Devlet kompleksi: Dumrul’un öksüz ve yetimleri (III)

ERGENEKON YURDUN ADI

Bu yazı dizisinin önceki bölümlerinde etrafta efsanevi kahramanların ve onlardan izler taşıyan ecdad figürlerinin gezinmeye başlamasının pek de hayra alamet olmayabileceğinden söz etmiştim. Zira efsanevi kahramanlar, aklımıza ve dilimize her zamankinden sık düşmeye başladıklarında henüz idrak edemediğimiz ancak ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaya ayarlı bilinçaltımızın kaygıyla sezmeye başladığı tehlikeli bir örüntünün uç verdiğinin habercisi olabilirler. Kendimizi orta yerinde buluverdiğimiz hal, ancak o olağanüstü kahramanların üstesinden gelebileceği türden bir badire olabilir. Uç veren o örüntü heveslerimizin ve hırslarımızın bizi götürdüğü bir felaket de olabilir; varlığını ya da boyutlarını henüz fark etmediğimiz, belki de inkâr ettiğimiz bir yıkım da. O efsanevi kahramanlar heveslerimizin yol göstericisi ya da felaketlerin def edicisi imiş gibi görünebilirler gözümüze. Her iki durumda da olağanüstü güçleriyle bizi kendi hikâyemizden alıp hiç de hazırlıklı olmadığımız, hatta kendimizden ummadığımız başka, yabancı, tekinsiz bir masalın içine atabilirler. Öyle ki sondaki kurtuluş hayaline kapılıp yol üzerinde elenenlerden olmamak için gereken tedbiri elden bırakabiliriz. Daha da kötüsü, efsanevi kahramanın gölgesine sığınırken her birimizde mevcut olan karanlık maiyi bengisu zannedebiliriz. Kendi hikâyemizle gönle düşen kahramanın trajedisi arasında buluverdiğimiz benzerlik, masalın nihayetinde illaki bir çıkış olduğu, o çıkışın da kahramana fetih yollarını açan istikamette olduğu yolundaki göz aldanmasının önkoşulu ve hazırlayıcısı olabilir. Efsanenin sonundaki kurtuluşu arzu ettiğimiz için mi o trajediye talip oluruz yoksa içine şu ya da bu şekilde düşüverdiğimiz trajedinin menzili o kurtuluştur diye umut ettiğimiz için mi? Kim bilir?

MECAZIN DOZU

Tekil hikâyelerimizle efsane, masal, menkıbe kahramanları arasında kurduğumuz bu türlü özdeşlik oyunları gayet yol gösterici olabilir.[1] Çünkü yaşadığımız zorluğun, başımıza gelenlerin, dâhil olduğumuz öykünün bir anlam kazanmasını sağlar; şu yalan dünyada cefasını çektiğimiz hayatın boşu boşuna yüklenilmiş acılardan, başa gelen sebepsiz kötülüklerden ibaret olmadığını gösterir. Hep kötü şeyler mi olacak? İyi bir şeyler olduğunda şımarmayıp efendice mutlu olmanın yolları da masallarla, efsanelerle, menkıbelerle aktarılır. Bu anlatılarla mecazlama yoluyla irtibatlanırız. Mecazlamanın aracı ille de masallar ve efsaneler olmak zorunda değil elbette, bir şekilde karşılaştığımız her türlü örüntü mecazlamanın konusu olabilir. Saydam şöyle tarif ediyor mecazlamayı:[2]

Mecazlama, yakın olanı uzakla, bilindiği bilinmedikle özdeşleştirerek / benzeterek ve dolayısıyla tanı(mla)yarak, bildikten bilinmeyene “arayı örer; ayrılığı kapatır. Mecaz, bir yaşantının edinilmiş deneyimini, karşılaşan yeni bir duruma atan analoji köprüsüdür. Her yeni mecazlama bizi çıktığımız noktadan daha uzağa atar; orijinal olana yabancılaşırız belki/muhakkak; ama bu sayede dünyamız genişler/biz genişleriz. İlaveten, “mecaz”ın kurgusal çekirdeği, yani her şeyin her şeye, herkesin herkese uyarlanabileceği varsayımı, özde bir-ve-aynı olma temelli bütünlük ve gerçeklik ümidini canlı tutacaktır.[3]

Peki, bir topluluk kendi anlamını bir mecazda bulmaya başladığında ne olur? Topluluğa ne olur? Mecaza ve anlamına ne olur? Pek çok ihtimalden bahsedilebilir. Beni bu zihinsel egzersizde ilgilendiren ihtimal ise mecazın topluluğun yerini alması, dahası kadermiş gibi görünmesi. Böyle bir durumda mecaz içine kapanıp anlamını kaybederken, topluluk da gerçeklikle ilişkisini yitirebilir. Böyle bir halde, efsaneler ve kahramanlar müşterek hayatımızın yaşıyormuş gibi yapan gözlemcilerine hatta yol göstericilerine dönüşebilirler. Ama kahramanlar gerçek hayata, onun yerini alarak sızdıklarında efsanelerde durdukları gibi durmazlar. Efsane kahramanlarına, müşterek kurtuluş çarelerinin yol göstericileri gibi muamele edildiğinde, yani mecaz hayatın yerini almaya başladığında işler çığırından çıkabilir. Kişisel öykülerimizi, miras anlatıların kafiyesine uyduran etik/estetik motifler olarak yaşadığımız hayatın manasına derinlik kazandırabilirler. Ama hiç de kahramanca olmayan bir kolaycılıkla hayatlarımızı ellerine teslim ettiğimizde gölgelerine sığınmış, kendi öykümüzden de vazgeçmiş oluruz. O zaman asıl kahramanlık, hikâyemizi onların, ecdadın, âlem-i gaybın bencil, çok yüzlü, tekinsiz gölgesinden ve kör edici ışığından kurtarmak olabilir.

Saydam, Arafdalıklar’da psikomitolojik çözümlemeyi tarif ediyor ve bu türlü analizin işleme ilkelerini, terapist ile terapi gören arasındaki dinamikleri derin bir tecrübeyle gözden geçiriyor. Hatta denilebilir ki, bu kitap psikomitolojik çözümlemeye merak saranlar için Türkçe dilinin tarihsel/toplumsal/kültürel bağlamına uyarlayan bir rehber niteliği taşıyor. Burada geliştirmeye çalıştığım kritik, bu çözümlemenin işaret ettiği mitolojiye –aslında yalnız mitolojiye değil kendimizin olmayan tüm hikâyelere– referans veren mecazlamanın bireysel, tekil düzeyde nasıl işlediği ile ilgili değil. Şüphesiz hepimiz bildiğimiz masallarda kendimizi yansıtacak pek çok ayrıntı bulur, mecazlama yoluyla dünyadaki yerimizi tespit etmeye çalışırız. Kâh çıkarız gökyüzüne seyrederiz âlemi, kâh ineriz yeryüzüne seyreder alem bizi. Bu yazı dizisinde psikanalizin bu çözümleme tekniğinin işleyişi itibariyle tekil öyküler için kullandığı kimi kavramları içine sığıştığımız “devlet kompleksi”ni oluşturan müşterek hissiyatı tarif etmek için kullansam da derdim müşterek psikolojimizi analiz etmek değil. Bu zaten haddim de değil.

Asıl meselem bu efsanelerin bir ulus/millet kimliği yaratmak üzere ısrarla kullanılmasının, kriz dönemlerinde gölgesine sığındığımız bayrak olsunlar diye önümüze konmalarının yarattığı herkes tarafından istenmeyebilecek sonuçlara dikkat çekmek.[4] Önceki bölümlerde ifade etmeye çalıştığım gibi, her efsane, masal, mitolojik öykünün ışıklı ve gölgeli iki yüzü var. Üstelik bir öyküye ışığıyla yansıyan bir motif, başka bir öyküye gölge edebilir. Tekil öyküler içinde bunlarla yüzleşmek pekâlâ mümkün. Ancak aynı öyküler, ulusal anlatılara dönüşüp müşterek ve standart bir mecaza evrildiklerinde birbiriyle ilişkili iki sonuç verebilirler: 1. Anlatı anlamını yitirebilir, 2. Müşterek tarih, anlamını yitiren o anlatı ölçüsünde sıkışır, daralır, renklerini ve dolayısıyla iştirak edilebilirlik niteliğini kaybedebilir. Böyle bir durumda öykünün her bir ayrıntısı yeni bir kavganın müsebbibi olacağı gibi, aslında bize yol gösterici olsun diye seçilen kahraman da zalime dönüşebilir.

Mete ve Oğuz efsanelerinde anlatılan baba-oğul ilişkisinin dinamiğini bir ulusun menkıbesine dönüştürmenin yaratabileceği gölgeli alanlara dikkat çekmeye çalışmıştım. Baba, oğulun canına kastederek öldürülmeyi hak ediyor, ancak bu yolla aynı zamanda, kendisini yetim kılan oğulun yasasının/öyküsünün kahramanına dönüşmesi sürecinin de bir parçası oluyordu. Tekil öyküde bu türlü bir çelişki ve çözüm bildiğimiz büyüme ve bireyleşme sürecini tasvir eden bir özdeşlik yaratabilir. Ama aynı efsane, kamuya ait bir televizyondan devletlû bir öykü olarak anlatıldığında anlamı yüzeyselleşir, daralır, yol gösterici niteliği kaybolur ve kahraman Mete/Oğuz ansızın manipülatif bir hayalete dönüşür. Bu şekilde devletlû bir vaazın kıssasına indirgenmiş efsane artık büyümekte olan çocukların mecazlama yoluyla yankılayacakları bir mesel olmaktan da çıkar. Propagandanın, “algı operasyonu”nun, “subliminal oyunlar”ın bir parçası haline gelir. Çünkü kıssanın ima ettiği hisse, insan tekinin bireysel macerası içinde bir çağrışım olmaktan çıkmış, yukarıdan aşağıya dikte edilen normatif bir öğretiye dönüşmüş, böylece değillenmeye, reddedilmeye, hatta alay edilmeye açık hale gelmiştir. İnsan tekinin kendi öyküsüyle yüzleşip ona anlam vermek için bir yankı/yangı odası olarak işlevlenebilecek kapalı, çoktan tamama ermiş ve kanımca tam da bu nedenle anlatılıp aktarılmaya değer görülmüş öykü, adına ulus ya da millet denilen topluluğun kendi içine kapanarak, yani daralıp azalarak sığıştığı bir kundağa dönüşür. O zaman büyümek o kundaktan çıkmakla eşdeğer olur. Ama öykü müşterek olmaktan çıkarılıp devletlû bir forma büründürüldüğünde büyümek, kundaktan çıkmak, bu yolda atılan küçücük bir adım bile atmak ihanete, civcivin çıktığı yumurtanın kabuğunu beğenmemesine (ki dünyanın en doğal halidir, yumurta kabuğuna meftun civcivin yaşama şansı yoktur) şu ya da bu şekilde cezalandırılmaya mahkûm bir suça dönüşür. Müşterek anlatının topluluğun her bir ferdinde ayrı ayrı, herkesin kendi büyüme macerası içinde karşılık bulması ya da bulmaması başka, o fertlere o hikâyelerin bir kök anlatı(sı) olarak vazedilmeleri başkadır. İlkinde o öykü sonsuz kere anlamlandırılmaya açıktır. İkincisinde ise, kendisinden türeyen, şu ya da bu motifinden çıkan, norma dönüştürülmek üzere ateşte kızartılıp örs üzerinde dövülen şu ya da bu manaya indirgenerek dondurulur ve müşterek erişime kapatılır. İl gider, töre kalır. İlsiz töre nerede kalır?

WOTAN’IN LANETİ

Bu nev’i sorulara hayatının bir noktasında verdiği cevabı ölümünden sonra bile damga gibi sırtında taşıyanlardan biri de Carl Gustav Jung olsa gerek. 1936’da yayımladığı “Wotan”[5] başlıklı ünlü denemesinde I. Dünya Savaşı’ndan büyük bir yenilgi ve yıkımla çıkan Almanya’nın nihayet kendine gelmekte olduğunu müjdeler. O esnada “araştırmacı” Jakob Wilhelm Hauer’in Hint ve Aryan mitolojilerine ilişkin çalışmalarına duyduğu ilgi henüz sürmektedir. Hıristiyan bir misyoner olarak yetişen ancak Hindistan’da araştırma yaparken inancını kaybedip orijinal Alman ruhunun peşine düşen Hauer de henüz kurduğu “Alman dini”ni uç noktalara vardırmamıştır.[6]

Jung, henüz savaş çığlıkları atılmaya başlanmasa da yeni ve tuhaf bir halet-i ruhiyenin şekillenmeye başladığı Almanya’da Wotan’ın oynayabileceği rol konusunda ikircikli bir hevese kapılmıştır. Ona göre Hıristiyanlığın aşağılayıp şeytanlaştırdığı Wotan’ın ortalarda, en çok da gençlerin ve entelektüellerin zihinlerinde ve dillerinde birden bire zuhur etmesi, henüz ikincisi yaşanmamış Dünya Savaşı’ndan utanç verici bir yenilgiyle çıkıp derin bir aşağılık kompleksine kapılan Almanya’nın titreyip kendine dönmesinin, kendisiyle barışmasının habercisi olabilir.

