Yolsuzluk ve Sinizm

17 Aralık ‘Oparasyonu’ ve sonrasındaki hercümercin esas olayı, yolsuzluk olmayabilir tabii. Yolsuzluk olayı sadece bir vesile olmuş olabilir, araçsallaştırılmış olabilir; vesile olduğu politik harbin gölgesi başka her şeyin üzerini örtecek kadar büyük olabilir. Ama yolsuzluk diye bir olay, böyle bir konu da yok mudur?

VATANDAŞ SİNİZMİ: “YİYOR AMA ÇALIŞIYOR”

17 Aralık’tan sadece on beş gün önce, CHP İstanbul milletvekili Aykut Erdoğdu Ziraat Bankası’nın kendi müfettişlerinin “batar” raporuna rağmen bir sermaye grubuna 270 milyon avroluk bir krediyi kullandırıp batırtmasının hikâyesini Meclis’te herkesin anlayabileceği bir dille anlatmış, hatta bir AKP milletvekili de Meclis komisyonunda Banka yönetimini eleştirmiş, fakat bu skandal medyada küçük bir haber olmaktan ileri gitmemiş, infial yaratmamıştı. Bu hikâyenin yüzüne tebliğ edildiği sorumlu bakan kös kös dinlemiş, ne o ne de bir başkası “Yolsuzluk varsa tabii hep beraber üzerine gidelim” demişti. Türkiye kamuoyu denen jel organizmanın, yolsuzluğu, gerçekten ancak başka bir davayla birleştiği zaman, gerçekten ancak bir başka krizin vesilesi olduğu zaman mı önemsediğini düşündürmeli bu bize?

Endüstriyel medyanın yolsuzluk vakalarını büyütmeye olan ilgisinin veya ilgisizliğinin, politik güç dengeleriyle ve kendisinin o denklemdeki yeriyle kayıtlı olduğu kesindir. Kendisi de o alışverişin içindedir çünkü. Peki ya “vatandaşlar”? Onlar da bir ucundan bu alışverişin içinde değil midir? Kamusal yetki sahiplerinin nüfuzlarını kullanarak çıkar sağlamaları (irtikap), kayıt dışı ekonomik etkinliklerin, vergilendirilmemenin, fiilî tenzilat ve göz yummaların üst düzeydeki mütekabili ve karşılığıdır. Rüşvet, irtikap, kayırma vs. klientalizmin zımnî pazarlıklarının enstrümanlarıdır–saygınlıkları da borsa enstrümanlarından çok daha düşük değildir aslında.

“Yiyor ama çalışıyor” düsturunun, telaffuzu bu kadar kolay ve bu kadar harcıâlem bir bilgelik tahtında oturması, bundan... Şimdilerdeki rol karmaşası, bu anonim ve kayıt dışı halk bilgeliğinin, iktidar namına konuşan aydın zümresi tarafından zimmete geçirilmesinden: “Yiyor ama çalışıyor”un, bir iç ve dış politika hatta bir global vizyon ‘argümanı’ olarak kullanılması, kuşkusuz yenidir.

İktidarın yolsuzluk suçlamalarına gösterdiği şiddetli tepkinin özel sebebi, bunların ortaya dökülmesini, Gülen Cemaatinin devlete nüfuz stratejisinin oluşturduğu –tabii ki büsbütün yersiz olmayan– tehdidin kuvveden fiile çıktığı bir merhale saymasıydı. Bir de genel sebep vardır: Bir iktidarın yolsuzluklarının ortaya dökülebilmesi, onun muktedir olmaktan çıkmaya başladığının, üzerinde durduğu güç ittifaklarının sarsıldığının alâmetidir. AKP iktidarını hiddetlendiren, bu algının doğmuş olmasıdır. İktidarsız görünmek, müstekbir için büyük hakarettir. Ayrıca, bizzat bu algı, seçmen kitlesi içindeki o kocaman yüzergezerler fraksiyonunun yüzünü yeni iktidar namzetlerine döndürmesine yol açabilecektir.

Buradan yine “vatandaşlara” gelelim. “Yiyor ama çalışıyor”dan “Dünyayı yediler doymadılar”a dönüşün gizemli eşiğinde, demokratik hınç harekete geçer.[1] Yolsuzluğun aşikâr hale gelmesi, kamuoyuna mal olması, resmen konuşulmaya başlaması, iktidara dokunulmazlığını kaybettirirken, her nevi vekâleteve aracılığa karşı tepkileri seferber eder (“hepsi hırsız değil mi!”). Politikacı zümresine kaşların çatıldığı bu demokratik hınç anlarında kamuoyu, radikal, anarşizan tepkilerden tümüyle politikaya kahreden bir ahlakçı popülizm arasında salınır.

