Şimdi Alternatif Zamanı

22 Temmuz arefesinde olağanüstü bir iç-dış vukuat olmadığı takdirde seçimlerin aşağı yukarı böyle bir sonuç vereceği, daha Mayıs ortalarında, erken seçim kararı alındığında tahmin edilebiliyordu.

Birikim’in son sayılarında, 22 Temmuz’da görülecek bu manzaranın sosyopolitik analizi, açıklaması ana hatlarıyla zaten yapılmış olduğu için, bunları bir kez daha tekrarlamak gerekmiyor.

AKP ile ilgili olarak başından beri yapageldiğimiz tanım uyarınca 22 Temmuz seçimlerinin tarihsel anlamına dair söyleyeceğimiz de belli olmalıdır: Türkiye burjuvazisinin DP-AP-ANAP evrelerinden geçen asırlık iktidar mücadelesinin son aşamasını temsil eden bu parti, 2002 Kasım’ının ardından 2004 mahalli seçimlerindeki ilerleyişi ile konumunu pekiştirdikten sonra, ona “Çankaya Savaşı’nı da kazandırtacak bu son, tartışmasız seçim zaferi ile, temsil ettiği sınıfa siyasal hegemonyasını “tam” olarak inşa edebilmesinin kapısını ardına kadar açmıştır. Bu bakımdan, önümüzdeki dönemde şüphesiz bazı artçı muharebeler verebilecek olsa da; asker-sivil bürokrasi çekirdekli geleneksel elitlerin iktidar ortağı/alternatifi olabildikleri dönem artık kapanmış, geride kalmış sayılabilir.

Önümüzdeki dönem; AKP’nin şahsında Türkiye burjuvazisinin -ne kadar süreceği şimdilik belirsiz- bu “rakipsiz” iktidar konumu ile ülkenin siyasal düzenine ve bu arada devletin kurumsal yapı ve işleyişine kendi damgasını vurma girişimleri; ona karşı düzen-içi alternatif oluşturma çabaları ile bundan ayrı olarak düşünülmesi kesinlikle gereken düzene karşı/yeni düzen alternatifini yaratma faaliyetinin -niteliksel değeri ölçüsünde- belirleyici olacağı bir dönemdir.

Yazımızın bu, asıl konularına geçmeden önce, 22 Temmuz öncesinde ciddi bir endişe kaynağı olan şu “vukuat” bahsi ile onunla herhalde ilgisi olan önümüzdeki ayların “artçı muharebeleri” üzerine biraz konuşmak gerekiyor.

Bilindiği üzre; seçim sonuçlarına -her halükârda AKP aleyhine- etki edecek dış “vukuat” Kuzey Irak’a karşı geniş çaplı bir askerî operasyon idi. Bu noktada hükümet/AKP’nin iyi dayandığı, “mükafatı”nı da Güneydoğu illerinde beklenenin üzerinde bir oy artışı ile aldığını söyleyebiliriz. Şüphesiz -şimdi artık Ordudan ziyade- MHP bu konuyu işlemeye devam edecektir ama hükümetin kendi politikasını sürdürmekte eskisinden daha rahat olacağı da bellidir.

“Olağanüstü -iç- vukuat”tan kasıt, kitlesel bir etnik çatışma tetikleyebilecek provokasyonlardı. Çekirdeğinde birtakım emekli -hatta muvazzaf- ordu mensuplarının yeraldığı bir örgütler nebulasından, mafyalarla içiçe bir karanlık ilişkiler ağından beklenebilecek bir girişimdi bu. Ancak seçim sürecinin hemen başında, bu tür örgütlerden adı en fazla duyulan Vatansever Kuvvetler Güç Birliği’’ne (VKGB) karşı yapılan ve epeydir toplanan yoğun bir istihbaratla hazırlandığı anlaşılan operasyon, sözkonusu ihtimali zayıflatmış, asıl önemlisi hayli caydırıcı olmuş olmalıdır ki; korkulan olmadığı gibi, Türkiye belki de en az çatışmalı, en sakin bir seçim dönemi geçirmiş oldu.

Ancak, kamuoyuna sızan-sızdırılan bilgiler doğru ise; VKGB odaklı operasyon-soruşturma halen gözaltında olanlarla sınırlı kalmayabilir. Sızan bilgilerin kuvvetle ima ettiği üzre, bu karanlık, komplocu ilişkiler ağının ordunun muvazzaf kadroları içinde ciddi uzantıları olduğu gibi, başta ABD, diğer emekli subay denetimli örgütlerle de bağlantıları vardır.

