DEP Davası: “Millî Birlik ve Beraberlik Ruhu“

DEP’li milletvekillerinin mahkûm edilmesinin dünyada –“Batı”da– yarattığı tepkiler ve Avrupa Topluluğu ile gümrük birliğinin ertelenmesi, ülke kamuoyunun ezici çoğunluğu tarafından o mâlum “millî birlik ve beraberlik ruhu”yla karşılandı. RP’den “demokratik sol”a, MHP’den “sosyal demokratlar”ımıza kadar siyasal yelpazemizi oluşturan tüm kanatların herbiri kendilerine özel argümanlarla “Batı”nın bu tavrını kınayan bir savunma cephesi oluşturuverdiler. Böylesi durumlarda alışık olduğumuz üzre, “Batı’nın zaten bize düşman olduğu, Türkiye’yi bölüp parçalamayı hedefleyen ezeli ve ebedi arzusunu asla terketmediği” gibisinden yargılar bir kez daha dile getirildi; biraz daha “ılımlı”lar “Batı’ya kendimizi ve derdimizi iyi anlatamadığımız”dan ve Yunanistan’ın huysuzluğundan dem vurarak Batı’dan gördüğümüz “haksız muamele”nin düzeltilebileceği tesellisini vermeye çalıştılar. “Dışarıdan” gelen ikaz, azarlama ve “kendini düzelt” ihtarları karşısında doğan bu ortak duygu ve birbirine sığınma havasının ilginç bir tezahürü de, çarptırıldıkları cezalar ile Batı’nın azar ve eleştirilerine konu olan DEP’li milletvekillerinden birinin konuştuğu bir “Batılı” gazeteciye “sorunumuz var ama bunu biz kendi aramızda çözeceğiz, siz karışmayın” dediği rivayeti çıkınca yaşandı. Özellikle merkez-sağın sözcüleri, “Batılı” ile böyle konuştuğu söylenen DEP’li Sırrı Sakık’ı neredeyse gözyaşlarıyla alkışlamaya koyuldular. “Sorunu kendi aramızda çözelim, çözmeliyiz” mealindeki sözleri yıllardır söyleyegelen Sırrı Sakık bu şefkat patlaması karşısında hayli şaşırmış göründü.

Oysa anlamış olması gerekiyordu ki, ortalamasını merkez-sağın temsil ettiği Türkiye toplumu, özellikle “Batı”dan gelen bir azar ve “sıkı uyarı”yla karşılaştığında bir yandan ona karşı duyduğu hayli kökleşmiş kaygı, korku ve komplekslerin türettiği kızgınlık ve zayıflık karması bir duyguyla büzülüp birbirine yaklaşmanın doğurduğu bir “hassasiyet” hali içinde değerlendirir her şeyi. “Aramızda çözeriz, siz karışmayın” gibisinden bir söz bu psikolojinin sarmaladığı “biz”i çağrıştırdığı için yürekleri öyle ferahlatabilir ki, bu sözün hemen ardından söylenebilecek ve muhtemelen söylenmiş olan “yargılanmamıza Batı’nın gösterdiği tepki doğal ve haklıdır” gibi bir cümle “duyulmayabilir.” Ama bu ikinci cümle önce söylenmiş olsaydı, “onlar”ın yanından konuşulmuş olur, bu kez ardından söylenecek “kendi aramızda çözeriz” cümlesi “gürültüye gider” ve açılan kucaklar yerine hain ithamıyla karşılaşılabilirdi.

Bu, kendisiyle gerçek bir iç hesaplaşma yaşamaktan kaçınmış ve kaçındığı oranda da korku ve kompleksleri birikmiş, bunları örterek tabulaştırmak üzerine bir “millî kimlik” oturtmaya çalışmış milliyetçiliklere has bir tutumdur. Oturmamışlığı ve tabuların örttüğü kırılganlığı ile bu milliyetçiliğin oluşturabildiği “millî birlik ve beraberlik ruhu”, her dokunuşta aşırı “hassaslaşan” bir yapıya sahiptir. Bu durum özellikle toplumun çevresiyle olan ilişkilerini de ilgilendiren sorunlarında, sorunun bu nesnel boyutlarını bile bulanıklaştıran, “çarpık” algılanmasına yolaçan çok ciddi bir faktör olarak rol oynar.

