruya “Ermeni” olduğu bir toplumsal hafızayla yüzleşmeyi başarabilecek miyiz? Üstelik bu toplumsal hafızadan medet uman muktedirleri açığa çıkarmadan, onları afişe etmeden, toplumsal hafızanın arkasında akan bu büyük nefret ırmağının kaynaklarını kesebilecek miyiz? Bütün Doğu vilayetlerinde Abdullah Öcalan’ın aslında Ermeni olduğunu söyleyen çarşaf çarşaf afişleri hazırlayanlar, o coğrafyada mevcut bu nefret iklimi üzerinden fayda devşirmeye girişmediler mi? Ötekinin de ötekisi hatırlatılarak bir psikolojik savaş sürdürülmeye çalışılmadı mı? Abdullah Öcalan’ın aslında Süryani patriğiyle çektirdiği fotoğraf, “Ermeni patriği ile Terörist Başı’nın birlikteliği” alt yazılarıyla büyük gazetelerimizde işte “tarihsel düşmanların ittifakı” mealinden bir ibretle ön sayfalardan verilmedi mi? Bunlarla bugüne kadar baş edemedik, bundan sonra baş edebilecek miyiz? Bütün insanlığından, güzelliğinden, çirkinliğinden, zaaflarından, erdemlerinden sıyrılmış bir “düşman olarak” Ermeni, zihinlerimizin en mutena köşesinde pek değişmeden, değişmesine müsaade etmediğimiz bir mevkiye yerleştirilmedi mi?

ASALA terörünün katlettiği diplomat cenazeleri birer birer memlekete gelmeye başladığında, 1915’e ilişkin “Soykırım” tezlerinin yüksek sesle dünya kamuoyunun önüne gelmeye başladığı zamanlarda, olan-bitenle objektif bir hesaplaşmaya girişerek olgun ve büyük bir toplum resmi çizeceğimize, birer birer Kars’ta, Ardahan’da, Iğdır’da, Van’da mezarlar açıp bu zavallı ölülerin kemiklerini propaganda malzemesi olarak kullanmaktan hiç geri durmadık. Ölüye karşı işte ölü! Benim ölüler ülkemin nüfusu senin ölüler ülkenin nüfusundan fazladır! Bağlamından, tarihinden koparılmış biçimde kurban cesetleri üzerinden bir zombiler savaşı başlattık. Kimse dönüp, “aklınız neredeydi, bu ölülerinize niye koca Cumhuriyet tarihi boyunca hiç sahip çıkmadınız da şimdi aklınıza geldi” diye insanî bir soru sormadı. Çünkü niyet insanî değil, siyasîydi. Ama bütün bunlar zihinlerin altındaki o büyük nefreti canlandırmak bakımından küçük küçük katkılar yaptı ve sonunda geldik Hrant’ın ölümüne! Bu büyük nefret ikliminde Hrant’ın kim olduğunun ne söylediğinin, insan olarak güzelliğinin, Türkçeyi pek çok gazeteci müsveddesinden daha iyi kullandığının, Malatyalılığının, futbolculuğunun, yetimliğinin, aile babası olduğunun, yalnızlığının ve hatta diaspora karşısında Türkleri savunduğunun önemi yoktu; çünkü o bir Ermeniydi. Ermeni olması, ortak toplumsal hafızamızın beslediği cinnet ikliminde onu doğuştan mahkûm ve maznûn yapmıştı bile! Üstelik iyice gözönüne çıkmış bir Ermeniydi, muktedirlerin buna tahammülü yoktu; verdiler ateşi nefret külhanına ve o gitti! Şimdi bir Ermeni eksiğiz! Ama eksilen aslında büyük sözler söyleyen, Türkçeyi pek çok gazeteci müsveddesinden iyi kullanan, Malatyalı, eski futbolcu, yetim, aile babası, yalnız ve diaspora karşısında Türklerin dostu bir güzel insandı! O yüzden hepimiz Ermeniyiz!