Refah'ı Eleştirmenin Yolları

27 Mart genel yerel seçimlerine damgasını vuracak gücün Refah Partisi olduğu ortaya çıkıyor. Bu nedenle diğer siyasi güçler, kendilerini RP’ye karşı tavırlarıyla tanımlama yoluna gidiyorlar. Ülkede egemen sınıfın bugüne kadar bilinçli bir şekilde görmezlikten geldiği Milli Görüş hareketi (MNP-MSP-RP geleneği) hakkında seçimler yaklaştıkça bir bilgilendirme ve eleştiri (büyük ölçüde karalama) kampanyasına tanık oluyoruz. RP’nin seçimlerden belli bir başarıyla çıkacağı kesin olduğu için bu kampanyanın süreceğini kestirmek de güç olmasa gerek.

Bu yazıda, ülkenin belli başlı siyasi odaklarının RP’yi nasıl eleştirdiklerini eleştirel bir açıdan değerlendirmek istiyorum:

DYP’NİN TAVRI: TELAŞ

DYP’nin RP eleştirisi büyük bir telaşın ürünü ve bu telaşın izlerini derinden taşıyor. Bu telaşın önemli nedenlerinden biri DYP’nin oy deposu olarak algılanan Anadolu’da RP’nin yükselme ihtimali. 1991 seçimleri öncesi verdiği vaatlerin neredeyse hiçbirini yerine getirmeyen DYP’nin Anadolu örgütlenmesinde dinamizm sıfıra yakın bir noktada seyrediyor. Birçok örgüt klik çekişmeleri nedeniyle birbirine girmiş durumda, belediye başkan adayları seçmene statükonun devamından başka bir şey sunamıyorlar.

Bunun karşısında alabildiğine dinamik RP örgütleri Anadolu’yu hallaç pamuğu gibi atıyor; yıllardır muhalefette olmanın verdiği şaibesizlikle DYP’nin muhafazakâr tabanına kendilerini “denenmemiş taze umut” olarak sunuyorlar.

Büyük şehirlerde öteden beri güçsüz olan DYP’nin yeni lideri Tansu Çiller, kendi imajına uygun bir şekilde bu makus kaderi yıkmak istiyor. Ancak metropollerin merkezlerinde karşısına ANAP ve sosyal demokratlar çıkarken, çevrede (özellikle metropolleri kuşatan gecekondularda) yine RP örgütlerinin fedakâr çalışmasıyla rekabet edemiyor.

Bu kabataslak görünümü değiştirmek isteyen DYP’nin RP’ye karşı stratejisi büyük ölçüde Çiller ve yakın çevresi tarafından çizilmişe benziyor, dolayısıyla çok bariz zaaflar içeriyor.

Çiller RP’ye iki koldan saldırıyor. Bir yandan, bu partinin sistem dışı bir güç olduğunu kanıtlamak amacıyla laiklik, Atatürkçülük gibi duyarlı konulara vurgu yaparken diğer yandan RP’nin de yolsuzluklar konusunda iddia ettiği gibi temiz olmadığını gözler önüne sermeye çalışıyor.

Laiklik, Atatürkçülük gibi konuların RP’nin yumuşak karnı olduğu doğru, fakat Çiller RP’ye karşı bu değerleri savunur gözükürken “ezan-bayrak” edebiyatına ara vermeyerek, her fırsatta Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’ın yanıbaşında başörtüsüyle dua ederek çelişkili bir tablo sergiliyor. Ne yardan ne serden vazgeçiyor, diğer bir deyişle partisinin kitle desteğinin önemli bir bölümünü oluşturan muhafazakâr tabanı kırmama kaygısıyla, Çiller ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabiliyor.

Yıllardır Atatürk ve laiklik hakkında benzer görüşleri dile getiren RP eski İstanbul Milletvekili Hasan Mezarcı’yı bir numaralı halk düşmanı ilan eden Çiller’in stratejisinin pek tutmadığının önde gelen kanıtı 45 dakika süren Taksim’deki resmî “Ata’ya Saygı” mitinginin tam bir fiyaskoyla sonuçlanmasıdır.

Çiller’in, RP’yi yolsuzluklarla suçlama konusundaki en önemli girişimi de büyük ölçüde fiyaskoyla sonuçlandı. RP’lilerin Bosna’ya yardım paralarını “iç ettikleri” iddasını ortaya atan Çiller, tam 12 Eylül’ün askerî mahkemeleri gibi davrandı: Suçladı ve zanlının suçsuz olduğunu kanıtlamasını istedi. Halbuki hukuk düzenleri suçlayanın, zanlının suçluluğunu kanıtlaması esasına dayanır.

RP yönetimi Bosna’ya yardımlarını kanıtlayabilmek için bulabildikleri her türlü belgeyi basına sundular, ama üzerlerine atılan çamuru tam anlamıyla temizleyemediler. Çiller’in iddiasını kanıtlamasını beklemek beyhude olacaktır. Aynı şekilde RP’nin kendini aklama girişimleri de asla kamuoyunu ikna etmeye yetmeyecektir. Bunun önemli nedenlerinden biri, BM’nin silah ambargosu uyguladığı Boşnaklara yapılan yardımların büyük ölçüde illegal yollarla gerçekleşmesidir. Nitekim Necmettin Erbakan, Boşnak bir yetkiliyle yaptığı basın toplantısında, yaptıkları yardımla Boşnaklara ait bir silah fabrikasının yeniden faaliyete geçtiğini açıklamak zorunda kalmış ve iddiaya göre Sırp uçakları bu açıklamanın hemen ardından o fabrikayı bombalamışlardır.

