Pakistan: “Teröre Karşı Savaşta“ Nöbet Değişikliği

General Pervez Müşerref’in 9 yıllık askerî yönetim dönemini kapatarak istifa etmek zorunda kalması, Amerika’nın “Teröre Karşı Savaş” paradigmasındaki değişiklikten çok, 9 yıllık sadık müttefikinin “geçerlilik süresi”nin dolmuş olmasına bağlamak gerekiyor. Müşerref’in yönetimi ele almasından 2 yıl sonra gerçekleşen 11 Eylül saldırısı, Pakistan’daki askerî yönetimin arayıp da bulamadığı bir desteğin hayata geçmesini sağlamıştı.

1999’da darbe gerçekleştiğinde Washington’un desteksiz bıraktığı, bildik “bir an önce sivil yönetime dönüş’ söyleminin ne kadar konjonktürel ve var olan durum çerçevesinde “sahte” bir yaklaşım olduğu 2 yıl sonra gerçekleşen 11 Eylül’le birlikte ortaya çıktı. O tarihten itibaren, Afganistan’a yönelik saldırının ve “teröre karşı savaşın” ön cephesini oluşturacak olan Müşerref yönetimindeki Pakistan’da demokrasi serbest seçim vb. durumlar dillendirilmeyecek, aksine Pakistan’ın Taliban ve El-Kaide’ye yönelik savaşında askerî yönetime açık destek verilecekti. Ancak biraz geriye dönüp baktığımızda aslında varolan durumun bizzat Pakistan’ın desteği ile yaratılmış, Sovyet işgaline karşı savaşan mücahitler başta olmak üzere, her türlü İslamcı oluşumu bizzat örgütlemiş ve hatta bu oluşumları kendi istihbaratı aracılığı ile kontrol ve yönlendirmede kullanıldığı görülecekti.

KOMÜNİZME DE RADİKAL İSLAMA DA “ÖN CEPHE”

Kaderin cilvesi, 1980’li yıllarda Afganistan’daki Sovyet işgaline karşı Yeşil Kuşak’ın en önemli ülkesi olan Pakistan’ın başındaki diktatör Ziya ül-Hak, Zülfikar Ali Butto’yu asarak yerleştiği iktidarı, bu kez yine bir General, Pervez Müşerref, Benazir Butto’nun öldürülmesi ile kaybedecekti.

1980’li yıllara baktığımızda, Ziya ül-Hak başkanlığındaki askerî diktatörlük Amerika’nın bu kez “komünizme karşı savaşta” ön cephedeki yerini almış, Ziya ül-Hak’ın bir asker olmasının yanı sıra şeriat kurallarını savunması ve bu kuralları ülkeye yerleştirmesiyle hem Sovyetler’e karşı savaşta hem de İslami referansların öne çıkmasıyla bugünlere giden yolu açmıştı. O dönemde Pakistan İstihbarat Servisi ISI’nın büyük ölçüde örgütlemesi, yönlendirmesi, lojistik desteği ABD’nin mali ve askerî yardımı ile Sovyetler’i Afganistan’da alt eden Mücahitlerin devamı bugün hem Pakistan için tehlike oluşturacak hem de ABD’nin yeni dönemdeki “düşman konsepti”ni bu kez de “teröre karşı savaş” anlayışını oluşturacak alt yapıyı ABD ile birlikte kuracaklardı.

Komünizme karşı radikal İslam’ı desteklemede beis görmeyen anlayış, yaratılan bu düşmanı yine Pakistanlı bir general, Müşerref aracılığı ile bertaraf etmeye çalıştı 11 Eylül’den bu yana. Ancak o günden bu yana yürütülen “dönemsel” politikalar hem Pakistan hem de ABD açısından savaşın kaybedildiğini göstermektedir. 1980’li yıllarda rejimi tehlike altında görmeyen Pakistan bugün hiç olmadığı kadar İslami bir taban ve “tehditle” karşı karşıya olup özellikle ülkenin kuzeyinde otoritesini kaybetmek ve paylaşmak zorunda kalmıştır. Eyaletler sistemi ile yönetilen Pakistan’da kuzeydeki eyalet yerel aşiretler tarafından yönetilmekle birlikte Taliban ve benzeri İslami örgütlenmelerin etkisi altında.

