Çöküş Sürecinde “Kurt Kanunu“

Kemal Tahir’in TC’nin kuruluş yıllarını İzmir Suikastı kesitinde anlattığı romanı, Kurt Kanunu, “Kurtlukta düşeni yemek kanundur” vecizesiyle başlar. Kurtlar sofrasına dönüştüğü durumlarda şu veya bu sebepten dolayı kavga gücü tükenen, tökezleyen kişilerin karşı saftakilere gerek kalmaksızın, daha biraz önce yandaş oldukları tarafından “işinin bitirildiğini” anlatır bu söz. Gizli örgütlerin, masonik bağlantılar ve mafia ilişkileri dünyasının daima puslu havasının bu “doğal” kuralı, legal kuruluşlar, kurum ve kanallar dünyası bunalıma girip, çökmeye başladığında orada da egemen olmaya başlar.

Ancak galiba bu ikinci durumda arada önemli bir farklılık beliriyor. Toplumun gizli, illegal ilişkiler dünyasında bu kurt yasası, onu türeten bir davranış ahlâkı ile sarmalanmış olarak işler. Örneğin o düşeni yemek kuralına bir suskunluk yasası da eşlik eder. “Düşen” işinin bitirileceğini kesinkes bilmesine rağmen, eğer bir biçimde canını kurtarsa ya da canını kurtarma bahasına yol arkadaşlarını ele vermesi istense bile bunu yapmaktan kaçınmalıdır. O alemde yaşarken sahip olduğu sırları kendini kurtarmak için “satması” ya da canının bağışlanması için şantaj malzemesi yapması mutlak bir “şerefsizlik”, her ne bahasına olursa olsun cezalandırılması gereken lanetli bir suç addedilir.

Oysa, toplumsal-siyasal düzenin buhrana, çöküntüye girdiği durumlarda, “düşeni yemek” kuralı işler olduğunda bu sözünü ettiğimiz “etik” geçerli değildir. Tam aksine, bu kaosta her sendeleyen, üzerine üşüşülür üşüşülmez “konuşmak”la tehdit eder etrafını. Böyle yapıp tamamen yem olmaktan kurtulmak artık mümkündür. Bu şantajın doğrudan muhatapları da uzaktan seyredenler de ayıplamaz bu davranışı. Çünkü artık hiçbir şey ayıp, şerefsizlik vb. değildir. Her kuruluşun, hemen herkesin dayandığı zemin “gevşemiş”, dipten doruğa doğru yürüyen bir çürüme onları herhangi bir etik sorumluluğu üstlenemeyecek ölçüde “bozmuş”, herhangi bir itmeyle çökebilecek hale getirmiştir. O bakımdan yalnızca “konuşma” tehdidini yapanın “gücü”, kimleri düşürebileceği ölçülür, bu bilanço göğüslenebilir veya manipule edilebilir gibiyse “düşmüş” olan tehdit sahibi harcanır, yok değilse küçük bir bedelle sıyrılması mümkün olur.

Türkiye Özal’lı yıllarda bu kabil olaylarla sık sık karşılaştı. Banker Kastelli gibiler hayali ihracat vurguncuları, Horzum türü yağmacılar, Özdağlar gibi bakan düzeyindeki rüşvetçilerden eroin kaçakçısı Malatyalı kulüp başkanlarına; eğlence, fuhuş ve kumar dünyasını yöneten “baba”lara, altın kaçakçılığı ve kara paranın aklanması “iş”leriyle uğraşan malî çevrelerden üst düzey emniyet ve MİT görevlilerine, Cem Ersever gibi ordu mensuplarına kadar sıkışan, “düşecek” hale gelen herkes “konuşursam kıyamet kopar, TC devleti sarsılır” tehdidini savurdu. Fısıltı gazetesinde söylenenler hattâ alenen yazılanlardaki imâlar, kimlere mesaj verildiğini, hangi kirli ilişkilerin ifşa edilebileceğini bildiriyor ve bunlara bakılınca çoğunun hiç de boş laf etmediğini, vitrinlerde habire iştah uyandıran mallar sergilenen toplumun tepelerinde hemen hiçbir kurum, kişi ve kuruluşun uzak durmadığı bir yağma ve karanlık ilişkiler çarkının kurulmuş olduğu anlaşılıyordu.