Çiller’in spekülasyonun yerel seçimleri nasıl etkilediğini hiçbir şekilde anlayamayacağız, fakat RP’nin de dahil olduğu birçok İslâmi kurum ve kuruluşun Boşnaklara gizli yollardan silah ve mühimmat aktarma faaliyetinin bu süreçte ciddi darbe yediği kesin.

Çiller’in seçim gününe kadar RP’ye saldırılarının, vurkaç taktiğiyle tırmanması beklenebilir, fakat kendisinin kamuoyuna inandırıcı mesaj sunmakta genel bir kriz içinde olduğu gözönüne alınırsa esas hesaplarını seçim sonrasına yönelik yapması beklenebilir.

Seçmen nezdinde kredisini hızla yitiren DYP, varkalmak için sivil olmayan odaklara ve çözümlere yönelecektir. Bu nedenle, DYP’nin, RP’nin sistem için ciddi bir tehdit olduğunu “zinde güçler”e kanıtlaması birinci zorunluluktur. Ancak RP’nin yüzde 20’ler civarında oy alması, her beş seçmenden birinin rejimi değiştirmek istediğinin değil de RP’nin sistem içi ciddi bir güç olduğunun tescili olacaktır. Bu derece yüksek bir sandık meşruiyetine sahip bir partiye yönelik askerî darbe pek kolay yapılamaz.

DYP’nin diğer bir seçeneği, diğer merkez partilerini, RP’nin yükselişinin kendilerine yönelik bir tehdit olduğuna ikna edebilmesidir. Gerçekten de alabildiğine tıkanma içindeki sistemin krizi aşabilmesinde RP’nin bir alternatif olarak ortaya çıkması merkez sağ ve solun birçok kadrosunun tasfiyesine yolaçabilir. Kamuoyunda ANAYOL olarak dillendirilen seçenek uzun bir süredir gündemde ve RP tehditine karşı hayata geçirilebilir. Fakat TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk, böyle bir “mutabakat hükümeti”nin başına aday olduğunu deklare ettiği için ve görüldüğü kadarıyla ondan daha şanslı bir aday da olmadığı için Çiller’in bu çözümü mümkün olduğunca ertelemesi beklenebilir.

ANAP’IN TAVRI: SERİNKANLILIK

ANAP yönetimi, RP’ye karşı, açıkça dile getirmekten çekinmedikleri gibi, sert bir muhalefet geliştirmiyor. ANAP’ın hedefi koalisyon partilerinin, diğer bir deyişle merkezdeki ciddi rakiplerininin mümkün olduğunca yıpranmasıdır. Ayrıca RP’ye laiklik, Atatürkçülük gibi konularda yüklenerek tabanındaki muhafazakâr kesimleri ürkütmek istemiyor.

Mesut Yılmaz, yerel seçimlerden merkezin tek gücü olarak çıkmak istiyor; bu arada merkezde istikbal vaadeden DSP’yle sıcak ilişkisini zedelemeden, belki onu da yedeğine alarak hükümeti talep etmesi beklenebilir.

ANAP’ın, RP ile hesaplaşmasını seçim sonrasına bıraktığı söylenebilir. Seçimlerden birinci parti olarak çıkmış bir ANAP’ın zaten seçime kadar alabildiğine yıpranmış bir RP’yle daha kolay başedebileceği söylenebilir. Daha şimdiden, RP’den korkan seçmenin “oylar bölünmesin” kaygısıyla birinci sırada görünen ANAP’a yöneldiğine dair ortada ciddi işaretler mevcut.

MSP kökenli nitelikli kadrolara sahip olan ANAP’ın, RP’yi en iyi tanıyan parti olduğu, bu nedenle diğerlerine kıyasla daha etkili bir eleştiri geliştirebileceği de söylenebilir. Öte yandan ANAP’ın, RP’ye karşı cihadın bayraktarlığını yapan DSP ile işbirliğine gitmesi durumunda işi daha da kolaylaşacaktır.

ANAP’ın RP’ye karşı serinkanlılığı üzerine birçok spekülasyon yapılabilir. Örneğin seçim sonrasında, hep ince bir ip üzerinde politika yapma kaderine sahip olan RP’de, vaktiyle MSP’den Nizam Partisi’nin kopması gibi, hattâ bundan daha önemli kopuşlar yaşanabilir. Her ne kadar RP’de bölünmeye yönelik en ufak bir alamet bile gözükmüyorsa da birilerinin derinden derine bunun hesaplarını yapıyor olması hiç şaşırtıcı olmaz. Böyle bir ihtimalde RP’den kopacaklar için ANAP sıcak bir yuva olacaktır.

Seçim sonrası bir koalisyona kadar varabilecek ANAP-RP işbirliği de pekala gündeme gelebilir. Ancak tek başına iktidara yürüdükleri yanılgısı içindeki RP tabanını buna ikna etmek zor olacağından böyle bir seçenek için “devlet partisi”nin bilfiil devreye girmesi gerekecektir.

ANAP’ın RP’ye karşı pasif tutumu kendisi için ciddi riskler de içeriyor. Daha şimdiden ikbal avcısı bazı ANAP’lılar, “yeni bir ANAP” olacağı kestiriminde bulundukları RP’ye yöneliyorlar. Henüz RP’lileşmemiş bazı ANAP’lıların da bugünlerde RP’yle iyi geçinmeye çalıştıkları, ona yatırım yaptıkları gözlemleniyor.