Wotan niza çıkaran ve kavgayı kışkırtan, kâh orada kâh burada karşımıza çıkan, sihirbazlık yapan huzursuz bir gezgin. Hıristiyanlık tarafından şeytanlaştırılalı çok olmadı, ama yerel gelenekte maiyetiyle birlikte gezinirken fırtınalı gecenin içinden kalpleri titreterek geçen bir avcı hayaleti gibi solarak yaşamaya devam etti.[7]

Fırtınanın ve gizli hayallerin tanrısı Wotan, –tüm tanrılar gibi– tabiatındaki belirsizliklerle kaimdir.[8] Jung’a göre, Wotan’ın bu çelişkili, efsunlu tabiatı Nasyonal Sosyalizm’i tüm akli mazeretlerden daha iyi açıklar. Almanya, tabiatın dünyayı yöneten akılla sahte bir barıştan fazlasına asla razı olmadığı manevi felaketlerin ülkesidir.

Özerk bir psişik faktör olarak Wotan, kendi tabiatını bir halkın müşterek hayatında yarattığı etkiyle izhar eder. Wotan kendine özgü bir biyolojiye sahip olduğu için tabiatı da insanınkinden farklıdır. Bazen bireyler bu bilinçaltı faktörün karşı konulamaz nüfuzu altına girer. Sakin zamanlarda, Wotan arketipi kimse için gizli bir epilepsiden farklı değildir. 1914’te yetişkin olan Almanlar bugün yaşananları öngörebilir miydi? Bütün bu akıl almaz dönüşümler rüzgâr tanrısının eseri. Yoluna çıkan her şeyi ele geçirir ve o ana kadar kök salmamış her şeyi yok eder. Rüzgâr bir kez esmeye başladığında dışındaki ve içindeki muhkem olmayan her şeyi titretir.[9]

Arketipler sular çekildikten sonra kuruyan nehir yatakları gibidirler, ancak su o yatağı her an yeniden bulabilir. Bir arketip, bengisuyun kendine yüzyıllar boyunca aynı istikamette akarak açtığı bir yol gibidir. Su o yatakta ne kadar uzun süre aktıysa, oraya dönmesi de bir o kadar muhtemeldir.[10]

Ona göre arketipler kitle hareketlerinde tezahür ederler. Bir insan teki böylesi bir akışa kapıldığında kendi üzerindeki kontrolü kaybeder ve arketipin işleyişine teslim olur. Jung yaşadığı dönemde bu arketiplerin dönüşünün hangi tarihsel bağlamda hangi kelimelerle sembolleştirildiklerini de örnekler.

…Milliyetçi tanrı Hristiyanlığa karşı geniş bir cephe savaşı başlattı. Rusya’da adına teknoloji ve bilim dediler, İtalya’da Duçe ve Almanya’da “Alman Dini,” “Alman Hristiyanlığı” ya da Devlet.[11]

Kabile tanrılarının tarihin şafağından sökün ettiği bir zamanda Hauer’in hayatın karanlık güçleriyle tarihi mefkûrelerin ışıklı dünyası arasında bir köprü kurduğunu da söyler. Tedirgin bir övgüyle teşvik ettiği bu çabaya karşı temkini elden bırakmaz yine de.

Peki, daha evvel tecrübe etmediği, kabilenin yaşayan ve sırrına erilmez tanrısıyla karşılaştığında bugünün insanı için kültürün birbirinden tamamen farklı katmanlarından çıkıp gelen geçmişin bütün o güzellikleri nasıl bir mana ifade edecek?[12]

Yaşayan bir tanrının eline düşmenin daima kötü bir kader olarak bilindiğini hatırlatır. O yüzden Wotan’a kapılmış Almanları kurban olarak görmek, onlara tarihin sorumluluğunu vermekten daha gerçekçi olacaktır. Wotan’ın uyanışı geçmişe doğru bir adım atmaktır, bengisu bendini yıkmış, eski yatağına dönmüştür: “Wotan Mimir’in kellesiyle fısılda(maktadı)r.” Bundan sonrasını kimse tahmin edemez.

Gelecek geldikten sonra, 1945’te yani yukarıda alıntıladığım Wotan denemesinin yayımlanmasından yaklaşık on yıl sonra bu defa “Felaketten Sonra” başlıklı bir deneme yayımlar ve kaldığı yerden devam eder Jung. Artık “Wotan Mimir’in kellesiyle fısılda(mıştı)r.” Efsane hükmünü sürmüş, Avrupa harap olmuştur. “İtiraf etmeliyim ki,” der Jung, “Daha önce yazdığım hiçbir metin beni hem ahlaki hem de insani açıdan bu kadar zorlamadı.”

Bu denemenin konusu, Jung’un trajik bir kader olarak gördüğü “müşterek suçluluk” hissiyatı olacaktır. Böylesi bir suçluluk hissiyatı adil olup olmamayı gözetmeksizin herkesi vurur. Üstelik Jung’a göre, merkezinde Almanya’nın ve Almanların olduğu bu suç, yalnızca onlara ait değildir. Artık kimse bu suçtan aklanamaz. Bütün suçlar gibi Almanya’nın işlediği suça da olay yerindeki herkes iştirak etmiştir. Wotan’ın yerini şeytan ya da kötülük almıştır Jung’un bu yeni anlatısında sanki: “Kötülük herhangi bir noktada nesnelerin düzenine müdahil olduğunda, tüm psişik savunma dairemiz kırılır.”[13] Felaket, onu öngöremeyen, şişinerek “yok canım bize olmaz öyle şeyler” diyen “biz”ler hakkında da ipuçları verir. “Biz”i suçta müşterekleştiren tam da bu mütekebbir körlüktür.[14]

Ardından bu müşterek suçu hazırlayan etmenleri sıralar Jung ve devleti çobanlığa nasıl terfi ettirdiğimizi ifşa eder. Kalabalık kentlerde birikmiş, ayağı topraktan kesilmiş, tek yönlü işlerle[15] geçimini sürdürmeye çalışan insanlar kendilerini korumak dâhil bütün sağlıklı içgüdülerden mahrum kalmışlardır. Toprakla[16] ilişkilerini düzenleyen her türlü bağın yerini devlete bağ(ım)lılık almıştır ve bu kötü bir semptomdur.

Devlete bağımlı olmak, herkesin kendisi yerine herkese (devlete) güvenmesi demektir. Her insan hemen yanındakine dayanır ve sahte bir güvenlik hissi geliştirir, havada asılı olan biri kendisi gibi havada asılı duran 10 bin kişiye bağlanmıştır. Tek fark, artık kişinin kendi güvensizliğinin farkında olmamasıdır. Devlete bağımlılığın artması (ilk bakışta) sağlıklı bir semptomdur, milletin her bir ferdinin bereketli bir otlağa gitmek için çobana güvenmek suretiyle bir sürüye irca ettiğini gösterir. (Derken) çobanın değneği bir demir çubuğa, çoban da kurda dönüşür. Megaloman bir psikopat “Tamam, bu iş (mesuliyet) bende” diye ilan ettiğinde, tüm Almanya’nın rahat bir nefes aldığını görmek ne kadar da acıklı bir manzaraydı. (Oysa) hâlâ kendini koruma güdüsüne sahip herhangi biri, kendisini (kendisiyle ilgili) sorumluluktan kurtarmayı vaat eden birinin ancak bir dolandırıcı olabileceğini bilir, çünkü bir kimsenin bir başkasının hayatının sorumluluğunu can-ı gönülden istemeyeceğini bilecek kadar aklı başındadır.[17]

Ardından uzun uzun Hitler’i, Goebbels’i ve Göring’i analiz eder, onların müşterek Alman histeryasının idarecileri olduğunu söyler.[18] Bu histeryanın patolojik bir aşağılık kompleksinin ürünü olduğunu ve açık bir şişinme, kibir olarak tezahür ettiğini anlatır. En önemlisi de, hem bireylerin hem toplumların kendi karanlık yanlarının farkında olmaları gerektiğini vurgular. Histerik itibar psikolojisinin kaynağı, sonsuz bir tanınma (recognition), hayran olunma, yaltaklanılma ve sevilme arzusuna eşlik eden kendini bunlardan hiçbirine layık görmeme hali, yani derin bir aşağılık kompleksidir.

“Çünkü,” der,

Bilmediğimiz öteki taraf büyük bir iç huzursuzluğu yaratır. Kişi kendini bilmez, bir yerde kendini aşağı hisseder ama kimsenin bunu bilmesini istemez ve bu duygu aşağılık kompleksine bir yeni katman olarak eklenir. Bu huzursuzluk histerik itibar psikolojisinin kaynağıdır.[19]

Bütün bunlardan kurtulmanın ve iyileşmenin yolu, Jung’a göre, müşterek suçu kabul etmekle başlar. Ama bu yetmez, “gölgemle nasıl yaşayacağım?” sorusuna da cevap aramak gerekir. Bu soruyu cevaplamak için müthiş bir manevi mücadele vermek gerekecektir, eski reçeteler işe yaramayacak, tekil çareler sonuçsuz kalacaktır. Bu arayış ille de milletin tüm fertlerine mâl olmalıdır. İlle de herkes yeniden doğmaya arzu duymalıdır.[20]

ERGENEKON’DAN ÇIKAMAYIŞ

Ulusal mitlerin ne işe yaradıklarını ya da ne işe yaramak üzere anlatıldıklarını pek çok araştırmacıyla tartıştığı kitabın sonunda, evrensel sosyolojik mekanizmalar olarak gördüğü mitleri mümkün olduğunca geniş bir perspektifle tanımlar Bouchard:

(mitler) çoklu anlamlara sahip müşterek temsillerdir, daha doğrudan söylemek gerekirse, sembollerle ifade edilen bir dizi ideal, inanç ve değerden (nesneler, mekânlar, olaylar ve kişilerden) mürekkeptirler. Bu temsillerin temel niteliği, zihne bir tür kutsallıkla donatılarak empoze edilmeleridir.[21]

Ona göre mitler gerçekle kurgunun birbirine iliştirildiği melez metinlerdir. Yapıları ikirciklidir, sıkı sıkıya bir bağlama çakılıdırlar ama aynı zamanda evrensellik iddiası taşır, toplumsal mekanizmaları ve süreçleri gevşek bağlarla yapılandırırlar. Hissiyat evrenindeki kökleri derindir, bu nedenle handiyse kutsal bir metin gibi saygı görür ve her türden değişime direnirler. Onları sorgulamak, reddetmek ya da değiştirmeye yönelik her girişim, o mitlere aşina olanların sert ve cezalandırıcı tepkisiyle karşılaşır. Dört başı mamur bir mit, kendini empoze eder, kimsenin anlatmak ve inanmak için onu seçmesine ihtiyacı yoktur. Ve nihayet mitler, bireye ve topluluğa çeşitli davranışları dikte eder, belli yönde bir değişime müşterek direnişi ya da uyumu örgütlerler. Bu yüzden en çok da müşterek ülküler arasında çelişkiler belirdiği zaman yeniden doğarlar.[22]

Ayrıca bir hikâyenin mitleşme sürecinin eşzamanlı da olabilecek yedi aşamada gerçekleştiğini öne sürer Bouchard. Birinci aşamada yakın ya da uzak geçmişte yaşanan genellikle talihsiz, travmatik, kimi örnekte pozitif ve gurur verici bir hikâye yeniden yapılandırılır. İkinci aşamada o hikâyeye bir hissiyat iliştirilir ve o hissiyat da bir ethosa tercüme edilir, yani değerlerle, ülkülerle, inançlarla, dünya görüşü ya da alışkanlıkla eşleştirilir. O ethos’u canlı tutacak yani hatırdan çıkarmayacak yinelemeler, mesela ritüeller tasarlanır. Sürekli hatırlanılan ethos kutsanmış olacak, otonom bir hissiyata dönüşecektir. Artık sıra yaygınlaştırmaya gelir, bunun için mit bir retorik araca dönüştürülmelidir. Son aşama ise kanlı-canlı aktörlere bu miti taşıma rolü verilmesidir. Kurumlar, ibadethaneler ve medya kapasiteleri ölçüsünde bu miti müşterek hayatın her bir hücresine serpiştirirler.[23]

Bouchard’ın pratik kategorilerinden bakınca gerek Mete ve Oğuz efsanelerinin gerek Ergenekon’un çok eski zamanlardan bu yana hakkında canhıraş bir rekabetin de söz konusu olduğu bir dizi hegemonik iddianın mitleri olarak çalıştığını söylemek mümkün. Hiçbiri sonradan üretilmiş mitler değiller. Hem anlatılış hem mite tevdi ediliş tarihleri çok eskilere dayanıyor. Fakat bu anlatılarla kurulan ilişkinin kriz anlarında handiyse epileptik ataklar halinde vuku bulduğunu da akılda tutmak gerekiyor. Mete ve Oğuz efsaneleri gibi öksüz ve yetim çocukların hayatta kalma maceralarını anlatan Ergenekon ve onun birkaç yüzyıl erken doğmuş az bilinen ikizi Aşina, bir modern ulus-devletin kök metinleri olarak yeniden işlevlendirilirken orada açıkça duran kimi motifleri itinayla ihmal edilmiş anlatılar. Efsanelere geçmeden hatırlatmak isterim: Tıpkı Mete/Oğuz efsanelerinde olduğu gibi Ergenekon/Aşina efsanelerinde de derdim bu mitin bize kim tarafından niye anlatıldığıyla ilgili. Yani efsaneden yola çıkarak bunu bize anlatanın nasıl biri olduğu ve hangi yaraya çare diye sunduğu sorusunu cevaplamaya çalışacağım ve anlatının vaat ettiği ışıklı kurtuluşun gölgesinde kalmış bazı düğümlere bakacağım.

AŞİNA DESTANI[24]

Göktürkler (T’u-chüeh), eski Hunların (Hsiung-nu) soylarından gelirler ve onların bir koludurlar. Kendileri ise, A-şi-na (A-shih-na) adlı bir aileden türemişlerdir. (Sonradan çoğalarak), ayrı oymaklar halinde yaşamağa başladılar.

