Filistin: 30 Yıllık Hayal Kırıklığı

İsrail’de görevinden istifa eden Başbakan Ehud Olmert Olmert, İsrail’de yayımlanan Yedioth Ahronoth gazetesine verdiği mülakatta, ülkenin sınırlarının yeniden çizilmemesi halinde statüsü ve güvenliğinin garanti edilemeyeceğini belirtti. İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiğini söyleyen Olmert, buna Doğu Kudüs’ü de dahil etti.

Olmert, İsrail’in Kudüs’te ısrar etmesinin gerçekçi olmadığını söyledi. Ehud Olmert, Suriye’yle bir barış anlaşmasına varılması için de Golan Tepeleri’ndeki İsrail varlığının sona ermesinin gerekeceğini belirtti. İktidardayken barışı sağlamak için geçmişteki tüm İsrail liderlerinden daha fazla adım atmaya hazır olduğunu söyleyen Olmert, geçtiğimiz ay başbakanlık görevinden istifa etmişti. Yani elinde güç varken yapamadığını istifa ederken açıkladı. Filistin barışı için çok doğru bir noktaya parmak basan Olmert’in inandırıcı olduğunu söylemek zor. Zaten gazete de bu sözleri görevdeyken niçin dile getirmediğini soruyor.

İsrail’de politika genelde böyle işliyor. Tüm politikacılar barışın nereden geçtiğini bilirler ama seslendiremezler. Olmert’in söyledikleri dışında herhangi bir girişim de bölgeye adil bir barışı getiremez. Oysa Ortadoğu barışı çok zor değildir. Ama, İsrail’in şahinleri ve ABD politikası adil bir barışa izin veremez. Çünkü iş barışı sağlamada değil barışın tesis edilmemesinde yatar. Kriz, düşman ve korku politikası ile bölge kontrol altında tutulur. 30 yıldır böyledir. 30 yıldır gösterişli barış anlaşmaları törenlerle imzalanır, medya inanmadığı halde işi abartır. Filistinli ve İsrailli politikacılar geleceğine inanmadıkları halde sahte barış pozları verirler. Oysa İsrail hep kendi barışını kurmak ister yani köleleştirilmiş bir Filistin devletinin var olduğu bir barışı.

Olmert’in sözleri geçtiğimiz 30 yıl içinde önemli belgelerin ana maddeleri ve satır aralarında yer alan ama hayata geçirilmeyenlerin de özeti gibiydi.

DAVİD’İN ARAP DÜNYASINI BÖLMESİ

Eylül ayı Ortadoğu, Arap-İsrail tarihi açısından önemlidir. 1978’de Camp David, 1993’te Oslo Barış Antlaşması imzalanmıştı, 2000 yılında da İkinci İntifada patlak vermişti. Hepsinin ayı da Eylül’dü. Üzerlerinden 30 ve 15 yıl geçen bu tarihî dönemeçlerde imzalanan belgelere, verilen sözlere bakarsak “iki ileri bir geri” anlayışından öteye geçilmediği görülür. Bölgede temel değişiklikler getiren bu iki antlaşma, İsrail’in Mısır, Ürdün gibi bazı Arap ülkeleri tarafından tanınması, Yaser Arafat’ın yaşadığı dönemde “özerk” yapılar için adım atılması açısından önemli olduğu kadar yarattığı olumlu hava ve beklenti açısından da önemliydi. Ancak, yıllar içinde yerini umutsuzluğa ve çelişkilerin derinleşmesine bırakmıştır.

Sonunda Filistin ve İsrail’in geldiği nokta 30 yıl önce çerçevesi çizilen ama bir türlü hayata geçirilemeyen maddeler dizisi, görüşmeler silsilesi, gazete sayfalarına yansıyan “şişirilmiş sahte umutlar” denebilir. Camp David’den başlayarak Oslo, Wye River’la devam eden onlarca ara görüşme sonrası İsrail-Filistin sorunu giderek çıkmaza girmiştir.

1975’te başlayan Lübnan iç savaşının Arap dünyasının kafasını karıştırdığı, ilerleyen yıllarda da bu kafa karışıklığını aşamadığı bilinir. Bunun en önemli nedeni ise Lübnan iç savaşının sona ermesinden hemen bir yıl sonra Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın İsrail’le Camp David Antlaşmaları’nı imzalaması ile Arap dünyasında meydana gelen bölünmeydi.