SHP VE CHP’NİN TAVRI: ÇARESİZLİK

RP’nin en önemli gelişmeyi metropolleri kuşatan bölgelerde (kent yoksulları arasında) gösterdiği biliniyor. Geleneksel olarak sosyal demokrat partilerin kaleleri olarak bilinen bu yerleşim birimlerini RP teker teker ele geçiriyor. İstanbul’da Sultanbeyli, Arnavutköy, Samandıra gibi uzak ve yeni gecekondu bölgelerinde başlayan bu fetih önce Kağıthane, ardından Bahçelievler, Bağcılar, Güngören, Tuzla gibi eski gecekondu bölgelerinde sürdü. Önümüzdeki seçimlerde RP’nin, dar gelirli seçmenin çoğunluğu oluşturduğu metropolün merkezindeki ilçelerde -başta Beyoğlu olmak üzere Gaziosmanpaşa, Eyüp, Beykoz, Üsküdar, Fatih gibi- belediye başkanlıklarını kazanma şansı hayli yüksek.

Yoksulların oylarının sosyal demokratlardan RP’ye kayması yalnızca metropollerle sınırlı değil, adım adım metropolleşmeye evrilen bazı Anadolu il merkezleri başta olmak üzere, taşrada da “kent yoksulları” olgusuyla karşılaşıyoruz ve RP adayları bu seçmene yönelik yoğun ve başarılı bir seçim kampanyası sürdürüyorlar.

RP’nin, belediye seçimleri sürecinde kent yoksullarını kazanmada daha başarılı olmasının önde gelen nedeni hiç kuşkusuz SHP’li belediye başkanlarının hatırı sayılır bir kısmının ceplerini doldurmaktan hizmeti unutmalarıdır. Nitekim Gaziantep, Ankara gibi sosyal demokrat belediye başkanlarının nispeten başarılı olduğu yerleşim birimlerinde RP çok fazla iddialı değil.

Sosyal demokratların, en iddialı olmaları gereken yerel yönetimler alanında iflasa yakın bir tablo çizmelerine bölünmüşlükleri ve her sosyal demokrat partinin kendi içinde ciddi örgütsel sorunlar yaşamaları eşlik ediyor. 1970’lerde CHP’nin tabandan gelen hummalı politik aktivitesini bugün RP’de görüyoruz. SHP, bütün yükü Zülfü Livaneli’nin sol liberal imajına yüklemiş ölgün bir parti; DSP (ileride ayrıca ele alacağız) Bülent Ecevit’in deneyimine ve sultasına terk edilmiş, CHP ise naif bir şekilde modernizmi savunur durumda.

Örgütsel felcin dışında SHP ile CHP tam bir ideolojik kriz yaşıyor. Ne sağın “artık sol bitmiştir” teranelerine ne RP’nin, bir zamanlar kendilerinin savunduğu sloganları hoyratça kullanmalarına karşı bir şeyler yapabiliyorlar. Artık her iki partinin de umudu Atatürk ve laiklik.

SHP ve CHP’nin Atatürk ve laikliği ön plana çıkartmaları bir çaresizliğin sonucu olsa da tam anlamıyla işlevsiz de değil. Çünkü RP’ye kayma eğilimindeki sosyal demokrat taban, RP’nin geleneksel imajına karşı rahatsızlığından tam olarak kurtulabilmiş değil. Bugüne kadar merkez sol partileri desteklemiş seçmen içinde RP’ye yönelenler, bu yönelimlerini genellikle, seçimlerin yerel olmasıyla, dolayısıyla adaylar içinde “en az yeme” durumundakini tercih ettikleriyle açıklama yoluna gidiyorlar. RP de, bu yönelimin bilincinde, yerel seçimleri genel milletvekili seçimleri havasına pek sokmamaya çalışıyor ve Atatürk, laiklik gibi konularda kendisini sempatik gösterecek, en azından antipatik göstermeyecek tavırlar geliştiriyor.

Dolayısıyla SHP ve CHP, RP’ye yönelik ana strateji olarak, bu partiye kayabilecek sol kökenli seçmenin nasırına basmayı benimsiyor. “RP’nin maskesini düşürmek” olarak özetlenebilecek bu strateji şimdiye kadar epey meyve verdi. RP üst yönetimi, Atatürk ve laiklik konularında kamuoyunu (daha doğrusu kamuoyunu yönlendiren medyayı) kolay kolay tatmin edemiyor. Hele Hasan Mezarcı’nın garip zamanlamalı soru önergesi RP’yi epey zor durumda bıraktı. Öte yandan yerel RP kadroları, rakiplerinin Atatürk ve laiklik konularındaki provokasyonlarına kolaylıkla gelebiliyorlar. Örneğin Kayseri’de Erciyes TV’de adayların katıldığı bir açıkoturumda CHP adayı Mehmet Sağıroğlu söz hakkının önemli bir bölümünü RP adayı Doç. Şükrü Karatepe’ye yüklenmeye hasretti. RP geleneğinden farklı olarak liberal-demokratik bir çizgiye sahip olan Doç. Karatepe, bu saldırıları ustaca savuşturdu. Fakat açık oturumun, salonda bulunan partililere adaylara soru sorma hakkı tanıyan son aşamasına gelindiğinde RP Kayseri İl Sekreteri söz alarak uzun uzun Tek Parti döneminde yapıldığını iddia ettiği İslâm karşıtı uygulamaları anlattı. CHP’li Sağıroğlu da Atatürk karşıtı çizgiyi açığa çıkartmış olmanın mutluluğunu tattı.