Daha sonra Lin adını taşıyan bir memleket tarafından mağlup edildiler. (Mağlubiyetten sonra Göktürkler), bu memleket tarafından soyca öldürüldüler.

(Tamamen öldürülen Göktürkler içinde), yalnızca on yaşında bir çocuk kalmıştı. (Yin memleketinin askerleri, çocuğun çok küçük olduğunu görünce, (ona acımışlar ve) onu öldürmemişlerdi. Yalnızca çocuğun ayaklarını kesmişler ve bir bataklık içindeki otlar arasına bırakarak (gitmişlerdi).

(Bu sırada) çocuğun etrafında dişi bir kurt peyda oldu ve ona et vererek (çocuğu) besledi. Çocuk, bu şekilde büyüdükten sonra da, dişi kurtla karı-koca hayatı yaşamağa başladı. Kurt da çocuktan bu yolla gebe kaldı.

(Göktürkleri mağlub eden ve hepsini kılıçtan geçiren Lin memleketinin) kralı, bu çocuğun hâlâ yaşadığını duydu ve onun da öldürülmesi için askerlerini gönderdi. Çocuğu öldürmek için gelen askerler, kurtla (çocuğu) yan yana gördüler. Askerler kurdu öldürmek istediler. Fakat kurt (onları görünce) hemen kaçtı ve Kao-ch-angn (Turfan) memleketinin kuzeyindeki dağa gitti. Bu dağda derin bir mağara vardı. Mağaranın içinde de büyük bir ova bulunuyordu. Ova, baştan başa ot ve çayırlarla kaplı idi. Çevresi de birkaç yüz milden fazla değildi. Dört yanı, çok dik dağlarla çevrili idi. Kurt, kaçarak bu mağaranın içine girdi ve orada on tane çocuk doğurdu.

Zamanla bu on çocuk büyüdüler ve dışarıdan kızlar getirerek, onlarla evlendiler. Bu suretle evlendikleri kızlar gebe kaldı ve bunların her birinden de bir soy türedi. (İşte Göktürk devletinin kurucularının geldikleri), A-şi-na ailesi de (bu on boydan) biridir.

Onların oğulları ve torunları çoğaldılar ve yavaş yavaş yüz aile haline geldiler. Birkaç nesil geçtikten sonra, hep birlikte mağaradan çıktılar. Ju-ju’lara (yani Juan Juan devletine) tâbi oldular. Altay (Chin-shan) eteklerinde yerleştiler. Bundan sonra da Juan-Juan Devleti’nin demircileri oldular.

ERGENEKON DESTANI[25]

Moğol iline, Oğuz Han soyundan İl Han padişah oldu. Bu sırada Tatarların başında Sevinç Han vardı. Aralarında vuruş çıkmıştı. İl Han daima galip geliyordu. Ergene Kon’daki motifler altıncı yüzyılda Moğolistan Türklerinde, 12. yüzyılda Oğuzlarda, 14. yüzyılda Türklerde ve Moğollarda, 13. yüzyılda ise Uygurlarda görülüyor.

Sevinç Han, Kırgız Hanı’na birçok adamlar ve hediyeler göndererek onu kendi tarafına çekti. Oralardaki kabilelerin en kalabalığı Moğollar olduğundan bütün savaşlarda üstün geliyorlardı. Bütün Türk illerinde Moğol’un oku ötmeyen, kolu yetmeyen bir yer yoktu. Bundan dolayı bütün kabileler Moğol’u kötülerlerdi. Sevinç Han öteki boylara elçiler gönderip birleşmek ve Moğollardan öç almak üzere anlaştı. Hepsi birleşerek Moğol üzerine yürüdüler. Moğollar çadır ve sürülerini bir yere yığıp etrafına hendek kazdılar, beklediler. Sevinç Han geldi.

Vuruş başladı. On gün savaş oldu. On günde de Moğollar üstün geldi. Bunun üzerine Sevinç Han, bütün han ve beylerini topladı. Gizlice görüştüler. Sevinç Han, “Biz bunlara hile yapmazsak işimiz bitiktir” dedi. Ertesi gün tahta çadırlarını kaldırıp kötü mallarını ve birtakım ağırlıklarını bırakarak kaçtılar. Moğollar, güçsüzlükten kaçtıklarını sanarak bunları kovaladılar. Tatarlar dönüp çarpıştılar. Bu sefer Moğollar yenildi. Ordugâhlarına gelinceye kadar onları kestiler. Bütün ordugâhı zaptettiler. Bütün çadırları orada olduğu için Moğollardan bir aile bile kurtulmadı. Büyüklerini kılıçtan geçirdiler; küçüklerin her birini bir kişi tutsak olarak aldı. Tutsak olanlar, efendilerinin boy adını aldılar. Böylece dünyada Moğol’dan eser kalmadı.

Sevinç Han, Moğul’u yağmaladıktan sonra ülkesine dönmüştü.

İl Han’ın oğulları savaşta ölmüşlerdi. Yalnız en küçüğü olan Kıyan kalmıştı. Kıyan, o yıl evlenmişti. İl Han’ın kardeşi oğullarından olan Nüküz de o yıl evlenmişti. Bunların ikisi de aynı bölükten iki kişiye tutsak olmuştu.

Savaştan on gün sonra bir gece atlanıp karılarıyla birlikte kaçtılar. Savaştan önce ordu kurdukları yere geldiler. Düşmandan kaçıp gelen deve, at, öküz ve koyunları orada buldular. Konuşup şöyle dediler: “Burada kalsak bir gün düşmanlarımız bizi bulur, bir kabileye gitsek hepsi de bize düşman. İyisi mi dağlar arasında kimsenin daha yolu düşmemiş olan bir yere gidip oturalım.” Sürülerini sürüp dağlara doğru yürüdüler. Yabani koyunların yürüdüğü bir yolu tutup tırmanarak yüksek bir dağın boğazına vardılar. Oradan tepeye çıkıp öte yana indiler. Oraları iyice gözden geçirdiler. Geldikleri yoldan başka yol olmadığını gördüler. O yol da öyle bir yoldu ki bir deve, bir keçi bin güçlükle yürüyebilirdi. Ayağı biraz sürçse düşer, parçalanırdı. Vardıkları yer geniş ve sonsuz bir ülke idi. İçinde akar sular, kaynaklar, türlü türlü otlar, çayırlar, yemişli ağaçlar, türlü türlü avlar vardı. Bunu görünce Tanrı’ya şükür kıldılar. Kışın mallarının etini yer, derilerini giyer, yazın sütünü içerlerdi. Oraya Ergene Kon adını verdiler. Ergene dağ kemeri, Kon dik demektir. Orası dağın doruğu idi.

Burada Kıyan ve Nüküz’ün oğulları çoğaldı. Kıyan’ın oğulları daha çok oldu. Kıyan’ın oğullarına Kıyat dediler. Nüküz’ün oğullarının bir nicesine Nüküzler, bir nicesine Dürlügin dediler. Kıyan diye, dağdan şiddetle ve hızla inen sele derler. İl Han’ın oğlu güçlü ve tez bir kişi olduğundan ona bu adı vermişlerdi. Kıyat, Kıyan’ın çokluğudur. Bu ikisinin soyları uzun bir süre Ergene Kon’da kaldı. Çoğaldıkça çoğaldılar. Boy boy oldular. Her aile uruk adıyla bir oymak teşkil etti.

Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki artık oralara sığmadılar. Bunun üzerine toplandılar ve konuştular. “Atalarımızdan işitirdik, Ergene Kon’un dışında geniş ve güzel bir ülke varmış. Atalarımız orada otururlarmış. Tatar baş olup öteki boylarla birlikte bizim uruğumuzu kırmış, yurdumuzu almış. Artık Tanrı’ya şükür, düşmandan korkarak dağda kapanıp kalacak durumda değiliz. Bir yol bularak bu dağdan göçüp çıkalım. Bize dost olanla görüşür, düşman olanla güreşiriz,” dediler. Hepsi bu düşünceyi beğendi. Çıkmaya yol aradılar. Bir türlü bulamadılar. Bir demirci, “Ben bir yer gördüm, orada bir demir madeni var. Sanıyorum ki bir kattır. Onu eritirsek yol buluruz,” dedi. Gidip orayı gördüler; demircinin sözünü uygun buldular.

Millete odun ve kömür vergisi saldılar. Herkes vergisini getirdi. Dağın böğründeki çatlağa bir sıra odun, bir sıra kömür dizdiler. Dağın tepesine ve öteki yanlarına da odun ve kömür yığdıktan sonra deriden yetmiş körük yaptılar, yetmiş yere koydular. Ateşlediler; hepsini birden körüklediler. Tanrı’nın gücüyle demir eridi. Bir yüklü deve geçecek kadar yol açıldı. O ayı, o günü, o saati belleyip dışarı çıktılar. İşte o gün Moğollarca bayram sayıldı. O günden beri kurtuluş gününde bayram yaparlar. O gün bir demir parçasını ateşte kızdırırlar. Demir kıpkırmızı olunca önce han, demiri kıskaçla tutup örsün üstüne koyar, çekiçle vurur. Sonra bütün beyler de böyle yapar. Bu günü çok değerli sayarak zindandan çıkıp ata yurduna geldiğimiz gün derler.

Ergene Kon’dan çıktıklarında Moğolların padişahı Kıyan soyundan, Korlas uruğundan Börte Çene idi. Bütün boylara elçiler göndererek Ergene Kon’dan çıktıklarını bildirdi. Boyların kimi sevindi, kimi yerindi. Tatarlar ise bunların üzerine yürüdü. Saf bağlandı, savaş oldu. Moğollar yendiler. Tatarların büyüklerini kılıçtan geçirdiler, küçüklerini tutsak ettiler. Böylece dört yüz yıl sonra kanlarını aldılar, mallarını zaptettiler ve ana yurtlarında oturdular. O yurtta oturan Türk boyları içinde Tatar’dan güçlüsü yoktu. Moğollar onları kırınca artık oradaki boyların en güçlüsü ve başı Moğollar oldu. Hatta kimi uruklar Moğol olmadıkları halde, Moğol’uz diyerek onlarla birleşti.

Aşina Destanı, düşmanın merhametine “maruz kalmış,” sakatlanarak göl kenarına atılmış, ardından bir dişi kurdun (tabiatın/kültün) hamiyetiyle hayatta kalmış ve üremiş bir çocuğun bir dişi kurdun rahminde olgunlaşıp doğan çocuklarının, yok edilmiş bir uruğa, onu “dışardan kızlarla” (el kızlarıyla) melezleyerek hayat verdikleri bir hikâye. Bu zavallı çocuğun ne hayatta kalmasını ne de soyunu sürdürmesini sağlayan kendi iradesi. Hayatta kalması, önce düşmanın acıması sonra dişi kurdun merhameti sayesinde mümkün olur. Öksüz, yetim ve isimsiz çocuk, uruğun hayatiyetini kendisine de (üvey) analık eden kurdun rahminde dölledikten sonra geride bırakılacak, efsanenin devamında anılmayacaktır. Ondan doğanların en küçüğü Aşina[26] adını alır ve uruğun yeni lideri olur. Elbette Juan Juan’ların demirci hizmetkârları olarak kalmayacaktır Aşina’nın evlatları. Orada da çoğalacak, hak ettikleri saygıyı görmediklerini fark ettiklerinde ve sabırları taştığında ayaklanarak Juan Juan devletini yıkıp kendi devletlerini kuracaklardır.[27]

Ergenekon Destanı, Aşina’ya oranla daha olgunlaşmış, karmaşıklaşmış, tabiattan (tabiatın ruhlarından) biraz daha kopmak suretiyle görece dünyevileşmiş bir anlatı. Koruyan, kollanan ve rahminde döllenilen dişi kurt yerini hikâyenin sonunda kurt adlı ya da lakaplı erkek bir lidere bırakıyor. Fakat onun öncesinde daha kalabalıklaşmış, düşman tarafından yetim ve öksüz bırakılsalar da, soylarını kimseyle melezlenmeden sürdürecek yeterlikte kurtulan, yalnızca erkeklerin isim sahibi olduğu bir hikâye var elimizde. Bu öykülerin en ortaklaşan motifleri ise anlattıkları cennet yurdun/mekânın dönüşümü: İlkinde dişi kurdun rahminde gidiyorlar o yere, ikincisinde ise kendileri akıl ederek bizzat arıyor, risk alarak yerleşiyor ve orada çoğaldıktan sonra yine kendi iradeleriyle o cenneti terk ediyorlar. Aşina’da orası bir dağın içindeki derin bir mağara olarak tarif ediliyor, ikincisinde ise daracık bir keçi yolundan varılan hayat dolu bir vadi. Fakat ne olsa soy kalabalıklaşınca sığılmıyor oraya, taşmak elzem oluyor. İkincisinde başlangıçta saklı bir cennet gibi tasvir edilen vadinin, 400 yılın sonunda bir zindan hissiyatı yaratması pek mühim bir ayrıntı. Zindanın dışında bir hayat olduğunu gene atalarından öğreniyorlar, yani atalarının topraklarını, onlardan daha evvel yaşamış daha ihtiyar ataların topraklarına dönmek için terk ediyorlar. Ata yurda duydukları arzu ile dağları yırtıyor, enginlere sığmıyor, taşıyorlar.[28]

