Kapatma Davası ve Ergenekon: Restorasyon mu, Yenişememe Mutakabatı mı?

Temmuz ayı sonlarında AKP hakkında -umumiyetle beklenenin aksine- kapatılma kararı verilmeyip, Ergenekon soruşturmasına ilişkin iddianamenin ayrıntılarının belirginleşmesi ve bu ayrıntılar sayesinde hiç de öyle egzantrik bir suç örgütü ile karşı karşıya olmadığımızın netlik kazanması, üstelik bu iddianamede yakın tarihimizin her türlü kirli faaliyetine ilişkin belgeler, ifadeler bulunması, yani “devlet”in zanlı pozisyonunda olması, bu iki olayın, yani kapatma davası ile Ergenekon’un birbiri ile bağlantılı olduğu yönündeki kanaati kuvvetlendirdi.

Öyle ya, Temmuz ayı başında iki eski ama kudretli kuvvet komutanı gözaltına alınmış, ilk günlerdeki laik cephenin teyakkuz durumu Temmuz ayı ortalarında diner gibi olmuş, ve iddianamenin içeriği belirginleştikçe -eş zamanlı olarak- AKP’nin kapatılmayacağı kanaati yaygınlaşmaya başlamıştı. Gelişmeleri çok basit bir tasnifle yan yana koyan her göz, bu iki davanın bağlantılı olduğuna pekâlâ hükmedebilir. Manzara kabaca bunu gösteriyor zira. Peki gerçekten öyle mi? Bu sorunun net cevabını sanıyorum ileriki yıllarda öğreneceğiz. Ayrıca bu sorunun cevabı önemli ama 2008 Ağustos’unda karşı karşıya olduğumuz tablonun ne manaya geldiği ve gelecek için ne gibi ihtimaller içerdiği aslında daha önemli. Dolayısıyla bu tablonun önemlice görünen bazı ayrıntılarına yakından bakıp, bazı ilginç gelişmeleri herhangi bir iddiayı ispatlamaya çalışmadan tekrar hatırlayacağız, belki bir faydası olur.

DEVLET KARARINI VERDİ: AKP İLE AMA…

Birikim’in Haziran-Temmuz 2008 (230-231) sayısındaki yazımın başlığı “Devlet karar arifesinde: AKP ile mi, AKP’siz mi?” idi. Yazıda o tarih itibariyle ibrenin kapatmayı göstermekle beraber, sert bir hukuki müdahalenin “Türkiye’nin ABD, AB ve global kapitalist dünya içinde yer almasını kesecek ve zar zor sağlanan pamuk ipliğine bağlı ekonomik dengenin 2001 krizini aratmayacak çapta bozacak özellikler” içerdiğini (sayfa 117) öne sürmüştüm. Yine aynı yazıda “seçkinlerin muhtemelen şu aşamada yaptığı hesap AKP’nin hem yabancı sermaye çekme kabiliyeti hem de kriz kaçınılmaz olsa dahi bu krizle başa çıkma angaryasını AKP’nin üstlenmesi” seçeneğinin göz önünde tutulmasıdır, demiştim. Bununla beraber -esasen AKP’den çıktığı açık seçik belli olan- TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın “Anayasa Mahkemesi herkese oh dedirtecek bir üçüncü yol bulabilir. Mesela hazine yardımını kesebilir” çıkışının devlet kanadında pek itibar görür gibi olmadığını öne sürmüştüm. Devlet, kamuoyunun hatta AKP’lilerin bile beklentisine cevap vermedi ve Toptan’ın önerisini benimsedi, bildiğiniz gibi. Bu kararı çok basitçe yorumlayacak olursak herhalde şunu söyleyebiliriz. Devlet (daha doğrusu askeri/sivil bürokratik elit) Türkiye’nin ABD, AB ve global kapitalist dünya içinde yer almasına/kalmasına karar verdi. AKP’nin kapatılması ve kaçınılmaz olarak Erdoğan’ın siyasi yasaklı olmasıyla başlayacak bir sürecin Türkiye’yi sonu belirsiz bir maceraya sürükleyeceğini öngördü. Yani şimdilik Sabih Kanadoğlu-Vural Savaş cephesine “bekle” dedi. Hiç şüphesiz karar AKP cephesi açısından bakıldığında aslında o kadar da sevinilecek bir karar değil. Zira hep bahsedildiği gibi AKP’nin laiklik karşıtı bir odak olduğu artık kayda geçirilmiş durumda. Yani artık türbanlı kızların üniversiteye girişini sağlayacak bir adımı AKP’nin atması söz konusu değil. Bir fantezi gerçekleşir de MHP ya da CHP bir girişim başlatırsa, belki. Ki o da Anayasa Mahkemesi’nin konuyla ilgili kararı nedeniyle artık çok zor. Ayrıca yine AKP’nin imam hatip liseleri, meslek liseleri katsayıları gibi konularda ciddi adımlar atması da söz konusu değil. Yani devlet AKP’nin her ne iddia ile kuruldu ise o iddialarından vazgeçmesini istedi. AKP de kabul etti. Yani ölümü görüp sıtmaya razı oldular. Şimdilik.

Peki ama ne olmuştu da devlet genel beklentinin aksine karar vermişti? Anayasa Mahkemesi kimsenin beklemediği gibi salt hukuki bir karar mı vermişti? Yani Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın iddianamesini -demokrasi cephesinin savunageldiği bakış açısıyla- kapatma için yetersiz mi bulmuştu? Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını genel olarak siyasi olduğu hesaba katıldığında kimse bu ihtimale vurgu yapmadı. Keza Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın kararı açıklamadan önce yaptığı bir cins ulusa sesleniş konuşması da dikkate alındığında (hatırlanacağı gibi Kılıç bu konuşmasında mealen AKP’nin bu süreçten ders çıkarması gerektiğini söylemişti) Mahkeme’nin siyasi bir karar verdiği ortadadır.

Dolayısıyla az önceki sorumuza dönecek olursak, ne olmuştu da Anayasa Mahkemesi bir cins rota değişikliğine gitmişti? Birkaç ilginç not var. Bunlardan ilki ABD eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris’in 16 Temmuz’da basına yansıyan sözleri. ABD’de bir düşünce kuruluşunda konuşan Parris özetle şunları söyledi: “AKP hakkındaki davada kapatma kararı hâlâ çok güçlü bir ihtimal gibi görünüyor, ancak bunun önüne geçecek bir çözümün ortaya çıkması ihtimali bir ay önceye göre çok yükseldi.” Parris’in şu sözleri de ilginçti: “Bunun (yani çözümün, YD) alternatifi tarafların ikisinin birden uçuruma düşmesi...” Bu sözler o günlerde yankı bulduysa da nihayetinde o dönem hayli spekülasyona açık bir dönem olduğundan ve Parris de nihayetinde eski bir büyükelçi olduğundan bu açıklamalar üzerinde pek durulmadı. Ancak yine ilginç bir şey oldu. Bu tarihten, yani Parris’in açıklamalarından itibaren yabancı yatırımcılar AKP’nin kapatılmayacağı ihtimali üzerine oynamaya başladılar ve Türkiye’de alıma geçtiler. Aynı tarihten itibaren yabancı finans kuruluşlarının ve bankaların raporlarında da AKP’nin kapatılmama ihtimalinin ağırlık kazandığı görüşü işlenmeye başlandı. Yine kah AKP’ye yakın, kah AKP’ye uzak yerli finans kuruluşları da müşterilerine “kapatılmama ihtimali ağırlık kazandı” raporları göndermeye başladılar ve finansal göstergelerde dikkat çekici bir değişiklik gözlendi. Bir şeyler oluyordu. Temkinli siyasetçiler, gözlemciler ve köşe yazarları “borsanın ipiyle kuyuya inilmez” dese de ibre düpedüz kapatılmamaya dönmüştü Temmuz ayı ortalarında. Bu gelişmeyi önceleyen bir ilginç gelişme daha var ki, o da burada hatırlanmalı. Mark Parris’in açıklamalarından bir hafta kadar önce Türkiye, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün açıklamaları ve temasları ile meşguldü, bilindiği gibi. Neydi Özkök’ü bu derece öne çıkaran şey? Ergenekon soruşturması çerçevesinde gözaltına alınan eski Jandarma Komutanı Şener Eruygur’un açığa çıkan darbe planları. Bu planlar Hilmi Özkök’e karşı yapılmıştı. Ve Özkök ilginç açıklamalar, temaslar yapmaktaydı. Eruygur ve Hurşit Tolon’un gözaltına alınmasını takip eden “kritik” günlerde, yani herkes TSK’nın ne tür bir tepki göstereceğini merak ederken ve TSK herhangi bir tepki göstermezken Hilmi Özkök Milliyet gazetesinden Fikret Bila’ya 3 Temmuz tarihinde bir röportaj verdi. Mevcut gerginliği yorumlayan Özkök,