SHP ve CHP’nin bu stratejisi, sol kökenli seçmenin bir bölümünü, RP’ye acımasızca yüklenilmesine tepki olarak zaten bir şekilde yöneldiği bu partiye iyice sevketmek riskini içeriyor. Ancak çaresizlik içindeki SHP ve CHP’lilerin önemsiz gibi gözüken bu ayrıntıyı kaale alabilecek mecalleri yok.

Aynı mecalsizlik SHP’yi, Çiller ve Türkeş’le resmî “Ata’ya Saygı” mitinginde de biraraya getirdi. Karayalçın, Taksim Meydanı’nda, mitinge CHP’nin bile itibar etmemesinin ve kalabalığı büyük ölçüde lise öğrencilerinin oluşturmasının getirdiği burukluğunu yansıtan kısa bir konuşma yaptı. Fiyaskodan, miting sonrası kalabalığa karışarak sıyrılmak istedi.

Uluç Gürkan ise, eski DYP Milletvekili Abdülmelik Fırat ile Hasan Mezarcı’ya televizyonda alenen hakaret ederek partisi CHP’nin düştüğü duruma ayna tuttu. Atatürk eleştirilerine karşılık vermeye çalışmak yerine, halkın zaafını okşamak niyetiyle saldırgan bir tutumu tercih eden Gürkan, beklemediği bir medeni ve demokratik tepkiyle karşılaştı.

DSP’NİN TAVRI: ŞÖVALYELİK

DSP lideri Bülent Ecevit, RP’ye ve onun lideri Erbakan’a mümkün olan her noktadan saldırıyor. Ulus-devletçiliği Türkiye’de ısrarla ve başarıyla savunan belki de tek lider olan Ecevit, RP’ye en çok Kürt milliyetçiliğini teşvik ettiği iddiasıyla yükleniyor. Ecevit’in bir iki zayıf delille dile getirdiği bu iddia RP’nin elini kolunu bağlıyor. Çünkü RP, bu iddiayı kabul etse başta İç Anadolu ve Karadeniz olmak üzere birçok bölgede derin yaralar alacak, reddetmesi durumunda ise bu seçimlerde ciddi beklentileri olduğu Kürt seçmeni darıltacak. Fakat Ecevit’in, medyanın da sonsuz desteğiyle ısrarla iddiasını gündemde tutması RP’yi ikinci yolu seçmek zorunda bıraktı.

Ecevit, RP’nin Adil Düzen, çok hukuklu toplum projesi gibi görüşlerini de eleştirmeye yönelen ender liderlerden biri. Bu eleştirilerini ciddi inceleme ve araştırmalar sonucu geliştirmediği de belli oluyor. Fakat RP’nin projeleri o kadar üstünkörü, spekülatif ve uygulanabilirlik şansından yoksun ki bu kadarı bile yetebiliyor.

Ecevit’in RP’ye laiklik konusunda yüklenirken dindarları incitmeme duyarlığı seçim günü yaklaştıkça biraz esnemekle birlikte genel olarak bakıldığında sürüyor ve bu tutumu onu daha fazla inandırıcı kılıyor.

Bugün RP eleştirisini DSP ve lideri Bülent Ecevit tekeline almış durumda. RP’nin, Ecevit’in saldırılarından iyice bunaldığı görülüyor. Diğer partilerin de bu durumdan pek şikayetçi oldukları söylenemez. Zira Ecevit’in, RP’yi yıpratmasının semeresini DSP’den çok diğer partilerin gördüğü söylenebilir.

Türkiye’de DSP bir iktidar partisi, Ecevit ise başbakan olarak düşünülmüyor artık. RP’liler dışında (o da şimdilik) bütün partililer DSP’yi, daha çok da Ecevit’i ülke için “yararlı” görüyorlar. İşte Ecevit’in RP’ye karşı şövalyevari tutumunun mahzuru da bu noktada ortaya çıkıyor. Ecevit, RP ile uğraşmaktan nasıl bir Türkiye istediğini anlatamıyor. 1991 seçimlerinde de Ecevit, HEP’lileri bünyesine alan SHP ile uğraşırken aynı açmazla karşılaşmıştı.

Nitekim Genelkurmay ziyaretinin ardından, olası bir 12 Martvari bir askerî darbeyle ordunun başbakanlığa Ecevit’i getireceği rivayetlerinin çıkması hiç şaşırtıcı değil. Kendisinin başbakanlığa ulaşmasının başka bir yolu yok zaten.

DSP, her geçen gün solcu ve demokratik kimliğinden uzaklaşıyor. Liderler içinde entellektüel yönüyle sivrilen Ecevit’in bir zamanlar beraber hükümet ettiği RP’nin sistem dışı bir güç olduğunda ısrarı anlaşılacak gibi değil. 12 Eylül rejimine en fazla direnç gösteren lider olan Ecevit’in, RP’ye en çok resmî ideolojiden (diğer bir deyişle MGK çizgisinden) uzak düştüğü noktalarda vurması acı.