İçinden vergi gelirleriyle[29] çatılmış ocakta 70 körüğün üflediği bir büyük ateşle sınırları eritilip yırtılarak çıkılan bu dağ silsilesi, efsaneyi sahiplenenlerle vadinin dışında kalan, dolayısıyla o çıkışa şahit olanlar arasındaki ilişkiyi de belirlemiştir mutlaka. Nitekim tek tanrılı dinlerin kıyamet habercisi olarak andıkları Ye’cûc ve Me’cûc efsanesiyle Türklerin dünyaya yeniden doğuş efsanesi arasında bağ kurmakta gecikmemiş şahitler. Türklere isnat edilen efsanelerde bu kavmin Nuh Peygamber’in oğullarından Yafes’in soyundan geldikleri, aynı Yafes’in Ye’cûc ve Me’cûc’un da babası olarak anıldığı malum.[30] Ögel, Ergenekon Efsanesi’ne ayırdığı bölümün sonunda Ye’cûc Seddi’ne[31] de yer vererek, Orta Asya’daki demir dağları eriterek dünyaya yayılan kavim motifinin, Ortadoğu kavimlerinde bir felaket haberi olarak ikrar edildiğine dikkat çekiyor:

Hemen her kutsal kitapta geçen bu Ye’cûc ve Me’cûc efsanesine ters tarafından bakılınca, Türk ve Moğolların Ergenekon efsanelerini hatırlamamanın imkânı yoktur. Bunlar nihayet, insan muhayyelesinin bazı fantazilerinden başka bir şey değillerdi. Bu dış benzerliklere bakarak büyük sonuçlara varmak, elbette ki, doğru olmayacaktır. Önasyalılarla Avrupalılar Türkleri, herhalde Ye’cûc ve Me’cûc kavimlerinden biri olarak saymışlardı. Fakat Türkler bunu kabul etmemişlerdi. Nitekim Kaşgarlı Mahmud’un kitabında Ye’cûc ve Me’cûc seddi, Çin Seddi olarak gösterilmekte idi.[32]

Türklerin Ye’cûc ve Me’cûc olduğundan en emin görünen kişi ise Antiochia Kilisesi başrahibi Süryani Michael (Michael Syrus, ölümü 1199). Yazdığı kronikte yaşadığı dönemin olaylarını ve tabii ki Türklerin İran, Suriye ve Anadolu coğrafyasına hâkim oluşlarının hikâyesini de aktarıyor. Ayrıca Türklerin, “Yeryüzünün Memeleri” diye adlandırılan bir dağ silsilesinin ardından geldiklerini kaydettikten sonra yaptığı spekülasyonda Büyük İskender’in dağlık bir yerde Türklerle karşılaştığını, onların dünyaya iyilik getirmeyeceklerini anlayarak, istihdam ettiği üç bin demirciyle onları bir dağ silsilesinin ardına hapsettiğini anlatıyor. Türklerin Gök Tanrı diye bir tanrıya inandıklarını, yazılı bir yasaları ve gelenekleri olmadığını söylüyor. Dağı çevreleyen kavimlerin krallarının zaman zaman Türklerden düşmanlarına karşı askerî güç olarak yararlandıklarını, ancak ondan sonra sıkı önlemlerle onları götürüp tekrar dağın arkasına kapattıklarını anlatıyor.

Nereye giderlerse oradaki dine ihtida ederler. Hindistan’a güneye gidenler putperestlerle karıştı ve putperest oldu. Güneye ve batıya gidenler Hıristiyanlarla karıştı ve Hıristiyan oldu. Ermeniler ve Gürcüler de geçmiş zamanlarda Türkleri diğer kapı üzerinden yardımcı kuvvet olarak çağırırlardı. Bu halk Hristiyan oldu.[33]

Süryani Michael’in Türklerin yaşadığı coğrafyaya intikalinden pek hoşnut olmadığı, bu yüzden bir anlatıyı efsane yapan nitelikleri en az Ergenekon kadar haiz Ye’cûc ve Me’cûc meselesine takıldığını düşünmek mümkün elbette. Fakat işin aslı o değil. Aslında ahir zamanın gelmiş olabileceği öngörüsüyle bir tür pazarlığa oturuyor Türklerle. “Me’cûc’un çocukları”nın Allah’ın izniyle Hıristiyanların yaşadığı bölgelerin çoğunda hükümran olmalarının tarihsel bir kaza olmadığından emin. Chalchedonia’dan (düpedüz Kadıköy’den)[34] yaydıkları sapkın inanışlarla Ortodoksluğu kirleten Yunanların aksine, Türklerin, gerçek dini, yani onun dinini, koruyacaklarına inanıyor.[35]

Süryani Michael’in bu düşüncesinde yalnız olmadığına, hem Müslüman toplumlar arasında hem de yüzyıllarca sonrasına kadar Avrupa’da Türklerin Ye’cûc ve Me’cûc kavimleriyle ilişkilendirildiklerine dair kalabalık bir literatür bulunuyor.[36] Bunun da tıpkı Ergenekon gibi bir mecaz olduğunu, ayrıca bu kıyamet habercisi kavimlerle özdeşleştirilenlerin yalnızca Türkler olmadığını, Keltlerin, Gotların, İskitlerin, Hunların, Arapların, Macarların ve Moğolların da istila ve yağmalarıyla bu sıfata layık görüldüklerini hatırda tutmakta fayda var.

ERGENEKON DEVLETİ

Çökmekte olan imparatorluklardan arta kalıp binbir mücadeleyle kendilerine ortak bir gelecek hayal etmeye çalışan toplumların, verili hafızanın kederini katlanılabilir bir başka hatırayla ikame etmek üzere işlevselleştirdikleri anlatılardır ulusal mitler. Gayesi olan mesellerdir. O gaye de kelimenin tam manasıyla hasbelkader bir toprak parçası üzerinde yaşasalar da birbirlerine ancak aralarındaki farklılıkları görmezden gelerek benzetilebilecek insanlardan oluşan toplulukları şöyle bir titretip muhayyel bir “kendilik” niteliğindeki millete/ulusa irca ettirmektir. Hâl böyle iken mitlerin anlatıcıları milletler olamaz, halk da bir hikâyeyi iki kez üst üste aynı şekilde anlatmaz. Dolayısıyla anlatıların standartlaştırılması ve herkesçe anlaşılacak şekilde basitleştirilmesi de gerekir. Bu iş elbette halkın değil, hayal gücü ekilen toprağı, verilen vergiyi, askere gönderilen oğulun dönüp dönemeyeceğini, o sene erken doğan kuzuların yaza erip eremeyeceğini, fabrikada, atölyede çalışmaktan yorgun düşen bileğinin hakkını alıp alamayacağını düşünmekten ötesine de erebilen okumuşların işi olacaktır. Bir yandan ulus-devlet mekanizmaları inkişaf eder; bürokrasi, ordu ve siyasetçiler imparatorluk mirası idari formüllere yeni icatlar eklerken diğer yandan okumuşlar bu mekanizmalara rıza üretecek, hatta mümkünse arzu ve iştah uyandıracak öyküler bulmalıdırlar. Bir zamanlar imparatorluk olan Osmanlı devletinin bu türlü bir kurucu efsane gereksinimine en geç ihtiyaç duyan ve kendilerine Türk demeyi tercih eden topluluğuna birbiriyle kavgalı üç anlatı kalır: İslâmcılığın Türkleri İslâm’ın ayrıcalıklı milleti olarak onurlandıran gaza öyküleri. Osmanlı sarayına başka Müslüman ve/ya Türk/Moğol hanedanlarla kavga ederken hizmet etmiş Oğuz anlatıları… Ve nihayet daha bile geç zamanda yeşeren Anadolu merkezli anlatılar. Üç ayrı ihtiyaçtan doğmuş bu anlatılar birbirleriyle düşük yoğunluklu bir savaş içindeler halen. İmparatorluğun Müslüman tebaasıyla bağı kesmeyi ekonomik bulmayan İslâmcılığın gaza anlatıları, Anadolu ile daha düne kadar barışamamıştı malum. Biz kimiz, nerden geldik sorusuna cevaben üretilen Oğuz anlatıları kıyısından İslâmcılığın anlatılarıyla barışsa da mevzu Türklerin İslâm’a gönülden isteyerek ihtida ettikleri hikâyesine retorik bir milat oluşturan Talas Savaşı öncesine uzadığında, işler hep karışıktı. Deyin ki geçtik o işleri bir kalem, peki bizim Anadolu’da ne işimiz var, sorusuna cevaben üretilmiş hümanist anlatı ise yazık ki Türk’ü titretip kendine getirecek şiddette bir şok etkisi yaratmaya hiçbir zaman muktedir olamadı.

Türkiye’de folklorla birlikte yavaş yavaş modern Türk milli kimliğinin inşası gayretinde tepe tepe kullanılacak halk hikâyelerine, sözlü kültürün yüzyıllar boyunca evire çevire taşıdığı kültürel motiflere olan ilgi, aşağı yukarı tüm modern dünyada olduğu gibi 19. yüzyılın ikinci yarısında hızlı bir ivme kazandı.[37] Ancak söz konusu milli kimliğin inşa sürecindeki ivmenin sebebi, o kimliğin inşası için ihtiyaç duyulan kaynakların nihayet bulunması değildi. Ne zamandır can çekişmekte olan baba imparatorluk, evlatlarına büyük acılar miras bırakarak göçmüş gidiyordu. Kalanlara ne olacaktı peki? Kendini yenileyemeyip aksine can havliyle geçmişe çapalar attıkça hayatı çekilmez kılan, daraltan babanın hikâyesinden kaçacak yollar aranmamalı mıydı?

Foto: MURAT BERGİ

Ergenekon Destanı, öksüz ve yetim dedelerinden babalarına miras kalmış ve artık buduna dar gelen ilden, baba toprağından hayatını uzak geçmişte sürdüren muhayyel ecdadın miras bıraktığı dünyaya çıkışını anlatır. Bu döngüsel örüntünün hayali mekânı olan Ergenekon’un siyasi hayatımızda yükseldiği iki dönem var. Biri malum Kurtuluş Savaşı anlatıları,[38] ikincisi ise 2000’lerin ortasında patlak veren Ergenekon davaları. İlkinde topyekûn bir esaretten ya da yok oluştan kurtuluş çabasının pozitif bir sembolü olarak yükselir Ergenekon, ikincisinde ise verili hukukun dışına taşmış örgütlü bir iktidar mücadelesinin kod adıdır.

Ergenekon Destanı, Mete/Oğuz Destanı’na çok kritik bir yerde, daha hikâyenin başında gönderme yapar. Sevinç Han, Kırgız Hanı’na pek çok hediyeler vererek Oğuz Soyu’ndan gelme İl Han’a karşı ittifak eder ve İl Han’ın ordusunu, Mete’nin icat ettiği “dâhiyane” bir taktikle yener. Evvela bozguna uğrayıp geri çekilir gibi yaparlar, ardından dönüp kaçarak ulaştıkları yerin iki tarafında pusu kurmuş askerlerle birlikte saldırıp düşmanı kuşatırlar. Böylece kurban, bir hilalin içine hapsolmuş olur.[39] Hülasa, bugünden bakıldığında Ergenekon’a sıkışma öncesinde yaşanmış hayatla ölüm arasındaki darboğaza akraba kavimlerin, bir-törelilerin kurduğu tuzak yüzünden düşülmüştür. Yeni hayatın dölleneceği rahme de yine bir darboğazdan girilir. Aşina’da on oğlan on el kızıyla evlenir. Ergenekon’a ise ensest yasağını ihlal etmeden ama aynı zamanda yeni hayatı el kızlarının rahminde yeşertmeye muhtaç olmadan yeni bir budun kuracak insan kaynağıyla ve servetle gidilir: İsimsiz kadınlarla evli iki erkek, tedbirsizliğinin cezasını ölerek ödeyen İl Han’ın devletinden kalan atlar, develer, öküzler ve koyunlar.[40]

Dört yüz yıl orada yaşarlar, sonra o cennet yurda sığmaz olurlar. Yalnızca kendi benzerlerinin yaşadığı bir cennette dört yüz kere dört mevsim yaşar, böylece başlarına gelen felaketten derslerini alır ya da yakın atalarının aldıkları dersleri unutacak kadar uzun zaman geçirirler. Bu iki ihtimalden hangisinin doğru olduğunu, 400 yılın bir dersi unutmaya mı hıfzetmeye mi yettiğini, Ergenekon’u terk edenlerin sonraki maceraları belirleyecektir. Ne olursa olsun, 400 yıl budunun yaşam döngüsünde uzun mu uzun, hem cezaya hem ödüle benzer bir epizoddur. Bu denli büyük bir ceza da, ödül de, ona layık görülen faili ve fiili olağanüstü kılmaya yeter.