Özal döneminin namlı prenslerinden Engin Civan’ın vurdurulması ile patlayan son skandalın başrol oyuncuları ağzından da aynı “konuşursam” tehdidi duyuldu. Olayın ilk şoku altında rüşvet aldığını ikrar eden Engin Civan, biraz toparlanınca “asıl Türksat ve Skorsky helikopterleri ihalesine bakın” deyip, rüşvet ve yolsuzluk çarkının Genelkurmay da dahil tüm devlet aygıtında döndüğü konusunda epey malumat sahibi olduğunu duyurdu. Engin Civan’la Selim Edes arasındaki hesabın “raconunu kesmek” için adıgeçenleri huzurunda oturuma getirten kıdemli babalardan Dündar Kılıç, işe hatırını kıramayacağı birinin isteği üzerine girdiğini bildirdi. Yeraltı dünyasının bu ünlü ismi ile pek sıkı bir hatır ilişkisi olan ise sabık first ladymiz Semra Özal imiş. Dündar Kılıç’ın mahkemesinde suçlu bulunduğu anlaşılan Engin Civan’ın cezasını infaz edecek aygıta emir veren de yeni dönem babalarından Alaattin Çakıcı. Engin Civan adını verip, polis de ailesini “rahatsız edince” Çakıcı gizlendiği yerden en sunturlu “konuşursam” şantajını savuruverdi. “Devlet” hesabına da gizli işler çevirmişti ve eğer üzerine gelinirse TC devletini değil içeride, dışarıda da iki paralık edecek ifşaatta bulunacaktı. Gerçi ardından paniğe kapılmamasını ikaz eden, teminat veren haberler almış olmalıydı ki, ağız değiştirip “devletin her zaman hizmetinde” olduğunu beyan etti. Burada tehdidinden istediği sonucu almış olan Alaattin Çakıcı’nın usul gereği geri adım mı attığı, yoksa “devlet”in İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’in ağzından söylediği “terörist muamelesi yaparız” şeklindeki “hele bir yap” mealindeki mesajın mı daha etkili olduğu anlaşılamadı. Alaattin Çakıcı’nın devlet hesabına nasıl bir iş becermiş olduğunu merak eden gazetecilere Kenan Evren, MİT’in bir mafya şefiyle bazı işler çevirmesinin mümkün olduğunu beyan ediyordu. Malumdur ki kendileri 1980’lerin ilk üç yılında “TC’nin yeni kurucuları”ymışcasına hüküm sürmüşlerdi. Demek oluyor ki bu yeniden kuruluşunda devletimiz yeraltı dünyası ile iş çevirmekte pek beis görmeyen bir anlayışla “restore” edilmiş. Ve ayrıca yine Evren’den öğrenmekteyiz ki kendisi öteki “kurucular”a, cuntadaki arkadaşlarına servet beyanı yapmayı önermiş, ama onlar reddetmişler. Yani bu kurtarıcı takımı devletle yeraltı dünyasının “samimiyetine” cevaz verdikleri gibi, şahsen de köşe dönme zihniyetine aşinadırlar.

