Yugoslavya Hâlâ Satranç Tahtası mı?

Batı’nın “insani” amaçlı askerî müdahaleleri artık pek de sempatiyle karşılanmıyor. Doğu Bloku’nun yıkılışının ertesinde Batı’nın kanlı veya kansız biçimlerle yaptığı “demokrasi” ihracına olan talep son zamanlarda hayli azalmış durumda. Dünya halkları “demokrasi” talebinden hiçbir zaman vazgeçmeyeceğine göre, bu talebin yeniden Batı tarafından karşılanabilmesi için Batı’nın vizyonunu yeniden düzenlemesi gerekiyor. İyiden iyiye bataklığa saplandığı Afganistan ve Irak kabusları ise bu vizyonu altüst ediyor. Papa’nın köktendinci söylemleri ve Türkiye’nin AB sürecinden gün geçtikçe daha da çok dışlanması üzerine, Batı’ya sadece demokrat yönünü değil, farklılıklara, farklı kimliklere olan hoşgörüsünü gösterebileceği yeni vizyon projeleri gerekiyor.

Aslında, vizyona yönelik hazırlanan bu projeleri çok da uzakta aramaya gerek yok. Uzun zamandır Batı’nın elinin altında bulunan, yanıbaşında olan bir “öteki”si var. Balkanlar hem çok uzak olmaması, hem de her zaman karışıklıkların yaşandığı bir coğrafya olmasıyla Batı için vizyon yenileme açısından bulunmaz Hint kumaşı niteliğinde. Nitekim, Balkanlar’dan gelen son haberler yine “birileri”nin bu coğrafyaya müdahale etmesi gerekliliğini gösteriyor. Taşlar satranç tahtasına yerleştirilmeye başlandı bile. BM Kosova daimi temsilcisi Martin Ahtisaari Kosova ile ilgili planını açıklayarak oyunun açılışını yaptı. Ardından Kosova’da UÇK’nın seneler sonra düzenlediği ilk silahlı eylem, Sırbistan’da Novi Pazar’da Vahabi operasyonu, Lahey’in Srebrenica’da yapılan katliamı soykırım olarak kabul etmesi, fakat bu soykırımdan Sırbistan’ı sorumlu tutmaması, dahası Bosna’nın diğer bölgelerinde yapılan katliamları “soykırım” olarak tanımlamaması satranç tahtasında şimdiye kadar yapılan hamleler. Bundan sonrakiler ise sır değil. Yaz aylarında Kosova’nın bağımsızlığını kazanması, ardından da Sırbistan’a Kosova için verilecek rüşvet satranç tahtasındaki gelecek hamleler olarak ifade edilmeye başlandı bile. Peki, Balkanlar’daki durum bir satranç oyunundaki hamleler kadar yalın mı? Örneğin, Kosova’nın bağımsızlığının bedeli olarak Sırbistan’a Bosna’daki “Sırp Cumhuriyeti”nin (Republika Srpska) hediye edilmesi bu kadar basit mi? Oyun kurallarına göre oynandığı zaman, bu gayet basit. Batı’nın da yanılgısı bu değil mi zaten? Coğrafyayı bir satranç tahtası olarak algılamak.

BOSNA’DA BATI’NIN “BARIŞ”I

Çoğu zaman Bosna’daki savaş, Vietnam, Lübnan ya da Kuzey İrlanda benzeri savaşlarla özdeşleştirilir. Halbuki, bu basit analojiler çoğu zaman yanlış çıkarımlardan kaynaklanmaktadır. Dışarıdan bakan rasyonel aklın, olguları sınıflandırma çabalarının bir sonucudur. Donia ve Fine Bosna’nın birçok açıdan Vietnam’a da, Lübnan’a da Kuzey İrlanda’ya da benzemediğini öne sürer ve coğrafi yakınlığına ve bu coğrafya hakkındaki gelişkin bilgilerine rağmen, Batı’nın özelde Bosna, genelde Balkanlar hakkındaki yanlış çıkarımlarını ve tarihî abartmalarını eleştirmektedir. (Donia ve Fine, 1997; s. 2-3) 1992-95 yılları arasında Bosna’daki iç savaşın gerçekliği ise, bu savaşın kendine özgü dinamikleridir. Donia ve Fine Bosna savaşının etnik temelli olduğunu savunmanın, en başta “Bosnalılık” kimliğinin gözardı edilmesi anlamına geldiğini belirtiyor. (s. 7) Bosna’nın, kökü 12. yüzyıla kadar dayanan tarihî geçmişi, farklı etnik grupların birarada yer aldığı bir kimlik bütünlüğüne işaret eder. Gerçekten de, yaşanan son olaylara rağmen, Bosna kültüründe farklı etnik aidiyetlerin hâlâ tek bir Bosnalılık kimliği etrafında bulunabileceği görülüyor. Kültürel şovenizme karşı en büyük direnci gösteren mutfak kültürü ve türküler buna örnek olarak gösterilebilir. Sadece Bosna’da değil, Yugoslavya’nın tamamında mutfak kültüründeki benzeşme kültürel birliğin bir simgesi haline gelmiş durumda. Sells, Bosnalılık kimliğinin yansımasını bulduğu temel kültürel örüntülerden en önemlilerinden birisinin sevda türküleri olduğunu belirtir. Nitekim, etnik aidiyetleri ne olursa olsun, tüm Bosnalılar tarafından aynı türküler söylenmektedir. (Sells, 1996; 146) Yüzyıllardır varolan “Bosnalı” kimliği Yugoslavya döneminde daha da perçinleşmiştir. Donia ve Fine Sosyalist Yugoslavya’nın laik eğitim çizgisi ve devlet politikalarının sonucunda dinî farklılıkların aidiyetleri belirlemedeki gücünü kısmen kaybettiğini belirtir. Bunun kültürel yansıması öyle bir boyuttadır ki, Bosna’da konuştuğunuz bir kişinin ismini öğrenene kadar dinî kökeninin ne olduğunu öğrenmeniz pek de mümkün değildir. Donia ve Fine Yugoslavya döneminde Bosna’nın kentsel bölgelerinde yapılan evliliklerin yüzde otuzuyla kırkı arası bir oranının karma evlilikler olduğunu belirtir. (s.9) Bu da dinî farklılıkların “Bosnalı” kimliğinden daha önemli bir konumda olmadığını gösteren verilerden biridir. Bosna’nın tarihiyle ilgili en tanınan çalışmayı yapmış olan Noel Malcolm şunu belirtmektedir:

Onbeş yıl boyunca Bosna’yı köşe bucak gezmiş olup, Müslüman, Hırvat ve Sırp köylerinde kalmış biri olarak, ülkenin her zaman etnik nefret duygularıyla kaynıyor olduğu iddiasına inanmam mümkün değil. (Malcolm, 1999; 388)

Bahsi geçen “Bosnalı” kimliğine rağmen yaşanan kanlı savaş bu kimliğin farazi olduğu anlamına gelmez mi? Bu sorunun yanıtını aramadan önce tarihsel bir saçmalığa da dikkat çekmek istiyorum. Bosna’da savaşın bitişinden bu yana tam oniki yıl geçti, fakat nedense hâlâ “Bosna” savaşla, katliamlarla anılan bir coğrafya. 1957 senesinde, İkinci Dünya Savaşı’ndan oniki yıl geçtikten sonra Avrupa savaşla mı anılıyordu hâlâ? Kaldı ki, Bosna’daki savaşın başlangıcından (Boşnak, Sırp, Hırvat) Bosnalıları sorumlu tutmak da bir muammadır. Hırvatistan ve Slovenya’nın ardından önce Slovenya’da yaşanan, sonra daha şiddetli bir biçimde Hırvatistan’da meydana gelen çatışmalar Bosna’daki çatışmaları belirleyen en önemli etkenler olmuştur. Milliyetçilik bölücülüktür. Farklı etnik kimliklerin birarada yaşamasını özümseyemeyen Hırvat ve Sırp milliyetçilikleri için çoketnili Bosna kesinlikle istenmeyen bir şeydi. Bosna’da yaşananlardan sonra ortaya çıkan görünümün tam da aşırı milliyetçilerin istediği şey olduğunu söyleyebiliriz. 9 Kasım 1993 tarihinde Mostar köprüsünün Hırvat topçu birlikleri tarafından yıkılması sembolik bir anlam taşır. Farklı etnik kimliklere sahip olan Bosnalıların birlikte yaşayabilmelerinin sembolü olan Mostar köprüsünün barbarca yıkılışı, yıkanların hedefinin sadece tarihî-mimari özgünlüğü bulunan bir yapı değil, “Bosnalı” kimliği olduğu açıktır. O günle ilgili olarak şu anda Saraybosna Üniversitesi’nde öğrenci olan, 22 yaşındaki Mostarlı Denis köprünün yıkılışından bir iki hafta önce bir akrabalarını savaşta kaybettiklerini, fakat Mostar köprüsünün yıkılışının bütün bir aileyi daha büyük bir yas içinde gözyaşlarına boğduğunu söylemişti Saraybosna’da bir kahvedeki söyleşimiz sırasında.

Her ne kadar Mostar köprüsü yeniden inşa edilmiş olsa da Sırp ve Hırvat milliyetçiliklerinin homojen ülke(cik)ler yaratma idealleri büyük oranda, hem de uluslararası toplumun büyük katkılarıyla gerçekleşmiş durumdadır. Sells, Bosna’nın bölünmesi ve Müslüman kökenli nüfusun dinî gettolara yerleştirilmesinin Sırp ve Hırvat milliyetçileri için en önemli amaç olduğunu belirtmektedir. (Sells, s. 149)[1] Bosna’yı SC (Sırp Cumhuriyeti: Republika Srpska) ve BHF (Bosna-Hersek Federasyonu) olarak ikiye bölen, bu da yetmezmiş gibi BHF’yi dördü Hırvat, dördü Boşnak ve ikisi karma olmak üzere etnik temelli on ayrı kantona ayıran Dayton Antlaşması tam da bölgedeki aşırı milliyetçilerin taleplerini karşılamış oldu. Bu bağlamda, Bosnalı Müslüman asıllılar için tek direniş odağı Batı tarafından çoktandır öteki olarak tanımlanmış olan ve “terörizm”le birlikte anılmaya başlanılan “İslami” kimlik oluyor. Mahmutçehayiç’in Batı’nın bu yargısına karşılık İslami duruşu, sözkonusu kimliğin aydınlar arasında da kabul gördüğünün göstergesi olabilir. (s.87) Dayton Antlaşması bir yandan Hırvat ve Sırp milliyetçiliklerinin taleplerini karşılarken, öte yandan da çapraz ateşte kalan Boşnaklara tek direniş kimliği olarak İslam’ı sunuyor.