Ergenekon’a ilişkin en şiirli önermeyi Dursun Yıldırım yapıyor. O cennet vatanın asıl adının neden “Erkin Kün” olması gerektiğini tartışırken evvela Ergenekon’un gerçekte ne kadar kapalı olduğunu sorguluyor:

…bu Türk yurdu, dışa kapalı bir ülkedir. Türkler, bu kapılardan istediklerinde dışarı çıkar ve çıkıp gittikleri bu yeni yerlerde beylikler, hanlıklar, imparatorluklar kurar ve yaşarlar. Kapılardan son geçip gelenler, önce geçip gelenleri yerlerinden söküp atar, daha batıya, daha güneye ve doğuya sürerler. Öyle anlaşılıyor ki, Türkler içeri/dışarı konusunda bir yandan birbirleriyle, bir yandan da dışarıda bulunan düşman ülkeler ile sürekli çarpışarak yeryüzüne yayılmışlardır. Bu türeme efsaneleri de, Türklerin içte çoğalma süreçleri ve dışarı çıkma hamleleriyle bağlı olacağı gibi, komşu düşman ülkelerde yaptıkları mücadeleleri sırasında kapılardan içeri çekildikleri tarihî süreç içindeki olayları yansıtıyor olabilir.[41]

Buradan bakarsak Türklerin (aslında yalnızca birbirlerine benzeyenlere açık, ötekilere kapalı her yaşam alanı) bulundukları her yurt Ergenekon’dur. Oraya azlık olarak eriştiklerinde bir cennet olan yurt, orada çoğalıp birbirlerine tahammül edemeyecek kadar kalabalıklaştıklarında boğucu bir zindana dönüşür. Yeterince güçlenmiş, babalarının bu ovaya sığınan dedelerinden devraldıkları korkudan artık kurtulmuşlardır. Üstelik 400 yıl boyunca birbirlerinden başkasını görmemiş ya da Süryani Michael haklı ise, onları asker olarak kullanan krallara savaş makinesi olarak hizmet etmenin dışında bir şey yapmamışlardır. Artık kendi adlarına savaşmanın vakti gelmemiş midir? Savaş kabiliyetlerine bilgi ve zanaatı (demirciliği ve aslında körük yapmak için de dericiliği) ekleyip topyekûn kurtuluşa kaynak yaratacak vergileri salar ve 70 körüğün başına geçip zamanla dünyanın her yerinden görülüp duyulacak bir ateş yakarak, tıpkı bir yanardağ ağzından çıkan yakıcı bir mai gibi dünyaya çıkarlar.[42]

Yıldırım bu efsanenin bir özerkleşme ve özgürleşme sürecini tarif ettiği, efsanenin adının da buna göre olması gerektiği yargısına varıyor:

Türk dilinde “erk” sözü eskiden beri vardır. “Saltanat sözü ve buyruğu, geçerlik, kudret, iktidar, gücü yeterlik” anlamları yanı sıra, bu sözün, “irade, hürriyet” karşılıkları da, sözlüklerimizde yer alır… “Kün” yani “gün”; tüm Türk yazı dillerinde ve lehçelerinde takvim günü olan gündür. Bu filolojik gerçekler bize Türklerin türeme yerine verilen ad öbeğimizin “Erkin Kün” tamlaması olduğunu gösterir. Söz konusu adlamanın Türkiye Türkçesi’nde bugünkü tam karşılığı, “Özgür Gün” veya “Özgürlük Günü” olmaktadır.[43]

Ve fakat bu önermeye can veren Erkin Kün adı atalar mağarası olan o yerin trajedisini daha da katmerlendiriyor sanki. Eğer bu ismi oraya Reşideddin ve Ebulgazi’nin anlattığı gibi Kıyan ile Nüküz verdiler ise 400 yıl sonra evlatları özgür(lük) günün(ün) mekânını terk etmiş olacaklar. Eğer Aşina’daki sona bağlarsak çıkıp başkalarının demircileri/hizmetkârları olacak ve ancak isyan etmek akıllarına geldiğinde dünyayı alt üst edip tekrar özgürleşecekler. Yok eğer bir zamanlar cennet gibi bir yurt olan mağaradan çıkış gününün adıysa Erkin Kün, baba toprağı ancak evlatlar onu terk ettiği gün bir isim kazanacak.

Bu hikâyenin son yüz yıldır bize anlatıldığı bağlamı dikkate aldığımda bana şiirsel ve hakiki gelen ikinci ihtimal, yani vadinin adının Erkin Kün olduğu. Atalar Mağarası’nın ancak oradan çıkıldığında bir isim ve mânâ kazanabildiği. O zaman hikâyenin sonundaki her yıl oraya gidip Erkin Kün’ü yeniden sahneleme meselesi de bir anlam kazanıyor. Fakat tam o gün, erkin olunan gün, kader ağlarını örüyor, hikâye başa sarmaya koyuluyor. Sebebi ise her kurtuluşun yeni bir kapana dönüşme potansiyeli.

Bayat, Türk mitolojisinde ateşe ve demire hükmeden kurtarıcının aynı zamanda şaman olduğunu kaydediyor.

...demir dağları eritip Türkleri geniş bozkıra çıkaran Börteçine de ilk demirci, ilk hükümdardır, kurtarıcı bozkurttur. Adını etimolojisinde kurt (börte/börü) anlamının mevcutluğu kurt, büyü, demirci üçlüsünden haber verir. Ergenekon miti, demircinin kurtarıcılık misyonunun [onu] üstlenmiş kurtarıcı bozkurt[un] varlığında gerçekleşmesidir. Demirci ile bozkurt arasındaki ilişki demirci ile hükümdar arasındaki ilişki kadardır. Ergene Kon’dan çıkma şerefine hakanın her sene belli bir günde ateşte ısıtılmış demir parçasını örs üzerine koyup çekiçle vurması, dolayısıyla demirci taklidi yapması, “hakan demirci” müessesinin bir kalıntısı idi. Kurtarıcı demirci aynı zamanda milletin şamanı ve hakanı idi.[44]

Tüm güçlerin tek bir liderde toplanması konusunda Gökalp de Bayat’la aynı fikirde.

(Ergene Kon) topluluk halinde girilmiş büyük bir Robenson adasıydı …Dedelerimizi Ergene Kon’dan çıkaran bu ulusal kahraman (demirci), kutlarını bir yandan demircilikten, diğer yandan şamanlıktan ve şamanlığın kişisel totemi olan Bozkurt’tan almıştı. O sayededir ki bizi geleneğe göre dört tarafı geçilmez, her yanı büyülü tılsımlarla bağlanmış olan Ergene Kon gibi bir tutsaklık yerinden kurtarabildi.[45]

Anlaşılan efsanedeki kurtarıcının özelliği, üç temel niteliği bünyesinde birleştirmesi: Savaşçı, zanaatkâr ve büyücü/şaman. Tam da bu kuvvetlerin yekvücut olduğu o kurtuluş gününde demir dağlar, liderin şahsında yeniden yükselmeye başlıyor. Efsanenin gölgesinin genişlemeye başladığı yer de orası.

Aslında bir ihtimal daha var: Hassan, Ergenekon’un geçmişte Ötüken olarak anıldığı, aslında Moğolcadaki biçimiyle yer kutsallığını anlatan “Etügen”den başka bir şey olmadığı, yani bir “yer ilahesi” olduğu düşüncesinde.[46] Etügen ise kadın şaman demek, Etügen Ege, Moğolcada Toprak Ana manasında kullanılıyor.[47] Gene bugünden bakınca hepsi doğru geliyor bu önermelerin. Eğer Ergenekon, Ötüken ise ve Ötüken de Etügen yani kadın şaman ise, Ergenekon Destanı gene rahim (sahibi) olanın (kadının, tabiatın) hâkimiyetinden kurtulup onun dışında var olmaya başlamak, yani doğmak demek. Üst üste binmiş, birbirine yamalanmış bütün bu motifler göz önünde bulundurulunca Ergenekon’dan çıkışın bahara denk gelmesi hiç de anlamsız değil. Delikanlı kızlar ve erkekler hayata uyanacak, dünyaya çıkacak, tanınmayı ve bilinmeyi isteyecek, babalarının yasalarını reddedip hayatlarına kendi yasalarınca hükmedecekler.

ERGENEKON TEZAHÜRLERİ

Sahi yapabilecekler mi bunu? Başarabilecekler mi delikanlılar Ergenekon’dan çıkmayı? Yapabildikleri vaki mi? Ergenekon, tıpkı Mete’nin babası Teoman’a, Oğuz’un Kara Han’a, Ertuğrul’un Abdülhamit’e dönüştüğü gibi, cennetken mağaraya dönüşme potansiyeli taşımıyor mu? Ataların belli ki bu tehdide karşı uyarı olsun diye nesilden nesile yeniden yarattıkları Ergenekon, devletlû bir forma büründüğünde, içindeki Etügen’i isimsiz bırakırken Erkin Kün ihtimalini bertaraf edip, mağaranın önünü kapatan koca bir kayaya ve bizatihi demirden bir dağa dönüşmüyor ve mağaranın/ovanın/vadinin çocuklarını kendini eritmeye mecbur etmiyor mu?

Osmanlı İmparatorluğu’nun, İl Han’ın devleti misali yıkılıp onun kimsesiz kalmış çocuklarının kendilerine yeni bir sığınak bulma/kurma mücadelesi verdikleri Kurtuluş Savaşı’nı Ergenekon Efsanesi’ne referansla anlatan tek kişi Yakup Kadri Karaosmanoğlu değil.[48] Fakat sanırım yukarıda anlattığım içeriğiyle Ergenekon arketipinin ima ettiği devlet kompleksinin hissiyatına en yakından temas eden o. Kurtuluş Savaşı esnasında yazdığı yazıları, anılarını ve tanıklıklarını topladığı Ergenekon serisinin 1964 baskısına yazdığı önsözde, 1929’da yapılmış ilk baskının önsözünü revize ediyor. İfadeler ağır birer gülle gibi. Mağarada/ovada/vadide işler yolunda gitmiyor.

İlk baskıda şunu yazdığını hatırlıyor Yakup Kadri, 1964’teki baskının önsözünü yazarken:

Bu kitabın içindeki yazılardan, bizi, yedi-sekiz yıllık bir zaman mesafesi ayırmaktadır. O günden bugüne kadar edebi zevklerimde, dil ve telakkilerimde epeyce değişiklikler oldu. Fakat, yüreğimi kavuran o eski aşkın tatlı ateşi hâlâ aynı şiddeti muhafaza ediyor; bu itibarla şu kitapta topladığım yazıların hiçbirini yadırgamıyorum ve hepsini daha dün yazılmış kadar taze ve mevsiminde buluyorum. Sekiz yıl evvel… kendi irademin üstünde bir kuvvet beni, bir sarp yokuştan, adı bilinmez bir tepeye doğru itiyordu ve tadını hâlâ hasretle hatırladığım bir sıtma içinde bir şeyler sayıklıyordum; işte bu yazılar o sayıklamalardır. Onun içindir ki, bir kısmı cezbesi tutmuş bir dervişin boğuk vâveylaları gibi mânasız; bir kısmını geleceği gören kâhinlerin sözleri gibi esrarlı ve dokunaklı bulacaksınız; diğer bir kısmı ise, hatiften gelen sesler kadar bütün olacak şeyleri noktası noktasına bildirdiler. …Ergenekon’u o devrin hissi ve fikri tarihine bir vesika teşkil eder ümidi ile çıkarıyorum, onun başka bir iddiası yoktur.

Bugün aynı sözleri söyleyebilir miyim: Bir bakıma evet, bir bakıma hayır. Evet; çünki, Milli Mücadele’nin kutsal ateşini hâlâ içimde taşıyorum ve bu kitabı teşkil eden yazıları “kendi irademin üstünde bir kuvvetin” verdiği hamle ile yazmış olduğuma inanıyorum. Hayır; çünki, bu yazıların hiçbirini yadırgamadığımı ve hepsini “daha dün yazılmış kadar taze ve mevsiminde” bulduğumu söyleyemiyorum; böyle bir iddianın hem kendimi, hem okurlarımı aldatmak olacağından korkuyorum.

Nerede ise yarım yüzyıllık bir hikâye bu. “Ergenekon”, zaten bir masalın adı. Milli Mücadele ise bir Bozkurt destanı. Biz o devri gerçekten yaşamış mıydık? Ben ki, bugün bir demagoji çirkefinin içinde çırpınan, sokak kalabalığının uğultusuyla kulakları sağırlaşan zavallı bir ihtiyarım, bir zamanlar düşman süngülerine kalemle karşı koymak cüretini gerçekten ben mi göstermiştim? O süngülerin arada bir delik deşik ettiği bu yazıların yazarı gerçekten ben miyim? Mustafa Kemal’in peşi sıra efsane kahramanı mertebesine çıkardığım kişiler arasında, meselâ, bir İsmet Paşa nazarımda hâlâ aynı yüceliği muhafaza etmekte midir? Heyhat!

Ben şimdi bütün bu soruları Atatürk’ün, İzmir zaferini müteakip bize söylediği şu sözle cevaplandırabiliyorum: “Bir rüya görmüş gibiyim.”

Bir rüya. Evet, güzel ve büyük bir rüya.

Ne desem, hızlı geçmiş (35 yıl) bir 400 senenin ardından bir rüya için tutulan şu yasın herhangi bir katmanını bu metnin kendisinin yaptığından daha iyi açamam. Bu önsözü yazdıktan on yıl sonra hayata veda edecek Yakup Kadri. Onun, yeni baskısı yapılacak kitaplarındaki yazılarını gözden geçirirken nasıl bir halet-i ruhiyede olduğunu düşünmek bile bir yere kapatılmış olma hissi vermeye yetiyor. Yeni bir rüya daha görecek, yeni bir vadi arayacak ya da takılıp kaldığı bu mağarayı terk edip gidecek güçte hissetmiyor artık kendisini belli ki. Kimi rüyalarının bir kâbusa dönüştüğünü sezdiriyor. Hayra yorup, peşine düştüğü rüyaya eskisi kadar inanmıyor. Vadi çoktan daralmış, kalabalıklaşmış, gürültü kaplamış her yanı. Çıkılması gereken yeni yolculuklar var ama artık çok geç, Ergenekon bir makbere benzemeye başlamış.

Ergenekon’un ikinci en büyük tezahürü ise kuşkusuz adı Ergenekon davaları diye konulan ve aracı/silahı kanunlar, mahkemeler, cezaevleri olan bir başka iktidar mücadelesi. Henüz ne hakkında olduğunu ve sonunun nereye bağlandığını şahsen bilmediğim ve bir gün tam manasıyla anlayabileceğimi de düşünmediğim bu skandallar serisi patlak verip de medyaya ilk düştüğü gün, ülkücü bir babanın tedrisatından geçmiş bir kız çocuğu olarak aklıma gelen ilk cümle: “Ne diyor bunlar ya, Ergenekon yurdun adı, bilmiyorlar mı?” olmuştu. Çünkü davaya konu olan eylemler, yıllardır bizim “devlet” diye tarif ettiğimiz güç mücadeleleri bağlamının çeşitli ve çelişkili fonksiyonlarından ibaretti. O fonksiyonların bir kısmı yazılı ve herkese açık kanunlarla sınırlanmış, bir kısmı ise “vatan, millet, Sakarya” diye özetleyegeldiğimiz ezoterik bir retorikle serbest bırakılıp kabullenmeye zorlandığımız türlü çeşit şiddet performansından ibaretti. O davalara ilişkin usul ve genel seyir söz konusu şiddet performansının yeni talipleri olduğunun habercisiydi, bir temizlenmenin ya da kurtuluşun değil.