Camp David Antlaşmaları iki tane çerçeve anlaşmayı içeriyordu. Bu iki çerçeve anlaşmadan biri, Ortadoğu barışının esaslarını çizer; Batı Şeria ve Gazze Filistin meselesiyle, İsrail ile Mısır arasındaki barışın esasları ise Sina Yarımadası ile ilgilidir. Camp David’de Ürdün bir taraf olarak kabul edilmekteydi. Ayrıca bu anlaşmalar, BM Güvenlik Konseyi’nin 1967’deki 242 sayılı kararı ile, 1973’teki 338 sayılı kararını da prensip olarak alıyordu.

Batı Şeria ve Gazze, yani Filistin meselesi ile ilgili anlaşmaya göre, bu iki toprakta Filistinlilere özerklik verilecek, beş yıllık bir geçici devreyi kaplayacak olan bu özerklik döneminde İsrail, bu iki toprakta, kendi güvenliğini de sarsmayacak şekilde, asker miktarını asgariye indirecekti. Filistin halkının “meşru hakları” ile “adil istekleri”ni tanıyacaktı. Ayrıca, yine bu dönemde İsrail ile Ürdün arasında barış müzakereleri ve İsrail’in güvenliğini sağlayacak düzenlemeler de yapılacaktı.

Bu arada Kudüs meselesine hiç değinilmemişti. Çünkü iki tarafın bu konudaki görüşlerini uzlaştırmak mümkün olmayınca, bu meseleye hiç temas edilmemesi tercih edilmişti. Diğer taraftan, Kudüs hakkında hiçbir şeyin söylenmemiş olması, Arap ülkelerinin tepkilerini de şiddetlendiren bir faktör olmuştur. Kudüs meselesi bugün de sürüncemeye bırakılan ve çözümü en zor konulardan biri olarak ele alınmaktan kaçınılmakta.

Arap ülkelerinin Camp David anlaşmalarına tepkileri 1977 Aralık ayında Suriye, Libya, Irak, Cezayir, Güney Yemen ve Filistin Kurtuluş Örgütü arasında oluşturulan ve İsrail ile her türlü anlaşmayı reddeden, Kararlılık Cephesi veya Red Cephesi oldu. Bu grup Enver Sedat’ın politikasına karşı mücadele etmek üzere ortak bir siyasi ve askerî komutanlık kurup ve Amerika’nın Ortadoğu’daki nüfuzuna karşı denge olmak üzere de Sovyetler ile yakınlaşma kararı almışlardı.

Kasım 1978’deki Arap Birliği toplantısında Filistin davasının ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasının, bütün Arap devletlerinin ortak bir davası olduğu, dolayısıyla bu meselede hiçbir Arap devletinin tek başına hareket edemeyeceği belirtilerek, Mısır, imzalamış olduğu Camp David anlaşmalarını feshederek, Arapların ortak hareketine katılmaya davet edilmekteydi.

MISIR VE ÜRDÜN’ÜN KENDİNİ KURTARMA PLANI

İsrail-Mısır barışı, Camp David anlaşmalarının öngördüğü gibi, üç ay içinde imzalanamadı. Bu anlaşmalarda Batı Şeria ve Gazze’de yaşayan Filistin halkının “meşru hakları”ndan söz edilmiş, ancak herhangi bir şekilde bağımsızlıktan bahsedilmemişti. Bu sebepten Menahem Begin, Judea ve Samaria dediği Batı Şeria’yı “tarihî İsrail’in ayrılmaz bir parçası sayıyordu.

Süregelen savaş hali artık sona eriyor ve iki devlet arasında normal ilişkiler başlayacaktı. Birbirlerinin egemenlik, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlıklarına saygı göstereceklerdi. Ve birbirlerinin “barış içinde” ve “güvenlikli ve tanınmış sınırları içinde” yaşama hakkını kabul ediyorlardı. İsrail 27 Nisan 1982’de Sina’dan tamamen çekildi.

Bundaki amaç temel meseleler üzerindeki ihtilafların işgali meşrulaştırmaya engel teşkil etmemesini sağlamak ve işgalcilere zaman kazandırmaktı. Bu yolla aynı zamanda Filistin tarafı sıfatıyla masaya oturtulanlar belli bir istikamete sokulmuş olacaklar, dolayısıyla temel meselelerin görüşülmesi aşamasına gelindiğinde de kendilerinden istenenleri reddetmeleri zorlaşacaktı.