MHP’NİN TAVRI: OPORTUNİZM

Milliyetçi Hareket Partisi, kendisini TBMM’ye taşıyan RP’nin gelişiyor gözükmesinden gizli gizli memnun olduğu söylenebilir. Zaten Kürt milliyetçiliğinin yükselmesiyle ayranı kabaran MHP, “devlet partisi”nin RP’den telaşa kapıldığı oranda kendisini iyice hatırlayacağını düşünüyor.

MHP özellikle İç ve Doğu Anadolu’da RP ile sıkı bir rekabet içinde. Buralarda Ecevit’in RP’ye yönelttiği Türk milliyetçisi eleştiriler MHP’nin çok işine geliyor. Milliyetçi-muhafazakâr eğilimlerin güçlü olduğu bu yörelerde MHP, RP’yi PKK’yı kayırmakla açık açık itham ediyor. RP’nin Alevilere açılım politikası da MHP tarafından istismar ediliyor. MHP’liler de Alevi-Sünni kardeşliğini savunur gözüktükleri için, bu strateji alenen uygulanmıyor ama, MHP adayları Sünni seçmende RP’ye karşı oluşan soğukluğu çok iyi kullanıyorlar.

BBP’NİN TAVRI: İSLAMCILIK

RP kongresine kadar, bu partiyle işbirliğine gitmesi beklenen Büyük Birlik Partisi, bir yandan kendisinden koptuğu MHP ile uğraşırken diğer yandan İç ve Doğu Anadolu’da RP’den oy kapma hesapları yapıyor. BBP’liler, RP’nin iktidara yaklaştıkça sistem içi kimliğinin açığa çıkmasından, İslâmi çizgiden uzaklaşmasından yararlanmaya çalışıyorlar.

BBP, RP’ye İslâm’ı temsil ettiği iddiasını taşıması, kendilerinin ise İslâm’a hizmeti amaçladıkları itirazıyla karşı çıkıyor. RP’nin “İki parti vardır: Taklitçi batıl partiler ve RP” şiarı Türk-İslâm ülkücülerini ziyadesiyle yaralıyor.

BBP, çeşitli nedenlerle RP’ye uzak duran İslâmi cemaatlerin desteğini kazanmak için uğraş vermesiyle de dikkati çekiyor. Ancak yeni bir parti olması, esas olarak MHP’nin hasmane tutumuna direnç göstermeye çalışması ve olanaklarının kıtlığı gibi nedenlerle BBP, teorik olarak epey zor durumda bırakabileceği RP karşısında fazla etkili olamıyor. Ayrıca “İnançlı kadrolar omuz omuza” sloganı BBP’nin İslâmileşme sürecini sürdüren tabanı tarafından hâlâ benimseniyor ve diğer partiler varken RP’ye çok yüklenilmesi bu tabanın vicdanında pek kabul görmüyor.

RP DIŞI İSLAMİ ÇEVRELERİN

TAVRI: BEKLE GÖR

RP, son günlerdeki tırmanışıyla Türkiye’deki İslâmi hareketliliği de tekeline almış görünüyor. RP dışı İslâmi oluşumlar, genellikle gidişatın nereye varacağını temkinle izleyip seslerini çıkartmazken, onu eleştirenlerin, zaten güçsüzlükleri nedeniyle cılız olan sesleri de neredeyse hiç duyulmuyor. Bir tek, egemen medyanın nihayet hatırladığı Ali Bulaç gibi bir-iki Müslüman aydının, “sivil İslâm” zemininden geliştirdiği eleştirilere arada sırada tanık oluyoruz.

İslâmi oluşumların geneline hâkim olan “Bize kolay kolay iktidar teslim etmezler” yaklaşımı şu günlerde ciddi bir sınavın eşiğinde. RP’nin tırmanışının İslâmcılık dışı etkili odaklarca da tasdik edilmesi, bugüne kadar bu partiye mesafeli olan bazı cemaat, grup, çevre ve kişinin RP’yle ilişkilerini rehabilite etmesine katkıda bulundu. RP yönetimi, çoğunlukla pragmatik nedenlerle, yakın bir zamana kadar üye olmayan bazı isimleri bu seçimlerde aday gösteriyor.

RP’yi, “şeriat davasına ihanet”ten dolayı öteden beri eleştiregelen radikal gençlik gruplarında da genel bir temkinlilik havası egemen, ama bu çevreler açık bir RP destekçiliği yapmaya da yanaşmıyorlar.

RP’nin yerel iktidarlarda önemli bir başarı kazanma, ardından genel seçimlerde en azından koalisyon ortağı ya da ana muhalefet partisi olma ihtimali, sağ kitle partilerini karşılıklı tavizler esasıyla destekleme geleneğine sahip bazı güçlü cemaatleri tercih değişikliğine götürebilir. Fakat bunun gerçekleşebilmesi için RP “muhafazakâr bir kitle partisi” olmak durumundadır. Cemaatlerin radikal çizgilere yatırım yapıp, ellerinin altındakileri riske atması beklenemez.

RP dışındaki İslâmi oluşumlar, bu partinin güçlenmesinin son tahlilde kendilerinin aleyhine olduğunun bilincindeler. Çünkü RP yönetimi, siyasî otoriteyi dinsel otoritenin önüne geçirmiş ve dinî liderlerin işlevlerini sembolikleştirmiştir. Öte yandan bir nomenklatura halini almış olan RP üst yönetimi, parti içi iktidarını kimseyle paylaşmak istememektedir. Son RP Kongresi’nde Korkut Özal, Abdülkadir Aksu, Cemil Çiçek gibi isimler “sıradan bir partili” olmaya yanaşmadıkları için partiye girmekten vazgeçtiler.