Bu bilgilerin kamuoyuna ordu ile anlaşmalı olarak sızdırılıyor olması da mümkündür. Eğer böyle ise, ortada hükümet/AKP ile Genelkurmay arasında, muhtemelen “e-muhtıra” ertesinde yapılan ve 22 Temmuz seçim sonuçlarına göre kesin bir uzlaşmaya da dönüştürülebilecek olan bir ateşkes anlaşması vardır. Bu durumda seçim kampanyası döneminin vukuatsız ve beklenenden çok daha az gerilimsiz geçmiş olmasının temel nedeni budur. Ve AKP seçimden tartışmasız bir zaferle çıktığına göre şimdi sıra, uzlaşmanın kurumsal-hukuki gereklerinin tanzimi ile aykırı unsurların temizlenmesindedir.

Kurumsal-hukuki tanzim “Sivil Anayasa”nın bir konusudur. “Aykırı unsurlar”, yani Ordunun istisnai ayrıcalıklı konumunda ısrarlı olup, AKP’nin bu seçim zaferini asla “kati sonuç” saymamaya kararlı ve “laik-cumhuriyetçi” hamleyi ilk fırsatta yeniden başlatmaya niyetli kesimlerdir. Bunların VKGB veya ADD gibi örgütlenmelerle -en hafif ifadeyle- rezonans içinde oldukları, “gönülden bağları” malumdur. Dolayısıyla eğer Yüksek Komuta heyeti uzlaşmayı kabullenmiş ve bunu uygulayacak kadar kendini güçlü hissediyorsa; örneğin bu Ağustostaki Yüksek Askeri Şura ertesinde, Ordu bünyesinde 12 Mart öncesi Cuntacılığına uygulanana benzer bir süreç yaşanabilir. Hatırlanacağı üzre; o dönemde Yüksek Komuta kadrosunun 9 Mart’ta bir darbe için bastıran orta-alt kademeyi teskin için 12 Mart Muhtırası’nı verdiği söylenirdi. Dönemin Yüksek Komuta kadrosu, muhtırayı yeterli bulmayan Cuntacıların birkaç sivri ismini derhal tasfiye ettiği gibi, bir yıl geçmeden de Cuntacı örgütlenmelerin sivil-asker en “militan” unsurlarını -Madanoğlu ve Bomba davaları ile- MİT “tezgahları”na ve yargı önüne çekip darmadağın etmişti.

Dergimiz okurun eline ulaştığında sonuçlanmış olacak olan Ağustos’taki YAŞ toplantısında böyle bir gelişmenin kapısını aralayacak türden bir “temizleme” kararlarının, çıkıp çıkmayacağını şu anda bilmiyoruz. Genelkurmay Başkanı’nın -biraz da medya zoruyla- söylediği “tutumumuzda herhangi bir değişiklik yok” mealindeki sözler, gerçeğin böyle olmadığını, yukarıda hatırlatılana benzer bir temizlik operasyonunun zamana yayılacağını ifade etmenin -şimdilik- örtüsü de olabilir.

Ama belki de ortada bir uzlaşmanın olmadığını ve olmayacağını ilan ediyordur o sözler. Ancak bu karar ifade ediliyorsa bile; tarihin ve toplumun hükmünü kabullenip, Ordunun demokrasi normlarına uygun bir statüye çekilmesinin “artık zamanının geldiği”ni savunacak bir eğilimin Ordu içinde de boy verdiğini, giderek öne çıkmaya başladığını dikkate almak zorunda olduklarını da biliyor, hatta görüyor olmalıdırlar. Mevzilerini terk etmemeye, dahası yeni bir “Cumhuriyetçi hamle”nin fırsatını kollamaya kararlı olanlar hâlâ egemen konumda olsalar bile; bu eğilimi hesaba kattıkları ölçüde; AKP’nin, otantik Türkiye burjuvazisinin toplumsal-siyasal iktidar sahasındaki bu son ilerleyişi karşısındaki direnişlerinin -askerî deyimlerle söylersek- bir “karşı taarruz” çap ve gücüne erişemeyeceğini; olsa olsa bir “artçı muharebesi” olabileceğini herhalde akledebiliyorlardır.

