Avrupa Solu Çökerken

Çok değil, 10 yıl önce sihirli değnek Avrupa solunun elindeydi. Tony Blair, Gerhard Schröder, Lionel Jospin, Romano Prodi, Göran Persson gibi sol liderler küreselleşmenin beraberinde getirdiği sorunlarla cebelleşen Avrupa’ya umut dağıtıyorlardı.

Deva bulmadıkları dert yok gibiydi; işsizlik onlardan sorulurdu, sermayenin kuş olup kaçma tehlikesi de. Ama şimdi görünen o ki, küresel ekonomi karşısında Avrupa solu dut yemiş bülbüle dönmüş durumda.

Son Avrupa Parlamentosu seçimleri bu gerçeği yalın çıplaklığıyla ortaya koydu. Avrupa solu neredeyse her ülkede büyük oy kayıplarıyla ağır bir yenilgiye uğradı; özellikle İngiltere’de İşçi Partisi kafa üstü yere çakılarak karizmayı fena halde çizdirdi. Sandıktan Hıristiyan demokrat ve muhafazakâr partiler galip çıktı. Kimi ülkelerde oy patlaması yaşayan Yeşiller yüzü gülen bir diğer taraftı. Yabancı düşmanı, Avrupa karşıtı ve ulusalcı partilerin yükselişi bu seçimlerin kaygı uyandıran sonuçlarından biriydi. Liberaller de toplamda kan kaybedenler arasındaydı.

Seçimlerde Avrupa Parlamento-su’ndaki fraksiyonların aldıkları oy oranları ve kazandıkları sandalye sayıları şöyle:

EVP-ED (Hıristiyan demokratlar) yüzde 35.7 (264); SEP (sosyal demokratlar) yüzde 21.9 (161); ALDE (liberaller) yüzde 10.9, (80); Yeşiller/EFA yüzde 7.1 (53); UEN (ulusalcılar) yüzde 4.8 (35); GUE / NGL (solcular) yüzde 4.5 (32); IND / DEM (Avrupa karşıtları) yüzde 2.6 (18); ötekiler yüzde 12.6 (93).

Öncelikle şunu belirtmekte fayda var, bu tablodan yola çıkarak Avrupa’nın siyasal haritasını çizmeye çalışmak pek sağlıklı bir tutum değil. Çünkü her şeyden önce katılım oranı rekor derecede düşüktü: yüzde 43. Oysa bu oran beş yıl önce en azından yüzde 45.5 düzeyindeydi. Avrupa Parlamentosu 30 yıllık seçim tarihinde bundan daha dibe vurmamıştı hiç. Rahatlıkla bir demokrasi krizinden söz edilebilir. Özellikle Slovenya, Polonya, Slovakya, Litvanya gibi doğu ülkelerinde seçmen sandığa gitme konusunda pek üşengeçti; hele Bulgaristan’da oy başına 20 avro rüşvet verildiği halde katılım oranının sadece yüzde 38’de kalması başlı başına bir komediydi. Ama batı cenahının da tembellikte onlardan geri kalır yanı yoktu; örneğin Büyük Britanya’da seçmenin sadece yüzde 34’ü sandığın yolunu bulabildi, ki bu da köklü bir demokrasi adına facia demektir. Felaket diye tanımlanabilecek bu düşük katılım oranıyla Avrupa Birliği bünyesindeki insanların politik yönelimlerini yorumlamaya çalışmanın bulanık suda avlanmaktan bir farkı yok.

Peki bu dudak uçuklatan ilgisizlik neden? İlkin nasıl işlediğini kimselerin bilmediği bir makineyi andıran Avrupa Birliği ile kendi vatandaşlarının arasındaki aşılmaz uçurumun bunda payı büyük; çetrefil karar mekanizmalarının günden güne daha da derinleştirdiği bir uçurum. Seçmen çoğunlukla Brüksel ve Strassburg’da neler olup bittiğinden habersiz. Sokaktaki insanın oralarda kapalı kapılar ardındaki kulislerde kararlaştırılan politikaların kendi gündelik hayatına birebir nasıl yansıdığı hakkında en ufak bir fikri bile yok.