“Resmî bir aktörün daha geç olmadan ortaya çıkıp ortalığa çeki düzen verecek bir hareketi halkı da arkasına alarak gerçekleştirmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Kurumlar arası tesanüdü kimin sağlayacağı Anayasa’da açıkça belirtilmiştir. Ama bu görevin yerine getirilmesine katkıda bulunabilecek, halkın güvenini kazanmış politik beklentileri olmayan diğer akil adamların da davet beklemeksizin devreye girmesi bir zorunluluk haline gelmiştir.”

Özkök’ün kastettiği “resmî aktör” doğal olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olarak algılandı. Laik/otoriter cephe gerçi Gül konusunda rezerv koymuştu ama Özkök’ün bir çıkış yolu aradığı da ortadaydı. Zira Özkök aynı röportajda “aksi halde olacakların asıl sorumlusu hükümet olmakla beraber, yapabilecek bir şey olup da yapmayan herkes pay alacaktır” dedi. Özkök laik/otoriter cephenin temkinli yaklaştığı bir komutandı, bilindiği gibi. Görev döneminde AKP’ye karşı yeterince sert davranmadığı gerekçesiyle sık sık Emin Çölaşan, Erman Toroğlu gibi isimlerin eleştirilerine maruz kalıyordu. Dolayısıyla Özkök’ün kimin adına konuştuğu ya da biri adına konuşup konuşmadığı tam olarak anlaşılamadı. Ancak sözleri (bilhassa “olacakların sorumlusu”, “daha geç olmadan”, “ortalığa çeki düzen” gibi ifadeler dikkate alındığında) bir tehlikeye işaret etmekteydi sanki. Aynı günlerde Ergenekon soruşturmasına ilişkin sansasyonel ayrıntılar gazetelerin birinci sayfalarını kapladığı için bu sözler üzerinde pek durulmadı. Ancak Özkök’ün çıkışı AKP cephesinde karşılık buldu. Özkök ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu demeçten bir hafta sonra Çankaya Köşkü’nde biraraya geldiler. Toplantı sonrasında dişe dokunur resmî bir açıklama olmadı ancak Özkök Radikal gazetesinden Murat Yetkin’e konuştu. İki iddia vardı. İlki Hilmi Özkök’ün şu meşhur darbe planlarını Eruygur’un yüzüne vurduğu şeklindeydi. Özkök buna “Ne doğrularım, ne yalanlarım da demiyorum. Yorum yapmıyorum.” dedi. İkinci iddia ise Eruygur’un kendisini (yani Hilmi Özkök’ü) izlettiği yönündeki istihbarat bilgisiydi. Özkök buna da “No comment diyorum. Bu konuda hiçbir şey söylememiş oluyorum” diye yanıt verdi. Özkök, evet iki konuda da hiçbir şey söylememiş oldu ama aynı Özden Örnek’in günlükleri için yaptığı yorumlardaki gibi iddiaları net bir dille yalanlamamış da oldu. Aynı günlerde basında Ergenekon soruşturmasına ilişkin iddianamenin artık sonuna gelindiği haberleri yayımlanmaya başlandı. İddianame zaten merak ediliyordu ama bir büyük merak daha vardı. Darbe günlükleri yani Eruygur’un 2003-2004 döneminde bir darbe planladığına dair Özden Örnek’e ait günlüklerle ilgili iddialar iddianamede yer alacak mıydı?

15 Temmuz günü İstanbul Cumhuriyet başsavcısı Aykut Cengiz Engin kameralar karşısına geçti ve iddianamenin genel hatlarını açıkladı. İddianameyi henüz bilmiyorduk ama şunu biliyorduk: darbe günlükleri iddianamede yoktu. Bu çok da sürpriz olmadı çünkü emekli komutanların görev yaptıkları dönemle ilgili suçlamalarda yargılamayı askerî mahkeme yapıyordu. Dolayısıyla Ergenekon soruşturmasının yürüten ekibin, işi daha da karmaşıklaştıracak bir hamle yapmaması normal karşılanmalıydı. Peki ama Eruygur ve Tolon neyle suçlanıyordu? Bunu şu an itibariyle somut olarak bilmiyoruz. Bu konu ikinci iddianamede yer alacak, sadece bunu biliyoruz. Neyse Aykut Cengiz Engin’in açıklamasına dönelim. Engin bu darbe girişimlerinin iddianamede olmadığı gibi, soruşturulmadığını da açıkladı. Bu kısmı biraz ilginç oldu doğrusu. Yani Eruygur ve Tolon’a bu konuda hiçbir şey sorulmamıştı. Bir açıdan bakınca normal, yani savcılık dava açamayacaksa soru da sormaz değil mi? Ama bir açıdan bakınca da kabul etmek lazım ki ilginç, çünkü kamuoyunu bu kadar meşgul eden bir süreç hakkında savcılık herhangi bir soruşturma yapmamış oluyor. Neyse hadi bu konuya o kadar fazla takılmayalım. Ama benzer gelişmeler ileriki günlerde de yaşandı. Kritik merhale 26 Temmuz’du. Mahkeme Ergenekon soruşturmasına ilişkin iddianameyi inceledi ve kabul etti. Böylece iddianame aleniyet kazandı ve avukatlarla basına dağıtıldı. İddianamenin şu iddiada olduğu görüldü: Ergenekon çetesinin TSK ve MİT ile bağlantısı yoktur. İddianamenin sansasyonel yönleri öne çıktığından bu nokta üzerinde de pek durulmadı, ancak çok belliydi ki savcılık bu işe TSK’yı pek bulaştırmak ya da TSK’yı zan altında bırakacak bir iddiada bulunmak istemiyordu. Operasyon devlet’e uzanmayacaktı, herkes -şimdilik- “rahat” olabilirdi”. Bu günlere ilişkin bir ilginç gelişme daha şu oldu. Başbakan Erdoğan ile Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün buluşması. Tesadüf eseri iddianamenin kabul edildiği ve basına dağıtıldığı gün -AKP hakkındaki kararın açıklandığı 30 Temmuz’dan birkaç gün önceye denk geliyor- Ertuğrul Özkök Başbakan Erdoğan ile yaptığı baş başa görüşmenin (röportaj demek daha doğru olacak denebilir ama bu röportajın yapılışını sunuluşunu, hatırlarsak ve Hürriyet gazetesinin neredeyse iki devlet başkanının baş başa görüşmesi gibi bir hava yarattığını göz önüne getirirsek buna “görüşme” demenin daha doğru olacağı sonucunu çıkarırız) ayrıntılarını yayınladı. Erdoğan bu “görüşme”de ülkedeki mahalle baskısı vs. nedeniyle yaşanan gerginliğe şöyle bir yanıt verdi:

“Zorluklarımız, sorunlarımız yok mu, elbette var. Ama bunların hiçbiri aşılmayacak sorunlar değil. Yeter ki birimiz kendimiz için istediğimiz hak ve özgürlüğü başkalarına çok görmeyelim. Biz böyle bir sosyal restorasyonu hayatın her alanında gerçekleştirmek zorundayız.” (26 Temmuz 2008, Hürriyet)

Özkök görüşmeden elde ettiği izlenimleri ise şu sözlerle yazdı:

“Bütün sohbet boyunca bugüne kadar hiç görmediğim kadar rahat ve yumuşak bir üslupla konuşuyordu. Acaba dava konusunda Ankara’dan iyi sinyaller mi aldı, diye düşündüm. Sadece düşünmekle kalmadım, sordum. ‘Hayır bize gelen hiçbir işaret yok. Siz daha iyi biliyorsunuz’ demekle yetindi. Bu gözlemimi de yine bir soruyla tamamlayayım. Başbakan’ın rahatlığı ve yumuşaklığı acaba iyi mesaj almasından mı, yoksa artık her şeyi tevekkülle karşılamasından mı?”

Elimizdeki açık veriler bunlar. Buradan bir “uzlaşma” manzarası, evet, aslında çıkar. Peki bu uzlaşma şöyle bir uzlaşma mı, yani Ergenekon soruşturmasının yürüten savcılığın ve AKP’nin elinde TSK ve devletin kirli işleri ile ilgili öyle belgeler var ki, devlet AKP’yi kapatmamaya mecbur oldu. Yani yenişemediler ve Parris’in dikkat çektiği gibi “ikisi birden uçuruma yuvarlanacaklarına” mevcut tabloya razı oldular. Bunu ima ediyor değilim. Böyle bir şey olmamıştır da diyor değilim şüphesiz. Önemli olan daha çok, bir “sistemi yürütme” uzlaşması mı, mutabakatı mı artık adına ne dersek diyelim, bu yönde bir çizginin öne çıktığıdır. Bu çizgi, evet, AKP kapatılıp peşine daha sert bir hukuki operasyon gelmediği için tabii ki olumlu bir şekilde karşılanmalıdır ancak mevcut tabloda artık siyasetin ve şeffaf bir demokrasinin alanının iyice daraldığını, AKP’nin daha önceki yazılarda da vurguladığımız gibi neo-liberal çizgisini daha da öne çıkararak bilhassa sosyal politikalarda daha sert bir merkez sağ partisi çizgisine çekildiğini de teslim etmeliyiz. Bu, kapatma davası açılmadan önce de AKP’nin yöneldiği bir çizgiydi, dolayısıyla bunda yeni bir şey yok dense bile “kapatılmayan” AKP’nin bu çizgide artık daha da pervasızca davrandığı görülüyor. Sadece AKP’nin değil Türkiye’deki tüm siyaset aktörlerinin kapatılma-kapatılmama, laiklik karşıtı eylemler, TSK’nın AKP’ye muhalefeti gibi alanlara sıkışması ve siyaseti de bu alana sıkıştırması, bu tip mutabakat zeminleri oluştukça, aslında AKP’ye yarıyor. Mevcut durum AKP’nin kapatma davası öncesindeki tek parti pozisyonunun rahatlığını yeniden elde etmesini ve bu pozisyonu tüm ekonomik ve siyasi konularda artık daha da rahatça sürdürmesinin yolunu açtı. (Bkz. Tuzla vakaları, her türlü sendikal/sosyal hareket.) Yani oyun laiklik bahsinde sıkışınca, formasını bırakmak pahasına bu presten çıkan AKP, önünde epey geniş bir alan buluyor. Ta ki yeni bir pres başlayıncaya -ve formanın kalan parçası yeniden bırakılıncaya- kadar. Yani üzerinde mutabık kalınan çizgi, pek de öyle matah bir çizgi değil.

Bu faslı bitirirken iki ilginç not daha aktarmak faydalı olur. Hatırlanacaktır 2007’nin son aylarında Kuzey Irak’a yönelik kara harekatı sırasında ve sonrasında da bir TSK-AKP işbirliği havası oluşmuş, o dönemde CHP ve MHP bu havanın oluşmasının hemen ardından “Kuzey Irak’tan neden erken çekildik” maskesi altında TSK’ya sert bir muhalefet yürütmüşlerdi. Bu manzaranın bir benzerini da Anayasa Mahkemesi’nin kararı sonrasında yaşadık. Kararın hemen peşinden gelen Yüksek Askerî Şura kararlarında, uzun süreden sonra ilk kez irtica gerekçeli bir ihraç kararı çıkmadı, hatırlanacağı gibi. Bu gelişmenin zamanlaması CHP’yi bir kez daha teyakkuz durumuna geçirdi ve bu kez parti yetkilileri TSK ile Hükümet arasındaki sıcak ilişkileri sorgulamakla kalmadılar, emekli olan Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’a alınan zırhlı aracı da mesele ettiler. Yani benzer bir filmi bir kez daha seyretmiş olduk. (Oysa ilginç tarafı bu yılki YAŞ’ta asıl olarak İşçi Partisi ile yakın ilişki içinde oldukları söylenen komutanların tasfiye edilmesi bekleniyordu, ancak ismi bu soruşturmaya karışan komutanlar terfi ettiler. 5 Ağustos 2008, Hürriyet.) Bu fasıldaki son not da dış politikaya ilişkin. Kapatma davası ile ilgili kararın merakla beklendiği, Ergenekon soruşturmasının tüm hızıyla sürdüğü günlerde hükümet dış politikada da kimi dikkat çekici adımlar attı. ABD Başkanı’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephan Hadley Temmuz ayı ortasında Ankara’ya gelerek Hükümetin önemli isimlerinin yanı sıra Genelkurmay İkinci Başkanı Ergin Saygun ile de görüştü. Keza Hükümet yine Temmuz ayı başlarında Kuzey Irak yönetimi ile -ve ayrıca Ermenistan ile- doğrudan temas kurdu. (Bu, mesela geçen yıl pek hayal edilmeyen bir gelişmeydi.) ABD ile görüşmelerde Irak ve İran konusunun yanı sıra Kıbrıs ve Ermenistan konularının ele alındığı biliniyor. Ayrıca Hükümet o dönemde İran ile de kritik görüşmeler yürüttü ve Ağustos ayındaki Ahmedinecad ziyaretinin temellerini attı. AKP’nin bölgesel konuların yanı sıra bir ABD-İran arabuluculuğu peşinde de olduğu görülüyor. Kah ABD ile işbirliği içinde, kah ABD çizgisinin dışına küçük -ama ABD ve AB’yi çok da kızdırmayacak- adımlar atarak hassas bir politikanın yürütüldüğü açık. Oluşan manzara Hükümet’in, ilk dönemine kıyasla devletle daha koordineli bir biçimde bölgesel sorunlarda rol almak istediğini ve bu politikaya TSK’nın -şimdilik- pek öyle temelden bir itirazının da olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla AKP’yi kapatmama kararında sadece iç dengelerin değil, dış dengelerin de etkili olduğunu söylersek herhalde çok spekülatif konuşmuş olmayız. Global ekonomideki ve bölgesel dış siyasetteki dengesizliklerin AKP’nin şansını arttırdığı açık.