Bu nedenle “Ergenekon” diye devlet içinde bir çete kurulması fikri aşırı fantastik ve gereksizdi. Bu lüzumsuz buluşun kaynağına ilişkin iki ihtimal geliyor aklıma. Eğer bu Ergenekon’u isimlendirenler onu yurt edinenler ise, o yurdun/ovanın/vadinin/mağaranın adı zaten Ergenekon, ayrıca oturup birkaç general, bürokrat, güvenlikçi, gazeteci vesairenin, yani her bir meslek ehlinin yerleşiklerinin (“establishment”inin) bu adla gizli bir örgüt kurmaları herhalde Şubat Soğuğu’na ya da Kurtlar Vadisi’ne yaraşır bir durumdu. Fakat bu isim, o isimle tarif edilen vadinin/ovanın/mağaranın yerleşiklerine bir meydan okumanın içinde doğmuştu yeniden. Yani ikinci ihtimal Ergenekon’a ona düşmanlık edenlerin bu ismi vermesiydi ve bu düşmanlığın iki tarafı da birbirlerine yabancı değillerdi. Eğer böyleyse, vadiyi/ovayı/mağarayı, kurulu düzeni, mevcut yasayı terk etme arzusunun yansımasıydı bu çeteye bu ismin uygun görülmesi. Ergenekon da, tıpkı Diriliş ve Payitaht’ın bize aktardığı Mete/Oğuz destanları gibi, kapalı bir zarfın adıydı ve mazrufun ne olduğunu pek bilmiyorduk. Bize mazruf hakkında ipuçları veren tek şey, zarfı masaya sürendi. Öyle bir örgütün varlığıyla da yokluğuyla da hizmet ettiği tek şey o zarfı masamıza koyanın çıkarlarıydı artık. Fakat zarlar istediği gibi gelmedi. Sonunda masa kazandı. Bütün o skandallar, kavgalar devlet etrafındaki şedit ezoterik haleye yeni bir katman daha eklemekten, mağaranın çıkışına koca bir kaya daha yerleştirmekten başka işe yaramadı.

Ergenekon davalarında yargılanıp bir süre cezaevinde de kalan TSK’nın eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Ergenekon’dan Çıkış adını verdiği kitapta bu konudan derin bir sitemle söz ediyor. Birkaç paragrafta Aşina ve Ergenekon’daki motifleri birleştirerek aktardığı özetten sonra diyor ki,

Ergenekon, Türkler için bir destanın, efsanenin adıdır. Bu kelimenin bir davaya isim olarak verilmesi de anlamlıdır. Özetle destan, Türklerin türeyiş destanı ve demir çağlarının destanıydı. Türk tarihi açısından çok önemli bir kavramı kumpasa alet etmeleri, ümmetçi anlayışla milliyetçi anlayışı bastırmaya çalışmak istemelerindendi.[49]

Öyle miydi gerçekten? Kim bilir? Ama bu işe yaramadığına şüphe yok. Dediğim gibi bu bahiste gene masa kazandı.

Ergenekon Destanı’nın devletlû içeriğini, devlet efsanesi üzerine kafa yormaya çalıştığım bu seriye dâhil etmemin orijinal sebebi ise ne Kurtuluş Savaşı ne de Ergenekon Davaları idi. Aşağı yukarı on yıldır giderek yükselen “Lozan Antlaşması 2023’te bitecek” iddiası üzerine kurulu hurafenin bu kadar yaygın bir kabul görmesine anlam vermenin bir yolunu Ergenekon yollarında bulabileceğimi düşünmüştüm. Çünkü aynı efsaneye kısa adı neo-Osmanlıcılık olan bir dizi neo-emperyalist hamle de eşlik ediyordu.

Konda, Kasım 2018’de yayımladığı bir araştırmada bu efsaneye inananların oranının (görüşülen kişiler arasında) %48’i bulduğunu tespit etti. Lise altı eğitimliler arasında bu iddiaya inananların oranı %48 idi. Üniversite mezunlarında ise oran yalnızca beş puan düşüktü, yani %45’ti. Partilere dağılımı da hayli enteresandı. “Bitsin bu Lozan çilesi, daraldık da” diyenlerin ya da Lozan’ın biteceği, dolayısıyla bizi çevreleyen demir dağları eritip atayurda doğru taşmak için elimize fırsat geçeceği vaadine inanlar, sırasıyla en çok AKP ve MHP’de kümelenmişti.[50] Lozan’ın bitmeyeceğine, yani kurulu Cumhuriyet’in devam edeceğine inanan ya da bundan başka bir vaade ihtiyacı olmayanlar ise sırasıyla CHP, İYİ Parti ve HDP’de idi. Asıl tuhaflığı ise grafiğin ikinci kısmında göreceksiniz. “Lozan bitsin” diyenlerin en çok kümelendiği kategoriler işsizler, emekliler ve işçi, esnaf, çiftçi kesimleriydi. Hiç inanmayanların ya da inanmayanların en çok kümelendiği kategoriler ise üst düzey (yöneticiler) ve öğrencilerdi.[51]

Lozan Antlaşması’nın biteceği efsanesini ilk kimin uydurduğunu bulmak pek mümkün gibi görünmüyor. Bunun bu döneme özgü bir efsane ya da kâbus/vaat olduğunu da sanmıyorum. Enteresan olan iktidara yakın bazı medyanın bu efsaneyi köşe yazarları aracılığıyla sık sık dile getirmesi, bir diğer kısmının ise mükerreren “arkadaşlar yok öyle şey, sakin olun” diyen yayınlar yapması. Daha bile enteresan olan devletin Suriye işlerinden, üzerine köprüler yapıp geçen ve geçmeyen herkesten haraç kesmek üzere projelendirilen meş’um ve mel’un Kanalİstanbul projesinin de bir yolunu bulup “Lozan bitecek” efsanesine bağlanabilmesi.

Demek ki verili Ergenekon’dan çıkma yolunda ciddi bir talep var. Bu talebin üreticilerinin memnuniyetsizler ve umutsuzlar olduğu anlaşılıyor, bu talebi vaade çevirenlerin memnuniyetsizleri memnun etmek ya da umutsuzlara umut vermekle pek uğraşmadıkları, daha çok memnuniyetsizlik ve umutsuzluğun sevk ve idaresiyle uğraştıkları da handiyse şeffaf bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Allah korusun, hal böyle iken bu komplonun kendini gerçekleştiren kehanete dönüşmesi, bunca zamandan sonra göz korkutmuyor değil.

İkinci sebep ise, NTV’de tam 2015’te yapılan iki seçim arasında yayımlanan şu belgeseli tesadüfen ekranda izlememdi.[52] Altyazıda verilen haberlerle birlikte izlendiğinde, alem-i gaybın hangi yollarla müşterek hayatımıza dahil olduğunu görmeyi mümkün kılan sıkı bir kompozisyon. TİKA’nın arkeoloji kazılarına ayırdığı bir bütçeyle yapılan kazılar sonrasında Ergenekon olduğu iddia edilen bir yere götürüyor bizi belgesel. Alttan akan ve günlük haberleri özetleyen yazılarda ise o dönem sokağa çıkma yasağı konup kuşatılmış şehirlerde olup bitenleri aktarıyor. Belgeselde anlatılan keşfin ardından söz konusu bölgeye turistik geziler düzenlendiğini bilmem anlatmama gerek var mı? Ergenekon’a dönüş, ana rahminde bir sığınak arayışı, nereden çıktığına bu kadar merak, karnını içinden çıktığı kırık yumurta parçalarıyla doyurmaya çalışan zavallı sabi.

Yıllar önce, siyasetçi Köksal Toptan’ın aktardığı bir anıyı hatırlıyorum kaçınılmaz olarak: Kırgızistan’a ilk ziyaretini 1992’de yapar ve bir Kırgız dostu ona “Türkler buradan at sırtında çekik gözlü olarak gittiler, uçakla çakır gözlü döndüler” der. 2008’de TBMM başkanı olan Toptan, bu defa bu sıfatla bir kez daha gider Kırgızistan’a, anlaşılan arkadaşının yaptığı acı şakadaki mesajı almamayı tercih etmiş, ısrardan vazgeçmemiştir. Mevkidaşı Aytibay Tagayev’e Kırgızistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk devletin Türkiye olduğunu hatırlatarak “Biz Kırgızistan’a geldiğimizde kendimizi misafir değil ev sahibi olarak hissediyoruz. Burası bizim ata vatanımız. Kırgızistan'da yabancılık çekmiyoruz” der.[53] Ergenekon’a sınır olan dağlardan biri o şakanın manasında ve çapa atılmaya çalışılan uzak ama çok uzak geçmişte gizlidir sanki, mağaranın/vadinin/ovanın doğu sınırlarını teşkil eder.

Diğer dağ ise batı sınırlarının ötesine, geleceğe atılan çapanın, aslında oltanın boş dönmesiyle ilgili olabilir. 2005’te dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ve gene Alman Şansölyesi olan Angela Merkel’in aşağı yukarı aynı günlerde gelen “Yok canım, Türkiye tabii ki AB’ye tam üye olamayacak” çıkışları… [54]

Hal bu iken, mevcut Ergenekon’dan nereye çıkılır ya da demir dağı eritmenin tek yolu yeni vergiler salıp ilkinden daha büyük bir ateş yakmak mıdır? Ergenekon’un hayaletleriyle uğraşırken bir Erkin Kün hayal edilebilir mi? Bu soruların cevabını bize Deli Dumrul’un vereceğini sanıyorum. Aynı zamanda kuzeyden güneye bir köprü kurmaya çalıştığını göreceğiz Dumrul’un. Çünkü onun Ergenekon’u suların çekildiği bir nehir yatağındaydı. Hayatta kalmak için can dilendiği ataları tarafından reddedildi. En sonunda 140 yıl ömür kazandı. O yüzden hep acelesi oldu Dumrul’un.


[1] Bu yol göstericiliğin kurulu patriarkal düzeni sürdürülebilir kılmak gibi bir işlevi olduğu mevzuu 1960’lardan bu yana feminist eleştirinin başlıca gündem maddelerinden biri. Rowe, Karen E., “Feminism and Fairy Tales.” Womens Studies 6, no. 3 (Ocak 1979): 237-57. Bu eleştiri beraberinde söz konusu masalların yeniden yazılması gibi son derece yaratıcı bir çabayı da beraberinde getirdi. Fakat bu çaba aslında hiç de yeni değildi. Halk hikâyelerinde, efsanelerde, mitolojide her zaman bulunabilecek otorite ve kurulu düzen eleştirisi peri masalı anlatıcılığında da vardı elbet. Melissa Ashley, 2019’da yazdığı bir romanla yaşadığı zamanda hayli etkili olsa da sonraları kendisine yeterince referans verilmeyen Baroness Marie Catherine d’Aulnoy’u hatırlattı. “Peri masalı” (fairy tale) kavramının da mucidi olan Baroness d’Aulnoy, 17. yüzyılın sonunda Fransız toplumu hızla dindarlaşır ve muhafazakârlaşırken gördüklerini kadın arkadaşlarıyla birlikte masal formunda anlattığı küçük öykülerle hicvetmişti. Klasik mitolojilerden ödünç aldığı öğelerle zenginleştirdiği öykülerinde görücü usulü evliliği, kadınlara biçilen edilgin hayatı resmediyor, kahraman prenseslerden, kurtarılmayı ve fethedilmeyi bekleyen gariban prenslerden söz ederek verili dünyayı ters yüz ediyordu. Ashley, Melissa. “The First Fairytales Were Feminist Critiques of Patriarchy. We Need to Revive Their Legacy” The Guardian, 11 Kasım 2019, https://bit.ly/2xn1Y8B .

[2] Yazı dizisinin bundan önceki bölümünde Cassirer’in insanın yeryüzündeki diğer varlıklardan sembollerle ilişkisi üzerinden ayrıldığı yolundaki iddiasını aktarmıştım. Saydam’ın “mecazlama”sı bu yetinin insan tekinin kendine ve dünyaya dönük bir projeksiyon geliştirmek üzere işe koşması imiş gibi geliyor kulağa.

[3] Arafdalıklar, s. 99.