Bu salınım anları, sol için önemli olmalı. Yolsuzluğun ortaya saçılmasının vesilesini oluşturan güç mücadelesi kadar, yolsuzluk algısı, yolsuzluk olayının anlamı üzerine konuşmak da önemli olmalı.

SOL SİNİZM: KAPİTALİZM, ZATEN YİYİCİDİR

Buradaki engelimiz, yine sinizmdir. Bertolt Brecht’in nefis sözünü bilmeyen var mı? Bir banka kurmanın yanında bir banka soymak nedir ki? Kapitalizmin zaten soygun olduğunu bilince, yolsuzluklara kayıtsız kalabilirsiniz. Banka kuranlar bir de o bankayı soymaya kalkıştığında bile, şaşırmamaya talimlisinizdir. Öyle ya, yolsuzluklara kahretmek, nizamî işleyen doğru düzgün bir kapitalizmi onaylamak anlamına gelmez mi?

Peki, “normal”, nizamî bir kapitalizmi hiç gören oldu mu? Dickens okursanız, İngiltere’deki nümunelik tarihsel seyrinde bile öyle olmadığını görürsünüz. “Çok mal talansız olmaz...” diyen Türk halk hikmeti, barbar ekonomisini anlatır gerçi ama kapitalizmin, bütün tarihsel tahakküm biçimlerini eklemleme kabiliyetini haiz olduğunu da unutmayalım. Ekonomi dışı zor, yağma, köle emeği, çocuk emeği, kadının görünmez emeği, kapitalizmin global gelişmesinin olmazsa olmaz kaynaklarıydılar; sistemin ‘kurucu dışarısı’ işlevi gördüler. Kapitalizmin işleyişini bazen neredeyse ‘otomatik’ bir düzen gibi tasarlanmaya müsait biçimde teorileştiren Marx, sermayenin % 100 kâr gördüğü yerde bütün beşerî yasaları ayaklar altına alacağını, % 300 kâr yapma imkânı varsa darağacını da göze alarak işlemeyeceği cinayet olmayacağını söylememiş miydi? Kapitalizmin olabildiği kadar ‘nizama’, kısıt altına girmesi, pek çok durumda anti-kapitalist mücadeleyle mümkün olabildi. Tabii sistemin kendi rasyonelleriyle de buluşarak oldu bu, fakat hiçbir zaman kendiliğinden olmadı.

Birinci Dünya Savaşının hemen arifesinde, Alman Sosyal Demokrat Partisinin sol kanadından Karl Liebknecht, Krupp tröstünün ordu ve bürokrasiyle el altından iş tuttuğunu ortaya çıkarmak için canla başla uğraşmıştı. Savaşın sonunda Rosa Luxemburg’la birlikte Komünist Parti’ye önderlik edecek olan adamdı bu; kapitalizme de militarizme de savaşa da karşıydı, savaşın büyük sermaye için bir ‘iş’ olduğunu ve bu ‘işin’ askerî-bürokratik aygıtla iç içe geliştiğini pekâlâ biliyordu. Fakat ‘zaten sistem böyledir’ demedi, bu yolsuzluğu örtme çabalarına direndi, çabaladı ve neticede bazı yöneticilerin yargılanmasını sağladı. (Hatta bir Krupp yöneticisi onu düelloya davet etmiş!)

NEO-LİBERAL ÇAĞDA YOLSUZLUK

Kapitalizmin tarihinde görece demokratik kontrole tabi olduğu dönem, İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyal refah devleti dönemidir. Sosyalizm fikrinin-hareketinin ve reel-sosyalist sistemin oluşturduğu tehdit, hem ‘dikkat etmeyi’, hem de işlenmiş dikkatsizliklerin açığa vurulmamasını gerektiriyordu.

Bu tehdidin ortadan kalktığı son yirmi yılda, gerçi sistemin alternatifsiz sayılmasının, “tarihin sonu” rehavetine girmesinin rahatlığıyla, yolsuzluk vakalarının çekincesizce skandallaştırıldığını da gördük. Mesela İtalya’da meşhur “Temiz Eller” operasyonu, Soğuk Savaş’ın bitişinin sağladığı “huzur ve güven ortamı” sayesinde mümkün oldu. Bu gibi operasyonlar ayrıca kapitalizmin rasyonel nizamını ve ahlâkî ekonomisini kurmasının adımları olarak kutlandılar.