Burada basit bir kıyaslama yapabiliriz. TC kurulurken devlet ve toplumun inşâsı konusunda büyük bir hesaplaşma yaşandı. Kemal Tahir’e “Kurt Kanunu”nun geçerli olduğu dönem benzetmesini yaptırtan o ortamda birbirleriyle bir ölüm kalım kavgasına girenler birkaç yıl öncesinin kader arkadaşları idiler. “Kurtuluş” amacı etrafında birarada iken “kuruluş” safhasına geçilince, aşağı yukarı on yıl süren kanlı bir mücadeleye girmişlerdi. Eski İttihat Terakki kalıntılarının yokedildiği, Kurtuluş Savaşı’nı yöneten kadronun büyük kısmının ipten döndüğü, dinî hareketin ve Kürt isyanlarının kanla ezildiği bu kurulma döneminde “Kurt yasası” o sözünü ettiğimiz “etik” boyutuyla yürürlükte idi. Yenilenler, “düşen”ler ne galiplerine şantaj yaptılar, ne de saf değiştirip “suskunluk yasası”nı ihlal eden şerefsizliğe tevessül ettiler. Hemen herkes mücadelenin başlangıcında yeraldığı inançlarının gerektirdiği safta kaldı ve o safın kaderini paylaştı.

1980’lerden beri ise “Kurt yasası” bir buhran ve çöküş sürecinde işliyor. Sadece ideolojilerin değil, o ideolojilerin de gıdalandığı moral ve etik değerler ıskalası da inandırıcılık, bağlayıcılık niteliğini yitirmiş, çözülmüş haldedir. Daha önceleri sadece toplumun “yerüstü”nü oluşturan –“aşırı uçlar” da dahil– siyasal akımlar, iktisadî, sosyal, kültürel kurumlar değil, örgütlü “yeraltı” dünyası da kendine özgü bir etik dahilinde hareket etmeye gayret ederdi. ABD’de Mafia’nın, İtalya’da yine Mafia ve Camorra’nın Japon Yakuza’sının ve Türkiye’deki “Baba”ların “denetlediği” yeraltı dünyasının yazılı olmayan, ama gayet etkili bir “hukuk”u, “yasaları” ve bir şeref –Türkiye’deki ismiyle “delikanlılık”- tüzüğü vardır.

Şu son Engin Civan olayında açıkça ortaya çıktı ki, günümüz Türkiye’sinde artık o “yeraltı/yerüstü” ayrımı belirsizdir. “Yerüstü”nün doruğu olan Çankaya ile yeraltı dünyası arasında mesafe yok gibidir. Kanallar işlemekte; iş dünyası gibi yerüstünün en “güzide” alanının zirvesindeki ihtilaflar “mülkün temeli” olan yerüstü mahkemelerinde değil, Dündar Kılıç gibi babalar riyasetindeki oturumlarda halledilmekte, (Civan-Edes davasının pek çok benzerinin bu oturumlarda halledildiği bellidir) daha alt düzeyde ihtilaflara ise çek senet mafyaları bakmaktadır.

Ama galiba “yeraltı”, geleneksel uğraş alanlarıyla uyuşturucu, kumar, eğlence ve fuhuş “sektörüyle” sınırlı iken koruyabildiği etiğini “yerüstü” ile temasa geçtiğinde koruyamaz olmuş; bir başka deyişle yerüstündeki ahlâki erozyon, değerlerin geçersizleşmesi, onunla temasa geçen yeraltı dünyasına da sirayet etmiş, onu kendi ahlâkından yoksun hale getirmiştir.

Çöküş ortamının yeraltı dünyasının geleneksel ahlâkını bile bozduğuna dair yukarıdaki satırlar ironik diye nitelenebilir. Öyleyse daha ciddi noktalardan sözedelim. Türkiye’nin bir devlet ve toplum olarak içine girdiği bu ağır buhran ve çöküş durumunun en göze çarpan boyutlarından biri olan bu ahlâki-moral bozulma o denli etkilidir ki; 1980’lerden beri kurulu düzene karşı veya ondan “kopmak” ya da alternatif olmak iddiası ile ortaya çıkmış hareketler de bundan muaf olamamaktadırlar.