O nedenle Türkiye toplumunun en önemli sorunu “kimlik-kişilik sorunu”dur demek kesinlikle bir abartma veya konuyu (örneğin ekonomi-politik gibi- nesnel/rakamsal veriler sözkonusu olmadığı için) bulanık addedilen bir zemine taşıma gayreti değildir. Eğer bu sorun –yukarıda da işaret edildiği üzre– bizi nesnel verileri “çarpık” algılamaya ya da bunların arasında mantıklı bağlantılar kuramamaya götürebiliyorsa; sorunlarımızı nesnelleştirmek, rakamlarla tartışmak da boşuna bir çaba olacak demektir.

Nitekim DEP’lilerin mahkûmiyeti ve gümrük birliği konularında “Avrupa’nın tavrı”na karşı oluşan –yukarıda değindiğimiz– “millî birlik ve beraberlik ruhu” ortamı bu söylenenlere iyi ve en yakın bir örnektir.

Bilindiği üzre, her ne kadar DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlıkları Meclis’teki hemen tüm partilerin sesli veya sessiz onayıyla kaldırılmış ve yargılanmalarına karar verilmişse de; SHP’den RP’ye kadar tüm partiler içindeki birçok milletvekili, gösterilen yargılanma gerekçelerinin yeterli olmadığının farkında olmasına rağmen kendilerini aksi yönde oy kullanmaya mecbur hissettiler. DEP’li milletvekillerinin DGM-Emniyet işbirliği ile adeta Meclis basılarak derdest edilmelerini de içlerine sindiremediler. Sadece bu iki olgu bile DEP’in yargılanmasının objektif hukuk ve yasal kıstaslar dahilinde yapılmayacağının, DGM’nin o kıstaslara göre değil, devlet politikasının icaplarına göre hareket edeceğini gösteriyordu. “Aklı başında” hiç kimsenin aksini savunamayacağı şeylerdir bunlar. Nitekim o sıralarda pek çok kişi, hattâ büyük basın organlarının bazılarında bile bu tür görüşler dillendirildi.

Fakat “Batı” tamamen aynı görüşler dahilinde DEP’in yargılanması ve mahkûmiyetini kınadığında, daha dün “ülke içinde” benzer görüşleri ileri sürmüş olanların pek çoğu da oluşturulan “millî birlik ve beraberlik havası”na katılarak, DGM’nin niteliğini sicilini bile bile, ortada bir “bağımsız mahkeme kararı” olduğunu, buna saygı gösterilmesi gerektiğini söyleyerek “savunma cephesi”ne koşuştular. Gerçekte ne eski bilgi ve görüşlerini “unutmuşlar” ne de bunlardan vazgeçmişlerdi. Ama o anda hassaslaşıvermiş “millî birlik” psikolojisince “hain” addedilmemek için bildiklerini ve gördüklerini –şimdilik– söylememeyi “akla uygun” saymışlardı. Gerçi içlerinden bazıları DGM’nin verdiği ipe sapa gelmez kararın şahsında “bağımsız mahkeme” ve “hukuka saygı” argümanlarına dayalı bir savunma yapmanın abes olduğunu peşinen kabullenip “yanlışlık varsa temyizde düzeltilir” tarzında bir savunma yapmayı seçmişti. Ama yine de o “millî birlik ve beraberlik” havasının içinde kalmaya özen gösteriliyordu.

Bu bizim gibi toplumlara özgü “millî birlik ve beraberlik” ruhunun mahiyetini biraz daha sergileyebilmek için, yine Aralık ayında patlak veren Çeçenistan olayı iyi bir örnektir. Bilindiği gibi bu olayın başlangıcında bir Rus yetkili, Rusya’daki Çeçen sorununun bizdeki Kürt sorunuyla aynı kategoride olduğunu belirtmiş, bizimkiler de onaylar bir dil kullanmışlardı. Oradan aldığımız haberlerde Rus basını ve parlamentosunda pek çok kişi ve grubun sorunu silahla çözme kararına şiddetle muhalefet ettiklerini, hattâ operasyonu yönetmekle görevlendirilen dört generalin red cevabı verdiğini bildirmekteydi. Sanırız hiç kimse benzer bir durumda bu ülkede böyle şeylerin olabileceğini hayal dahi edemez. Kim ülkede “bölücü” bir hareket ortaya çıkmışken onu silahla yok etme kararının karşısına çıkabilir; hangi general bu “millî görev”i üstlenmeyi reddedebilir?