RP, üyelerine her şeyden önce Refahçı kimliğine sahip olmalarını dayatıyor. İkincil derecede başka kimliklere sahip olmakta üyeler özgür bırakılıyor. Dolayısıyla RP’ye toplu halde gelip bir kanat oluşturmak, gücü oranında yönetimde söz sahibi olmak mümkün değil. Örneğin parti içindeki yenilikçi ve gelenekçi kanatlar tam olarak kurumsallaşmamıştır ve kendilerini bu kanatlardan birine yerleştiren herkes Refahçılıkta ve Erbakan’ın tartışılmaz liderliğinde birleşmektedir. Zaten bu kanatlar arasındaki temel fark, özde değil usuldedir.

LİBERALLERİN TAVRI: YANINDA

VE KARŞISINDA

Turgut Özal’ın himayesinde II. Cumhuriyet projesi etrafında öbeklenen, ölümünün ardından Demokrat Parti (başta Büyük Değişim Partisi), Yeni Parti gibi partilere, Yeni Demokrasi Hareketi gibi oluşumlara dağılan liberaller, I. Cumhuriyet’in temellerini, gelenek ve göreneklerini (tabularını) sarstığı ölçüde RP’nin tırmanışına olumlu; I. Cumhuriyet’in temellerini, gelenek ve göreneklerini (tabularını) revize edip yeniden sağlamlaştırdığı ölçüde olumsuz karşılıyorlar.

İslâmi politik hareketlerin, tüm diğer siyasî güçler gibi meşrû zemine çekilmesine taraftar olan liberaller, dolayısıyla RP’nin sistem dışına itilmesi stratejilerini hep reddetmişlerdi. Ancak sınırlı güçte bir RP’yi rejimin emniyet sübabı olarak görme yaklaşımını liberallerin de paylaştıkları söylenebilir. Bazı liberal sözcülerin, RP’nin tırmanışının abartılmasına ısrarla karşı çıkmaları bir tespit olmaktan ziyade, onu hep hiç büyümemesi gereken bir çocuk gibi görme niyetinin dışavurumu olabilir.

RP’nin serpilip gelişmesi henüz emekleme aşamasındaki liberal hareketin aleyhine doğrudan sonuçlara yolaçacaktır. Çünkü liberal hareket, müstakbel kitle tabanında derinden derine gelişen İslâmi liberalizmin etki alanındaki kalabalıklara, özellikle de bu kalabalıklar arasında sivrilen cemaat önderlerine, okumuşlara önemli bir yer biçiyor.

Nitekim Özal yaşarken liberal akımlarla temasa geçen çok sayıda dindar aydının önemli bir kısmı, onun ölümünün ardından liberalizmin kısa vadede parlak bir gelecek vaadetmemesi üzerine RP’ye ya da ANAP’a kapılandı.

RP’nin, İslâmi kesimde geliştirilmeye başlanan bazı liberal argümanları genellikle içini boşaltarak ya da abartarak içselleştirmesi de liberalleri oldukça rahatsız ediyor. Aynı şekilde RP’nin, diğer partiler ve medyanın sıkıştırmaları karşısında, liberallerin tercih edeceği gibi, “eski ve asıl” çizgilerinde ısrar edeceklerine güncel politikanın ana akımının söylemine eklemlenmekte beis görmemesi de liberalleri rahatsız ediyor.

Liberal hareket, teorik olarak RP’nin tırmanışından kazançlı çıkabilecek tek sistem içi politik güç. Türkiye’ye yeni bir politika yapma tarzı getirmek isteyen liberallerin genç, yeni, yozlaşmamış politik aktörlere ihtiyacı var ve bugüne kadar pasif kalmış binlerce kişiyi aktif politikaya çeken RP bu ihtiyacı fazlasıyla karşılayabilir.

Liberal hareketin başarısı, politik sistemin alışılageldik kurallarla daha fazla süremeyeceğine egemen güçlerin ikna olmasıyla doğrudan orantılı. Bu açıdan RP’nin muhtemel bir zaferi, sistemin liberalleşmeye yeşil ışık yakmasına vesile olabilir.

Ancak bu teorik fırsatların pratiğe geçirilebilmesi için liberallerin politik sürece etkin bir şekilde müdahale edebilmelerini gerektiriyor. Ülkedeki her tür krizin kendilerine yaradığını düşünen liberallere kimsenin politik iktidarı ayaklarına giderek teslim etmeleri beklenemez. Egemen güçler, atıl liberaller yerine dinamik Refahçıları, sistemi reforme etmekle pekala görevlendirebilirler.

SOSYALİST SOLUN TAVRI: EHVEN-İ ŞER

Bir politik ideoloji olarak İslâmcılık dışında, bir din olarak İslâm’a karşı da mücadele bayrağını yükselten İşçi Partisi ve onunla aynı yoldakileri saymazsak sosyalistlerin RP’ye karşı tavrında ehven-i şer yaklaşımı baskın.

(Sembolik bir şekilde seçimlere katılan sosyalist çevreleri bir kenara bırakırsak) bazı sosyalistler RP’nin belediyeleri kazanmasının önünün alınması için SHP, hattâ kimi yerlerde ANAP ve DYP adaylarının desteklenmesini savunabiliyorlar. Bazıları ise, bunun tam zıddı bir biçimde, düzen partilerine, egemen medyaya, bu güçlerin yoksul ve yoksunlara ikinci sınıf muamelesi yapmalarına duydukları öfkeyle “Oyum Refah’a” diyebiliyorlar.