[4] Bu yazıya son şeklini vermeye çalışırken, Ostimteknik adlı bir üniversitenin TRT ile yaptıkları bir işbirliğiyle geliştirdikleri yöntemde İngilizce derslerinde Mr. and Mrs. Brown yerine Dede Korkut, Nasrettin Hoca ve Vecihi Hürkuş gibi karakterleri kullanmaya başlayacakları haberini okudum. Ne zamandır, yerli ve milli tedrisat kapsamında bu türlü atraksiyonlar yapıldığı, yerli-milli kahramanların gündelik hayatın içine birer eğitimci kapasitesiyle yerleştirilmeye çalışıldığı malum. Bunun hızla akan ve bizden kendisine ayak uydurmamızı isteyen zamana karşı, geçmişe çapa atarak (Bouchard’dan ödünç alıyorum) direnmeye yönelik bir savunma mekanizması olduğu açık. Ancak bu türlü bir savunma mekanizmasında şiddetli ısrar, değişimin ne kadar da kaçınılmaz olduğunu göstermekten başka işe yaramıyor. Tersinden söylersek, zamana direnmek için gösterilen şiddet, değişimi, dönüşümü kaçınılmazlaştırıyor. Dahası uzak hatıralara atılan her çapa, o hatıralarla bugün arasında yaşanmış macerayı ve edinilmiş tecrübeyi yok sayarak, silmeye yeltenerek, yakın hafızayı sakatlıyor. Bu çapa atma girişimine direnenlerle teslim olanlar (evde kalanlar) arasındaki gerilim yalnız bugünü değil, geçmişi de kutuplaştırıyor ve bu kutuplaşmaya konu olan her arketip müşterek olma niteliğini yitiriyor. Bütün bu tekinsiz sahnedeki akışı ise yöntemlerin sürekliliği sağlıyor. Bu yönüyle, “Yeni Türkiye”nin bir öncekini “Eski” diye damgalarken, Osmanlı ve Selçuklu mirasını belirsiz bir referans dizgesi olarak yüceltmesi, Cumhuriyet’in ilk onyıllarında kendini Osmanlı fikrini, çocuklarına yaşattığı yenilgiyle birlikte unutuluşa terk etme eğilimiyle onun öncesindeki devirlerde arama çabasına çok benziyor. Nasıl bir tesadüf ki, efsanevi ataların cennet gibi bir yurtta yaşarken kalabalıktan, birbirlerinin kalabalığından bunalıp tanıyabildikleri atalarının sığındığı vadiyi çevreleyen demir dağı delerek bir kurdun yol göstericiliğinde geride bıraktıkları Ergenekon, hem Kurtuluş Savaşı’nın hem Yeni Türkiye fikrinin yeşerdiği dönemin en popüler kelimeleri arasında yer aldı.

[5] İskandinav mitolojisindeki Odin’in Cermen mitolojisindeki karşılığı Wotan ya da Woden. Adaleti, öfkeyi ve aklı temsil eder. Kardeşleriyle birlikte hem dişi hem eril özellikler taşıyan ilk canlı olan Mimir’i öldürüp onun vücudundan dünyayı yaratır. Bilgeliğe ermek için tek gözünü feda eder. Şiirsel ilhamın, gizli bilgilerin, büyünün de tanrısı ve savaşçıların koruyucusudur. Okudukça bu tanrı anlatılarının aşırı benzerliklerini fark edip hayal kırıklığına uğruyorum. Zaten çoğu sonunda akraba çıkıyor. Mevzuyu daha bile şüpheli kılmak açısından Wotan/Odin hikâyesinin Altay Yaratılış Efsanesi’ndeki Erlik Han’a pek benzediğini, İskandinavya’da bir tanrı olarak bilinen Odin’in girdiği her savaşı kazanmaya yazgılı bir Türk savaşçı olduğu yolundaki iddiaların gençler arasında coşku uyandırdığını da ekleyeyim. Umarım hayra delalet eder ve atalarımızın çizdiği yoldan İsveç’e, Norveç’e, Finlandiya’ya gidilebiliyorsa biz de kurarız öyle hayatlar dedirtir. Bu iddianın kaynağı Odin’in doğudaki Asaland adlı anayurdunu iki kardeşine bırakıp, savaşçılarıyla birlikte kuzeybatıya göç etmesi, ki o yer bir dağ silsilesiyle Tyrkland’den ayrılırmış. Rydberg, Viktor. “Investigations into Germanic Mythology: A Revised English Translation with Annotation.” http://www.germanicmythology.com/ugm1/UGM1NEW7-14.pdf. Bir dağın sınırı olduğu anayurt motifi malum Ergenekon’da da var. Ama bu ayrıntılar hiç önemli değil. Önceki yazıda bahsettiğim gibi mitolojik metinlerde motifler olduğu gibi coğrafi bölgeler de hayali olarak birbirlerine yamalanırlar. Beni ilgilendiren, Odin’in bir Türk savaşçı olması fikrinin nasıl, neden, hangi ihtiyaçla coşku uyandırdığı.

[6] Jung burada sözünü ettiğim denemesinde Hauer ve Alman Din Hareketi’ne şüphelerinden arınmalarını, Almanların gerçek tanrısının Wotan olduğuna inanmakla kalmayıp bunu idrak etmelerini öneriyor. Jung’un bunları yazdığı dönemde Nazilerin propaganda “reis”i Goebbels’in çoktan Heuer ve İnanç Hareketi temsilcileriyle karşılaştığı ve onları yeterince “kullanışlı” bulmadığı anlaşılıyor. 25 Nisan 1936’da günlüğüne şunları yazıyor Göbbels: “yeni din kurucuları, Hauer, vb. gevezeler, dalavereciler, sefih, dindar geçinen fırıldaklar topluluğu. Hayır, onların yöntemiyle yeni bir din inşa edilemez. Dahası, bu dinin gücü Hıristiyanlık’ı yok etmeye yetmez.” Pietikainen, Petteri. “The Volk and Its Unconscious: Jung, Hauer and the ‘German Revolution.’” Journal of Contemporary History 35, no. 4 (Ekim 2000): 523-539.

[7] Jung, C.G., “Wotan”, Civilization in Transition. çev. R.F.C. Hull., C. 10. Bolingen Series, XX. Princeton University Press, 1964 içinde, paragraf: 374.

[8] Jung, C.G. a.g.m., paragraf: 384.

[9] Jung, C.G. a.g.m., paragraf: 391.

[10] Jung, C.G. a.g.m., paragraf: 395.

[11] Jung, C.G. a.g.m., paragraf: 397.

[12] Jung, C.G. a.g.m., paragraf: 398.

[13] Jung, C.G. Jung, C.G., “After the Catastrophe”, Civilization in Transition. çev. R.F.C. Hull. c. 10. Bolingen Series, XX. Princeton University Press, 1964 içinde,  paragraf: 411.

[14] Jung, C.G. a.g.m., paragraf: 412.

[15] Herhalde fordist çalışma düzeninden bahsediyor.

[16] Bildiğimiz topraktan ve hayatın zeminini ve kaynağını oluşturan her şeyden söz ediyor.

[17] Jung, C.G. a.g.m., paragraf: 413. Türkiye’de ve Müslümanların çoğunlukta olduğu başka ülkelerde, Jung, kanaatimce işe gelen, çoğunu II. Dünya Savaşı öncesinde yazdığı metinlerden hareketle yerli ve milli bir psikanalize cevaz veren bir pir ve üstat olarak görülüyor. En başından beri “müstehcen” bulunan Freud ile arasındaki çekişme de bu fikrin kolaycı bir sağlaması olarak ele alınıyor. Bu iki etkene bir de Jung’un sarsılmaz anti-komünizmini ekleyince yerli-milli-dindar-muhafazakâr bir psikanaliz için bulunmaz Hint kumaşı oluyor onun önerdiği çerçeve. Oysa Jung’un savaştan sonra yazdığı kimi metinler, tıpkı bu denemesinde olduğu gibi, derin bir pişmanlığın izlerini taşımakla kalmıyor, müşterek bilinçaltının tuzaklarıyla baş etmenin yollarını da araştırıyor. Bu metinlerinde Jung, arketip kavramını daha az kullansa da, dinin ve mitolojilerin inşa ettiği müşterek bilinçaltı fikrinden de vazgeçmiyor. Ama müşterek bilinçaltını keşif çabasının amacı değişiyor sanki. Artık müşterek bilinçaltına insan tekinin ve toplumların ecdadın tekinsiz gücüne, alem-i gaybın sihrine kapılmaya, bu yüzden geçmişin toprağında debelenip durmaya karşı savunma mekanizmaları geliştirmek üzere odaklanıyor. Öte yandan aynı Jung, Hıristiyanlığı, Batı karşısında yükselen bir tehdit olarak telakki ettiği Sovyetlere karşı bir tür kalkan ya da bağışıklık sistemi olarak da görüyor. Yazık ki, düşünce sistematiğinin orijinalliğini mesele uluslararası siyaset olduğunda bir psikanalitik stratejist kapasitesiyle hizmetine koştuğu “Avrupa mefkûresi”nin gölgelemesine izin veriyor. Yine de, “Wotan” denemesini okurken “Felaketten Sonra”yı göz önünde bulundurmayanlar kadar, “Felaketten Sonr”ayı okurken Wotan’ı unutmayı seçenler de Jung’un, dünyanın gördüğü en büyük trajedilerden birini analiz ederken kendi trajedisini yaşayan biri olduğunu unutuyorlar. Bu denli trajik biri olmasının Jung’u masum kılmadığını söylemeye bilmem hacet var mı? Bu özgün trajedi, onu tartışılmaz bir referans kaynağı olarak görmeyi de gerektirmiyor. Aksine, arketipler dünyasına yaptığı seferlerde sık sık yolunu kaybetmiş biri olarak Jung, en az sırrını keşfetmeye çalıştığı arketipler kadar tekinsiz biri. Jung’un II. Dünya Savaşı sonrasındaki düşünsel macerasına dair bkz: Lewin, Nicholas Adam. Jung on War, Politics and Nazi Germany: Exploring the Theory of Archetypes and the Collective Unconscious. Routledge, 2018 içinde “Jung’s perspective on international politics after 1945”, s. 329-339.

[18] Şilili bir neo-Nazi lideri olan Miguel Serrano (1917-2009), Hint-Aryan mitolojisindeki Avatar arketipinden yola çıkarak Hitler’i “Mutlak Avatar” ilan ediyor kitabında. Adolf Hitler, el Último Avatãra, 1984. Şimdi artık bilgisayar oyunlarında kendimize seçtiğimiz sanal karakterler için kullandığımız Avatar, Hint mitolojisinde tanrıların yeryüzüne indiklerinde büründükleri suretlere verilen ad. Serrano’nun yazdıklarını okumanın mideye ziyan olduğunu hemen söyleyeyim. Fakat mitolojinin ve mistisizmin neden, özellikle güç savaşımlarının içinde tarafların kıyıcılıklarını meşrulaştırıcı birer öğe olarak kullanıldıklarında hiç düşünmeksizin paramparça edilmeleri gerektiğini ortaya koyuyor. Serrano’nun öğrencisi Norman Lowell, 2011’de kendi olanaklarıyla çevirip yaygınlaştırdığı kitap için yazdığı önsöze, “Bu bir kitap değildir, müzikal bir gizem ve mistisizmdir” diye başlıyor. Serrano, insan tekinin kendilik (self) bilincini yok etmek yoluyla tanrısal bir varlığa dönüşebileceğini iddia ediyor. Jung’un arketip teorisinden hayli beslenen Serrano için Hitler, seçilmiş bir Mesih ve Wotan’ın avatarı. Serrano’nun yazdıkları ve düşünceleri bugün halen dolaşımda olan pek çok küresel komplo teorisinin temelini oluşturuyor. Guzmán, Gustavo. “Miguel Serrano’s Antisemitism and Its Impact on the Twenty-First-Century Countercultural Rightists.” Analysis of Current Trends in Antisemitism - ACTA 40, no. 1 (27 Şubat 2019). https://doi.org/10.1515/actap-2019-0001.

[19] Jung, C.G. a.g.m., paragraf 424.

[20] Jung, C.G. a.g.m., paragraf 443.

[21] Bouchard, Gérard, ed. National Myths: Constructed Pasts, Contested Presents. 1. Basım. New York: Routledge, 2013, s. 277.

[22] Bouchard, a.g.e., s. 3.

[23] Bouchard, a.g.e., s. 5.

[24] Ögel, Bahaeddin. Türk Mitolojisi 1. 5. basım. Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2010, s. 20. Bu kısa efsanenin de birkaç farklılıkla yeniden söylenmiş versiyonları mevcut. Elbette Çin kaynaklarına dayanıyor. Bir köken, türeyiş efsanesi olması dolayısıyla elmas muamelesi görmesi şaşırtıcı değil. Çeşitli versiyonların yapısal analizi ve karşılaştırması için bkz. Sinor, Denis. “The Legendary Origins of Turks.” In Folklorica: Festschrift for Felix J. Oinas, ed. Egle Victoria Żygas ve Peter Voorheis, 223-58. Indiana University Press, 1982.

[25] Ercilasun, A.B., “Ergene Kon Destanı”, Büyük Türk Klasikleri, c. 1, s. 53-54’ten aktaran Yıldırım, Dursun. “Ergene Kon Ergin Kün Mü?” Belleten - Türk Dili Araştırmaları Yıllığı 45, no. 1997 (n.d.): 61-149, s. 128. Bu metin efsanenin Ebulgazi Bahadır Han’dan Rıza Nur tarafından yapılan neşrinden imiş. Sinor’un önceki dipnotta andığım makalesine erişemeyenler, onun Çinceden İngilizceye yaptığı çevirileri ve söz konusu destanların başka versiyonlarının metinlerini de Yıldırım’ın bu makalesinin eklerinde bulabilirler. Reşideddin’in de bir Ergenekon anlatısı bulunuyor. Yeri gelmişken, Ergenekon’un kimin destanı olduğu konusunun da netameli ve çokça tartışılan, insanları birbirine küstürecek denli mesele edilen bir mevzu olduğunu akılda tutmak lazım. İçinden çıkmak çok kolay değil, ama merak saranlar şu iki makaleden başlayabilirler: Ali̇zade, Rövşen. “Moğol-Türkmen Siyasi Karşıtlığı Bağlamında Oğuznameler ve Ergene Kon Destanı,” 2016, 13-31. Gömeç, Saadettin. “Türklerin ve Moğolların Tarihi İki Boyu.” Tarih Araştırmaları Dergisi 26, no. 42 (1 Ekim 2007): 1-7. DeWesee ise Ergenekon’daki motiflerin altıncı yüzyılda Moğolistan Türklerinde, 12. yüzyılda Oğuzlarda, 14. yüzyılda Türklerde ve Moğollarda, 13. yüzyılda ise Uygurlarda görüldüğünü kaydediyor. Hal böyleyken Ergenekon’u tekelleştirme çabalarının beyhude bir uğraş olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Devin DeWesee. Islamization and Native Religion in the Golden Horde: Baba Tükles and Conversion to Islam in Historical and Epic Tradition. Pennsylvania: Penn State Press, 1994, s. 275.