Yine o kuruluş-çöküş dönemi kıyaslamasından yola çıkalım. Yüzeyden bakıldığında bugün Türkiye’de o kuruluş dönemini andıran bir manzaradan sözedilebilir. Nitekim ülkede “gerçek iktidar” Kemalizmin kurumsal mirasçılarının elindedir ve onların son devlet ve toplum restorasyonlarını zımni de olsa benimsemiş “merkez”deki siyasî kadrolar da işbaşındadırlar. Bu kadrolar aralarında canhıraş bir didişme sürdürmekle birlikte, karşılarında –sanki kuruluş dönemindeki gibi– bir dinî muhalefet ve isyan halini almış bir Kürt sorunu vardır.

Ama benzerlik de burada bitiyor. 1923 ve sonrasında TC devletinin “sahipliği”ne soyunmuş kadrolar ve özellikle egemenliğini kuran Kemalist kadro kendince bir ideal ve inanca sahiptir. Bunun doğruluğundan, yüce bir amacı temsil ettiğinden emindir. Sertliği ve kararlılığı da buradan kaynaklanmaktadır. Buna karşılık dindar topluluklar ve Kürtler en azından bu “kuruluş” problematiği bağlamında net fikir ve inançlara sahip değildirler; amaçları belirsizdir ve yalnızca olmamasını istedikleri şeyler vardır.

Şimdi ise durum bir bakıma tam tersinedir. Devlet ve iktidar kurumları ve bunların arkasında duran kitle, her ne kadar resmen ve “görünüşte” yetmiş yıl öncenin kurucularının dilini kullanıyor ise de; bu dil, eskiden içerdiği idealizmi, tarihsel meşruiyet duygusunu tamamen yitirmiş bir kabuktan ibarettir. Buna mukabil dinî hareket ve Kürt hareketi etkilediği kesimlerde belirgin bir ideal, inanç ve tarihî meşruiyet duygusu uyandırmaktadırlar. 1920’lerin kuruluş döneminde nasıl Kemalistler sayılarıyla kıyaslanamaz bir siyasal hücum halinde idiyseler, bugün o ölçüde olamasa bile bir yandan dinî hareket öte yandan Kürt hareketi kurulu düzeni ideolojik-siyasal planda savunma, korunma konumuna iten bir etkinlik düzeyindedirler.

Fakat burada asıl işaret etmek istediğimiz nokta şudur: Özellikle 1990’lı yıllarla birlikte yeni ve atak bir ruh hali ile ortaya çıkan bu hareketler, Özal’lı yıllarla ülkeye egemen olan ahlâki çoraklaşma, “kendi” çıkarını mümkün her yolu deneyerek kollamayı mübah görme anlayışı üzerinde “olumlu”, “uyarıcı” bir etki yapmamışlardır. Örneğin İslâmi hareket, hemen herkesin koro halinde değer erozyonundan, ahlâki çöküntüden sözettiği bu ortamda, dinlerin en iddialı olageldikleri bu konuda bir arınma çağrısını yükseltebilir; Kürt gerilla hareketi, bu tür hareketlerin doğal olarak uyandırdığı adanmışlık, özveri, yiğitlik imajını zedelememeye özel bir itina gösterebilirdi. Böylece her ikisi de farklı kalkış noktalarından karşılarına aldıkları kurulu düzenin moral ve ahlâki boyutta en savunulamaz olduğu şu dönemde o açıdan bariz bir üstünlük ayrı (farklı), ama özenilir bir varoluş durumu olarak algılanabilirlerdi. Oysa İslâmi harekete egemen eğilim “ayrıksı”lığını vurgulayacak yerde kurulu düzen ve onun ortamında yaşayanlara “o kadar da farklı” olmadığı ve kafalarındaki “modern”lik kalıplarına uyma gayreti içinde olduğu mesajını vermeyi tercih etti. Kürt gerilla hareketi, sözünü ettiğimiz tür ve içerikte bir saygı uyandırmaktan çok “güçlülük” ve “korku” üzerine oynadı. PKK, devletin yaptıklarına mukabele-i bilmisil adına sivil insanları, kadın ve çocukları katlettiğinde, askerî olmayan “hedef”leri vurduğunda orman yakmayı kısasa kısas mantığınca teşvik ettiğinde ürkütücü bir güçlülük kanıtlaması yapmış olabilir ama, kurulu düzenin daha karmaşık, çok biçimli güç ve çıkar rolünde yaşayan insanlarda daha ilkel bir çöl imajını pekiştirmekten başka bir şey de yapmış olmaz.