Her iki durumda da sosyalistler tarihî bir yanılgı içindeler. Ne SHP ne ANAP ne de diğerleri RP’ye karşı, (gerçek anlamda olmayan) laik düzenin teminatı, ne de RP sömürücülere karşı yoksul ve yoksunların sesidir.

RP’nin, özellikle kent yoksullarının düzene karşı tepkilerine bir ölçüde yanıt verdiği doğru, ama RP adayları içinde bu kesimlerin doğrudan temsilcileri yok.

RP’nin kadınları aktif politika içine çektiği doğru, ama RP’nin tek bir kadın belediye başkan adayı bile yok.

RP’nin, medyanın haksız ve aşırı saldırılarına muhatap olduğu doğru, ama RP’nin elindeki ya da etkisindeki yayın organlarında da aynı haksız saldırılara diğer partilerin adayları maruz kalıyor.

RP’nin, diğer partiler tarafından devre dışı bırakılmak istendiği doğru, ama RP de “İki tür insan vardır: Refahlılar ve Refahlı olmayı bekleyenler” diyerek, “öteki”ne ne kadar tahammülü olduğunu sergiliyor.

RP’nin, diğer partilere göre daha temiz ve namuslu bir imajı olduğu doğru, ama günümüzde imajların ne derece gerçeği yansıttığı da tartışma konusu.

RP’nin, Kürt sorununa askerî çözümden çok yana olmadığı doğru, ama DEP seçimlerden çekilene kadar Genelkurmay’ın onun karşısına RP’yi çıkartmak istediği, bu partinin yöneticilerinin de bu desteğe itirazları olmadığı (polis, subay ve özel timlerin oylarını bile hesaba kattıkları) biliniyor.

RP’nin, Kemalizme eleştirel yaklaştığı doğru, ama yine RP’nin “Atatürk yaşasaydı Refahlı olur” dediği, “müthiş Atatürkçü” Adnan Hoca’ya, onun solarium yanıklı müridlerine, tövbekâr mankenlerine ve daha önemlisi İslâmi Atatürk yorumlarına bel bağladığı da ortada.

RP’nin, demokrasiden, sivil toplumdan, çoğulculuktan yana çok sayıda kadroyu içinde barındırdığı doğru, ama yıllardır bu partiyi Erbakan ve çevresindeki oligarşinin yönettiği de doğru.

BENİM REFAH ELEŞTİRİM

Bir bütünlük olarak sosyalist soldan bahsedemiyorsak herbirimizin teker teker görüş belirtmesi yanlış olmayacaktır. İşte, bir sosyalist olarak RP eleştirisinde şu noktaların ele alınması gerektiğini düşünüyorum:

Metod olarak; sosyalistler bir din olarak İslâm ile politik bir ideoloji olarak İslâmcılık arasındaki farka özel önem göstermeliler. Sosyalist olmak için belli bir din yorumuna sahip olmak zorunluluğu yoktur. Her türlü dinî yoruma sahip kişiler kendilerini sosyalist bir toplum için mücadeleye adayabilirler. Bu mücadeleyi kendi dinsel yorumlarıyla olumlayıp olumlamamaları da kendi bilecekleri iştir. Sosyalistlerin dinsel yorumlara karşı özgürlükçü tutumları geçici (sosyalizm kurulana kadar) değil kalıcı olmalıdır. Dinle ilişkili konularda, diğer hususlarda olduğundan belki de daha fazla pragmatizmden kaçınmak gerekir.

Sosyalistler, dinsel hareketliliği yekpare görme yanlışından kaçınmalıdırlar. RP İslâmi kesimin en güçlü parçası olabilir ama tek başına değildir. Aynı şekilde RP de, çok güçlü ve belirleyici bir merkeze sahip olmakla birlikte bir koalisyondur. Tüm kesimlerde olduğu gibi, İslâmi kesimde de farklı yorumların mümkün olduğunca çoğunu bilmek, değerlendirmek kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Sosyalistler, genel olarak İslâmcıları, özel olarak RP’yi, diğer politik güçlerle kıyaslamadan önce kendi içlerinde değerlendirmeli, sonra sosyalizmle kıyaslama yoluna gitmelidirler.

İslâm’dan hareketle geliştirilen politik düşüncelerin her durumda varlıklarına saygı göstermek gerekir. Sosyalistler, “homo sosyalisticus” savunucusu olmadıkları için İslâmcılar “homo İslâmicus” özlemi duysalar bile böyle davranmalıdırlar.

Bir avuç radikal İslâmcının savundukları bazı “anti-emperyalist, anti-kapitalist” tezler onlara sistem dışı bir görüntü verebilir, belki de öyledirler. Öte yandan gelenekçi çizgiye yakın dindar kalabalıkların sistem içi kalma ısrarları da bir gerçektir. Ancak sosyalistlerin kolaycı bir biçimde radikallere sempati duyup dindar kitleleri iyice sisteme terk etmeleri büyük bir yanılgı olacaktır. Önemli olan bu kitleleri sosyalizm saflarına kazanmaktır.