Öte yandan Avrupa Parlamentosu seçimleri hükümet kurma veya iktidarı devirme gibi bir nitelik taşımıyor; yani gözle görülür bir sonuç doğurmadığı için seçmen çoğu zaman oy atma zahmetine katlanmıyor. Kitle partileri de Avrupa Parlamentosu’nun önemi konusunda seçmeni ne doğru dürüst bilgilendiriyor ne de sandığa gitmeye özendiriyor. Burada yılların ihmali söz konusu; Lizbon Antlaşması bu yılın sonunda yürürlüğe girdiği takdirde Strassburg’un gücü daha da artacak, ne ki seçmenin bundan da haberi yok. Şimdi bu ilgisizliğin yarattığı dehşet karşısında en azından Avrupa Parlamentosu’nda ajandayı en büyük fraksiyonun belirlemesi gerektiği fikri ortaya atılıyor; bu adımın seçimleri cazip kılacağı yönünde görüşler ileri sürülüyor.

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy atanların meseleye yerel gözlerle baktıkları aşikâr. İngiltere’den Letonya’ya, Portekiz’den Bulgaristan’a kadar geniş bir coğrafyada insanlar öncelikle iktidar sahiplerine iki çift laf etmek istiyor; nitekim genelde hükümetteki partilerin oy kaybetmesi bu tutumun bir göstergesi. Kaldı ki, partiler de seçim kampanyasında Avrupa temalarını önplana çıkarmaktansa iç politikaya ağırlık veriyorlar. Bunun sonucunda bildik kısır çekişmelerin sahnesine dönüşen Avrupa Parlamentosu seçimleri vatandaşın iktidar partilerine bir uyarı tokadı aşketmesine yaramaktan öteye gidemiyor.

Seçmenin bu seçimlere Fransız kalmasının ardında yatan bir diğer neden de, doğrudan kazanılacak veya kaybedilecek bir şeyin olmayışı; yani ortada bir seçim var, fakat ne getirdiği ne götürdüğü belli değil. Bu durumdan bilhassa sosyal demokratlar büyük yara alıyor. Klasik sol seçmen sınıfsal beklentilerle sandığa gidiyor; sağlam bir iş, yüksek ücret, işten atılmama güvencesi, sosyal haklar vb. Oysa soyut bir düzlemde kalan Avrupa Parlamentosu seçimleri bu beklentilere hitap etmiyor. Hal böyle olunca sosyal demokratların gedikli seçmeni parmağını bile kıpırdatmıyor, hele içyüzünü anlamakta zorlandığı bir seçim için hiç. Sırf Almanya’da SPD’nin mobilize etmeyi başaramadığı seçmen sayısının 8 milyon olduğu düşünülürse sol açısından olayın vahameti daha iyi anlaşılır. Ama atılan her oyun aynı zamanda sembolik bir değer taşıdığını bilen tuzu kuru eğitimli seçmen için durum farklı, nitekim Almanya ve Fransa gibi büyük ülkelerde Yeşiller ve Liberaller’in oylarını arttırmasını biraz da burada aramak gerekir.

Avrupa seçimlerinin kendine özgü dinamikleri var, bu nedenle sonuçlarını ulusal seçimlere aktarıp yorumlarda aşırıya kaçmanın, zil takıp oynamanın veya ahlayıp vahlamanın çok da bir anlamı yok. Avrupa seçimleri Avrupa seçimleridir, ne eksik ne fazla. Fakat her şeye rağmen şu olgu da göz ardı edilemez, bu seçimler ilerideki trendin ilk ışıklarını yansıtmaktadır.

Seçmen sandığa geldi veya gelmedi, sol adına müthiş bir hezimet söz konusu; üstelik ilerideki ulusal seçimler için felaket habercisi niteliğinde bir hezimet. Dolayısıyla maddi-manevi her bakımdan Avrupa solunun ağır bir yenilgiye uğradığı su götürmez bir gerçek. Birkaç istisna dışında hemen hemen bütün ülkelerde büyük düşüşler yaşandı.

Oysa seçim öncesinde düz mantık bunun tersini söylüyordu: hazır, serbest dünya piyasaları türküsünü gümbür gümbür bir sesle çığıran merkez sağ partilerin ve liberallerin ipliği pazara çıkmışken, milyonlarca insanın işini gücünü kaybetmesine yol açan üst düzey banka yöneticilerinin ağzını bıçak açmazken, büyük sermaye devlet kapılarında avuç açıp dilencilik yaparken, küresel kriz sosyal kazanımlara darbe vururken sosyal demokratlar güle oynaya bu seçimi kazanmalıydı.