Kuşkusuz ki, yaşanan savaşa kadar Bosnalı kimliğinin pürüzsüz olduğunu, farklı etnik gruplar arasındaki ilişkilerin sorunsuz olduğunu ifade etmek hayli güçtür. Mahmutçehayiç Bosna tarihinin “ideal” olmadığının altını çizmektedir. (2003; 83) Sıklıkla, Bosna’daki farklı etnik gruplara mensup Bosnalıların yıllardır birlikte yaşadıkları ifade edilir. Görece yanlış bir çıkarım olan bu iddia özellikle kırsal bölgelerdeki etnik-dinî gruplar arasındaki yerleşim bölünmelerini gözardı etmektedir.[2] Fakat, buna rağmen modern dönemde 150 yıllık bir tarihî kesitte kentsel alanlarda birlikte yaşama pratiği bile tek başına Bosna’da birlikte yaşayabilme olgunluğunu ispat edebilen bir veridir. Son savaşa kadar birçok kentte farklı etnik grupların birarada yaşadığı bilinmektedir. Donia ve Fine tarih boyunca Bosna’da yaşanan şiddet olaylarında Bosna’nın komşularının ve dünyadaki egemen ülkelerin oynadığı role ve Bosna’da iddia edildiği gibi yüzyıllarca süren etnik nefretten ziyade, özellikle son iki yüzyılda başta Almanya olmak üzere Batılı güçlerin bölgedeki kışkırtmalarının önemine dikkat çeker. (s.12) Slovenya ve Hırvatistan’daki aşırı milliyetçi hükümetlerin bağımsızlıklarını ilk tanıyan ülkenin Almanya olması tesadüf değildir.

Mahmutçehayiç Bosna’da yaşanan kıyımın[3] Avrupa’nın günümüzde ve geçmişte sahip olduğu ruh halinin bir izdüşümü olarak nitelendirmektedir. (s.84) Bosna’da yaşanan ve Srebrenica’da en vahşi haliyle uygulanan “etnik temizlik” de bu ruh halinin günümüzdeki bir yansımasıdır. Yaşanan kıyımda Batı’nın oynadığı rol göz ardı edilmemelidir. Bilindiği gibi 9 Temmuz 1995 tarihinde BM tarafından “korunan” Srebrenica’ya Sırp paramiliter güçlerin girmesi ve BM kuvvetlerine ait 32 Hollandalı askeri esir almasıyla BM bölgeden çekilmiştir. Srebrenica’yı Sırp paramiliter kuvvetlerin insafına bırakan BM dolaylı yoldan soykırıma ortak olmuştur.

Batı sadece savaş sırasında değil, savaş sonrasında da Bosna’yı parçalara bölerek Hırvat ve Sırp milliyetçiliklerinin talebini karşılamış olmaktadır. Yukarıda da ifade edildiği gibi, “Bosnalılık” tarihî bir kimliktir ve Dayton Antlaşması Bosna’yı parçalara bölerek bu kimliği imha etmektedir. Bu imha operasyonunun altında yatan en önemli neden ise, yukarıda Mahmutçehayiç’in de ifade ettiği gibi Avrupa’nın ruh halinin izdüşümüdür. Modern devletin inşası öncesinde, sırasında ve sonrasında “öteki” ile birlikte yaşama pratiğine sahip olamayan Avrupa (ve Batı) yaşanan krizlerde “ötekileri” birbirinden sonsuza değin ayıracak sınırlarla bölmekten başka bir çözüm üretememektedir. Sells, bu bağlamda bölünen “Bosnalı” kimliğinin kesinlikle “Amerikan” ya da “Avustralyalı” veya benzeri kimliklerin daha da ötesinde birleştirici nitelikte olduğuna dikkat çekerken, Bosna sorununun hâlâ 19. yüzyılda kullanılan söylemle dile getirilmesinin yanlışlığına dikkat çekmektedir. (s. 151)