Dolayısıyla, VKGB ve uzantılarına ilişkin soruşturma gerçek durumun ne olduğunu epeyce aydınlatacak bir gösterge değerindedir. Tıpkı Şemdinli olayında olduğu gibi, sivil-asker bürokrasi, ortadaki delil ve karinelere rağmen soruşturmanın açığa çıkarılmasına set çekebilir. Eğer hükümet, örneğin Ağustos’taki YAŞ toplantısında böyle bir tavrın takınılacağının yeterli ipuçlarını görürse, bu direnç ve “muharebeye, mücadeleye devam” tutumunu bir meydan okuma sayıp, bu kez “demir tavında dövülür” diyerek, 22 Temmuz’un verdiği güç ve meşruiyetle hamle eder mi? Böyle düşünür ve elindeki henüz ifşa edilmemiş bilgi ve delilleri kamuoyuna ilan ederse; gerisi 22 Temmuz’un sadece AKP ile sınırlı olmayan galiplerinin, toplumun büyük çoğunluğunu kapsayan demokrasi cephesinin işidir. Bu cephe, “kesin yenilgisi”ni kabul etmemekte direnen, daha doğrusu “aklı almayan”, kendi arkaik aklınca “akıl dışı” sayan asker sivil bürokratik cenahın artçı muharebesini bir bozguna çevirecek bir demokratik yurttaş tepkisiyle boy gösterdiğinde Türkiye’nin modern öncesi tarihi artık tamamen geride bırakılmış olacaktır


AKP, 22 Temmuz’u Türkiye tarihinin kesin bir ileriye yönelik dönüm noktası, demokrasiyi Türkiye halkının gerçek bir edinimi haline getirip pekiştirecek böylesi bir süreç ister mi?

İstemez, daha doğrusu isteyemez, çünkü muhafazakar-demokrat bir oluşum olarak “yapısal” karakteri buna izin vermediği gibi engeldir de. Çünkü, bu partinin Avrupa’dan çok ABD muhafazakarlığına yatkın ve meyilli olup, neo-liberalizmle gayet uyumlu olduğu dikkate alındığında; bu muhafazakarlığın demokratlığını ciddi ölçekte koşullayıp sınırlayacağı açıkça görülür. Bu nedenle AKP’nin sivil-asker bürokrasiden “derin devlet” ve malum çeteler konusunda görebileceği direnci, parlamento ile sınırlı olmayan bir sivil -demokratik- anayasa kampanyası ile aşmak yerine, şimdi elini daha da güçlendirmiş olarak gireceği “kurumlar arası” pazarlık-diplomasi ile zamana yayarak hafifletmek yolunu seçmesi gayet muhtemeldir.

Daha Meclis açılmadan, yeni AKP’li Prof. Zafer Üskül’ün bir demokratik hukuk devleti ilkesi gereği ifade ettiği Anayasanın ideolojisizleştirilmesi, Atatürkçülük refaranslarının metinden çıkarılması önerisi, AKP tarafından bir pazarlık taktiği olarak ileri sürülmüş olabilir. Bu bir “kolera ile korkutup sıtmaya razı etme” hamlesi gibi de yorumlanabilir çünkü. Cumhuriyetçi, bürokratik muhafazakarlıkla bir “orta yol”da buluşmak için pazarlık bu noktadan açılıp, sonuçta örneğin laiklik ilkesinin Anayasada her iki tarafı -kendi açılarından- az çok tatmin edecek bir tarifle yer alması sağlanır ve AKP de buna dayanarak kendi mütedeyyin tabanının taleplerini epeyce karşılayacak yasa, yönetmelik değişikliklerini yapma, yaptırma imkânını bulmuş olur.