Şüphesiz bizim milliyetçilerimiz bu olayı Rusların milliyetçiliğinin “gevşek” oluşuyla açıklayabilir ve bizdeki milliyetçiliğin “sıkı”lığıyla övünebilir.

Oysa tam tersine “sıkı” milliyetçilik, yani “millî sorunlar”da çoğunluğun fikir ve eğilimlerine açıkça karşı çıkmanın hemen “hıyanet” addedilebildiği toplumların milliyetçiliğinin gerisinde pek köklü bir kendine güvensizlik, yok olma endişesi yatar. O yüzdendir ki, kendisiyle barışık, kendine güvenli, başka toplumlar karşısında komplekse kapılmayan toplumların tümünde “gevşek” bir milliyetçilik göze çarpar. Oralarda bize göre bir “millî sorun” ortaya çıktığında, kişiler ya da gruplar, “hain” sayılma endişesine kapılmaksızın çoğunluk fikrine aykırı bir görüş, bir çözüm öne sürebilir. Bu sadece oralarda “düşünce özgürlüğünün kısıtsız olmasının bir gereği değil, toplumun kendine güveninin de bir yansımasıdır. Hattâ şu söylenmelidir ki, düşünce özgürlüğü ancak ve sadece kimliği ve kendine güveni sağlam, oturmuş toplumlarda oluşabilir. O nedenledir ki örneğin Soğuk Savaş yıllarında diyelim Fransız veya İtalyan Komünist Partisi’nin yöneticileri sık sık Moskova’ya gidip, Sovyet yöneticileriyle görüşüp geldiklerinde, bu partilerin tam karşısında yeralan sağ partiler ve onları destekleyen çoğunluk, KP’leri ve yöneticilerini “Rusların ajanlığını” yapmakla suçlamamışlardır. Böyle bir itham, önce onların “İtalyanlık veya Fransızlık gururu”nu zedeler. Bu gurur, İtalyan veya Fransız komünistlerinin Sovyetlerle ortak bir strateji saptayabilecekleri ihtimalini dışlamaz, hattâ bunu peşinen kabul eder. Ama yine inanır ki, o strateji başarıya ulaştığında kendi –halihazır– İtalya veya Fransızları belki yok olacak, ama kurulacak dünyada İtalyan veya Fransız “toprağı”ndan yetişmiş olanlar yine birinci sınıf bileşenlerden olarak rol oynamaya devam edeceklerdir.

ABD, Vietnam savaşına gırtlağına kadar gömülmüşken, yüzbinlerce kişinin Beyaz Saray’ın önünde Vietnam savaşını protesto gösterisi yapmayı adet haline getirebilmesi, bazı basın ve televizyon kanallarında Vietnam yanlısı ve ABD ordusunun kirli yöntemlerini sergileyen yayınların serbestçe yapılabilmesi de yukarıda söylenenlerin ışığında değerlendirilmelidir.

Şüphesiz bütün bu adı geçen ülkelerde de “sıkı” milliyetçiler vardır ve bahsedilen olaylar esnasında “vatan hainliği”, “ajanlık” gibi ithamları dile getirmişlerdir. Yeniden belirtelim ki, bu “sıkı” milliyetçiliğin kaynağında korku, kompleks ve endişe vardır. Bu yazıda kullandığımız deyimle “gevşek” bir milliyetçiliğin egemen olduğu toplumlar, bir bütün olarak ele alındıklarında sağlam bir özgüven duymalarını gerektirecek pek çok şeye sahip olmalarına rağmen, “sıkı” milliyetçiliğe malzeme olan kaygı ve komplekslerden de tamamen arınmış değillerdir. Örneğin 1980’li yıllarda Japonya’nın spektaküler yükselişi, Avrupa ve ABD toplumlarının kökleşmiş özgüvenini gölgelediği oranda “sıkı milliyetçilik” argümanlarının da revaç bulduğunu gördük.