Bosna’da kan dökülmesine uzun süre sessiz kalan Batı’da bilindiği gibi ilk tepki aktif siyasi yaşamdan uzakta kalmış eski siyasiler tarafından gelmişti. Kamuoyunun gün geçtikçe artan baskıları üzerine BM -Donia ve Fine’ın da ifadeleriyle- “simgesel jestler ve düşük maliyetli ıtri (kozmetik)” müdahalelerle savaşın nedenlerini değil daha şimdiden sonuçlarını tartışmaya yönelik bir davranışa yönelmişti. (s. 257) Artan baskılar sonucu BM Bosna’da güvenli enklavlar oluşturdu. Belirlenen enklavların (Srebrenica, Gorajde, Jepa, Saraybosna, Tuzla ve Bihaç) bahsi geçen ilk üçünde kıyımın, Saraybosna’da ise kıyımı aratmayan bir kuşatmanın yaşanmış olması BM’nin yarattığı güvenli enklavların, ne kadar “güvenli” olduğunun sorgulanmasına yeter veriler sunmaktadır. Bosna’da “barış”ın sağlanmasından bu yana oniki yıl geçmiş olmasına rağmen halen EUFOR’a bağlı (Avrupa Birliği Kuvvetleri) aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 33 ülkenin toplam 7000 askeri Bosna’da bulunmaktadır. (Sol Haber, 23.11.2006) Başarı olarak görülen bir barış antlaşmasından oniki yıl sonra bile bölgede askerî güç bulundurulması ihtiyacının sorgulanması bir yana, bölgedeki askerî gücün BM değil de AB tarafından karşılanmış olması büyük bir muammadır. Benzer bir şekilde, AB’nin askerî gücünün bulunduğu ve hâlâ barışın sağlanamadığı bir bölge de Kosova’dır. Son günlerde, Ahtisaari’nin Kosova raporunu açıklamasıyla sadece Kosova değil Bosna da yeniden uluslararası siyaset gündeminde yer almaya başladı.

YENİ SÖMÜRGE KOSOVA

Kud da krenen (Nereye gidersem)

Tebi se vracan ponovo (Yine sana döneceğim)

Koda mi otme iz moje duse Kosovo? (Kim alabilir Kosova’yı ruhumdan?)

Popüler bir Sırp halk şarkısı

Kosova’da günümüzdeki krize değinmeden önce krizi hazırlayan koşullara bakmakta fayda var. Bilindiği gibi Kosova Yugoslavya’nın en yoksul bölgesi olarak bilinmekteydi. 1979 verilerine göre Yugoslavya’da ortalama kişi başına GSMH 2.635 doları iken, bu rakam Kosova’da 795 doları kadardı. (Judah, 2000; 123) 1953 yılında Kosova nüfusunun %27.9’unu oluşturan Sırpların oranı 1987 yılında %10’a düşmüştü. (Donia ve Fine, s.183-184) Bunun ardında yatan temel sebeplerden birisi, Kosova’daki Sırpların daha iyi yaşam şartları bulmak üzere başta Sırbistan olmak üzere diğer Yugoslav cumhuriyetlerine göç etmiş olmasıdır. Yugoslavya’daki ilk krizin Kosova’da çıkması ise tesadüf değildir. Sırp mitolojisinin en önemli mekansal imgesi olan Kosova’daki Sırpların oranındaki bu düşüş, Sırp milliyetçiliği tarafından “tavşan gibi çoğalan ve bölgeyi Sırplardan temizlemeye çalışan Arnavutların” oyunu olarak yansıtılarak iyi bir siyaset malzemesi olmuştu. Nitekim, Slobodan Miloseviç’in siyasi kariyerinin zirveye çıktığı 28 Haziran 1989 tarihinde Kosova Meydan Savaşı’nın 600. yıldönümünde yaptığı konuşma, sadece Kosova’da değil, eski Yugoslavya’nın birçok bölgesinde ortaya çıkacak olan milliyetçi kışkırtmaların habercisiydi. Önce Slovenya’da düşük yoğunlukta, sonrasında Hırvatistan’da daha büyük boyutta yaşanan savaşı Bosna-Hersek’teki vahşet izledi. Bu sırada Kosova sorunu bir süreliğine gündemdeki önemini yitirmişti. 1999 yılında, tam da uluslararası kamuoyunun Sırbistan’ı “kötü çocuk” olarak kabul ettiği bir süreçte Kosova, hakkını arayan Kosovalı Arnavutların silahlı başkaldırışına sahne oldu. Aşırı milliyetçi Sırp liderlerin bu başkaldırıya yanıtı oldukça sert ve kanlı oldu. Daha önce Bosna’daki vahşeti “izlemekle” suçlanan Batı bu sefer tepkisini daha çabuk gösterdi ve NATO’nun askerî müdahalesi gecikmedi. Sütten ağzı yanan Batı bu sefer yoğurdu üfleyerek yiyordu ve NATO müdahalesindeki başat güç olan ABD, Vietnam’dan bu yana en büyük askerî üssünü Uroşevats’ta kurdu.[4] (Judah, 311) NATO müdahalesinden sonra modern tarihin en büyük ve hızlı mülteci dönüşü yaşandı. Haziran-Kasım 1999 tarihlerinde 848.100 mültecinin geri dönüşü aynı zamanda rol değişiminin de hızla gerçekleştiği bir dönem olarak nitelendirilmektedir. (Judah, s.286) Kosovalı Arnavutlar evlerine geri dönerken bu sefer Kosovalı Sırplar mülteci durumuna düşmüştü. Yugoslav Kızılhaçı 1999 Kasımında toplam 247.391 mültecinin Kosova’yı terk ettiğini bildirmektedir. (Judah, s.287) Bu mültecilerin arasında sadece Sırplar değil, başta Çingeneler olmak üzere başka etnik gruplardan insanlar da vardır.

