Sunuş

Din –özel olarak İslamiyet– ile sol/sosyalizm ilişkisini, bu ve daha önceki sayılarımızda yayımladığımız yazılarla açılan kulvarda verimli bir diyaloğa-tartışmaya yöneltebilmek için bazı ön açıklamalara ve belirlemelere ihtiyacımız var.

Zaten görüleceği üzere yayımlanan yazılar ve daha sonra yayımlanacak olanlar, din ve bilimi iki karşıt yaklaşım olarak niteleyen pozitivist yargı ile dinî düşünceyi modern öncesi çağa, toplum düzenlerine ve hayat tarzlarına tekabül eden kaba “ilerlemeci” ön kabülün dışındadırlar. Bu platformda –yazarlarımızın da dikkatine sunarak–, İslamiyetin de bir tezahürü olduğu din kavramını, insanın, insanlığın varoluşuna, varlığının ve ilişkilerinin anlam ve amacına dair sorulara cevap aradığı –kabaca– iki –ezeli– düşünme çerçevesinden, zihniyet tarzından biri olarak kabul ediyoruz. Dinî zihniyet, o sorulara insan idrakinin, insanın anlama, bilme kapasitesinin sınırları ötesinde –kendisini yaratana ait– ilahi aklın/iradenin, çok tanrılı dinlerde mitolojiler, tek tanrılı dinlerde vahiy yoluyla çizdiği perspektif dahilinde cevap verildiğini/cevap aranması gerektiğini kabullenme üzerine kuruludur.

Diğer zihniyet tarzını ifade etmeye en yakın kavram felsefedir. Yukarıdaki genelleme düzeyinde tanımlanacak olursa, felsefe aynı sorulara insanın, ilahi bir referansa başvurmaksızın, kendi idrak kapasitesi ile perspektif ve kabullerini bizzat oluşturarak cevap araması gerektiğini savunan lâdinî zihniyet tarzının eksenidir.

Eş sayılabilecek bir genelleme düzeyinden jenerik solu bir kavram olarak, sosyalizmi ise onun modern çağlarda içreriklendirilmiş hali olarak tanımlıyoruz. Az sonra kendi özel kayıtlarımızı sunacağımıza işaret ederek burada solu, bütün tarihsel dönemler ve zihniyet tarzları –dünyaları– içinde insani-toplumsal sorunlara ezilenler, yoksullar, yoksunlar, sömürülenler, aşağılananlar açısından, onlara göre adaleti ve hatta eşitliği sağlayacak yol ve yöntemlerin arayışına hasredilmiş –ezeli– bir yaklaşım olarak anlıyoruz.

Bu gayet özetle ifade ettiğimiz tanımlamalar çerçevesinde belirtmeye gerek yok ki, “başlangıç”tan beri bütün tarihsel çağlar/dönemler boyunca sol(cu) yaklaşım ve arayış, modern çağa kadar egemen zihniyet tarzı olan dinin –ve onun oluşturduğu zihniyet dünyalarının– içinde, yani ilahi referanslara yaslanarak –haliyle muhalif– bir mecra oluşturduğu gibi çok daha zayıf olsa da felsefi –lâdinî– diyebileceğimiz –örneğin İslam tarihinde “Haricilerin” bir kolu– kanaldan da yürümüştür.

Modern çağda bu durum her iki bakımdan da tersine dönmüştür. Yani hem lâdinî zihniyet hegemonik konuma yükselmiş hem de o döneme kadar sol yaklaşımın neredeyse yegane ifade biçimi olan “sol ilahiyat” lâdinî –felsefi/bilimsel-sol/sosyalizmin– İslam dışı dünyada yakınlarında, İslam dünyasında ise hayli uzağında marjinalleşmiştir. İran bir ölçüde hariç tutulursa; İslam dünyasında her iki taraftan da bu uzaklığı giderme yönünde bir çaba, yakın dönemlere kadar pek görülmemiştir.

Buna bir ikinci tespit de eklenmelidir. Sol-sosyalist yaklaşım modern çağın ortalarından itibaren, lâdinî zihniyetin dinî zihniyet karşısındaki hegemonik konumunun da yanı sıra karşıt özelliğinin en fazla yansıtıldığı, sistematikleştirildiği düşünüş biçimi olarak görünegelmiştir. Bu, onun böyle bir görünüm ve konum edinebilmek için özel çaba göstermesinden çok, dinî zihniyetin kurumsallaşmış –muhafazakâr-gelenekçi– ana mecralarının; “egemenlerin dini”nin bu algıyı oluşturmak için gösterdikleri özel çabaya bağlanması gereken bir sonuçtur. Nitekim, bu çabaların sonucu, 20. yüzyıl biterken dinî zihniyet, yeniden hegemonik konuma erişmese de, tüm dünyada ve özellikle “İslam toplumları”nda yükselişe geçtiğinde, “sol ilahiyat” –kendisi için son derece elverişli sayılabilecek koşullara rağmen– asırlarca önce itildiği marjinallikten kurtulamamış, yükselişin ana mecrası “modernlik”/kapitalizm ile eklemlenmiş muhafazakâr veya kapitalizmle sorunsuz bir radikal selefilik tarafından paylaşılmıştır.