İslâmi hareketin Sivas katliamı karşısındaki tutumu ile bu hareket mensuplarının mevcut iktisadî düzene her bakımdan entegre olabilme konusunda gösterdikleri maharetlerin çeşitli vesilelerle –bazen küçük skandallarla– ortaya çıkıyor oluşu da aynı sonuçları doğurur.

Dolayısıyla denebilir ki, şu anda kurulu düzene en güçlü karşı çıkışları temsil ediyor gözüken iki hareket de, gerçekte onunla aynı iklimi paylaşmakta; kurulu düzenin halihazır gidişatına uymuş kesimin yönetenleri ve kitlelerinde en çıplak biçimiyle göze çarpan “kurt yasası” o cenahlarda da işlemektedir.

Ama bu iklimde yaşamaya alışmış olanların bile arada bir, iliklerine kadar hissettikleri bu kirlenmişlik duygusundan “arınıyormuş gibi” bir hissi yaşamaya ihtiyaçları vardır. Bu “mış gibi”den öteye gidemeyecek arınma törenlerinin yakın geçmişte İLKSAN ve İSKİ skandalları dolayımında eda edildiği hatırlardadır.

Ancak anlaşılan süreç hızlanmakta törenler daha çok kurban istemektedir. Bu bakımdan anlaşılan odur ki, bu kez Engin Civan-Selim Edes ikilisinin yem edilmesi yeterli olmayacak; “Özal devrimi” ile egemenliğini dört başı mamur olarak kuran “Kurt yasası” ile gözler Özal ailesine çevrilmiş, hanedan didiklenmeye başlanmıştır.

Hanedanı kurtlar sofrasına sürükleyenlerin ön safında Özal’ın “liberal devrimi”nin en ateşli destekçilerinin yeralmasında yadırganacak hiçbir şey yoktur. Bunlar düne kadar yeni liberal zihniyeti Özal’ın şahsıyla içiçe sunuyorlarken, şimdi ince bir ayırma operasyonu başlatıp liberalizmin aradan sıyrılmasını sağlamaya uğraşmaktadırlar. Hattâ daha ileri gidip, örneğin şu Civan-Edes olayından çıkarılacak temel dersin bir an önce tam teşekküllü liberalizme geçmek olduğunu bilgiç bir edayla ilân ediyorlar. “Kamu bankaları özelleştirilmiş olsaydı bu tür skandallar yaşanmazdı” diyor örneğin eski Özal muhibbi Ertuğrul Özkök, Hürriyet gazetesinde.

Önce ufak bir değinme: Halen özel mülkiyette olmayan banka ve öteki iktisadî kuruluşlar “kamu”nun mu, yoksa “devlet”in mi mülkiyetindedir? Gerçekte iki ayrı mülkiyet biçimidir bunlar ama, özellikle Türkiye’de “kamusallığı” da kendine ait saymış bir devletin varlığında bu önemli ayrım silinmiştir. Özelleştirmecilerin –hele bu ortamda– ideolojik hegemonyasından haklı olarak rahatsız olanların bu cereyanın karşısına etkin bir alternatif dikebilmeleri için bu ayrımı belirginleştiren bir çabada yoğunlaşmaları elzemdir. Birikim’deki çeşitli yazılarda bu konunun defalarca işlendiğini yeri gelmişken hatırlatalım.