Bu durumda AKP’nin damgasını vuracağı bir “sivil anayasa”nın, söz inanç, örgütlenme özgürlüğüne ilişkin yasal ve fiilî sınırlamalar bahsinde, dolayısıyla ve özellikle de şu mahut “tabularımız” üzerindeki örtülerin kalkabilmesi konusunda ciddi, etkin iyileştirmeler getirmesi pek de beklenemez. “Sivil anayasa” eğer sadece bu parlamento ile sınırlı bir zeminde görüşülüp tartışılaşacak, bu parlamentonun eseri olacak ise; CHP ve MHP’den oluşan “ana muhalefet”in AKP önerileri karşısında nasıl bir yaklaşım sergileyebileceği kestirilebilir. Bunlar, TC devlet ve demokrasisinin başlıca kurum ve kuruluşlarına zaten içrek kendi “Cumhuriyetçi” ve milliyetçi tutuculuklarının, önyargı, tabu ve endişelerinin AKP tarafından empoze edilecekler lehine azaltılmaması için uğraşacak; AKP ise o “hassasiyetler”e olabildiğince dokunmadan kendi özel hassasiyetlerine de Anayasal güvence sağlamanın formüllerini bulmaya çalışacaktır.

AKP’nin şahsında artık nihai zaferini kazanmış sayabileceğimiz otantik Türkiye burjuvazisinin birincisinin restorasyonu ile kuracağı bu İkinci Cumhuriyetin sivil anayasasının, mevcut durum ve koşullarda niteliği ancak böyle olabilecektir. Özetlersek, bu Anayasa ile, Birinci Cumhuriyete içrek vesayet rejimi sona ermiş, “vasiler”in imtiyazları, statüleri önemli ölçüde geriletilmiş, bunların temel hak ve özgürlükler üzerindeki ipotekleri kaldırılmış veya en azından epeyce gevşetilmiş olacak; ama böylece açılmış olan alan bu kez de sözkonusu burjuvazinin toplum çoğunluğu onayına/meşruiyetine dayandıracağı “yeni” sınırlamalarla büyük ölçüde kapatılmış olacaktır.

Ancak, böyle olması onun yine de bir burjuva demokratik devrim olma niteliğini değiştirmez. Türkiye toplumunun tarihsel-siyasal mirası/kültürü ve içinde bulunduğu konjonktür bağlamında olabilecek/olan budur. Eğer 22 Temmuz seçimlerinden AKP aynı oy oranıyla çıkmış, ama yanıbaşında daha ileri bir demokratikleşme parolasıyla örneğin bir MHP kadar oy toplayabilmiş bir parti/bir ittifak da Meclise girebilmiş olsaydı şüphesiz durum ve gelecek çok farklı olurdu.

Gayet muhtemeldir ki; böyle olsaydı; tıpkı aristokrasiye karşı nihai zaferini işçi-halk desteği ile kazanan modern -Batı- klasik burjuva devrimlerindeki burjuvazilerin, hemen bunun ertesinde aristokrasinin kalıntılarıyla ve onlar üzerinden taşra gericiliği ile ittifak yapıp işçi - halk radikalizmini bastırmaya yönelmesi gibi; AKP de CHP ve MHP ile uzlaşma yoluna giderdi.

Sonra ne olurdu diye spekülasyona devam etmenin anlamı yok. Çok farklı bir tarih, özel bir konjonktür ve belki de hepsinden önemli olarak son derece yeni ve değişik ihtimallere açık olgu ve koşullar bağlamında vuku bulan bir Postmodern burjuva demokratik devrim gerçekliği ile karşı karşıyayız. Modern -klasik- burjuva devrimlerinde ağırlıklı olarak işçi sınıfı hareketi tarafından yerine getirilmiş olan daha geniş ve eşitlikçi bir özgürlükler rejimi/durumu için, mücadele dinamiği, işlevi, bu postmodern Vaka’da mevcuttur denilemez.

Bununla birlikte, mutlaka dikkate alınmalıdır ki; sözkonusu modern burjuva devrimlerle kurulmuş siyasal düzenlerde, her ne kadar temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ve derinleştirilmesi mücadelesi işçi sınıfı eksenli/ağırlıklı hareketler tarafından verilmiş, o hak ve özgürlükler bu sayede düzene eklemlendirilmiş ise de; burada mücadelenin gücü ve kararlılığı kadar başlangıçta evrenselci bir perspektifle talep edilen o hak ve özgürlüklerin bu nitelik ve içeriğinden verilmiş ödünlerin -örneğin geçerliliklerinin milliliğe indirgenmesinin- de payı vardır. O nedenledir ki bu düzenlerin o mücadele ile daha demokratikleştirilmesi, başlangıçta köklü bir insani-toplumsal dönüşüm umudu şevki ve iradesiyle tanımlanan o hareketlerin “düzen içi”ne kanalize olmaları, yatışıp “ehlileşmeleri”nin aracı ve sonucu olabilmiştir. Hatta kimi toplumlarda bu süreç, böylece sağlanmış bir konformizmin, statünün korunması adına o hak ve özgürlüklerden “feragat” noktasına bile gelebilmiştir.