Dinî zihniyetin özellikle İslam toplumlarında yükselişinin başlıca nedeni olarak bu toplumların kendi iç koşulları ve “dışarısı” tarafından ağır bir yoksulluğa, ezilme, sömürü ve aşağılanmaya maruz kaldıkları ileri sürüldüğü dikkate alındığında, buna tepkinin neden sol ilahiyat mecrasında şekillenmediği sorusu daha da önem ve derinlik kazanmaktadır.

Şüphesiz aynı önem ve derinlikteki bir soru da lâdinî sol/sosyalist yaklaşım için söz konusudur. Modern çağın ortalarından itibaren solun ezeli arayışının nihayet taçlanacağına dair büyük bir umut ve güvenle tarih sahnesinde boy gösteren sol/sosyalist yaklaşımın yüz yıl sonra vardığı sonuç ağır bir çöküntü olmuştur. Bu çöküntünün en çarpıcı yönü, yoksulların, aşağılanan ve sömürülenlerin “davasını üstlenmiş” bu yaklaşımın/ hareketin daha yoldayken, “zafer”e ulaştığında ve “nihai zafer”e doğru ilerlediğini iddia ederken, kendi içinden bir muktedir, ezen ve aşağılayan zümre türeterek kurumsallaşmış olması, bunu zorunluluk hatta gereklilik kipinde algılayabilir oluşudur. Bu sayıda yer alan yazıların bazılarında, İslamiyetin yoksulların, ezilenlerin dini olduğunu savunarak kurulu düzenlere, kurumsallaşmış İslama isyan edenlerin de benzer bir sondan kurtalamadıklarına değiniliyor.

O halde “neden böyle oluyor” sorusuna odaklaşılmadığı takdirde bu diyalog-tartışmanın fazla bir anlamı yoktur.

Dolayısıyla bu platformu, mağlupların, “ezelden beri aynı akıbete uğramış” olanların dertleştikleri, içlerini döktükleri bir mecra olarak düşünemeyiz. Eğer “neden böyle oluyor” sorusu, tartışma-diyaloğun ekseninde, en hayatî soru olarak ortakça sorulacak ise verilecek cevap, “her iki taraf”ın şimdiye dek o soruya ilişkin yaptıkları açıklamaları, ileri sürdükleri argümanları birbirlerinin kullanımına açtıkları, bunların bitiştirilme biçimlerinden hangisi üzerinde uzlaşabileceklerini araştıran bir platform da olmamalıdır. Çünkü buradan hangi kritik noktada biteceği bilinmez bir “yol arkadaşlığı”ndan başka bir şey oluşamaz.

Eğer yukarıda en özet, “damardan” biçimiyle sorduğumuz soru, çapı ve derinliğinin gerektirdiği bir önem ve ciddiyetle ele alınacak ise “mütevazı” bir cevapla da yetinmemelidir. Kendi sahip çıktığı adına, diğerinin adını bir sıfat olarak ekleyebileceklerini kabul ederek, uzlaştırmacı bir yaklaşımla bir diyaloğa girenler daha fazlasını ne umar ne de isteyebilirler. Ama o sorunun derin köklerine inmeye kararlı olanlar, işe önce adlarının kaynağından başlamak zorunda olduklarını bileceklerdir. Yani öncelikle dinî ve lâdinîliğin vaktiyle nasıl ayrıştığını, bu ayrışmanın üzerinde cereyan ettiği Tanrı/Allah, kul, insan kavramlarının hem dini/lâdinî zihniyet ayrımının iki yakasında hem de o zihniyet tarzlarının kendi iç ayrımlarında (kabaca sol-sağ diyelim buna) nasıl içeriklendirildiklerin irdelemekle başlamak kaçınılmazdır.

Devam etmek üzere bu noktada kendi –elbette tartışmaya açık– kanaatimizi belirtmek borcumuzdur: Eğer dinî/lâdinî solun bir sentezi olacaksa –ki mümkündür– bu ancak söz konusu temel kavram ve kabulle zeminden başlamak zorundadır. Bu bahiste, sadece hatırlatmak için –avami– tasavvufun aşk, insan-ı kamil ve nihayet “En el Hak” ifadeleri ile sol-sosyalist yaklaşımın bir anlamda “nihai amacı”, tarih potansiyelinin ekseni olan insanın-insanlığın, yapıcı-yaratıcı potansiyelinin diyalektik gelişimiyle sınırsız evrimi fikri arasında çağrışımların olduğu kadar ayrı kulvarlar oluşturmasının iç sebepleri üzerinde yeniden düşünmenin kritik önem taşıyacağını vurgulayalım.