ERGENEKON: DAĞ BUZDAĞI DOĞURDU

Temmuz ayına gelindiğinde Ergenekon soruşturmasında artık iddianamenin eli kulağında olmasından mütevellit, cepheler artık son hazırlıklarını yapmaktaydı. İddianamenin 2.500 sayfayı bulacağı önceden biliniyordu. Laik/otoriter cephe bu alışılmadık durumu kullanmaya kararlıydı. Ayrıca iddianamenin her türlü eksik gediğine ve tutarsızlığına kilitlenmiş vaziyetteydiler. Amaç: dağ fare doğurdu, havasını topluma yaymak ve AKP’nin bu soruşturma vesilesiyle devlette ve iktidarda mevzi kazanmasına engel olmaktı. Hatta ve hatta bir ara oluşan gerginliği körükleyerek Orduya sert bir adım attırmak da hesap içindeydi, ama kısa süre içinde laik/otoriter cephe içinde denge değişiklikleri oldu, ki yukarıda bundan biraz bahsettik.1 AKP yanlısı basın da benzer bir hava içindeydi. Eruygur ve Tolon da gözaltına alındığına ve TSK’dan ses çıkmadığına göre yüzülmüş yüzülmüş artık kuyruğuna gelinmişti. İddianame bu hava içinde avukatlara verildi. Burada iddianamenin ayrıntılarına girmeyip, soruşturmanın yansımalarına ve kimi ilginç notlara bakmayı uygun gördük. Özetle, iddianame ortaya çıkınca, şunlar da ortaya çıktı:

AKP yanlısı medya örgütle ilgili olarak birçok konuda “maksadı aşan” yayınlar yaptı, yapmaya devam da ediyor. Soruşturma büyüdüğü dönemlerde Dink cinayeti, Rahip Santoro cinayeti, Malatya katliamı gibi olayların bu örgüt tarafından işlendiği öne sürülmüştü. İddianamede bu yönde somut bir suçlamaya rastlanmadı. Aynı basın, iddianamenin basına dağıtıldığı ve Eruygur ile Tolon’un gözaltına alındığı dönemlerde meydana gelen İstanbul’daki ABD Konsolosluğuna saldırı, Güngören bombalamaları gibi olaylarda da Ergenekon örgütünü adres gösterdi. Fakat polisin elinde bu yönde ciddi bir bulgu olmadığı anlaşıldı. Yine AKP yanlısı basının Eruygur ve Tolon’un gözaltına alınmasından hemen sonra attıkları “Kaosa 4 gün kalmıştı” “Örgüt 7 Temmuz’da Türkiye’ye kana bulayıp YAŞ’ı ertelemeye çalışacaktı” gibi manşetlerdeki bilgilerin gerçeklik payı olup olmadığı anlaşılamadı. AKP basınının soruşturmanın ciddiye alınmasına yardımcı olduğunu söyleyemeyiz.

Laik/otoriter cephenin basını ise iddianame ortaya çıkana kadar kesinkes soruşturmanın karşısında iken ve iddianamenin ortaya çıkmasıyla “Dağın fare doğuracağına” peşinen kanaat getirmişken durumun pek öyle olmadığının -yani iddianamenin zırva olmadığının ortaya çıkmasıyla- Doğan grubu (yukarıda bahsettiğimiz “işbirliği” havasının da etkisiyle olsa gerek) bir parça daha “ortadan” yayın yapmaya başladı. Ancak belli başlı yazarlar soruşturmaya muhalefetlerini tüm güçleriyle sürdürdüler. Onlara bu imkanı tabii ki iddianamenin kendisi sağlıyordu. Her türlü bilgi ve belgeyi (doğrusu biraz da kontrolsüzce) içeren iddianameden mantıksız ve tutarsız belge ve konuşmaları seçip çekmek kolaydı. Bu yazarlar bu yolu seçtiler ve hâlâ da aynı istikamette gidiyorlar. Yayın organı açısından takınılan tavra gelince. Doğan grubu az önce de bahsettiğimiz gibi iddianamenin ortaya çıkmasıyla -ve “mutabakat” havasının doğmasıyla- daha ortadan bir çizgi benimsemişken iddianamenin eklerinde Doğan grubunu da suçlayıcı (şu meşhur Pamukbank’a el konulması hadisesi) belgeler ortaya çıkması üzerine Hürriyet gazetesi vasıtasıyla yine eski konumuna çekildi. Radikal ve Milliyet ise örgütün devlet içindeki bağlantılarını sorgular mahiyette yayın yapmaktalar şimdilik. İki önemli yazarı sanık konumundaki Cumhuriyet gazetesi ise malum olduğu üzere iddianame karşıtı tutumunu sürdürüyor. Bir “çarpıcı” notu aktaralım sırası gelmişken. İddianamenin ortaya çıkmasından sonra Cumhuriyet gazetesinin başyazısında şöyle bir ifade yer alabildi: “Siyasal içeriği ağır basan Ergenekon davası Türkiye Cumhuriyeti’nin adalet düzenine bir darbedir. Yargıçlar da Ergenekon savcısının durumuna düşebilir..” Belli ki burada davayla ilgili kararı verecek yargıçlara, hadi tehdit demeyelim de, bir mesaj var, bu mesajının “ayrıntılarının” ne olduğunu ise herhalde önümüzdeki dönemde öğrenme imkanımız olacak.

Tablo bu. Peki bu tablodan ne çıkabilir? Genel olarak Türkiye’de bu işlerin nasıl olduğunu bilenler bu soruşturmadan bir şey çıkmayacağı konusunda neredeyse hemfikirdiler. Ancak iddianame ve eklerinin ortaya çıkışı ile birlikte soruşturmayı yürüten savcılığın Susurluk dönemine, hatta 1980’lerde ve 90’larda Güneydoğu bölgesini cehenneme çeviren fail-i meçhul cinayetlere uzanan çok sayıda belgeye ulaştığı görüldü. Eldeki sanıklar ve belgeler bu döneme ilişkin birçok karanlık faaliyeti aydınlatacak ya da yeniden gündeme getirecek mahiyettedir. Veli Küçük gibi kilit bir ismin yanı sıra kamuoyunda “ikinci Yeşil” olarak da bilinen Osman Gürbüz de tutuklanmış ve sanıklar arasına katılmıştır. Yine JİTEM’in bir dönem yöneticiliğini yapmış -“dağlardaki uygulayıcı” emekli albay Arif Doğan- isimler de tutuklanmışlardır. Durumu kabaca şöyle tarif edebiliriz belki. Soruşturma ilk başta tüm o gözaltı zenginliğine karşın sadece Danıştay ve Cumhuriyet saldırılarına ilişkin birkaç mahkumiyet doğuracakmış gibi görünmekteydi ancak iddianame ve eklerinde yer alan geniş bilgi ve belge arşivi ve eldeki sanıklar gösteriyor ki, savcılık ve mahkeme heyeti “sonuna kadar” giderse devletin bilhassa Güneydoğu bölgesinde icra ettiği birçok karanlık faaliyet gözler önüne serilebilir. Bu son söylediğimiz için gösterilebilecek en önemli örnek, iddianame eklerinde ortaya çıkan devlet sırlarıdır. Bu sırlar dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’ın talimatıyla Başbakanlık Teftiş kurulu Başkanı Kutlu Savaş tarafından hazırlanan Susurluk Raporu’nun devlet sırrı olduğu gerekçesiyle yayımlanmayan bölümleriydi. Misal -iddianamenin ekleri sayesinde- söz konusu raporun 103. ve 104. sayfalarında şöyle ifadeler olduğunu görüyoruz:

“Hulusi Sayın Paşa’nın kurmay başkanlığı döneminde JİTEM geliştirilmiştir. PKK’nın 80’li yıllarda yarattığı silahlı mücadele ortamı Jandarma İstihbaratının kaynağı olmuştur... JİTEM’e alınan itirafçılar ve mahalli unsurlar zaman içinde başıboş ve serbest kalınca, başlı başına bir büyük problemin kaynağını oluşturmuşlardır... İstihbaratta çalışanlar da askerî hiyerarşinin dışında kalmışlardır. Binbaşı Cem ERSEVER, daha yüksek rütbelilerin bulunduğu bir ortamda müstakilen hareket edebilmiştir... Alaattin KANAT bu gruptan tanınmış bir itirafçıdır. En meşhuru ise zalimliği ve öldürdüğü insan sayısının fazlalığı ile tanınan Mahmut YILDIRIM-YEŞİL’dir. YEŞİL Şafii Kurttur. Bu grup, Alevi Kürtleri en büyük hasım olarak görür ve kabul eder. Bu hava YEŞİL’i Alevi Kürtlere karşı sadece menfaat, haraç vs. kaygılarıyla değil dini motif de etkisinde aşırılıklara yöneltmiştir. Jandarma İstihbaratı’nda çalışan personel, subay ve astsubaylar Güneydoğu’dan dönmelerinden sonra görevlendirildikleri batı bölgelerinde eski elemanlarla gruplaşmak, emekli olduktan sonra da ilişkileri sürdürme alışkanlığı içinde olmuşlardır. Dikkati çeken husus, Güneydoğu’da savaşan değil özellikle istihbarat yapan unsurların, öğrendiklerini daha sonraki yıllarda ve yaşantılarında kullanıyor olmalarıdır. Bodrum Gümbet’te Sun Clup Hotel’in sahibi Ahmet Nedim BAŞMISIRLI ile arkadaşı Vasfı Ahmet KÖSEOĞLU arasındaki ihtilaf, Jandarma Subay ve Astsubayları ile itirafçı ve mafya arasında çözümlenmiş, alınan çekler tahsil edilmiştir. Çıkan ihtilafta itirafçı İbrahim BABAT arkadaşlarını vurmuştur. İbrahim BABAT Başbakanlık Teftiş Kurulu’na başvurmuş ve 7 yıl ile kurtulacağının kendisine garanti edildiğini, ancak 17 yıla mahkum olunca konuşmaya karar verdiğini anlatmıştır. Alaattin KANAT Polise verdiği ifadede (26.08.1994) ‘geçmiş yaşantımdan tanıdığım ve kendilerinin eroin kaçakçılığı işlerine bulaştıklarını bildiğim Abdulkadir AKBIYIK ve Senar ER isimli Güneydoğu kökenli kişilerden onları korkutarak para sızdırmayı düşündüm. Eroin kaçakçısı olarak tanınan ünlü kişilerden (öldürülen) Behçet CANTÜRK, Savaş BULDAN gibi kişilerin de isimlerini vererek korkutabileceğin” düşünerek teşebbüse geçtim.’ ‘Müştekiye ettiğim telefonlarda başka isim kullanmam ve kendimi kontrgerilla olarak tanıtmam tamamen onları korkutabilmeye matuftur’ demiştir.” (9 Ağustos, Taraf)

Bu tip bilgiler genel olarak bilinse de devlet kayıtlarına girmeleri itibariyle yeni bir soruşturma konusu olmayı hak edecek mahiyetteler. Keza yine bu devlet sırrı olduğu gerekçesiyle o vakitler yayımlanmayan sayfalarda MİT’in Abdullah Çatlı’yı ne şekilde istihdam ettiği ve hangi eylemlerde kullandığı da resmî olarak ortaya çıkmıştır. O bölümü de belki burada aktarmak faydalı olur:

“MİT’in ÇATLI hakkındaki bir buçuk sayfalık yazısı aynen takdim edilmektedir: ASALA’ya yönelik uygulamaya konulan çalışmalar çerçevesinde 22 EKİM 1983 tarihinde Fransa/Paris’te temasa geçilmiştir. Kabul etmesi üzerine göreve sevk edilmiştir. Ermeni hedeflere yönelik olarak planlanan;

05 (06) ARALIK 1983, Fransa/Paris, Ara TORANYAN’ın otosuna ikinci bombanın konulması,

17 MART 1984, Fransa/Marsilya, Ermeni Gençlik Örgütü binasının bombalanması,

01 MAYIS 1984, Fransa/Paris, Henri PAPAZYAN’ın otosuna bomba konulması (bomba patlamadı),

04 MAYIS 1984 Fransa/Alfortville Ermeni Anıtı, Ermeni Anıtı, Ermeni Gençlik Örgütü binası, spor salonu, karakol ile itfaiye aracının bombalanması,

24 HAZİRAN 1984, Fransa/Paris, Ermeni Gençlik Yurdu’nun bombalanması, eylemlerini bir ekip olarak çalıştığı şahıslarla beraber gerçekleştirmiştir.

24 EKİM 1984 tarihinde Fransa/Paris’te uyuşturucu ticareti nedeniyle yakalanarak tutuklanmasından dolayı tarafımızla irtibatı kesilmiştir... Söz konusu eylemler Abdullah ÇATLI ve grubunun yanı sıra bu grupla herhangi bir organik bağı bulunmayan çeşitli gruplarla gerçekleştirilmiştir.

  1. 1-)14 KASIM 1982: Hollanda/Utrecht, Nubar YALIMYAN’ın öldürülmesi.
  2. 2-) 22 MART 1983: Fransa/Paris. Ara TORANYAN’ın otosuna bomba konulması (bomba patlamadı).
  3. 3-) 03 TEMMUZ 1983: Fransa/Paris, Ara TORANYAN’ın babasının emlak dükkanına bomba konulması (bomba patlamadı), Ermeni Kitabevi’nin bombalanması.
  4. 4-) 07 TEMMUZ 1983: Hollanda /Hengelo Suriz, Ermeni Kahvesi’nin taranması.
  5. 5-) 08 TEMMUZ 1983: Hollanda Enschede, Ermeni Gençlik Örgütü lojmanlarının kundaklanması.
  6. 6-) 27 TEMMUZ 1983 Fransa/Alfortville, Ermeni Kültürevi ve ASALA’nın basın bürosunun bombalanması
  7. 7) 28 TEMMUZ 1983: Fransa/Paris, Ermeni Kültürevi, Radyoevi ve basın bürosunun bombalanması,
  8. 8) 06 ARALIK 1983 Fransa/Paris, Ara TORANYAN’ın otosuna ikinci bombanın konulması.
  9. 9) 17 MART 1984 Fransa/Marsilya, Ermeni Gençlik örgütü binasının bombalanması
  10. 10) 01 MAYIS 1984 Fransa/Paris, Henıy PAPAZYAN’ın otosuna bomba konulması (bomba patlamadı).” (9 Ağustos, Taraf)

Bu bilgiler de az çok biliniyordu. Ama yukarıda bahsettiğimiz gibi bu şekilde devlet kayıtlarına geçmesi yeni ve daha geniş bir soruşturma gerektirmekte gibi görünüyor. Yeri gelmişken iddianameden ve soruşturmadan basına yansıyan birkaç ilginç notu da burada aktarmak faydalı olabilir. Bakalım:

11 Temmuz, Taraf: Yasemin Çongar’ın “MİT’te Ergekenon’un örgüt şeması var” haberi. Habere göre MİT 2003 yılında Başbakan Erdoğan’a örgütün gizli yapılanmasının şemasını vermiş. Habere göre şemada siyasi bir partinin genel başkanı da bulunmakta. (Daha sonra bu genel başkanın Deniz Baykal olduğu öne sürüldü Taraf gazetesi tarafından. Söz konusu genel başkanın şimdi devre dışı kalmış eski bir banka ve özel televizyon sahibi isim olduğunu söyleyenler de var)

18 Temmuz, Akşam: TSK’da Ergenekoncu subayların araştırıldığı haberi manşette yer aldı. Ertesi gün Genelkurmay Başkanlığı sert bir açıklama yayımladı, (Yine akşam saatlerinde. Bu konuyu 1 numaralı dipnotta uzun uzadıya inceledik zaten) açıklamada soruşturmanın Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda uzun süredir devam ettiği ve yeni bir olaymış gibi yansıtıldığı söylendi. Özetle TSK “Soruşturmanın Ergenekon ile ilgisi yok” demekteydi. Daha sonra bu subay ya da komutanların İşçi Partisi ile ilişkide oldukları için soruşturuldukları haberleri yayımlandı gazetelerde..