Yukarıda, Türkiye’nin şu özgül konjonktüründe, AKP’nin ve diğerlerinin dikkate almazlık edemeyeceği güçlü bir eşitlik eksenli demokratik dinamik yoktur derken; ortada bunu temsil ediyor, edebiliyormuş gibi duran, dolayısıyla da bu işlevi ikame edebilirmiş gibi görmemiz istenen ögelerin varolduğunu bilmiyor, görmüyor değiliz. Ama, 1980’lerden beri sorunumuz olan o dinamik bunlarla oluşacak, yaratılacakmış gibi düşünülüp davranılmadı mı? O dinamiğin geniş bir toplumsal katılım/destek ile oluşması için en etkili olduğuna inanılan başta ekonomik olmak üzre harekete geçirilmesine çalışılan saik ve talepler, bunlara karşılık düşen örgüt ve örgütlenme yöntemleri milliyetçiliğin, etnik ve mezhebi cemaatçiliğin karşısında kaç kez yenik, kısır ve soluksuz, sonuçsuz kaldı?

Ama buna rağmen, galiba yeni ve radikal bir çözümü düşünmek ve denemeyi kendimize “yakıştıramadığımız”dan, “olmuş”u denemeye koşullandığımızdan dolayı, gerçeğini bulmak, oluşturmak yerine “..miş gibi”siyle yetinmek, “idare etmek”ten şevkimiz giderek kırılıyor ama bıkmıyoruz da.

O nedenle şimdi; onbeş yıldır eriye eriye -epeyi de MHP’ye oy verebilen- birkaç onbin üyeye düşmüş DİSK’in şahsında bir işçi hareketi, kaç seçimdir toplamı %1’i bulamayan bir oya hapsolmuş partilerin şahsında bir sosyalist hareket, gücünün büyük kısmını -ezilen ulusun da olsa- milliyetçilikten alan DTP’nin şahsında kitlesel bir hareket mevcuttur dememek gerektiğini bilhassa vurguluyoruz.

Mevcut değildir demek, ol(a)mayacak demek değildir elbette. Ama bunun önşartı, onu olduracak olanların kendilerini uğruna/adına hareket edecekleri amaç ve değerlerin tam hakkını verebilecek ölçüde dönüştürmeyi, gerektirdiği nitelikleri edinmek için kapasitelerini zorlamayı göze almış, bu bedeli ödemeye hazır ve istekli olmalarıdır.

Asıl yokluk da buradadır.


“Alternatif” sorununu konuşmaya buradan ve bu noktayı asla unutmadan başlayabiliriz.

Bu yazının başlangıcında, düzen-içi ve karşı/yeni düzen alternatifi bahislerinin ayrı ele alınması gerektiğini bilhassa belirtmiştik. Çünkü bunlar apayrı öncül tespit ve amaçlardan yola çıkan yaklaşımları gerektirirler. Aralarında ton farkı değil renk (nitelik) farkı vardır, olmalıdır.

Düzen-içi alternatifin, yerleşik ifadeyle “merkez-sol” bir iktidar partisi/ittifakı adayının mevcut durumda nasıl oluşturulabileceği konusu bu derginin işlevinin dışındadır. Şu anda taşıdığı sosyalist -veya eşdeğeri/ikamesi sayılan başka bir- sıfatla, böylesi bir oluşumun bir bileşeni olması istenen ya da olmaya istekli olanlara bu bakımdan söyleyecek fazla bir sözümüz olamaz. Aynı şekilde, bu tür girişim/oluşumların uzağında duran, ancak, savunduğu karşı -yeni- sosyalist düzen tasarımı o bildik, geleneksel tasarımdan farksız ya da az rötuşlu olanlarla; ya da “devrimci”liklerini illegalite ve “silahlı mücadele” ile özdeşleştirmiş kesimlerle de bu konuda verimli bir konuşma-tartışma sürdürebilmemiz mümkün görünmüyor.