Gel gör ki, bunun tersi gerçekleşti. Sonuçta insanlar aptal değil, sosyal demokratların da sütten çıkmış ak kaşık olmadıklarını biliyorlardı çünkü. Nitekim Avrupa solu depreme dayanıksız bir bina gibi cümbür cemaat çöktü. Fransa’da Sarkozy sosyalistlere bariz bir üstünlük sağladı. Almanya’da SPD Hıristiyan demokratların 17 puan gerisinde kaldı. Hatta harem söylentileriyle gündeme gelen, karısından boşandığı için Katolik kilisesi tarafından kötü örnek diye damgalanan İtalya başbakanı Silvio Berlusconi bile seçimden galip çıkarken merkez sol PD sadece yüzde 27 oy toplayabildi. Ama tartışmasız seçimlerin en büyük mağlubu Gordon Brown’du; skandallarla çalkalanan İşçi Partisi yüzde 15 gibi içler acısı bir oy oranıyla Avrupa karşıtı UKIP’nin bile arkasına düşerek ancak üçüncü olabildi. Yunanistan’da PASOK ve İsveç’te sosyal demokratlar seçimleri kazanırken muhafelette olmanın faydasını gördüler. İspanya’da sosyalistlerin kaybı yüzde dörtle sınırlıydı; yani yüzde 38’lik bir oy oranı diğer ülkelerdeki mirasyedi yoldaşlar için elbette öpüp de başa konulması gereken bir nimetti.

Peki Avrupa solu neden böyle kafa üstü yere çakıldı? Hiç kuşkusuz, bu ağır yenilgide her ülkenin kendi özgül koşulları önemli bir rol oynadı; içeriği boş seçim kampanyaları, yanlış adamlar, hantallaşan parti içi mekanizmaları, her zamanki o hırgür ortamı, zamanın ve iktidarın yıpratma sürecine teslimiyet vb. Fakat tüm bunlar yıldan yıla daha düşen oy eğrisinin nedenlerini açıklamakta pek yetersiz, çünkü asıl büyük sorun uygulanan politikaların artık aciz kalışında yatıyor.

Avrupa solu yepyeni türden bir krizle boğuşan Batı ekonomilerini düzlüğe çıkarmaya soyunduğu ’90’lı yılların ikinci yarısında kıldan ince kılıçtan keskin bir ikilemle karşı karşıyaydı: İvme kazanan küreselleşme sayesinde sermaye doğası gereği işgücünün ucuz olduğu ülkelere kaçmaya başlamıştı, bu da ülkedeki işsizliği körüklüyordu; ülke ekonomisinin rekabet gücünü korumak için akla gelen ilk çözüm ücretlerin düşürülmesi, çalışma saatlerinin arttırılması, çalışanları işten kovmanın kolaylaştırılması, kısacası kazanılmış sosyal hakların tırpanlanmasıydı; işte işçi sınıfına bu acı ilacı içirmek görevini Avrupa solu üstlendi; pembe kapitalizm yaftasıyla hayata geçirilen politikalar kısa vadede sonuç verdi, ne ki küresel ekonomik kriz yolun bittiği yeri imliyordu.

İktidarda geçen bu son on yılda sosyal demokrat politikacılar da evrim geçirdi; kendilerine iş dünyasının burnu büyük üstdüzey yöneticilerini örnek aldılar, onların kelimeleriyle konuşur oldular; çalışma dünyasının esnekleştirilmesini, piyasanın efektif bir hale getirilmesini, hiçkimsenin ne anlama geldiğini bilmediği o tılsımlı “konsolide” kelimesini dillerinden hiç düşürmediler; toplumu bir şirket gibi yönetmeye kalkıştılar, her şeye kâr-zarar penceresinden baktılar; daha iyi pazarlansın diye düşüncelerini reklamcılara teslim ettiler, eski usûl tabanla dirsek temasına girmek neredeyse bir zul haline geldi.