Bu bölgedeki yönetimler İslamabad’a bağlı görünmekle birlikte pratikte kendi inisiyatiflerini korumakta, dolayısıyla Afganistan sınırındaki geçişkenlik bir türlü durdurulamamaktadır.

İMAJ SORUNUNU DEMOKRASİ “ÇÖZER”

Pervez Müşerref ülkede ABD’nin istediği mücadeleyi verirken zaten mümbit bir bölgede bulunan radikal İslami oluşumları azaltmak bir yana, uyguladığı politikalarla sıradan Müslümanları da karşısına almayı “başarmıştır”. Çünkü Pakistan’daki algı Müşerref’in bu savaşı “ABD adına” yürüttüğüdür ve bu yüzden zaten zayıf olan siyasi desteği son bir yılda dibe vurmakla yüz yüze kalmıştır. Amerikan yönetimi de bunu fark ettiği noktada düğmeye basarak 9 yıldır desteklediği generalini tedavülden kaldırmaya karar vermiştir. Bu noktada Müşerref’in son yıllarda diktatörlüğünü pekiştirip, tek adam yolunda ilerlemeye çalışması ve Pakistan’da iyi kötü işleyen anayasal kurumlar üzerinde baskı kurmasının etkisi de vardır. Ancak bu sözünü ettiğimiz yöntemlerin ABD açısından zaman zaman hiç önemsenmediği, en azından işler iyi giderken ülkedeki anayasal düzene atıfta bulunmadıkları, demokratikleşme gibi kavramları ağızlarına almadıkları bilinir. Ancak burada etkili olan unsur, Müşerref’le birlikte devam etmenin ABD’nin çıkarları açısından Pakistan’ın kendisini de kaybetmekle eş anlamlı olacağının anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Afganistan’da büyük bir çıkmaz içine giren ABD ve NATO Afganistan’dan sonra radikal İslamcıların en kolay yayılma alanı olarak gördükleri Pakistan’ın kaybedilişini geciktirmek düşüncesiyle “sivil, demokratik” bir yönetimin en azından bir süre emniyet sübabı olarak Pakistan’ın içinde işlev görebileceğini düşünmektedir ki bu doğrudur. Pakistan’daki Pakistan Halk Partisi ve Pakistan Müslüman Birliği’nin muhalefeti zaten ülkedeki rahatsızlığı gözler önüne sermişti. Bu yılın başında sürgündeki liderlerin, Benazir Butto ve Navaz Şerif’in dönmesine izin verilmesi, seçim kararı alınması, seçimlerin gerçekleştirilmesi bu emniyet sübabını harekete geçirmek amacıyla ABD tarafından yakılan yeşil ışığın ve bu liderlerden özellikle Butto ile yapılan pazarlıklar sonucudur. Her ne kadar Benazir Butto’nun öldürülmesi ile proje aksasa da şu an itibariyle projeden geri dönüş mümkün değildir.

ABD, Pakistan ordusu ile birlikte Taliban’a karşı, Pakistan içinde ve Afganistan’da yürüttüğü operasyonların halk tarafından giderek tepki topladığı ABD’nin imajının Pervez Müşerref’le birlikte anıldığı, Müşerref’in bu mücadeleyi Pakistan için yürütmediği algısının günden güne arttığı bilinerek “sivil” seçenek üzerinde durulmuştur.

Benazir Butto’nun öldürülmesinin üzerindeki sırrın kalkmayarak, bu suikastın Müşerref tarafından gerçekleştirildiği inancı hâlâ yaygın olup Müşerref’e vurulan son darbe olmuştur. Bugün devlet başkanlığı için adı geçen Butto’nun kocası, aldığı rüşvetlerle ünlü “Bay yüzde 10” olarak anılan Ali Asıf Zerdari’nin kirli geçmişine rağmen tercih edilmesi, ABD’nin kendi imajını kurtarmaktan çok çaresiz kalması ve kafasının karışıklığından başka bir şey değildir.