Bu noktada bir hususu önemle belirtmeliyiz. “Sıkı” milliyetçilik, toplumun özgüvenini kemiren korku ve komplekslerden gıdalanmakla birlikte, diskuru bu korku ve kompleks ifadeleriyle özgüven dayanaklarının “aşırı” övgüsünün biraradalığıyla örülmüştür. Hattâ korku ve kompleks arttıkça hamasetin dozu daha da artar. Ancak vurgulanması gereken nokta bu diskurun toplumda o özgüven duygusunu taşımaya en az müsait kesimlerce benimseniyor olmasıdır. Yani, gerçek bir özgüvene, içinde bulunduğu dünyanın standartlarına göre “birinci sınıf” işler, eserler ortaya koyduğu oranda sahip olmuş bir toplumda, o iş ve eserleri bizatihi gerçekleştirmiş kesimler, bu sayede oluşan özgüvenin doğrudan taşıyıcıları olarak, korku ve kompleksi altetmiş bir psikolojiye sahipken; özgüvenleri sadece o iş ve eserlerin gerçekleştirildiği toplumda yaşıyor olmaktan gelen kesimlerde o korku ve kompleksler her an “uyarılmaya” hazırdır. Dolayısıyla milliyetçiliğin ortak ideoloji olduğu bir toplumda özgüvenin dayanaklarını doğrudan temsil eden, taşıyanlar “gevşek” bir milliyetçilikle yetinebilirken, özgüveni “dolayısıyla” taşıyanlarda “sıkı” milliyetçilik tetikte bekler.

Bu tesbitlerden bakıldığında Türkiye gibi toplumlarda “sıkı” milliyetçiliğin neden egemen olduğu veya kolaylıkla egemen olabildiği görülür. Bu noktada Tanıl Bora’nın Türkiye’deki milliyetçilik söylemlerini ele alan Birikim’in 67. sayısındaki yazısının bir kere daha okunması son derece yararlı olacaktır. O yazıda gayet doyurucu biçimde tanımlanmış ve “sınıflandırılmış” olan bu söylemlerin toplumun hangi kesimlerinde revaç bulduğu belirtilirken bu olguların baştan beri sözünü ettiğimiz özgüven faktörüyle ne ölçüde kökten ilişkili olduğu kolayca farkedilecektir sanırız.

***

Her ne kadar buraya kadar çok ciddi bir kimlik sorunumuz olduğu tesbiti bağlamında oturmuş bir “millî” kimliğe sahip veya olamama hallerinin analizini yaparken, örneğin Batı’daki gibi oturmuş “millî kimlik”lere benzer bir şeye sahip olmamızı zorunlu sayan bir görüş ileri sürüyor izlenimi doğmuş olabilir. Hemen belirtelim ki bu izlenim doğru değildir. Çünkü Batı örneğinin Batı’da bile yeniden canlandırılması mümkün değildir. Bu örneklerin oluşumuna elveren koşullar tamamen ortadan kalktığı gibi, çağımızda ortaya konulabilecek bir “kimlik sorunu”nun mutlaka içermesi gereken yepyeni boyutlar ve faktörler vardır. Bu çerçevede bizzat kimlik sorununun neyi içerdiğinin tartışılması gerektiği gibi bu kimliğin şamil olacağı topluluğun ulusların “çapı”na sığmayacağı da aşikârdır. Globalleşmeye hangi anlam verilirse verilsin, çağımız koşulları ve imkânları içinde, değil bir topluluğun, tek tek bireylerin dahi kendilerini içinde tanımlayabilecekleri en dar çerçevenin dahi “millî sınırlar”ı aşan bir genişlikte olması kaçınılmazdır. Hattâ daha ileri giderek kimlik sorununun coğrafyadan bağımsızlaştığını da söyleyebiliriz.