Fakat küresel ekonomik kriz karşısında dut yemiş bülbüle döndüler; ezberleri bozulmuştu, birdenbire bu yeni ışığın altında son on yılda yaptıkları her şey kof görünmeye başlamıştı artık; can havliyle dededen kalma sosyal demokrat jargona döndüler. İşte onları güvenilmez kılan tam da buydu; öze dönüşleri hiç de sahici görünmüyordu. İnsanlar alık değildi bunu anlamamak için. İşçilerin koruyucu meleği olduklarına dair masallara yeniden tutunmak büyük bir yanılgıydı; çünkü bunun böyle olmadığını dünya alem biliyordı, işsiz güçsüz kalan birçok insan bunun acısını kendi etinde yaşamıştı. Örneğin yedi göbekten bir aristokrat edasıyla herkese tepeden bakan SPD’nin başbakan adayı Frank-Walter Steinmeier’ın kapanma tehlikesiyle burun buruna gelen bir Opel fabrikasının önünde bir kamyonun tepesine çıkıp yumruğunu sallaması, “insanları sokağa atmak bir çözüm değil” diye höykürmesi pek inandırıcı gelmedi kimseye; insan akşam hanım evladı olarak yatıp sabah kabadayı olarak uyanamaz ki!

Ekonomik krize somut çözüm önerileri sunmak, halkın kafasındaki sorulara ayrıntılı cevaplar vermek yerine o eski bildik nakaratları sakız gibi uzattıkça uzattılar. Böylece merkez sağ partilere kolay lokma oldular. Hep işlerin neden ters gittiğine dair geriye dönük analizler yaptılar, fakat şimdi ne olacak sorusunda gene çuvalladılar; solun tarihsel hastalığı. Örneğin Fransa’da sosyalistler seçim kampanyasında aşırı bir anti-Sarkozy politikası izlediler, adam hapşırsa ona da yanlış dediler. Peki ya kendi konseptleri? İşte orada dur, öyle bir şey yoktu çünkü, yine her zamanki gibi birbirlerinin gözünü oymaktan dört başı mamur bir konsept geliştirmeye vakit kalmamıştı. Almanya’da da durum farklı değildi, Hıristiyan demokratları ve liberalleri hedef alan bir kampanya yürüttü SPD; sonuç tam bir felaketti. Neo-liberal politikalar kof çıkmıştı, eski jargon da işe yaramıyordu. Ellerinde yeni bir düşünce yoktu. Şu anda zihinsel açıdan ilikleri kemikleri kurumuş durumda.

Fransa’da Daniel Cohn-Bendit’in Avrupa Ekoloji Partisi yüzde 16.3’lük bir oy toplarken Almanya’da Cem Özdemir’in Yeşiller’i yüzde 12.1’lik bir oy oranına ulaştı; bu da geleceğe güvenle bakmak için iyi bir çıkış noktası. Yeşiller kalkınma, inovasyon ve çevreyi koruma eksenli politikalarla topluma farklı bir tını sunuyorlar en azından. Peki ya sosyal demokratlar? Naftalin kokan sistem tartışmalarını temcit pilavı gibi ortaya koymaktan, ucuz sloganlar atmaktan öteye gidemiyorlar. Nitekim finans köpekbalıklarının, gözünü kan bürümüş bankerlerin hikâyelerini gün aşırı dinlemekten vatandaşa gına geldi artık.

Görünen o ki, Avrupa fırtınada güvenli bir liman gözüyle baktığı ortanın sağına yöneliyor. Etraftaki cam kırıkları nedeniyle sosyal demokratların ekonomik krizi çözebileceğine pek inanan yok. Kaportayı gene merkez sağ partilerin toplayacağını düşünenler ağırlıkta.

Sol kan kaybediyor, ama işin daha kötüsü, sosyal demokratların klasik seçmeni karmaşık sorunlara basit reçeteler yazan yabancı düşmanı, popülist, ulusalcı, Avrupa karşıtı partilere kayıyor; bu da ufuktaki en büyük tehlike. Hollanda’dan Avusturya’ya, Macaristan’dan Danimarka’ya dört bir koldan atağa geçen aşırı sağcılar yükselişte; malum hikâye, cüzdanlar boşalırken kafalara pislik dolar. Ekonomik kriz tam bir bataklık işlevi görerek onların çoğalmasını sağlıyor. Sol bir an önce hem düşünsel hem de fiziksel bakımdan toparlansa iyi eder, aksi takdirde Avrupa’da daha güçlü bir faşist dalganın eli kulağındadır.