Çünkü, bu dergide, reel sosyalist rejimlerin çöküşünün çok öncesinden beri her vesileyle belirttiğimiz ve elden geldiğince açıklamaya çalıştığımız üzre, eğer sosyalist-devrimci sıfatını taşıyanlar, özetle kapitalizmin aşılması inancına gerçekten sahip iseler; mevcut-yerleşik sosyalist tasarımın, bunun gerisindeki mantık ve yaklaşım dahilinde bunun imkânsız olduğunu anlamak, kavramak zorundadırlar. Modern çağda sosyalizm hareketlerince temsil edilmiş değer ve ideallere yeniden dönerek; bunların, şu postmodern “aşama”nın mahiyeti ve onunla eşanlı yeni olgu ve gelişmeler bağlamında gerektirdiği yepyeni bir yaklaşımı, o değer ve ideallerin vücut bulduğu yeni bir hareket/mücadele zeminini oluşturmak zorundadırlar.

Bu, kelimenin tam anlamıyla radikal bir hamle/girişim olmalıdır. Geçmiş dönemlerde uygulanmış, belli durumlarda durumlarda “başarılı” da olmuş ya da başka türlüsü düşünülemezmiş gibi görünenler de dahil sözden örgütlenme türlerine, eylem kavramından “düzen” tasarımına kadar bir hareketin varoluşunun tüm boyutları bu radikal yaklaşım/sorgulama ve denemenin konusu olabilmelidir.

İnanç ve amaç gerçekten ciddiye alınıyor ise, başkaca bir yol yoktur.


1980’lerden bu yana dünyada ve özel olarak Türkiye’de, daha önceden düşünüş ve örgütleniş tarzlarıyla yerleşikleşmiş tüm siyasal-toplumsal hareketlerin, karşılaşmaya hiç de hazır olmadıkları pekçok gelişme oldu. Daha beş-on yıl önce hiç kimsenin değil yıkılacağını, gerileyeceğini bile hayal edemediği “sosyalist” rejimlerin, üstelik hiç beklenmediği biçimde kansız denilebilecek bir geçişle ve hızla çöküşü bu gelişmelerin doğrudan siyasal olanlarının en spektaküleri ise de; yine beş-on yıl önceye kadar sürekli zayıflayıp, gerilediği görülmüş olan dinlerin, dinî hareketlerin, başta İslâm ülkeleri olmak üzere hemen tüm dünyada beklenmedik bir yükseliş göstermeleri de etki ve şaşırtıcılık bakımından onunla ölçüşebilir düzeydeydi. Milliyetçiliğin, etnik- bölgesel kimlik hareketleriyle de takviyeli olarak yeniden boy göstermesi, dinî hareketlerle birlikte bunların da özellikle gençlik ve orta-alt toplum katmanlarından hızla yaygınlaşabilmesi de dünya ölçeğinde bir önemli olgu idi.

Bütün bunların, modern çağda her atılımı “ilerici”, “toplumcu” düşünsel ve siyasal akımların da güçlenmesini -en azından- ivmelendirmiş bilimsel-teknolojik gelişmelerin, baş döndürücü bir hız ve çeşitlilikle gündelik hayata girdiği, bir “ikinci endüstriyel, bilimsel teknolojik devrim”den sözedildiği bir dönemde vuku bulması, 1980’li ’90’lı yıllardaki değişim ve gelişmelerin sadece ideolojik atmosferi değil, onun gerisindeki tarih algısını “ilerleme”, “gelişme” nosyonlarını da altüst eder mahiyette olduğunun bir göstergesidir.

İleri endüstriyel -kapitalist- toplumlarda, sosyal yapı, devlet ve siyasal düzenin temel kurum ve kuruluşları görece hafif sarsıntı ve restorasyonlarla kendilerini bu yeni olgu, gelişme ve durumlara uyarlayabildiler. Türkiye gibi ülkelerde ise sarsıntı çok daha şiddetli yaşandı. 1987’de ikinci kez seçimi kazanan ANAP’ın bu iktidarından itibaren Türkiye 2002 Kasım’ına -hatta 2007 Temmuz’una- kadar neredeyse sürekli denilebilecek bir siyasal ... kriz yaşadı. Bunu derken, hiçbir partinin çoğunluğu sağlayamadığı, ülkenin güçsüz, dayanıksız koalisyon hükümetlerince yönetilir hale gelmesinden, o geleneksel merkez sol/sağ bloku oluşturan CHP ve DP gelenekli partilerin sürekli parçalanması ve erimesinden ziyade; özellikle Kürt Sorunu ve Sünni İslâmî hareketin yükselişi ile belirlenen siyasal ortamımızda, genelde siyaset “kurumu”nun özel olarak Cumhuriyet ve demokrasi nosyonlarının temelini oluşturan hemen tüm kavram ve değerin anlam ve içeriklerini bulanıklaştıran, hatta saptıran bir sürecin yaşandığını, sorunların krize dönüşmesinin en önemli nedeninin bu olduğunu belirtmek istiyoruz.