ABD’DEKİ KAFA KARŞIKLIĞI

ABD açısından Pervez Müşerref’le ilgili verilen karar şaşırtıcı gibi görünmekle birlikte, bu durum ABD yönetimindeki kafa karışıklığının da bir ifadesidir. Çünkü 8 yıllık Bush yönetimi ve ardından seçilecek başkan için Pakistan’daki “sivillerin” bu konuda ne kadar başarılı olacağı, ülkede demokratik yöntemleri ne kadar devreye sokacağı, hepsinden öte “teröre karşı savaşta” farklı yöntemler deneyeceği şüphelidir. Üstüne üstlük nükleer silaha sahip bir ülkede, bu silahların denetiminin kontrolünün nasıl gerçekleşeceği de büyük bir soru işareti oluşturmaktadır.

Pakistan’ın, Afganistan’daki mücahit örgütler, Taliban ve El-Kaide üzerinde etkili olduğu sır değil. Sovyet-Afgan savaşını her yönü ile kontrol eden ve yönlendiren Pakistan istihbaratının, son dönemde kontrolünü eskiye göre kaybettiği ve Pakistan ordusu ve istihbarat içindeki radikal İslamcı unsurların artması nedeniyle gerektiği kadar yönlendiremediği biliniyor. Müşerref dönemini kapatma kararı geç kalınmış olmakla birlikte, Müşerref’in en azından şu an itibariyle “teröre karşı savaşı” yönetemeyeceği kanaatinden kaynaklanmaktadır. Yeni seçilen Genelkurmay başkanı Asaf Pervez Kiyani’nin ordunun politikaya karışmayacağı ve kendi işini yapacağının garantisini vermesi ABD’yi en azından Pakistan’ın “istikrarı” açısından rahatlatmıştır.

Aslında Pakistan’daki siyasi ve ekonomik “istikrar”ın sağlanması çok zor görünmektedir. Çünkü Taliban benzeri yapılar bu yıllar içinde ülke içinde kök salmıştır. Bu kök salışta, Pakistan’ın İslam’ı komünizme karşı savaşta siyasi bir yöntem olarak kabul etmesi, Sovyet işgalinin ardından bu ülkeye akan mültecilerin 2. kuşağa ulaşmaları, ülkedeki ekonomik koşulların ve yoksulluğun sonucu özellikle kuzey bölgelerinde yerel liderlerin, aşiretlerin hâkimiyetinin artması, Afganistan-Pakistan sınırının geçişenliği, Pakistan’ın kuzeyi ve Afganistan’ın güneyindeki Peştunların kendilerini ortak etnik kimlik paydasında birleştirmesi, ABD’nin bu ülke ve bölgedeki imajı önemli rol oynamıştır. Bu nedenle ABD’nin uzun yıllar farklı gerekçelerle desteklediği askerî diktatörlükler bırakın kendisini kurtarması Pakistan’ı da kaybetme noktasına getirmiştir. Peki sivil bir yöntem ve yönetimle bunun aşılması mümkün müdür?