Burada bu sorunu enine boyuna ele alacak değiliz. Sorunun içeriğinin tesbitinin bile uzun tartışmaları gerektirdiğini az önce belirttik. Ama bu içeriği nasıl tesbit edersek edelim, oturmuş bir kimliğin ancak ve sadece özgüven üzerine “inşâ edilebileceği”ni şimdiden biliyoruz. Bu özgüvenin ise her şeyden önce ilişkide bulunduğumuz dünyanın standartlarına göre –tabir uygun düşerse– “birinci sınıf” “iş”ler yapabilme kapasitesi, bu doğrultuda bir eylemlilik halinde bulunma ölçüsünde varolup gelişebileceğini bir kez daha vurgulamak gerekir. Birey ve gruplar bazında bu üretici-yaratıcı vasıfların geliştirilmesi anlamına gelir ve buna paralel olarak böylesi birey ve toplulukların tasarlayabileceği, gerçek kılmaya uğraşacakları siyasal çözümlerin de aynı özellikleri taşıması demektir.

Türkiye özelinde konuşacak olursak; bu sözler, az önce söylenenlerin de ışığında “kimlik sorunu”nu millî kimlik problematiğinin empoze ettiği coğrafi sınırları aşan bir çerçevede düşünmek, siyasal perspektifin tanımladığı üst kimliğin Türkiye sınırlarının dışındaki halkları da kapsayan, onları da “ortak” eden, kendine çeken bir içerik yüklenmesi anlamına gelir.

Bu konunun tam da şu noktada gündeme getirilmesinin hayatî önemi vardır. Çünkü bugünün Türkiye’sine “Kürt sorunu” dolayımında kabaran ve “hassas”laşan bir Türk milliyetçiliği egemendir. Ayrıca bu milliyetçilik, asıl olarak “dış düşman” motifini kullanan ve “devlet” denetiminde geliştirildiği için, en azından devlet olmanın kimi sorumluluklarına uymaya çalışabilen “dün”ün resmî Türk milliyetçiliği değil, “iç düşman” değilse bile “iç sorun” motifi üzerine bindirilmiş, toplumun asırlık korku ve komplekslerini en fazla taşıdığı halde bunu hırçın üslûbu ve “hamaset”le örtmeye meyyal kesimlerinden kaynaklanan ve odağında MHP’nin durduğu bir milliyetçiliktir. Bu milliyetçilik, “Kürt sorunu” kronikleştikçe; ardarda gelen merkez-sağ iktidarlar yıprandıkça güçlenmiş ve bu güçlenme yalnızca MHP’nin oy gücünü arttırmanın yanısıra, daha da önemlisi sırf merkez sağ partilerin bu “sıkı” milliyetçiliğe daha fazla yanaşmalarını değil, soldaki partilerin de milliyetçi diskurlarla eklemlenmeye yönelmeleri sonucunu vermiştir. 27 Mart seçimleri yaklaşırken Bayan Çiller’in DYP’sinin MHP’yle yakınlaşmaya özel çaba harcaması ve bu cümleden olarak DEP’in kapatılması, “Meclis’ten atılıp, hapse konulması” operasyonunun alelacele devreye sokulması merkez sağın tabanındaki “kayma”yı önlemek amacına matuftu; daha doğrusu tabanın kaydığı yere sürüklenmek anlamına geliyordu. Daha iki yıl önce Demirel’in ağzından “Kürt realitesini tanıyoruz” diyen, ülkenin bir etnik mozaik oluşturduğunu söyleyen DYP’nin sürüklendiği noktadır bu. ANAP’ın da bu sürüklenmeye direnmediği, direnemediği ortadadır. Ecevit’in DSP’sinin “kamuoyu”nda artık hangi yönüyle de prim yaptığı bilinmektedir.

MHP’de temsil edilen milliyetçilik, başından beri yaslandığı “etrafımız düşmanlarla çevrili” tezini sosyalist hareketin şahsında bulduğu “iç düşman-hain” motifiyle destekleyerek kendini varedegelmişti. “Sosyalist Sistem”in çöküşü ve Orta Asya’da kurulan “Türki Cumhuriyetler” bu korku ve komplekslerden gıdalanan “sıkı” milliyetçiliğin hem biraz gevşemesine, hem de “Türki Cumhuriyetler”in esinlendirdiği tasarımların “ferahlatıcı” etkisiyle bir ölçüde de olsa bir özgüven faktörüyle eklemlenebilmesine imkân tanıdı. Ama Türki Cumhuriyetler üzerinden beslenen umutlar gerçeklik zeminine oturdukça ve aynı anda “Kürt sorunu” da ciddileştikçe MHP’nin yeniden “düşmanlarla kuşatılmış Türkiye” ve “iç düşman” motifleriyle örülü milliyetçiliğin hırçınlığıyla ortaya çıkmaya başladığı görüldü.