Yaklaşık sekiz yıldır çözüme kavuşamayan Kosova sorunu Arnavut ve Sırp tarafların anlaşamaması üzerine BM Kosova daimi temsilcisi Ahtisaari’nin açıkladığı planla aşılmaya çalışılmaktadır. Açıklanan plan özet olarak çok etnili bir Kosova öngörmektedir. Kosova’nın statüsü belirlendikten sonra Kosova’nın yönetiminden sorumlu olan UNMIK (United Nations Interim Administration in Kosovo-Birleşmiş Milletler Kosova Geçici Yönetimi) yetkilerini AB tarafından oluşturulacak olan “Uluslararası Sivil Temsilik”e (ICR – International Civil Representative) devredecektir. BM’nin sözkonusu çözümü beraberinde iki farklı sorunu getiriyor. Birincisi, ulusal sınırları olduğu gibi kabul etmesi gereken BM, bu planla, yani egemen bir devletin ulusal sınırlarını tanımamakla kendi varoluş nedeni olan uluslararası hukuku çiğnemektedir. İkinci sorun ise, Kosova’nın AB tarafından oluşturulmuş ICR’ye devriyle ilgilidir. AB belli bir sınırı olan ve çeşitli iktisadi ve siyasi çıkarlar gözetilerek kurulmuş olan bir birlik olarak Kosova üzerinde nüfuz sahibi olmaktadır. Bu da egemen bir devlet olan Sırbistan’ın belli bir bölümünün müttefik bir grup devlet tarafından işgali ve orada yönetimi devralması anlamına gelmektedir. ICR yapı olarak Bosna’daki Yüksek Temsilcilik’e (OHR - Office of Higher Representative) oldukça benzemektedir. Kosova’da da, aynı Bosna’da olduğu gibi OHR benzeri -Pula ve Di Lellio’nun tanımıyla- “ayrıcalıklı kabile” tarafından yönetilecektir. Bu ise “sömürgecilik”in yeni bir biçiminden başka bir şey değildir. (Pula ve Di Lellio, The Guardian, 8 Mart 2007) Rusya’nın Ahtisaari planına ve Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkışı ise sadece “kardeşi” Sırbistan’a yaptığı bir jestten ziyade benzer bir biçimde “etnik temizlik”le başta Gürcüler olmak üzere diğer etnik gruplardan arındırılmış Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığı için yaptığı bir pazarlık manevrası olarak tanımlanabilir. (Sol Haber, 11.2.2007)

BÜYÜK ARNAVUTLUK’UN DEĞİŞEN MERKEZİ

Varolan gelişmelerden her zamanki gibi kârlı çıkan yine aşırı milliyetçilik olmaktadır. Bosna’da Hırvat ve Sırp milliyetçiliklerinin taleplerini karşılayan, üstelik din temelli Boşnak milliyetçiliğini de körükleyen BM barışı, Kosova’da ise bir yandan Sırp milliyetçiliğinin “kıstırılmışlık” tepkisini perçinlemekte, diğer yandan da Arnavut milliyetçiliğini ödüllendirmektedir. Bunun yanısıra, Arnavut milliyetçiliğinin merkezi de dönüşüme uğramaktadır. Judah, Arnavut milliyetçiliğinin ve “Büyük Arnavutluk”un merkezinin Kosova’ya kaydığını belirtir. (s.302) Nitekim, Kosova krizinden güçlenerek çıkan Arnavut milliyetçiliği Kosova’da istediği sonuçlara aşağı yukarı ulaşmışken yeni açılım alanlarına yönelmektedir. Kosova krizinde kamuoyunda yeterli meşruluğu kazanan aşırı milliyetçi UÇK (Arnavut Kurtuluş Ordusu), Kosova’nın bağımsızlığının Batı tarafından garanti altına alınmasıyla savaş tecrübesi ve yeteneği artmış olan askerî güçlerini Makedonya’ya kaydırarak Makedon ordusunu zorlamış ve Makedonya’yı anayasal değişikliklere dahi zorlayabilmiştir. Günümüzde başta Kalkandelen (Tetovo) olmak üzere Arnavutların yoğun olarak yaşadıkları Batı ve Kuzeybatı Makedonya’nın önemli kentlerinde Makedon hükümetinin varlığından söz etmek oldukça güçtür. Arnavut milliyetçiliğinin “Büyük Arnavutluk” projesinin ilk ayağı olarak Arnavutluk, Kosova ve Makedonya’daki Arnavut öğrencilerin eğitim gördüğü ilk ve orta dereceli okullarda aynı müfredatın okutulmasıdır. Bir diğer yandan çiçeği burnunda “Karadağ”ın Plav bölgesindeki etnik Arnavutlar’ın daha Kosova’daki kriz sürerken silahlanmış olduğu da bilinmektedir. (Radikal, 31.7.2001) Kosova’da diplomatik girişimler sürerken bir yandan da UÇK yeniden toparlanmaya başlamıştır. (Radikal, 21.2.2007)