PAKİSTAN’I KAYBETMEME ÇABASI

ABD’nin bu durumu fark etmesi yukarıda dile getirdiğimiz gibi Washington’un teröre karşı savaşta konumlanışını değiştirmemekle birlikte Müşerref’le birlikte bu işin başarılamayacak olması, Pervez Müşerref’in giderek ülke içinde tepki toplar hale gelmesi, özellikle 2007’de olağanüstü hal ilan ederek, üst düzey yargıçları kendisi aleyhine davalar açması nedeniyle tutuklatması, Lal Mescid krizinin kanlı sonuçları ve bu sonuçların halk nezdindeki tepkileri, cumhurbaşkanlığı ile genelkurmay başkanlığını birlikte yürütmek isteği ABD’yi farklı seçeneklere yöneltmiştir. ABD’nin son 2 yılda teröre karşı savaş paradigmasını genel olarak değiştirmediği ancak Bush ekibi içinde farklı yöntemlerin denenebileceğini, şiddet yöntemleri ile birlikte ekonomik ve sosyal adımların devreye sokulması gerektiğini savunanlar olduğu biliniyor. ABD’de yeni seçilecek başkan ve yönetimin bunlardan hangisini tercih edeceği henüz bilinmiyor. Ancak hem Ortadoğu hem Pakistan, Afganistan bağlamında “teröre karşı savaş konseptinde temelden, radikal değişiklikler olması beklenmiyor. Ancak hesaplanan, en azından “halkın seçtiği” isimlerin diktatörlüklere nazaran ABD’nin adamı olma imajını değiştirebileceği düşüncesi. Müşerref’ten vazgeçilmesi ve yerine “kirli” sivillerin tercih edilmesi ABD açısından ehven-i şer durumu oluşturmaktadır ki bu çok önemlidir. Çünkü Pakistan halkı teröre karşı verilen savaşın kendi savaşları olmadığını, bunun ABD eliyle yürütüldüğü ve hatta bu söylemin yaratılmış, üretilmiş bir durum olduğuna inanmaktadır. ABD’nin Pakistan’da bu yola girmesi kötü imajını biraz olsun düzeltme amacını taşımaktadır. Ancak bu imajın sivillerle birlikte bile düzelmesi kısa vadede zor görünmektedir. Çünkü Afganistan’daki gelişmeler yakından izlendiğinde ABD’nin yönteminde herhangi bir değişikliğe gitmeyeceği hatta şiddet ve savaş yöntemini ağırlaştırarak devam ettireceğini tahmin etmek güç değildir. Özellikle NATO’nun 58 bin askere ek olarak 22 bin asker daha istemesi, Afganistan’da bir türlü güvenlik ve yönetimi ele alamaması, bu durumun Washington’da sorgulanır hale gelmesi yeni seçilecek yönetimi de ikilem içinde bırakacak gibi görünse de 11 Eylül’den bu yana süren yöntemin değiştirilmesi zor görünmektedir. Seçilecek herhangi bir yönetimin bunca yıl ve başarısızlıktan sonra Afganistan’dan çekilmesi ve yöntemlerini yumuşatması kendisi açısından kayıp anlamına gelecektir ki bu da bölgedeki ABD prestiji açısından büyük kayıp olacaktır. Böyle bir durum 1980’lerde ABD’nin başlattığı ve bu noktaya varan savaşın da kaybı anlamına gelecektir,

Pakistan’daki sivil kurumların geçen 10 yıl boyunca askerî diktatörlük tarafından zayıflatılması, radikalizme karşı mücadele edilirken Pakistan’daki ekonomik ve sosyal yatırımların gerçekleştirilmemesi ABD’nin Müşerref’in devrilmesindeki en önemli kozu. Yine ABD bağlamında kendi çizgisinde yürüyecek askerî diktatörlük, monarşi, krallık ya da demokratik bir yönetim olması da çok önemli değil. Önemli olan ABD politikalarının sorunsuz yürütülmesi. Ancak son yıllardaki fark şu: Bush yönetiminin teröre karşı savaşı yürütürken yeni düşmanlar üretilmesi ve bu yolla kendilerine karşı olan cephenin büyümüş olması. Pakistan için de aynı düşünce geçerli. Taliban ve El-Kaide’yi alt etmek isterken Pakistan “elden gitmek üzere”. Sivillerle bu gidişatı yavaşlatmak niyetinde olan ABD, olumlu gibi görünen bu değişikliği ne kadar hayata geçirebilecek, Pakistan yönetimi kendi halkına hangi yöntemlerle yaklaşacak pek belli değil. Üstüne üstlük, taban anlamında El Kaide olmasa bile Taliban’ın ülkede giderek etkinlik sahasını arttırdığı biliniyor.

Foreign Policy dergisi’nin 100 terör uzmanı ile yaptığı yoklamada büyük çoğunluğun El Kaide ya da Taliban’ın bir sonraki durağının Pakistan olacağı ve Pakistan’da cephe açacakları ağırlık kazanmıştır.

ABD’nin teröre karşı mücadelesindeki ön cephe adamı Müşerref yerini şimdi sivil yönetimle değiştirmiştir. Pakistan halkı için askerî diktatörlüğün devrilmesi çok önemli bir dönüm noktasıdır. Her şeye karşın, seçilmiş bir sivil yönetimin demokrasi açısından tek başına her şey anlamına gelmese de (eğer başka bir darbe olmazsa) başka bir yönetimle değiştirilme imkanı ve özgürlüğü söz konusudur. Bunu da Pakistan “demokrasisi” açısından önemli bir adım olarak değerlendirmek gerekir. ABD cephesine gelince: Pakistan’ın demokratikleşmesi kaygısından çok kaybedilmekte olan bir savaşta İslamabad’daki “adam” değişikliği ve belki kaybedilmekte olan bir savaşın ön cephesindeki son sancıları denebilir.