Ayrıca bu yeniden düşünme ihtiyacı, modern ve postmodern çağların asla görmezden gelinemez, olağanüstü zenginlikteki deneyim ve olguları, özellikle de harekete geçirdiği, başatlaştırdığı (bilimsel teknolojik devrimler) dinamikler nedeniyle de zorunluluktur. Söz konusu olguların analizi bahsinde olduğu kadar bilim-teknoloji gibi modern, postmodern çağın başat dinamiklerine “vakıf olma” konusunda “iddialı” bir kürsü, yaklaşım oluşturulamadıkça, böylesi bir “hedef”i olmadıkça bu platformun bir “vicdani tatmin”den öte bir anlamı, değeri de olmayacaktır.

Kanaatimiz odur ki; özetlediğimiz bu yaklaşım ve hedef doğrultusunda konuşmak bizi, şu anda taşıdığımız adların hem yetersizliği hem de halihazır saflaşmayı dağıtan/kesen bir yeni adlandırma ekseni oluşturmanın eşiğine götürebilecektir.

Bu cümleden olarak, son işaret edeceğimiz nokta, gerek sol-sosyalist akım/hareketin gerekse “sol ilahiyat” perspektifinin kendini ezilme, sömürülme, yoksulluk ve aşağılanma hallerinin öznesi olarak adlandırmasının sorunlaştırılması gereğidir. Bu hallerin vicdani-ahlaki isyanımıza neden olması şüphesiz tartışma götürmez ve sonuna kadar sahiplenilmesi gereken bir iç enerji kaynağımızdır. Ama öte yandan bu isyan enerjisinin çıkış koşullarını, o halleri dönüştürmeye yetmediği, hatta o hallere –yeniden ve daha içe işleyen koşullarla– dönmeyi önleyemediği de şimdiye kadarki tarihin defalarca kanıtladığı bir gerçektir.

Dini/lâdinî solun sınavı bu “gerçek” iledir. Eğer modern çağın şafağında, dinlerden daha da iddialı olarak “bugüne kadar felsefenin gerçeği açıklamakla yetindiği ama artık sorunun onu dönüştürmek olduğu”nu söylemenin taşıdığı bir hakikat var ve olmalı ise, o gerçeği dönüştürecek enerjinin nasıl oluşturulabileceği sorusuna yönelmeyen düşünce de düşünce değildir.

O söz, o döneme kadar insani-toplumsal sorunlarımızı içinde düşündüğümüz dinî zihniyet tarzının odağında yer alan ve varlık-varoluş kavrayışımızın temelini oluşturan Tanrı-insan ilişkisinde radikal bir revizyonu esinlendirerek hegemonik hale gelen lâdinî –modern– zihniyetin ufku içinde söylendi. Burada önemli olan Tanrı’nın “sahneden çekilmesi” değildi; Nietzsche’nin vurguladığı üzre “Tanrı’nın ölmesi, öldürülmesi” ise hiç değildi. Eylemli varoluşu geçim araçlarının, organik, ihtiyaçlarının temini faaliyetlerin ile sınırlı, etkinliğinin çapı ve derinliği de bu sınırda dönüp duran “insan”ın yerine, eylemli varoluşunu bunun araç ve yollarını sürekli geliştirip zenginleştiren, dolayısıyla etkinlik alanını da derinleştirip genişleten, bu bahiste “doğaya tabi” olmaktan “doğaya meydan okur” konuma geçen bir “insan” ve insanlık durumunun zuhurudur.

O insanlık durumunun “gelişerek” devam ettiğini pekâlâ söyleyebilirken, o gelişim çizgisinde teşekkül eden insan tipolojisinin, o çizginin niteliklerini içselleştirerek taşıdığını, “gelişme”yi onun şahsımda izleyebildiğimizi söylememiz ise herhalde mümkün değildir.

Modern çağın ortalarında, bunu söyleyebileceğimize dair umutlar özellikle modern sol/sosyalizmin perspektifinde gayet yüksek, canlılığını koruyorken, dinî zihniyet tarzının da çok geçmeden silinip gideceği güvenle ifade edilebiliyordu. Çünkü Tanrı’nın var olmadığını –tıpkı varolduğu gibi– kanıtlamanın kesinlikli bir yolu olmayabilirdi ama dinî zihniyetin öngördüğü eylemli varoluşu ile neredeyse değişmez olan “değişme”si ancak ahlakî boyutta mümkün insan, modern çağla birlikte anakronik olma sürecine girmiş sayılabilirdi. Ama bu, dinî zihniyetin insanın kendi varoluşuna dair sorularına cevap arayışının ihtiyaç duyurduğu Tanrı kavramının “yerine getirdiği” işlevin, buna yüklenmiş anlamların da anakronikleştiği anlamına gelmiyor asla.

Bu anlam ve “işlev”i, yukarıda başlıcalarını özetlediğimiz sorular ve belirlemeler bağlamında ele almaya, önümüzdeki sayıdan itibaren başlayacağız.