[26] Biz Asena diyoruz, kulağa dişi gibi geliyor, kız ismi olarak kullanılıyor ama efsane aslında erkek olduğunu söylüyor.

[27] Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü, 16. basım, Ötüken Neşriyat, s. 96.

[28] İslâmcılığın fikir babalarından Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı İstiklal Marşı’ndaki, “Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım” dizesinin kendisiyle hemdem Türkçülerin tekrar tekrar yazdıkları Ergene Kon’a bir göndermedir. Banarlı, Nihad Sâmi. Kültür Köprüsü. Kubbealtı Yayınevi, 2018, s. 382.

[29] Ergenekon’dan çıkışı temsil eden Nevruz’un Türk hükümdarlar için aynı zamanda bir tür “vergi bayramı” olması tesadüf olmasa gerek. Nevruz’un aynı zamanda yılbaşı olmasıyla ilgili elbette bu durum. 17. yüzyıldan sonra eyaletlerde doğrudan doğruya vali ve sancakbeylerine ödenmek üzere resm-i nevruziyye adıyla yeni bir vergi de ihdas edilir. Çay, M. Abdülhaluk. Türk Ergene Kon Bayramı (Nevruz), Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1985, s. 13. Bu arada Çay’ın kitabının Sözbaşı’ndaki ifadeler kısmı kitabın aslında Nevruz’u Ergenekon’a bağlamak suretiyle Türkleştirme bile değil sadece Türklere ait kılma gibi bir dertle yazıldığını ortaya koyuyor: “Özellikle hiçbir kültür unsurunu Türklere yakıştırmayan ve her Türk kültür unsurunun altında başka milletler arama hastalığındaki Türklük düşmanı çevreler için mesele çok basittir. Derhal o kültür unsuruna bir sahip bulabilirler.” s. X. Bu serzenişin 1980’lerin orta yerinde yapıldığını göz önünde bulundurunca, meselenin aslında Newroz’un bir siyasi manifesto olarak şekillenmeye başlamasıyla ilgili olduğu da iyice anlaşılır. Ergenekon’dan çıkan çocuklar bir yurdu paylaştıkları insanlarla baharlarını paylaşmak istememektedirler sanki. Bu mevzunun arka planını hatırlamak için: Yanik, Lerna K. “‘Nevruz’ or ‘Newroz’? Deconstructing the ‘Invention’ of a Contested Tradition in Contemporary Turkey.” Middle Eastern Studies 42, no. 2 (1 Mart 2006): 285-302.

[30] Eski Ahit’te Magog Yafes’in yedi çocuğundan biri veya bu nesilden gelenlerin yaşadığı ülkenin adı, Gog ise Meşek ve Tubal’ın kralı ya da Magog ülkesinin halkıdır. Yahudilere musallat olup mallarını yağmalayan, çocuklarını öldüren bir topluluk olarak tarif edilir. Çelebi, İlyas. “Ye’cûc ve Me’cûc-TDV İslâm Ansiklopedisi.” https://islâmansiklopedisi.org.tr/yecuc-ve-mecuc. Musa Carullah önceleri Gog ve Magog kelimelerinin Türkçe olduğunu, Gog’un Türklerin tanrı telakki ettikleri “gök” olduğunu söyler fakat sonra fikir değiştirir ve kıyamet habercisi bu iki sözcüğün Yunanca’daki “theogos” ve “demagog” kelimelerinden türediğini söyler. Meral, Yasin. “Ye’cüc ve Me’cüc Kelimelerinin Etimolojisine Dair.” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 59, no. 2 (2018): 161-69.

[31] Zülkarneyn Seddi diye de geçer… Zülkarneyn Peygamber’in Oğuz Kağan olduğu yolundaki iddiaların, onun Büyük İskender olduğu yolundaki iddialarla çarpışma halinde olduğundan hareketle, bu efsanenin de mitlerin birbirlerinin motiflerini yiyerek var kaldıkları önermesine örnek teşkil edebileceği söylenebilir. Herhalde mitolojik kahramanların ışıkları ve gölgeleriyle bunca tekinsiz olmalarının sebebi hayatta kalmak için sürekli yeni motiflerle beslenmeye duydukları ihtiyaçtır.

[32] Ögel, Bahaeddin. Türk Mitolojisi 1. 5. basım. Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2010, s. 70.

[33] Chronicle of Michael the Great, Patriarch of the Syrians, 162. bölüm. Kroniğin tamamına şu adresten ulaşmak mümkün: https://archive.org/stream/ChronicleOfMichaelTheGreatPatriarchOfTheSyrians/Chronicle_Michael_Syrian_djvu.txt

[34] 451’de toplanan Dördüncü Ekümenik Kilise Konsili’nden söz ediyor. Bu konsilde İsa’nın hem insan hem ilah olduğu ilan edilmişti.

[35] Dickens, Mark. “Medieval Syriac Historians’ Perceptions of the Turks.” Doktora Tezi., University of Cambridge, 2004, s. 33.

[36] Şuradan başlanabilir: Al-Bagdadi, Nadia, David Marno, ve Matthias Riedl, ed. The Apocalyptic Complex: Perspectives, Histories, Persistence. Central European University Press, 2018.

[37] Başgöz, İlhan. “Folklore Studies and Nationalism in Turkey.” Journal of the Folklore Institute 9, no. 2/3 (1972): 162-76.

[38] Ergenekon Destanı pek çok araştırmacıya göre Çin kaynaklarındaki rivayetlerde geçen Bozkurt Destanı’nın zamanla dönüşmesiyle meydana gelmiştir. 13. yüzyılda Reşidüddin’in Camiüt-Tevarih’ine ve 17. yüzyılda Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terakime’sine de girmiştir. Yüzyıllar sonra başta Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin olmak üzere pek çok Türkçü yazar bu anlatıyı kendi hallerince yeniden yazıp modern ulus anlatısının temeline yerleştirirler. Bu yazının içeriğini çok ilgilendirmese de Ergenekon Destanı’nın kimi anlattığı konusunda ciddi bir tartışma olduğunu da kaydetmek gerekir. Ali̇zade, Rövşen. “Moğol-Türkmen Siyasi Karşıtlığı Bağlamında Oğuznameler ve Ergenekon Destanı,” 2016, s. 13-31. Burada yaptığım tartışmanın ele aldığım destanların aslında kimi anlattığı sorusu ile hiç ilgisi yok. Bu destanların bize “bizim” destanlarımız olarak anlatılması yeter koşul. Gerek Ergenekon gerekse Aşina koruyucu, kollayıcı ve yol gösterici kurt motifi dolayısıyla akraba anlatılar olarak görülüyor zaten. Fakat burada ele alacağım meselenin kurt motifiyle de bir ilgisi yok. Ergenekon, bundan önceki Mete/Oğuz destanlarıyla, ardından gelecek Deli Dumrul anlatısı arasında iki dolayımla bağlantı kuruyor: İlki gene kahramanların yetimliği, ikincisi ise yasadan bu defa baba yurdunu terk etmek suretiyle kopuş.

[39] Mete’nin Baideng Savaşı’nda kalabalık Çin ordus’nu bu savaşla yendiği anlatılır. Bu savaş oyununun adına “Turan Taktiği” ya da “Hilal Taktiği” deniyor, Demirbilek Orhon Kitabeleri’ndeki “oplayu tegmek” tabirinin bu taktiği işaret ettiğini düşünüyor. Demirbilek, Salih. “Orhon Yazıtlarındaki Oplayu Tegmek Deyimi Üzerine.” Journal of Old Turkish Studies 1, no. 1 (n.d.): 28–35.

[40] “Destanın tarihle ilgisi şöyle tahmin edilebilir: Göktürklerin Ergenekon’a girişi, muhtemelen M.S. 93 yıllarında olmuştur. Bu yıllarda Çinlilerle ve başka boylarla birleşen Güney Hunları, Kuzey Hunları’na saldırmışlar ve onları yok etmişlerdi. Kuzey Hunları’nın bir kısmı Güney Hunları’na katılmış, bir kısmı da herhalde Altay dağlarında, Ergenekon denen yere saklanmıştı. Bunlar Göktürkler olsa gerektir. Zaten Çin kaynaklarında Bozkurt rivayetlerinde, Göktürkler’in Hun soyundan geldiği belirtilmektedir. Üstelik, 93 yılı ile Göktürkler’in tarih sahnesine çıkışları arasındaki zaman, Ergenekon Destanı’nda belirtilen dört yüz yıla uymaktadır.” Ercilasun, “Ergenekon Destanı”, Makaleler I, s. 447.

[41] Yıldırım, Dursun. “Ergene Kon Erkin Kün Mü?”, Belleten-Türk Dili Araştırmaları Yıllığı 45, no. 1997 (n.d.): 61–149, s. 76.

[42] Hikâyenin bu kısmı Deli Dumrul’a kurulmuş bir köprü gibi. Buradaki dağ geçidinin yerini Deli Dumrul’da kuru dere üzerindeki köprü alacak. Dumrul geçenden 33, geçmeyenden döve döve 40 akçe toplayacak. O kuru dereden geçmeye şu ya da bu şekilde ikna ettiği insanlar, onun deli kuvvetini Diyar-ı Rum’un ve Diyar-ı Şam’ın tanımasına vesile olacak. Deresinin yamacında ölen bir gençte kendi geleceğini görüp ölümü öldürmeye kalkışacak. Anasının, babasınınn dünya hevesine ölüm korkusuna yenilecek. Kurtuluşu bir el kızının fedakârlığında ve “doğru tanrı”ya doğru bir dille yalvarmasında bulacak.

[43] Yıldırım, a.g.m., s. 87.

[44] Fuzuli Bayat, Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı, s. 66.

[45] Gökalp, Z., Türk Uygarlığı Tarihi, İnkılap Kitabevi, 1991, s. 268. Aynı yerde Ergenekon’daki “kon”un aslında kun, kun’un da gün değil Hun anlamına geldiğini söylüyor ve bu sözcüğün de Argu Türkçe’sinde “koyun” anlamında kullanıldığına dikkat çekiyor.

[46] Hassan, Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, s. 98.

[47] Bayat, Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı, s. 127.

[48] Fazla kurcalamaksızın, bu mesafeden bakınarak iki yayın daha buldum Kurtuluş Savaşı anılarını topladıkları kitaplara İkinci Ergenekon adını veren. Çok daha fazlası olduğundan adım gibi eminim. Bir dönem Kayseri mebusluğu da yapan Osman Coşkun’un anıları ilk kez 1966’da, ölümünden sekiz yıl sonra yayımlanır. Yakup Kadri’ye açıkça meydan okumaktadır ve onun yazdığı Ergenekon’un bir alternatifini ortaya koymaktır amacı. Çünkü ona göre Yakup Kadri ve benzerleri, koca bir savaşı birkaç kişiye mal etmişler, Kuva-yı Milliye’yi ve Türk köylüsünü hakir görmüşlerdi. Kitabın Adnan Menderes tarafından Milli Eğitim Yayınları’na katılıp, kâğıdının bu yolla sağlandığını da not edeyim. Kitabın üçüncü baskısı Gita Yayınları tarafından 2008’de yapılmış. Aynı adlı bir diğer eser de Haydar Berköz’ün dört ciltlik serisi (Yeni Matbaa, 1965). 1919-1922 arasının hadiselerini yeniden kurgulayarak aktarır. Daha geç bir tarihte o yıllara tanık olanlarla yapılan söyleşiler üzerine kurulmuştur. Berköz der ki, “Milli mücadelenin ruh parıltılarını, asıl renkleriyle, biraz bile olsa sizlere gösterebilmek için, o günleri yaşamış olan, savaşlara girsin ya da girmesin, pek çok gazi, dul, yetim, öksüz vatandaşla konuştum, onlarla sık sık o günleri andım. Onların ruhları, savaş alanlarında vatan toprağına karışıp vatanlaşmış olanların hatıralarıyla hâlâ yanıyordu.”

[49] Ergenekondan Çıkış, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019, s. 36.

[50] Bu segmenttekilerin söz konusu komplo teorisine inanması için yeter sebep olarak görecekleri çeşitli açıklamalar da yapılmadı değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir vesileyle Lozan’ın pekâlâ güncellenebileceğini söylemesi haftalarca tartışılmıştı örneğin. “Erdoğan: Lozan devasa bir anlaşma, güncellenebilir.” https://tr.sputniknews.com/turkiye/201712101031337319-erdogan-lozan-anlasmasi-guncellenme/.

[51] “Konda Barometresi: Popülist Tutum, Negatif Kimliklenme ve Komploculuk,” Kasım 2018, s. 49-50.

[52] “Ergenekon Vadisi-Türklerin İzinde Keşif Özel”, https://www.youtube.com/watch?v=wE5WCZoUamU&t=5s.

[53] Haberler.com. “‘Çekik Gözlü Gittik Çakır Gözlü Döndük.’” https://www.haberler.com/cekik-gozlu-gittik-cakir-gozlu-donduk-haberi/.

[54] “Avrupa basını: Türkiye çapraz ateşte.” https://www.hurriyet.com.tr/gundem/avrupa-basini-turkiye-capraz-ateste-38761565.