Fakat neo-liberalizmin ahlâkî ekonomisi, kendine göre bir kamusal çıkar kaygısını gözeten ‘eski’ liberalizminkinden farklıdır. Burada büyük ahlâksızlık, kârın ve verimliliğin ekonomi-dışı mülahazalarla sınırlanmasıdır; ekonomi-dışı aklın ekonomiye müdahalesidir. Politika, son yirmi-otuz yıldaki dönüşümüyle, bu ahlâkî ekonomiyi kabullenmiştir. Politikanın teknikleşmesi ve ekonomiye ilişkin söz hakkını iyice kaybetmesi, ekonominin şeffaflıktan ve sorgulanabilirlikten uzaklaşmasının ilk üzerinde durulacak yapısal nedenidir. Bu zeminde yolsuzluk, pek zahmet çekmeden business sınıfına girer.

Neo-liberal çağda yolsuzluğun normalleşmesi istidadı yaratan bir başka yapısal etken, malî sermayenin genleşmesidir. Malî spekülasyonların ölçeğinin büyümesi ve kontrol edilmesinin güçleşmesi, cazip yan yollar, arka yollar açar ve tahrik eder!

Özelleştirme furyasını da belirtmek gerekir. Özelleştirme süreçleri, bilhassa reel-sosyalist veya merkeziyetçi devlet yapılarında, “müteşebbislerle” politik-bürokratik elit arasındaki ilişki ağlarını her zamankinden daha değerli kıldı, kayırma ekonomisinin ölçeği olağanüstü büyüdü. Cronycapitalism terimini icat ettiler: dostlar arasında kapitalizm, eş-dost kapitalizmi. Salgına benzetilen yolsuzluğun daha önce devletin merkeziyetçiliğine bağlandığı Hindistan’da, özelleştirmeler yolsuzluğu katladı. Tabii bunun şahikası, memleketin en büyük holdinginin (Gazprom) açık açık yasal kayırmayla kurulduğu Rusya’dır. Neo-liberalizmin rasyonalitesi içinde, iş yapmak, ekonomiyi hareketlendirmek, (ileride demokrasinin de teminatı olması umulan!) bir burjuvazi yaratmak uğruna, güzel hareketlerdi bunlar.

Kapitalizm, sadece Rusya gibi yeni iştirakçilerinde değil, tümüyle yolsuzluğa en açık olduğu devirlerinden birini yaşarken, sistemin uzun vadeli ve genel meşruiyeti adına bu gidişten rahatsız olanlar da vardır. Dünya Bankası 1996’da yolsuzluğu dünya ekonomisinin temel sorunlarından biri olarak kabul etti. 2011’de büyümenin önündeki en büyük engel olan yolsuzlukla etkin mücadele yürütmenin, kişi başına geliri dört katına kadar arttırabileceğine dair bir hesap ortaya koydu. 1993’te Dünya Bankası’nın bu konudaki duyarsızlığına tepki duyan eski uzmanların girişimiyle kurulan, hükümetler dışı bir örgüt olan Uluslararası Şeffaflık (Transparency International) kuruluşu, bir Af Örgütü prestiji edinmeye çalışıyor. (Bu örgütün hazırladığı dünya yolsuzluk/yozluk ölçeğinde Türkiye 177 ülke arasında 53. sırada yer alıyor. Gelişme var. 1998’de 54. sıradaydı!)

YOLSUZLUKLA MÜCADELE HAREKETİ - HİNDİSTAN ÖRNEĞİ

Yolsuzlukla mücadelenin, yargı, iktisat bürokrasisi ve parlamento siyasetinin dışında da politik mücadelenin konusu olmasının etkileyici bir örneğini Hindistan’da görebiliriz.