Sivil toplumun güçlenmesi açısından; RP’nin katkı ve zararları çok iyi hesap edilmelidir. Yukarıda değindiğimiz gibi kent yoksullarını, kadınları, genç işsizleri politik yaşama çeken RP onların parti denetimi dışında sivil örgütlenmeler geliştirmelerine pek izin vermemekte, ayrıca bu kesimlerin önderlerinin seçilme haklarının önünü çeşitli bahanelerle tıkamaktadır.

Laikliği din ve vicdan özgürlüğüne indirgeyen RP’nin, elde edeceği belediyeler aracılığıyla “günahı örtme” perspektifinden hareketle kamu alanına müdahale etmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Bu muhtemel uygulamalar toplum içinde yeni ve gereksiz gerilimlere yolaçacaktır.

RP’nin bir slogan olarak dile getirdiği “çok hukuklu sistem” tam olarak net değildir. Bunun uygulanabilirliği bir yana, toplumda çoğulculuğa mı vesile olacağı, yoksa “zımmi” sistemine geri dönüş anlamına mı geleceği belirsizdir.

RP’nin Diyanet İşleri Başkanlığı’nı daha da güçlendirmeyi savunması, devletin dinî yaşamı kontrol altına almasını güçlendirme, sivil topulumu daha fazla cendere altına alma anlamına gelmektedir. Değişen, devlet erkanının İslâmi yorumu olacaktır, o kadar.

Sistem açısından; RP ile birlikte bir devrim beklemek hayaldir. Ancak bir RP iktidarı, daha önce değindiğimiz gibi politika sınıfı ve bürokraside zorunlu bir tasfiyeye neden olacaktır. Zaten sayıları bir hayli kabarık olan dindar politikacı ve bürokratların sayıları daha da artacaktır.

Seçimlere emekli albay ve general transferleriyle hazırlanan RP’nin, ordunun fonksiyonunu değiştirmesini beklemek de bir hayaldir. Belki RP’li gençlerin asker uğurlarken attıkları “İmansız ordu zafer kazanmaz” sloganı bazı birliklerin girişine de asılacaktır (kimbilir çoktan asılmıştır bile).

RP, pazar ekonomisine, kapitalizme karşı olduğunu zaten iddia etmiyor. Zaten bizi almaya pek niyetli olmayan AT’ye karşı çıkmanın ya da ütopya ötesi bir İslâm Ortak Pazarı’nı savunmanın da pek bir anlamı yok.

Benzer bir şekilde RP’nin, baş kuramcısı Süleyman Karagülle’nin de belirttiği gibi Adil Düzen’i hayata geçirmeye kalkacağını (tıpkı Süleyman Demirel’in şeffaf karakolları gibi) düşünmek de abes olacaktır. Zaten Adil Düzen’in ne olduğunu RP’lilerin de pek bildiği söylenemez.

Faizi kaldırmak isteyenin başına neler gelebileceğini söyleminin gereği var mı?

Demokrasi açısından; RP geciktirici bir işlev görmeye aday. Her şeyden önce örgüt içi demokrasinin kıyısına uğramamış olan RP’nin ülkeyi demokratikleştirebilmesi imkânsızdan öte bir olasılıktır. RP, 1980 sonlarından itibaren dindar kesimlerde güçlenen demokrasi savunuculuğunu, anti-demokratik sistemin lehine yumuşatmaktadır.

Bahri Zengin’in geliştirdiği “Seçtiklerini Denetle (SE-DE) projesi” ve bunun doğal bir uzantısı olan “halk meclisleri” katılımcı demokrasinin güçlenmesine hizmet edebilecek kurumlar. Ancak RP yönetimi bu kurumları, her türlü eleştirinin bertaraf edilmesinin kalkanları olarak kullanma yoluna gidebilir. Fakat bu olasılık, halk meclislerini ciddiye almamanın bahanesi olmamalı.

Seçimlere ve her türden iktidara endeksli bir parti olan RP (bir belediye başkanın “Bir saatlik iktidara bile talibiz” sözlerini unutmak mümkün değil) iktidara yaklaştıkça demokrasiyi çoğunluğun yönetimi olarak görmeye yöneliyor. Erbakan’ın “TBMM’ye öneri getiririz, yasa çıkarsa uygulanır” sözleri demokrasiden ne derece nasibini aldığını gözler önüne seriyor.

Özetle; RP sistem içinde kalarak eleştirilemez. Sosyalist hareketin şu anda içinde bulunduğu kötü durum bahane edilerek de RP’ye karşı başkalarını, başkalarına karşı RP’yi desteklemekle de bir yere varılamaz.

RP, bir başka yazımda da belirttiğim gibi, büyümüyor şişiyor. RP yöneticileri partilerine değişimi aşılamıyor, hormonluyorlar. 1989’da çaresizlikten SHP ayvasını yiyen seçmen, bu seçimde hormonlu Refah domatesine meyledebilir. Ama bu domatesin iriliğinden ve parlaklığından başka bir özelliği olmadığını, en önemlisi tadı olmadığını anlaması için çok beklemek gerekeceğini sanmıyorum.

İşte biz sosyalistler topluma sahici tatları sunabiliriz.

Yeter ki işçileri, işsizleri, kadınları, yaşlıları, köylüleri, dindarları küçümsemeyelim, saflarımızı onlardan yana çizelim..

Refah bizden öğrendiklerini hoyratça hayata geçirmekten çekinmiyor. Biz de onlardan öğrenmekten çekinmeyelim, daha doğrusu hatırlayalım.

Yeter ki “ucuz solculuk” yapmaktan utanmayalım