Her ne kadar Ahtisaari’nin planı çok etnili bir Kosova öngörse de, bahsi geçen etnik gruplar sadece Arnavut ve Sırplarla sınırlıdır. Başta Çingeneler ve Türkler olmak üzere diğer etnik grupların varlığı gözardı edilmektedir. Nitekim, Kosova’daki Türk STÖ’ler Ahtisaari planından, planın etnik azınlık olarak sadece Sırpları tanımlamasından ve özellikle Türkçe eğitim alanında yaşanabilecek sıkıntılardan dolayı rahatsız olduklarını ifade etmektedirler. Kosovalı Türkler 2000 yılına kadar Kosova’da Sırpça ve Arnavutçayla birlikte resmî dil statüsünde olan Türkçenin bu tarihten itibaren, UNMIK’in Kosova’da yönetimi devralmasıyla resmi dil özelliğini yitirdiğini de vurgulamaktadırlar. (Southeast European Times, 21.3.2007) Son günlerde gözden kaçan başka bir haber ise Almanya’nın 600 asker daha göndererek Kosova’daki asker sayısını 3300’e çıkaracak olmasıdır. Yeni gelen askerlerin Sırpların yoğun olduğu bölgelerde görev alacağı açıklandı. (Sol Haber, 15.3.2007) Her ne kadar Judah NATO’nun bölgeyi terk etmesinden sonra Kosova’daki yeni dinamiklerin nasıl oluşabileceğini sorgulasa da, görünen o ki Batı farklı kurumlarla da olsa bölgedeki varlığını devam ettirecek. (Judah, s.312)

Ahtisaari’nin Kosova planı açıklandığından beri gazetelerin dış haber sayfalarında Bosna ile ilgili haberlere daha sık rastlanmaya başladı. Srebranica’daki kıyımı soykırım olarak tanıyan Lahey bu soykırımda Sırbistan’ı sorumlu tutmuyor ve Bosna’nın diğer bölgelerinde yaşanan kıyımları soykırım olarak kabul etmiyor. Ahtisaari’nin planını açıklamasından hemen sonra verilen bu karar akıllara “Acaba Bosna Kosova karşılığında Sırbistan’a verilen rüşvet olabilir mi?” sorusunu akla getiriyor. Sırbistan’ı soykırımda suçlu bulmayarak yüklüce bir tazminat yükünden kurtaran kararı SC’nin bağımsızlığını tanıyan başka bir karar takip edebilir mi?

SIRP CUMHURİYETİ SIRBİSTAN’A “HEDİYE” OLABİLİR Mİ?

Bosna’da yayımlanan haftalık BH Dani dergisi yazarlarından Faruk Boriç bu soruyu yanıtlamadan önce Kosova ve SC’nin çok farklı statüde olduğunu belirtiyor. SC’nin hukuki olarak Bosna-Hersek’in bir parçası olduğunu belirten Boriç, Kosova’nın şu an fiilen bağımsız bir devlet olduğunu belirtiyor. Her ne kadar Ekim 2006’daki referandumla onaylanan Sırbistan Anayasası Kosova’yı Sırbistan’ın bölünmez bir parçası olarak kabul etse de, kralın çıplak olduğunu Sırbistan’da sadece Liberal Demokrat Parti ifade edebiliyor. Boriç’e göre, Sırbistan’daki merkez sağ da durumun bilincinde fakat oy kaygısıyla bunu dile getiremiyor. Sırbistan’ın Kosova’ya önerdiği daha geniş yetkilerle donanmış otonomi önerisi için ise vakit artık çok geç.

Başka bir nokta da SC ile Sırbistan arasındaki ilişkiler. Boriç, Miloseviç döneminde Sırbistan’ın aşırı şekilde merkezileştiğini ve bu süreçte Belgrad’la diğer bölgeler arasındaki ilişkilerin daha da gerginleştiğinin altını çizerek, bu gerginliğin Sırbistan ve SC arasındaki ilişkileri de etkilediğini vurguluyor. Sırbistan’da şu an bile bölgesel bir eşitsizlikten söz etmek mümkün. Fakir Güney ve zengin Kuzey arasındaki uçurum Sırbistan ekonomisi için sorunlu bir alan. Buna karşın SC’nin güçlü tek partisi SNSD (Bağımsız Sosyal Demokratlar Birliği) siyasi istikrarı sağlamış durumda ve bu da iktisadi istikrarı beraberinde getiriyor. Her ne kadar SC Devlet Başkanı Milorad Dodik Saraybosna’yı merkez olarak tanımadığını sıkça ifade etse de özelleştirmelerle zenginleşip komşularla (Hırvatistan, Sırbistan ve hatta BHF) daha iyi ticari ilişkiler kurarak SC’yi refaha kavuşturacağını iddia etmekte. Boriç, eski basketbolcu ve SC’de popüler bir figür olan Dodik’in SC’nin Bosna-Hersek’ten bağımsızlığını sadece siyasi retorik malzemesi yaptığını, fakat bunda samimi olmadığını da eklemekte. Saraybosna’daki Soros Vakfı destekli Medya Merkezi (Media Centar) Dijital Arşiv sorumlusu Dragan Goluboviç, Dodik’in SC’nin bağımsızlığını siyasi söylemde kullansa da, Sırbistan’la birleşmeyi dile getirmediğini, dahası SC’deki Sırpların böyle bir eğilimde olmadıklarını belirtiyor. Bunun dışında uluslararası toplumun SC’yi Bosna-Hersek içinde tutma konusundaki gayretlerinin de önemsenmesi gerektiğini vurguluyor.