Öyle de oldu. Camp David’ten sonra Mısır, Sovyetler Birliği politikalarını terk edip, ABD politikaları eksenine girerek İsrail ile arasındaki savaş durumuna son verdi. Filistin topraklarında ise yeni bir gelişme yaşanmadı. Camp David’de yaşanan hayal kırıklığı 1987’deki ilk intifadaya giden yolu da açmıştı. Camp David pratikte Filistinlilere için yeni bir açılım getirmezken Arap dünyasının ikiye bölünmesine yol açtı, Filistin sorununun çözümünü kolaylaştırmak bir yana daha da zorlaştırdı. İsrail ise antlaşma ile güney ve batısının güvenliğini sağlayarak 30 yıldır sürüncemede bıraktığı ve elini sürekli güçlendirdiği bir süreci başlatmıştı. Camp David’in altında 1967 ve 1973 yenilgilerinin kompleksi ile bu iki ülkenin askerî olarak İsrail’le başa çıkamayacaklarını anlamaları da önemli etkenlerden biriydi. Camp David Filistin meselesinden çok, zaten biraraya gelmekte zorlanan Arap ülkelerinin “kendilerini Filistin meselesinden azat etmelerinin” miladı oldu. Ancak, söylem düzeyinde Filistin sorunu yine bir Arap sorunu olarak ele alınarak “kullanıldı”. İsrail ve ABD ise Filistin meselesi çözümünün Mısır, Ürdün gibi Amerikan politikalarına yakın, İsrail ile baş edemeyecek düzeyde iki ülkeyi ikna etmekten geçtiğini düşünüyordu. Ya da şöyle söylenebilir: Sorunun doğrudan çözümü yerine çözümü ertelemek için, sorunun etrafından dolaşarak iki Arap ülkesi ile anlaştı. Bugün baktığımızda yine Filistin toprakları için acil çözüm yerine Suriye ile masaya oturup Golan Tepeleri üzerinden bir barış sağlama girişimleri yine sorunun etrafından dolanmak olarak değerlendirilebilir. Üstelik Suriye ile Golan üzerinden bir barışın sağlanması İsrail politikası açısından kolay görünmemektedir. Görüşme sürecinin kısa süre sonra kesintiye uğraması ya da doğrudan Filistin meselesine herhangi bir katkısı olmadığı görülebilecektir. Çünkü İsrail iç siyasetinin yapısı, işgal altında olmasına, kendi toprağı olmamasına rağmen Golan’ın neden ve ne karşılığında Suriye’ye verileceği konusunda ikna olmamıştır.

OSLO’DAN GERİ KALAN

Üzerinden 15 yıl geçen ve artık geçersiz bir hale gelen Oslo Antlaşması Filistin meselesinin çözümü için bir temel oluşturmuş gibi görünse de bugün gelinen noktada artık herhangi bir geçerliliği yoktur. Oslo Antlaşması’nda doğrudan Filistinliler muhataptır. Filistinlilerin masaya oturması, görüşmeleri doğrudan kendilerinin yapması sağlık, eğitim, kültürel alanlarda söz sahibi olmaları, ilerleyen dönemde ise sivil ve askerî yönetimi ele almaları kabul edilmiştir. Filistinliler kendi güvenlik güçlerini kurarak kademeli olarak İsrail’den bu işi devralacaklardı. A, B, C bölgeleri uygulamaları ile bu kademeli uygulama hayata geçirilecekti. A kategorisindeki bölgelerde yönetim ve güvenlik Filistinlilerde, B bölgelerinde yönetim Filistinlilerde güvenlik İsrail’de, C bölgelerinde ise hem yönetim hem de güvenlik İsrail denetiminde olacaktı. 15 yıl sonra baktığımızda bölge sisteminden eser kalmadığı görülür. Batı Şeria’nın büyük bölümü Filistin yönetimine aitken, iç güvenlik Filistinlilere devredilmiş gibi görünürken bu durum defalarca ihlal edilmiş ve hâlâ edilmektedir. Gazze’nin Filistinliler’e devri Oslo Antlaşması çerçevesinde değil İsrail devletinin paradigma değişikliğinden, Yahudi kimlikli tek etnili ve tek dinli bir devlet yapısına gitmek istemesinden kaynaklanmıştır. Filistinliler de uzun yıllardır savundukları demokratik, çok etnili Filistin devleti fikrinden vazgeçerek, yaşanan karmaşa ve bölünme sonucu iki devletli çözüme yaklaşmakla birlikte son dönemde yeniden tek devlet çözümünü tartışmaya başladı. Bu tartışmanın başlamasının nedeni ise iki devletli çözümün Hamas-El Fetih bölünmesi nedeniyle zorlaşması, iki devleti çözümde Filistinlilere verilen toprak ve egemenliğin her geçen gün budanmasıdır.