27 Temmuz, Sabah: “50 milyon dolar kardeşliği” başlıklı haber. Sabah gazetesine göre Ergenekon davası sanıklarından Osman Yıldırım, verdiği ifadede şöyle konuşmuştu: “Veli Küçük el koyduğu bir fabrikayı iki bankaya ipotek ettirmiş, gelen 50 milyon doları Çevik Bir ve Hasan Özdemir ile paylaşmıştı.” Eski İstanbul Emniyet Müdürü iddiayı senaryo olarak nitelendirdi. Gazetede Çevik Bir’in bu konudaki bir yanıtı ise o tarihte yer almıyordu.

3 Ağustos, Radikal: “MİT Ergenekon’u 2001’de not etmeye başlamış” başlıklı haber. Haber şöyle: “MİT’in Ergenekon savcısına yolladığı 9 Mayıs 2008 tarihli yazı MİT’in örgüt ihtimalini ne zamandan beri dikkate aldığını ortaya koyuyor. Yazıda dört kritik aşamaya işaret ediliyor. Aydınlık dergisinin 1 Nisan 2001 tarihli nüshası, Fehmi Koru’nun iki ayrı yazısı ve Aksiyon dergisinin 12 Mayıs 2001’deki Ergenekon kapağı. MİT’e 3 Temmuz 2002’de gelen iki sayfalık mektup ve CD, kurumun dikkatini iyice arttırıyor. MİT’in harekete geçiş nedeni, ‘Bilgilerin farklı kaynaklardan gelmesi ve birbirini büyük ölçüde teyit eder hale gelmesi’. Kurum 2003 ve 2006’da Hükümet’e ve askere bulgularını iletti. MİT’e 17 Nisan 2007’de gelen bir mektup da benzer düşüncelerle Başbakanlığa iletildi.”

(Gazete bu haberi yorumsuz aktarmış. Fakat MİT gibi bir kurumun Ergenekon çapında bir örgütten bu şekilde mi haberdar olması gerekirdi gibi bir soruyu sormak gerekir sanki.)

5-9 Ağustos, Milliyet: 2001 yılının Organize Suçlar ve Kaçakçılık Şube Müdürü Adil Serdar Saçan ile röportaj. Saçan bu röportajda özetle soruşturmanın başlangıcına kaynaklık eden Tuncay Güney’in gözaltına alınma ve sorgulanma sürecini anlatıyor. Saçan Güney’in verdiği bilgileri önemli bulması nedeniyle konuyu dönemin İstanbul DGM Başsavcısı Aykut Cengiz Engin’e aktarıyor. Cengiz soruşturma izni veriyor. Ancak Saçan soruşturma iznini aldıktan sonra dosyayı Emniyet İstihbarat Şubesi’ne havale ediyor. Saçan’ın dosyayı neden İstihbarat Şubesi’ne devredip kendisinin soruşturmadığı doyurucu biçimde anlaşılamıyor. Saçan’ın iddiası dosyanın kapatılmasından dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Hasan Özdemir’in bilgisi olduğu yönünde. Milliyet, Saçan’ın dosyayı kendisinin de soruşturabileceğine işaret ediyor. Sonuçta dosyanın o dönemde hakkınca soruşturulmadığı ortaya çıkıyor. Röportaj serisinden çıkan sonuç, soruşturmaya kaynaklık eden belgelerden çoğunun 2001 yılından beri devletin kasasında durduğu yönünde.

7 Ağustos, Radikal: İstanbul’un tüm semtlerindeki kişi ve kuruluşları fişleyen belgeler Ergenekon soruşturması çerçevesinde tutuklanan Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndan emekli binbaşı Fikret Emek’in arşivinde ele geçirildi. Fişlerde yüzlerce kişinin isim ve adreslerinin karşısına PKK’lı, aşırı solcu, Nakşibendi şeklinde not düşüldüğü görülüyor. Emek ifadesinde bunun çalışma sırasındaki rutin görevlerinden biri olduğunu söylüyor. Emek sorgusunda fişleme belgelerinin görevde olduğu sırada istihbarat birimlerince hazırlandığını söylüyor.

8 Ağustos, Radikal: TSK’daki üst düzey komutanların 15-16 Temmuz 2003’te yaptıkları toplantıda tutulan notların sanıklardan Muzaffer Tekin’in evinde ele geçirildiği ortaya çıkıyor. Gazeteye göre belgeler dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman tarafından hazırlanmış olabilir. Belgelere göre Komutan Ö. toplantıda şöyle konuşuyor: “Amaç devleti ele geçirmektir. Ekonomik durumun düzelmesi bunların ekonomik güçlerinin de artması anlamına gelir. Her türlü sertlik ile mücadele edelim. Taviz vermeyelim.”

12 Ağustos, Taraf: Ergenekon savcıları Abdullah Öcalan’ın İmralı’da yaptığı tüm görüşmelerin kayıtlarını istedi. Ancak savcılığa iletilen klasörlerde Öcalan’ın yalnızca avukatlarıyla yaptığı görüşmelerin kaydedildiği, diğer şahıslarla ilgili bir kaydın bulunmadığı ortaya çıktı.

13 Ağustos, Taraf: “Eruygur’un seçime müdahale planı” başlıklı haber. Gazeteye göre Ergenekon davası sanığı emekli Orgeneral Şener Eruygur’un üzerinden çıkan belgeler Cumhuriyet Çalışma Grubu’nun 2004 yerel seçimlerine müdahale planlarını gösteriyor. Belgelerde AKP’nin yıpratılması ve parçalanması için TSK öncülüğünde gerilim ortamının yaratılması isteniyor. Aynı belgeye göre Mehmet Ağar başkanlığındaki DYP’nin desteklenmesi isteniyor. Gazeteye göre bu belge Eruygur ve Tolon hakkındaki suçlamaların yer alacağı ikinci iddianamede yer alabilir.