Hindistan dünya yolsuzluk ölçeğinde el’an 94. sırada bulunuyor. Yolsuzluğun, özelleştirmelerin yeteri cüretle yürütülmemesine bağlandığı dönemde, 1990’ların ikinci yarısında 72. sıradaydı. Ülkede uzun zamandır yolsuzlukla mücadeleye hasredilmiş birçok düzenli izleme faaliyeti, kampanya yürütülüyor. Kendini bu davaya adamış bir Gandici olan Anna Hazare’ın 1991’de başlattığı “Yolsuzluğa Karşı Halk Hareketi”, kendisinin 2011’de yaptığı açlık grevinden sonra, bir kitleselleşme dalgası yaşadı. Onun tutuklanması üzerine daha da büyüyen hareket, yolsuzluğu izleme, cezalandırma ve şeffaflıkla ilgili bir kısım yasal iyileştirmeler elde etmeyi başardı. Hindistan’daki yolsuzluk karşıtı hareket, ağırlıkla tahsilli vasıflı orta sınıflara dayanan bir hareket; yolsuzluğun global kapitalizme eklemlenmeye sekte vurduğunu düşünen modern orta sınıfların rahatsızlığını temsil ediyor. Genel olarak politikaya kuşkuyla bakan muhafazakâr kesimlerden de destek alıyorlar. Hind solcuları, bu yanlarından rahatsızlık duydukları ama önemsedikleri yolsuzluk karşıtı hareketle, genellikle tahripkâr “kalkınma” projelerine karşı seferber olan ve anti-kapitalist ‘duygular’ taşıyan (bizdeki HES-karşıtı muhalefete benzetilebilir) geleneksel köylü hareketleri arasında bir temas kurabilmenin yollarını arıyorlar.

Yolsuzluğa Karşı Halk Hareketi’nden çıkan “Basit Adamın Partisi”, bundan bir buçuk ay kadar önce, Yeni Delhi’nin bulunduğu eyalette birinci parti seçildi ve partinin lideri Arvind Kejriwal Hindu milliyetçilerine karşı Kongre Partisi’yle koalisyon yaparak başbakan oldu. Kejrival partisini Yolsuzluk Karşıtı Parti’ye dönüştürmeyi tasarlıyor; sol eylemciler ve entelektüeller, böyle bir partinin, aradıkları toplumsal-sınıfsal ittifakın gerçekleştirileceği çatı olabileceğini tartışıyorlar.

YOLSUZLUK KARŞISINDA SOL

Hindistan örneği, belki uzak bir ilhamdır. Olsun; sol açısından, yolsuzluklar karşısında sinizmin rehavetine kapılmamak için yeterince sebep var.

İlk ve zaten en sevilen (fazla sevilen) sebep, teşhirdir. Yolsuzluk vakaları, hakim sınıfların, “işadamlarının”, “müteşebbislerin” yaldızlarını döker. Sermayenin namusunu öğreniriz. Bu yazıda da konuştuk, kapitalizmin ikili ahlâkını (o da iyi ihtimalle!) açık seçik görürüz.

Orada kalmamalı ama. Yolsuzluklar sayesinde, o ikili ahlâkın kurucu ilkesi olan ve politikanın yozlaştırıcı elini iktisadiyata karışmaktan men eden söyleme, bizzat sistemin uymadığını görürüz. Neo-liberal ideoloji, bu vesileyi, politika-ekonomi ilişkisini sahiden, vallahi billahi kesmeye ant içmek için fırsat bilir. Bizse, politikanın iktisada başka türlü karışması gerektiğini konuşmaya buradan başlayabiliriz. İktisat aklına karşı politik aklı savunmaya buradan başlayabiliriz.

Yaklaşık iki ay önce, Brezilya’da (dünya yolsuzluk ölçeğinde 72. sıradadır) eski Cumhurbaşkanı Lula’nın sağ kolu sayılan adamın da dahil olduğu 12 politikacı ve bürokrat rüşvet suçundan mahkum oldular. (Aylık 12 bin dolarlık düzenli maaşa dönüşmüş bir rüşvet sisteminden söz ediliyor.) Onlar gibi İşçi Partili olan yeni Cumhurbaşkanı Dilma Rousseff, bu hüküm üzerine yaptığı kısa açıklamada cumhuriyet kelimesinin Latince “kamunun işleri” anlamına geldiğini hatırlattı, kamusal çıkarı gözetmenin, kamu mallarını ve kaynaklarını koruyup kollamanın, yolsuzluğa engel olmanın anayasal görev olduğunu söyledi. Evet, müşterek üretimimiz ve her halükârda müşterek ihtiyacımız olan ortak kaynaklara mukayyet olmak, bir topluluğu toplum haline getiren temeli oluşturur. Onun için, “tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemek”, topluma, toplum olma iradesine karşı işlenmiş suçtur. Yolsuzluk karşısındaki infial, bunu hatırlattığı oranda, adalet ve eşitlik talebinin mayası yapıldığı oranda, nafile bir söylenme olmaktan çıkarılabilir.

Kamu bütçesinin ciddi bir kısmının Sayıştay denetiminden ‘bile’ kaçırıldığı bir memlekette, yolsuzluk, hiç de süfli bir konu olmamalı...


[1] Tocqueville’den ilhamla bu kavramı hatırlattığı için Serdar Tekin’e teşekkür borçluyum.