Ancak asıl bahsedeceğimiz işin bu yanı değil. “Tuhaflık” şurada. Türkiye’de devlet bankalarını ve işletmelerini ilk kuranlar “devletçi” kadrolardı. CHP geleneği de bunların “sivil” partisi idi. Ama hem onlar, hem de son yarım asra yaklaşan sürenin çok büyük bölümünde iktidarda olup en az o devletçiler kadar “kamu iktisadi teşebbüsü” kurmuş olan “merkez-sağ gelenek” –ki her zaman liberalizmi sahiplenegelmiştir– bunların asıl işlevinin ülkede “özel teşebbüsçülüğün gelişme koşullarını sağlamak olduğunu belirtmişlerdir.

Bu nokta biliniyor. “Tuhaf olan bu devlet işletmelerinin ve bankaların aynı kadrolarca hem dolaylı ve dolaysız yollarla özel teşebbüsü geliştirmek, palazlandırmak” için kullanılması, hem de aynı zamanda “kamu işletmeciliği”nin ne denli irrasyonel olduğu propagandasına malzeme edilmesi. Hem ilke olarak “kamu işletmesi”nin iktisaden zararlı, irrasyonel olduğu söylenecek hem yeni kamu işletmeleri kuracaksınız; hem bunların “özel girişime” kaynak ve saha yaratmasına öncelik verip, bunu yapmakla “kamu hizmeti” verdiklerini varsayacaksınız; hem de bunları “özel teşebbüs ve çıkarın” kârlılık kıstasıyla ölçüp bu tür işletmelerin iktisaden irrasyonel oldukları tezine kanıt temin edeceksiniz. Bu işletmeler üzerinden sağlanan siyasal denetim ve rantlar bahsine girmiyoruz bile.

Kamu işletmeleri üzerinde siyasî iktidarların müdahalesinin titizlikle sınırlandırıldığı ülkelerde “özel teşebbüs” yandaşı parti ve akımların kamu işletmelerini eleştirmeleri anlaşılır bir şeydir.

Bu eleştiride ikiyüzlülük yoktur. Ama bu işletmelere istediği ölçüde keyfî müdahalelerde bulunmuş, istediği gibi yönetmiş merkez-sağ iktidarların aynı eleştiriyi yapmaları pes dedirtecek bir yüzsüzlüktür.

1980’lerden beri tarihî merkez-sağ geleneğin devamı ve haldeki başat ideolojisi olarak kendini sunan Türkiye’deki liberal akım(lar) bu yüzsüzlüğün özeleştirisini yapmak yükümlülüğünü üstlenmiyorlar.

Kimse de onlara bu yükümlülüğü hatırlatmıyor. Çünkü bunu “sol” yapabilir, ama o da “sosyalist sistemler”in adeta çelik rengi verilmiş boş çuvallar imişçesine çöküşü karşısında öylesine derinden bir şoka uğramış olmalıdır ki, kendisinde bir başkasından “hesap soracak” moral gücü hâlâ bulabilmiş değil. Ayrıca bu liberaller onları hışımla azarlamayıp, “yanılgıya düşmüş çocuklar” muamelesi yapıp “faydalı” olacakları alanlarda yanlarına bile çağırmaktadırlar. Böylece bırakın liberallerden hesap sormayı, onlarla hesaplaşmayı; tam aksine onlarla ortak noktaların daha bir “farkedildiği” bir zemin kurulmuş oluyor. Üstelik tam da bu durumda bu zeminin dışında –özellikle tarihî ve kültürel boyutuyla her ikisini de ürperten– bir İslâmi hareketin “tehdidi” yükselmektedir.

Bu gerçekte itiraf edilmesi çok zor bir sığınma durumudur. Gelecek sayımızdaki Türkiye toplumunda gelişmelerin hızlanacağı bir döneme girmekte olduğumuzu öngörerek hazırladığımız, ülkenin siyasal durumunu topluca ele alacak dosyada, solun, sosyalizm akımının bu sürede ne gibi bir rol ve kimlikte varolabileceği konusunu bu noktadan itibaren ele alacağız.

ÖMER LAÇİNER