Ortadoğu’yu bilenler, izleyenler, yaldızlanarak sunulan barış görüşmelerine hep mesafeli dururlar, şüphe ile yaklaşırlar. Çünkü her iki halk 30 yıldan bu yana birbirine yaklaşmaktan çok, daha da uzaklaşmış, özellikle Filistin halkının barışa olan inancı, İsrail’e olan güveni kaybolmuştur. İçinde birçok taviz bulunan ve 1993’teki şekliyle karşı çıkılması gereken Oslo Antlaşması’nı imzalayan Arafat kendi taahhüdüne bağlı kalmıştı. Arafat’ı zamanında “terörist”, “uzlaşmaz adam” olarak ilan edenler bugün onu çok arıyor olmalılar. Çünkü bugün ikiye bölünmüş ortak iradeden yoksun bir Filistin söz konusu; bir bölümü seçimle işbaşına gelen Hamas’ın yönettiği bir Gazze ile 2007 yılında hiçbir işlevi olmayacağını bile bile imzaladığı Annapolis Antlaşması’na sadık kalmaya çalışan, kitle desteği, olmayan Mahmud Abbas’ın yönettiği Batı Şeria ve El Fetih var. İsrail, Abbas’ı kabul etmesine rağmen Hamassız bir anlaşma olmayacağını biliyor.

30 YILDIR NEDEN OLMUYOR?

30 yıl sonra gelinen nokta tek devletli demokratik iki toplumlu bir Filistin devletinden, iki devletli çözüme kadar geldi. İsrail artık Yahudi bir devlet olacağını ilan etti. Gazze’den bu yüzden çekildi. İki devletli çözüm içinse, iki tarafın kabul edeceği bir sınır ve egemenlik gerekiyor. Oysa Filistin toprakları altına imza konulan anlaşmalara rağmen kemiriliyor, yasadışı yerleşimler artıyor. Korkarız ki bir anlaşma sağlandığında Filistinlilere yaşayacak toprak kalmayacak. Ama böyle barış olmayacağı biliniyor.

Peki 30 ve 15 yıl önce büyük umutlar beslenen imzalar neden kadük kaldı? Çerçeve anlaşmaların hiçbiri sonuca ulaşamadı. Çünkü Filistinlilere tanınan otonomi anlaşmalarına uyulmadı. Küdüs meselesi geçerliliği olan hiçbir antlaşmaya eklenmeyerek hep sona bırakıldı. Camp David’de Filistinliler yoktu, Oslo’ya ise Filistinli tüm gruplar dahil edilemedi. Antlaşmalardaki geçici düzenlemelere uyulmadı; İsrail kolonizasyonunu devam ettirdi, yasadışı yerleşimleri anlaşmalara aykırı olarak arttırdı, Filistinliler de direnişlerine devam etti. Barışın birbirine güvenen insanlar ve eşitler arasında inşa edilebileceği unutuldu. Her iki taraf da birbirinin güvenliliğini sağlamada başarılı olamadı. Temel antlaşma şartlarına uyulmadı, özellikle İsrail uluslararası anlaşmaları, BM kararlarını hiçe saydı, hâlâ da öyle. Barışın karşılıklı refah, güvenlik ve insan haklarına saygılı bir sistem üzerine kurulması gerekirken her iki tarafın vasat ve genellikle yolsuzluk, çürümüşlük üzerine kurulan yönetim kademeleri tarafından başarısızlığa uğratıldı.

ORTAK BAŞKENT KUDÜS

Bizim Filistin adlı kitabımı yazarken görüştüğümüz Filistin’in önemli diplomatlarından Nabeel Şaat “Filistin konusunda yüzlerce sayfa yazabilirsiniz ama yüzyılın başından bu yana göz atacağınız birkaç harita nereden nereye geldiğimizi gösterir. Filistin tarihini en iyi haritalar anlatır” demişti.

İsrail-Filistin tarihinin son 30 yılına bakıldığında çok yol alındığı söylenemez. Filistin’in işgal altında ve İsrail ile eşit koşullarda olmadığını, bu işgalin Filistin halkının ruhunda bıraktığı yaraların barışa olan inancı giderek azalttığını unutmadan, bu noktaya gelinmesinde yine Filistin yönetimi ve Arap ülkelerinin hatalarını da unutmamak gerekiyor.

Bugün gelinen noktada Filistin-İsrail sorunu her ne kadar iki devletli sisteme gidiyor gibi görünse de iki devlet üç yönetim ya da İsrail’in yıllar önce savunduğu Batı Şeria’nın Ürdün’e bağlanması yeniden dillendirmeye başlandı. Ancak bunların hiçbirinin soruna çözüm olmayacağı açık.

30 yıl önce çıkılan yolda bu noktaya ulaşmak düşündürücü. Oysa Filistin meselesinin dünyanın vicdanını sızlatan ve birçok sorunun çıkış noktası olduğunu unutmamak gerekiyor.