O nedenledir ki bütün bu dönem boyunca, yeni/karşı “düzen” alternatifi oluşturabilmenin konu ve sorunlarına odaklanma işlevimizi kısıtlamak pahasına, yaşadığımız bu kriz ortamının yurttaş olarak bizi ilgilendiren yön ve sorunlarına geniş yer açan bir yayın çizgisi izledik. Mevcut durum ve gidişat bunu bir önkoşul olarak empoze etmekteydi. Çünkü, her şeyden önce, ne Cumhuriyetin ne de asgari bir demokrasinin yerleşikleşemediği bir toplumda kapitalizmle birlikte devlet ve bildik demokrasiyi de aşacak bu alternatifi tartışmak mümkün bile değildi. Toplumların ancak belirli bir siyasal olgunlaşma düzeyini yaşamış, sindirmiş, “kültürleştirmiş” olmaları, sayesinde, ancak bu aşamada gerçekten bilincine varabilecekleri temel sorunlar bağlamında genelleşebilecek bir düşünüş ilgi ve şevkin odağı olabilir bu konu. AKP’nin 2002 Kasım’ında tek başına iktidara gelmesi, ardından 2004 mahalli seçimlerinde, 22 Temmuz’da bu konumunu, oyunu arttırarak pekiştirmesi ve bunun aynı zamanda Türkiye burjuvazinin yüzyıllık iktidar mücadelesindeki “nihai zaferi”ni ifade ediyor oluşu ile hem bu tarihî -cumhuriyetin ve burjuva demokrasisinin yerleşiklik kazanması- dönemi, hem de 1980’lerden beri süregelen siyasal kriz faslı sona ermiş demektir.

İmtiyazlı asker-sivil bürokrasinin -“devlet”in- sembiyotik bağlantıları ile birlikte; bu imtiyaz ve konumlarından başka bir içeriği kalmamış bir “cumhuriyetçilik” adına, aslında varolduğu kadarıyla gerçek bir cumhuriyetin temel taşlarına, temsilî -burjuva- demokrasinin asgari kurum, kuruluş ve kurallarına karşı, 12 Eylül saldırısında edindikleri mevzileri ve gücü koruma hesabıyla yürüttükleri direniş ve karşı ataklar, 22 Temmuz’dan sonra artık önleyemeyecekleri bir ricata dönüşmek zorundadır. Bu ricat, dar veya geniş cephede, hızlı veya yavaş olabilir. Artık fazla bir önemi yok bunun.

Asıl önemli olan, 1980’den bu zamana kadar sürmüş o son saldırı sürecinde, örneğin Kürt halkı gibi, en temel hakları inkar veya ihmal edilmiş olanlarla veya asgari demokratik talep ve özgürlükleri kısıtlanmış veya yoksayılmış ya da meşruiyetleri “devletlu” kibrince tanınmak istenmemiş olanlarla paylaştığımız demokratik-insani direniş mevzilerinden daha ileriye hareket etme vaktinin de gelmiş olmasıdır. Kendi kimlik haklarının demokratik güvencelerini pekiştirmeye çalışacak Kürt hareketi; CHP’nin “cumhuriyetçi” -düşkün- seçkin “Beyaz Türk” karması iskeletine “sol” veya sosyal demokrat elbisenin nasıl giydirilebileceğini düşünenlerle onun işlevine talip onun yerine geçmeye istekli ittifak girişimleri bu mevzilerde kalabilirler.

Daha ilerisi vardır ve olmalıdır diyenleri, buna gerçekten inananların şu noktadaki tek dayanakları ise, tarihin bütün atılımlarında olduğu gibi, henüz bilinmeyeni bilme arzusu, keşfetmenin icat etmenin heyecanı ve bunu hakkıyla duyabilmenin önkoşulu olan özgüven, öz donanımdır.