Saraybosnalı sosyalbilimci Vanja İbrahimbegoviç de SC’deki Sırpların kendilerini Sırbistan’la tanımlamadıklarını ifade ediyor. Yukarıda belirtildiği gibi, tarihsel bir birikimi olan “Bosnalı” kimliğinin yaşanan trajediye rağmen SC Sırplarında hâlâ etkin olduğu iddia edilebilir. Her ne kadar Banya Luka’da işportalarda Belgrad futbol takımları Partizan ve Kızılyıldız formaları, anahtarlıkları, video kasetleri Banya Luka takımı Borats da dahil olmak üzere Bosna takımlarından daha çok rağbet görse de SC’deki Sırplar kendilerini Sırbistan’dan ziyade Bosna’da tanımlıyor. Miloseviç döneminde iyice gerginleşen Belgrad-taşra çatışmasının başka bir boyuttaki yansıması olarak nitelendirebileceğimiz bu duruma Banya Luka Üniversitesi öğrencisi Branko da katılıyor ve Sırbistan Sırplarıyla, SC Sırpları arasındaki çok büyük farklılıklar olduğunu, her ne kadar siyasiler SC ve Sırbistan’ın birleşmesini ara sıra söylemlerine taşısalar da bunun maddi bir zemini olmadığını iddia ediyor.

SC’nin bağımsızlığı sadece yerel siyasetçiler tarafından değil, uluslararası siyasetin saygın aktörleri tarafından da sıkça kullanılan bir söylem olarak karşımıza çıkıyor. Yugoslavya’yı satranç tahtası olarak görmekte ısrar eden Batı, yeni-sömürgecilik oyununda SC’yi oyuna her an dahil edebileceği bir piyon olarak görüyor. Her ne kadar her şey Batı’nın kontrolünde gibi görünse de, durum her an farklı mecralarda seyredebilir.

YUGOSLAV HALKI: SATRANÇ TAHTASINDA PİYON MU?

Kanlı savaşlarla sekteye uğramış olsa da, neredeyse yüzyıllık bir birikim eski Yugoslav cumhuriyetlerinde yaşayan farklı etnik gruplara mensup insanları hâlâ bir takım ortak paydalarda toplamaya devam ediyor. Aşırı milliyetçi sağcı siyasetçilerin kullandığı retoriğe ve manipülasyona rağmen sözkonusu ortak paydalar bazen şaşırtıcı biçimde ortaya çıkabiliyor. Yugoslavya’nın dağılışının eski Yugoslavya vatandaşları tarafından hâlâ tam olarak içselleştirilmediğini söyleyebiliriz. Çoğu zaman bu durum “Yugonostalji” olarak tanımlansa da benzer bir biçimde karşımıza çıkan Demokratik Almanya Cumhuriyeti, ya da SSCB’ye yönelik duyulan özlemden ziyade, eski Yugoslavya’da hayatın dinamiği içinde yer alan etkin olgulardan bahsedebiliyoruz. Bütün olan bitene rağmen hâlâ gençler aşık olurken aşık oldukları sevgililerinin etnik kökenine değil kalplerinin sesine itimat ediyorlar. Sırp, Hırvat, Boşnak, Sloven ve Makedon antropoloji öğrencileri sanki hâlâ aynı devletin vatandaşlarıymışlar gibi ortak bir antropoloji dergisi çıkarıyorlar. Saraybosna’daki Sarajevska Zima (Saraybosna Kışı) festivalinde Sırbistan’dan, Makedonya’dan, Slovenya’dan, Hırvatistan’dan, Karadağ’dan sanatçılar sanki kendi ülkelerindeymiş gibi festivale katkı sağlıyorlar. Bosnalı yönetmen Rajka Grliça son filmi Karaula’da (Sınır Karakolu) sanki kendi ülkesindeki bir olayın filmini çekermiş gibi Makedonya’nın Ohrid kenti yakınlarındaki sınır karakolundaki olayları betimliyor. Saraybosna’daki bir müzik markette Bosnalı bir sanatçının albümünü ayırdetmeniz hayli güç. Aldığınız albüm Sırbistanlı ya da Hırvatistanlı bir müzisyene ait olabilir ve bunu anlamanız çok da kolay değil, çünkü Hırvat ve Sırp sanatçıların albümleri “yabancı müzik” değil, “yerli müzik” kategorisinde sınıflandırılmış. Yugoslavya döneminde ilkokulda okuyan gençler aynı basketbolda olduğu gibi futbolda da eski Yugoslav cumhuriyetlerindeki futbol takımlarını kapsayan bir Adriyatik Ligi için internette bir site açıyorlar. Banya Luka’daki Partnerski Omladinski Pokret (Genç Ortaklık Hareketi) çalışanı Jelena Predragoviç bir yandan SC’nin Sırbistan’ın değil, Bosna’nın bir parçası olduğunu ifade ederken bir yandan da gururla her sene düzenledikleri “ex-Yu Rocks” (eski Yugoslav Rock’ı) festivalinin afişlerini gösteriyor. Trajik örnekler de yok değil. Lahey’deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin gözaltı merkezindeki Sırp, Hırvat ve Boşnak savaş suçluları birlikte jimnastik yapıp, basket oynuyor, iskambil ve satranç turnuvaları düzenliyor. (Radikal, 30.6.2001)