Bu notlarda iddianamedeki ana suçlamalara ve iddianamedeki temel belgelere yer vermekten ziyade, yan ve kimi ilginç gelişmeleri notlar halinde aktardım. İddianamenin kendisine ve eklere bakıldığında ise ana suçlamaların yanı sıra Türkiye’de takriben son 30 yılda meydana gelen her türlü karanlık faaliyetle ilgili bilgi ve belge bulunduğunu söylemiştik. Bu bilgi ve belgeler hakkınca incelenirse, görünen manzara o ki PKK’nin kimi devlet yetkilileri ile ilişkileri, Hizbullah örgütünün kuruluşunda rol alan yetkili isimler, Uğur Mumcu suikastı, Cem Ersever’in öldürülmesi, Güneydoğu’da işlenen yüzlerce faili meçhul cinayet, Eşref Bitlis vakası gibi sayısız olay yeniden gündeme getirilip soruşturulabilir. İşte tam da bu yüzden bu soruşturmanın selametinden şüphe etmek yadırganacak bir yaklaşım değildir. Zira bu vakaların tam anlamıyla soruşturulması çok ciddi, çok büyük bir iş ve Türkiye’nin yakın tarihindeki ve mevcut durumundaki neredeyse bütün aktörlerin ifade vermesini ve - çoğunun yargılanmasını- gerektirir. Ekonomide bir tabir vardır, “batmasına izin verilemeyecek kadar büyük banka” diye. Şu çıkan tabloya baktığımızda bu dosyanın da “tam olarak soruşturulmasına izin verilemeyecek kadar büyük bir dosya” olduğundan şüphelenmek için elde yeterli neden var, biraz karamsar bir bakış açısıyla. Ne olabilir, devlet sonuna kadar giderek bizi şaşırtabilir mi, yoksa eldeki sanıkların kimisinin mahkum edilmesi kimisinin de birkaç ay sonra tahliye edilip burunlarının sürtülmesiyle sonuçlanabilecek bir dava ile mi karşı karşıyayız? Şimdiden kestirmek mümkün değil. Yine de geçmişe ve mevcut duruma bakarak birkaç tahminde bulunabiliriz.

Hatırlanacağı üzere Susurluk döneminde şimdikine benzer bir dönem yaşanmaktaydı. Birçok kilit isim gözaltına alındı, tutuklandı, mahkemeye çıkarıldı, Başbakanlık Teftiş Kurulu, bir rapor hazırladı, Meclis’te bir araştırma komisyonu kuruldu. O dönemin dokunulmaz isimleri Veli Küçük gibi isimlerdi. İfade vermediler, TSK içinde yapılan soruşturmada da kusurlu görülmediler. Hapse girenler bir vesileyle çıktı. Sonunda anladık ki “devlet aklı” bu çetenin faaliyetlerinden artık rahatsız olmuştu, ama çeteyi tepeden tırnağa cezalandırma yoluna gitmedi. Bu çetenin faaliyetlerini ve dokümanlarını basına dağıtarak “böyle bir çete vardı, benim bunlarla işim bitmiştir, bunların yaptıkları işler de bunlardır, bundan sonra benim adımı vererek faaliyet gösterirlerse bilin ki bu adamlar bende çalışmıyor artık” demişti. O vakitler anlamıştık ki bizim devletin kendini temizleme yöntemi herhalde bu olacak. Kapsamlı bir temizlenme değil de, işi bitenlerin afişe edilmesi. O çeteyi istihdam edenler ve o çetenin istihdam edilesine karar verenler, o çetenin faaliyetlerine göz yumanlar “ulaşılamazlık” zırhı içindeydiler ve öyle kalacakları belli olmuştu. Ama Ergenekon soruşturması ile şimdi yeni bir aşamaya geldik. Çok belli ki AKP karşıtı bir komployu araştırmakla işe başlayan savcılık, kimsenin tahmin edemediği bilgi ve belge zenginliğine ulaştı. (Ve çok belli ki devletin Susurluk’u çözme “şekli” işe yaramamıştı. Aynı yapı, daha pervasız bir biçimde ve kendini yeni koşullara uyarlayarak, aynı zamanda TSK’nın AKP iktidarının başında yarattığı atmosferden de beslenerek yaşamaktaydı ve öyle pervasızdı, öyle kendisine güveniyordu ki geçtiği her yerde iz bırakıyordu.) Soruşturmanın başlangıcındaki “AKP karşıtı darbenin soruşturulması motifi” ve AKP yanlısı basının konuyu açıkça istismar etmesi nedeniyle laik/otoriter cephenin dalga geçerek, AKP’li olmayan ama “Veli Küçükçü/Eruygurcu/ADD’ci” de olmayan genişçe bir kesimin ise şüphe duyarak baktığı soruşturma, şimdi Türkiye’nin yakın tarihine ilişkin bir fatura haline gelmiştir ve masada öylece durmaktadır. Şöyle bir baktığımızda bu soruşturmadan da yine pekâlâ eldeki sanıkların malum suçlardan (Hükümete karşı komplo kurmak, darbeye kalkışmak , devleti ele geçirmek, Danıştay ve Cumhuriyet saldırılarını azmettirmek) hüküm giymesi, diğer dosyaların da ispatlanamaması ya da soruşturulamaması gibi sonuçlar çıkabilir. Fakat mühim olan şu: O faturanın tamamen ödenmesi gibi bir durum doğmuştur artık. Ama her şeyden önce AKP’nin böyle bir derdi var mıdır? Yani yakın tarihin tüm karanlık dosyalarını temizleme gibi bir meselesi var mıdır? Evet diyemeyiz herhalde bu soruya. Soruşturmanın seyrine ve TSK’nın izlediği yola baktığımızda evet, Ordu’nun da bu yapının faaliyetlerinden artık rahatsız olduğu sonucunu çıkarmak mümkün, bu sonuç bol bol çıkarıldı zaten basında bugüne kadar. Peki daha fazlası var mı? Yani TSK bu soruşturma vesilesiyle tüm yakın tarihin karanlık faaliyetlerinin soruşturulması konusunda kararlı mı ve “establishment” ile ve geriye kalan eski/yeni askerî ve sivil bürokrasi ile mutabık mı? İki seçenek/senaryo görünüyor ufukta.

a) TSK ve establishment için soruşturmanın şimdiye kadar geldiği yer yeterlidir. Gözden çıkarılanlar hapse girer, Ordunun yeni konsepti içinde zaten yalnız bırakılmış ve son yıllarda çok fazla ileri gitmiş mevcut önemli isimler uzun bir tutukluluk döneminden sonra serbest kalır. Son yıllarda her yana (İslami otoriterliğe, AB’ye gerçek bir uyumun doğuracağı “klasik yapının çatırdamasına” ve son olarak laik faşizme) yalpalayan devletin restorasyonu böylece sağlanmış olur. Kapatılmaktan son anda kurtulan AKP’nin bu formüle hiçbir itirazı olmaz. Anayasa Mahkemesi tarafından kendisine çizilen sınır içinde kalmaya razıdır. Hatta ve hatta bir kabine revizyonu ve komuta kademesi ile yeni başbaşa/gizli zirveler eşliğinde iktidarını sürdürür. Zaten AKP’de asli dert budur. Hükümet asıl olarak dış politikada bazı ataklar yapar ve ekonomideki kendince bazı adımlar atar. Susurluk benzeri bir formül ile devlet’in artık iş yapmadığı kadrolar böylece tasfiye edilmiş olur ama bu çeteleri büyüten, palazlandıran, sistemi kuran kadrolar (Susurluk’taki formülün biraz -mecburen- geliştirilmiş bir versiyonuna sadık kalınarak) korunmuş olur.