MHP’nin bu milliyetçiliğiyle yükseliş trendini hızlandırması, kullandığı motiflerin yaşanan süreçte olgusal dayanaklar bulabilmesi oranında mümkündür. Bu bakımdan örneğin bir PKK-Ermenistan veya PKK-Yunanistan bağıntısı anlamında yorumlanan, ya da kamuoyuna böyle sunulabilen her “haber”, Türkiye’nin asırlık komplekslerinin kaynağında duran “Batı”nın “Kürt sorunu”yla –dolaylı da olsa– ilişkili her “müdahale”si MHP’nin değirmenlerinin daha hızlı dönmesi demektir.

Tam da “Batı” kamuoyu Gümrük Birliği anlaşmasının imzalanabilme faktörü olarak da görülen “DEP davası”nın sonuçlarını beklerken, Yeni Ülke gazetesinin tüm büyük bürolarının yerle bir edilmesi, bu bağlama oturtulmalıdır. Bu eylemin ancak “Batı”nın gösterebileceğinden çok daha şiddetli bir tepki göstermesinden “çıkarı” olanların işine yarayacağı apaçıktır.

“Batı”nın DEP davası ve gümrük birliği konularındaki tavrı, ülke kamuoyunda oldukça yaygın bir “millî birlik ve beraberlik havası” yarattıktan ve bu vesileyle Türk halkı bir kez daha “Batı’nın Türkiye’yi hep parçalamak istediği” tezini hatırladıktan sonra MHP, yeni bir atağa geçebileceğine karar verdi. Şimdilerde MHP sözcülerinin özellikle işlediği tema, “Türkiye’nin bir etnik mozaiğe sahip olduğu” yolundaki görüşün –ki birçok parti bunu söylemekte hiçbir beis görmüyordu– ne denli “tehlikeli” ve “kabul edilemez” olduğudur. İçteki “hain”leri tesbit etmenin yeni devreye sokulan “fikri kanıtı” budur. Bu yeni atağın daha şimdiden örneğin DYP saflarında etkili olduğu görülüyor. Bayan Çiller’in o dillere destan ifade becerisiyle Türkiye halkının “etnik kökeni” üzerine ettiği sözlerin üzerine atlayan ANAP sözcüleri de MHP’nin peşine ne denli kolay takılabileceklerinin işaretini vermiş oldular. Öyle görünüyor ki; merkez-sağdaki kadrolar yakın zamana kadar “hoşgörülü” oluşlarının bir kanıtı olarak serbestçe söyledikleri “Türkiye’nin bir etnik mozaik oluşturduğu” yolundaki sözleri tamamen tedavülden kaldırmakla yetinmeyip, MHP’nin sürükleyeceği “kim etnik mozaikten filan bahsederse hain ve bölücüdür” yollu bir kampanyanın yardımcıları haline gelebileceklerdir.

Bu durumda ve bu gelişmeler karşısında, tırmanan milliyetçilik(ler)e karşı ve “demokratik çözüm”den yana olanların, “Kürt sorunu”nu “kendi içimizde çözmek” derken kasdettikleri çerçevenin misak-ı milliyi aşan bir çerçeve olduğunu ilân etmeleri ve sorunu artık Kürt sorunu olarak değil, bu çerçeveye dahil tüm halkların ortakça paylaştıkları bir genel kimlik sorunu kapsamında düşünmeye çağırmaları, mutlak bir zorunluluktur. Bu ilk adım, zihninde bu çerçeveyi tasarlayabilen her tür yaklaşımın katılımıyla oluşacak bir platform kurabilirse, başlangıçtaki “temsil gücü” ne olursa olsun, Türkiye toplumu kendisini korku ve komplekslerine sarılıp hırçın bir büzülmeye davet edenlerin sunduğu kurşuni havayı solumak yerine, görkemli bir birlikteliği paylaşmanın kıyaslanmaz özgüvenini edinmek için yepyeni bir denemeye girişme yolunun da önünde durduğunu görebilecektir.

Tercihini ve kaderini bundan sonra belirlemiş olmalıdır.