Tüm bunlara rağmen Batı, Balkanlar’ı satranç tahtası olarak görmeye devam ediyor. Eskişehirli psikolog dostum filin çapraz gittiği, atın “L” biçiminde hamleler yaptığı, taşlar arasında büyük bir eşitsizliğin hüküm sürdüğü satranç oyunu karşısında tavlanın hayata daha çok benzediğini, her pulun aynı değerde olduğunu ve hayatta olduğu gibi tavlada da ustalığın yanısıra şansın çok önemli olduğunu iddia etmişti bir görüşmemizde. Balkanlar da bu anlamda satranç tahtasından ziyade tavlaya daha çok benziyor. Zarın ne zaman düşeş geleceği belli değil, düşeş geldiği zaman belki de hiç işinize yaramaz. Satrançta oyuncuların birbirini uzaktan uzağa süzmelerine karşın, tavlada birbirini zevkle kıran, eski dostlarıyla oynamaktan daha çok zevk alan oyuncular vardır. Her ne kadar yeni sömürgecilik tavla kutusunu ters çevirip üzerinde satranç oynamaya kalksa da, birileri her an elinin tersiyle satranç taşlarını bir kenara itip zarları büyük bir keyifle atarak eski dostuyla tavla oynamak isteyebilir. Dünya coğrafyası üzerinde satranç oynamaya alışmış olanların ise kahve eşliğinde gürültü patırtılı bir biçimde oynanan tavlayı anlamaları pek de mümkün değil.

BORA, Tanıl (1999). Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası, 2.Baskı, Birikim Yayınları, İstanbul.

DONIA, R.J. ve FINE, J.V.A. (1997). Bosnia and Hercegovina: A Tradition Betrayed, Hurst and Company, Londra.

JUDAH, Tim (2000). Kosovo: War and Revenge, Yale University Press, New York.

MALCOLM, Noel (1999). Bosna’nın Kısa Tarihi, OmYayınevi, İstanbul.

MAHMUT_EHAJİ_, Rusmir (2003). Sarajevo Essays: Politics, Ideology and Tradition, State University of New York Press, New York.

PULA, B. ve Di LELLIO A. “BM Kosova’yı Sömürgeye Dönüştürecek”, The Guardian, 8 Mart 2007 (çev: 13 Mart 2007 Radikal)

SELLS, Michael (1996). The Bridge Betrayed: Religion and Genocide in Bosnia, University of California Press, Los Angeles.

[1] Donia ve Fine önde gelen Bosnalı Müslüman siyasetçilerin Bosna’nın çok etnili yapısını desteklediklerini ifade etmektedir. (s. 265) Benzer şekilde, Bora da Sırp milliyetçilerin Şeriat hükümlerinin uygulanacağı konusundaki propagandalarına rağmen İzzetbegoviç’in her fırsatta Bosna’daki kültürel zenginliğe vurgu yaptığını belirtmektedir. (Bora, 1999; 37).

[2] Özellikle kırsal bölgelerdeki bölünmüş yerleşim tablosu aynı zamanda pax-Ottomanistlerin de yeniden üzerinde durması gereken bir konudur.

[3] Vurgu bu makalenin yazarına aittir. Mahmutçehayiç’in 2003’te yayımlanan eserinde Bosna’da yaşanan vahşeti “soykırım” olarak değil “kıyım” olarak nitelendirmesi yazarın basit şoven ifadelerden kaçınması tarafından algılanması gerektiğidir.

[4] NATO müdahalesi sırasında Batı’nın 1. Körfez Müdahalesi’nden beri aşina olduğumuz bilgi manipülasyonu Kosova krizinde de kendini gösterdi. Lahey tarafından 1999 kışında açıklanan ve Sırbistan’ın sorumlu tutulduğu 11.334 ölünün daha sonrasında 2.108 olduğu anlaşıldı. NATO’nun imha ettiğini açıkladığı 93 tankın ise 80 tanesinin “maket” tanklar olduğu daha sonra anlaşılacaktı. (Judah, s.309-310)