b) Savcılık ve mahkeme şu geniş dosyanın gereğini yapar. Önemlice görülen tüm belgeler, bilgiler ve iddialar soruşturulur. Bilhassa 1990’larda Güneydoğu bölgesini cehenneme çeviren fail-i meçhul cinayetler, karanlıkta kalmış ya da bir örgütün üstüne yıkılmış gazeteci/bilimadamı suikastleri tekrar soruşturulur, karanlık faaliyetlere izin vermiş ya da göz yummuş ya da bu konuda bilgisi olan eski başbakanlar, kuvvet komutanları, gazeteciler, işadamları çıkar ifade verir. Genelkurmay’ın yakın tarihindeki tüm “demokrasi-karşıtı” odaklar açığa çıkarılır. Türkiye en az on yılını bu işe harcar ama hiç olmazsa devlet, genlerine yazılı o “karanlık faaliyetler yürütme” refleksini bırakır demeyelim de, her ne yapıyorsa yaparken bir daha düşünür. Yani yıllardır yapılmayan, yapılamayan o büyük hesaplaşma başlar. (Bu konuda herhalde Eruygur ve Tolon hakkındaki suçlamaların netleşeceği ikinci iddianame ipucu verecek.) Hiç şüphe yok ki bunun için toplumun da çaba göstermesi gerekir. Ya da en azından bu konuda ne istediğini belli etmesi gerekir. Şu gün itibariyle toplum biraz kayıtsız gibi. “Sonuna kadar gidilsin” iradesini de göstermiyor, yukarıda gördüğümüz gibi TSK’nın peşinden de gitmiyor. Ayrıca toplumu etkileyebilecek konumdaki odaklar da bu konuda hiç de hevesli değildir. AKP’nin böyle bir derdi yok demiştik. Görünen, AKP tabanının ve kadrolarının da böyle bir derdi yok. “Darbe”nin öne kesildi. Bu kadarı onlara yeter. CHP, malum çetenin avukatlığına soyunmuş durumda. Soruşturmaya ilişkin ayrıntılar ortaya çıktıkça CHP tabanında bir ikirciklenme oluyorsa da davaya esas rengini veren AKP olduğu için CHP tabanı da daha da ileri gidemez. Büyük medya kendi içinde “AKP’li medya” ve “AKP’li olmayan medya” olarak ikiye bölünmüş durumda. Her iki grup da iyi bir sınav vermediler, kabul etmek lazım. Ve AKP karşıtı medya, soruşturmayı sulandırmakta epey başarılı oldu, yani aslında görevini yaptı. Geriye sol-demokrat kamuoyu kalıyor. Kalıyor ama.. Hikayenin gerisini siz de biliyorsunuz artık.

(1) Burada bir kırılma noktası var, sanki. Burası biraz fazla spekülatif gelebilir ama şöyle bir ihtimal üzerinde durmak çok da lüzumsuz olmaz gibime geliyor. Biraz uzun bir dipnot olacak ama dediğim gibi, bir kırılma noktasına işaret edebilir. Bu süreçte TSK’nın da sanki kısa da olsa kararsız bir dönem yaşadığını düşünebiliriz. Akşam gazetesinin şu meşhur “20 subaya Ergenekon sorgusu” haberi 18 Temmuz’da yayımlanmıştı. Genelkurmay iddiayı sert bir dille yalanlamış, soruşturmanın Ergenekon’la ilgili olmadığı söylemiş, toplumu da TSK’ya karşı saldırılara tepki vermeye çağırmıştı. Genelkurmay’ın çıkışı ilginçti. Ancak bildiri Hürriyet’te pek de büyük yer almadı. Bu olay üzerine Ertuğrul Özkök’ün 22 Temmuz’da yazdığı -Zatürree mi Genelkurmay mı- başlıklı hayli ilginç yazısı şöyle:

“Siz benim yerimde olsanız ne yapardınız? Lütfen hemen cevap vermeyin. Biraz düşünün, enine boyuna tartışın ve samimi bir cevap verin. Soru şu: Sizce, haber olarak, Genelkurmay Başkanlığı’nın geçen cuma akşamı yaptığı açıklama mı daha önemlidir? Yoksa zatürree aşısının bedava olacağını anlatan bir haber mi? Samimi bir cevap bekliyorum.(..) O akşam, Sardunya’nın ‘Porto Cervo’ adlı küçük köyünde bir restoranda otururken, Genelkurmay Başkanlığı’nca yapılan açıklamayı öğrendik. Yanımda Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin de vardı. Açıklamanın birinci bölümüne söyleyecek hiçbir şeyim yok. Son günlerde Genelkurmay’a karşı öylesine insafsız bir saldırı kampanyası yapıldı ki, kendilerini savunmalarını kimsenin yadırgamaya hakkı olamaz. Sonuna kadar haklılar.

Ama Türk vatandaşı olarak artık hepimiz şunu da öğrendik.

Genelkurmay adına yapılan en haklı açıklamalarda bile, mutlaka, ‘Keşke bunu yapmasalardı’ diye hayıflandığımız bir bölüm bulunuyor. O açıklamanın sonunda da, halkı tepki göstermeye davet eden bir cümle vardı ki, doğal olarak bazılarımızın tepkisini çekti. İki genel yayın yönetmeni olarak kendimizce doğru bulduğumuz şeyi yaptık. Sedat Ergin bunu büyüttü, ben ise küçük vermeyi tercih ettim. Ama ben, genel yayın yönetmeni olarak bir değerlendirme daha yaptım.

Gece sorumlusu arkadaşımız, taşra baskısındaki bir haberi çıkarıp, onun yerine Genelkurmay açıklamasını koymayı teklif etti. Atmayı teklif ettiği haber şuydu: ‘Zatürree aşısı bedava olacak.’ Şöyle düşündüm. Üç yıl önce tam da bu mevsimde zatürree geçirmiştim. İki ay evde yatmak zorunda kalmıştım. Evde yattığım günlerde zatürree hakkında epey şey öğrenmiştim. 5(..)İşte bunları dikkate alarak, zatürree aşısı ile ilgili haberi yerinde bırakıp, başka bir haberi atmayı, onun yerine de Genelkurmay Başkanlığı açıklamasını koymayı teklif ettim. Arkadaşlar da öyle yaptılar. Cumartesi günü şehir baskılarının birinci sayfasında iki haber de aşağı yukarı aynı büyüklükte yer aldı. Oysa Genelkurmay Başkanlığı’nın halkı tepki vermeye davet etmesi, nereden bakarsanız bakın önemli bir haberdi. Açıklamanın birinci bölümüne gönülden katılıyordum.

Ama son bölümdeki tepkiye daveti de hem asker hem sivil açısından o derece sakıncalı görüyordum. Nitekim bu davete kamuoyundan olumlu cevap da geldi sayılmaz. Ertesi gün İstanbul Kadıköy’de yapılan Ergenekon soruşturması karşıtı mitinge sadece 2 bin kişi katıldı. Bense haberi okurken içimden gelen şu sesi dinliyordum. ‘Birilerinin, Genelkurmay’a akşam saatlerinde açıklama yapmaktan vazgeçmesini söylemesi gerekir.’ Çünkü o saatlerde yapılan bütün açıklamalarda ciddi bir değerlendirme hatası var. Böyle olunca, zatürree aşısı ile ilgili haberin hem ağırlığı hem ciddiyeti daha da artıyor.”

Özkök’ün yazısı böyle. Şöyle düşünmek, bilemiyorum, çok mu saçma: Bu kadar basit mi oldu yani bu iş? Şöyle de düşünemez miyiz: TSK evet, Ergenekon konusunda baştan beri benimsediği çizgide gidiyordu ama o gece şöyle bir şansını denemiş olamaz mıydı? “Mesajımızı verelim ve olacaklara bakalım. Belki de yeniden pozisyon alırız” gibisinden... Doğan grubunun bu mesaja bu muameleyi yapması ilginç. Ne olmuştu, Genelkurmay zarlarını her şey olup bittikten -eğer varsa: şu mutabakat karıldıktan- sonra, yani çok mu geç atmıştı, yoksa o mesaj TSK’nın üst komuta kademesinin tümünü temsil etmiyor muydu, yoksa Ordu, o mesaja toplum yanıt vermeyince devamını mı getirmemişti, ya da kısa bir kararsızlık dönemi mi geçirmişti? Şu çok açık, Doğan grubu dikkat çekici bir hamle yapmakla kalmamış, bu hamlesini biraz da alışılmadık bir yolla gerekçelendirmişti. Ya da ben öküz altında buzağı arıyorum, her şey Özkök’ün yazdığı basitlikte olup bitmişti.