Gaziosmanpaşa: Çözülmeye Teslim Olmak mı?

“12 Eylül öncesine dönmek” miti ve korkusu, toplum çoğunluğunun zihnine öylesine felç edici biçimde yerleşmiş ve toplumsal tasavvur, onu “en tehlikeli durum”la o denli özdeşleştirmiş olmalı ki; 1990’lı yıllarda o dönemi mumla aratan ağırlığa ve ürpertici boyutlara sahip kanlı olaylar yaşayan, daha kapsamlı tehlikelerle yüzyüze gelen Türkiye toplumu, buna rağmen genelde bu duruma “alışmış” görünüyor; ve karşılaştığı bir olay, ona eğer “12 Eylül öncesi”yle özdeşleştirildiği çatışmalardan birinin içeriğini hatırlatıyorsa, ancak o zaman ciddi ve kitlesel bir “ne oluyoruz” havasına girebiliyor. Buna karşılık yaşanan vahim bir olay, hiç karşılaşılmadık türdense ya da “12 Eylül öncesi”nde ikincil planda kalmış bir sorunun uzantısı ise, ortaya koyduğu bilanço 12 Eylül öncesi ile boy ölçüşebilecek çapta, hattâ daha kapsamlı olsa bile aynı endişe ve duyarlık halini yaratmıyor.

Türkiye toplumunun çoğunluğunun, Alevi-Sünni çatışması tehlikesi karşısında, “Kürt sorunu”nun yaratabileceği kitlesel çatışma tehlikesinden daha fazla ve belirtik bir tedirginlik duymasının bir önemli nedeni de galiba burada. Çünkü eğer yukarıdaki tespit doğruysa, yani Türkiye toplumunun çoğunluğu, başımıza gelebilecek en tehlikeli durumun, ancak “12 Eylül öncesi”nin başat özelliklerini taşıyan bir durumdan başkası olamayacağına şartlanmış ise; 12 Eylül öncesinde sol-sağ, Sünni-Alevi çatışmalarının belirlediği ortamda ikincil planda yaşanmış olan “Kürt sorunu”nun “12 Eylül öncesi”nden daha vahim bir tehlike yarattığını “algılayamayacak”, buna mukabil, 12 Eylül öncesini hatırlatan bir Alevi-Sünni çatışması ihtimalinin belirmesi, onu iliklerine kadar titretebilecektir.

Nitekim böyle de olmakta; 1993’te Sivas’ta ve en son Mart ayında Gaziosmanpaşa ve Ümraniye’deki kanlı olaylar akla hemen bir Alevi-Sünni çatışmasını getirir olduğunda, siyasî endişe birden kabarmakta, “Kürt sorunu”nun çok daha kanlı sahneleri yaşanırken “ne olacak bu işin sonu” diye kaygılanan, ama yine de beklemekle yetinebilen yığınlar, aniden tehlikenin kapıya dayandığı duygusuna kapılmaktadırlar. Bu gibi durumlarda başta devlet ve siyasî partiler olmak üzere, dört bir yandan olayın bir Sünni-Alevi çatışması olmadığı, böyle yorumlamamak gerektiği yolunda çağrılar, açıklamalar yükselmekte, olayın bu mezheplerle ilgisi olmayan yanları öne çıkarılarak, olanın başka bir şey olduğu vurgulanarak endişe ve gerilimin azaltılmasına çalışılmaktadır. Şüphesiz bunu sağlayabilmek için “suç”un yükleneceği birilerine ihtiyaç vardır. Sivas’ta bu rol tek başına Aziz Nesin’e yüklenmiş, Madımak Oteli’ni kuşatan, yakan ve yakılanları ferahlamış bir yürekle seyredenlerin Alevilere karşı değil, Nesin’in şahsında somutlaşan bir “tahrik”e karşı harekete geçtikleri “çoğunluk”la kabul edilerek, gerilimi yatıştırma yoluna gidilmişti.

Fakat Nesin’i “tahrikçi” sayıp hattâ onu Madımak Oteli’ne saldıran Sünni kitlelerin karşılarına aldıkları taraf olarak göstermekte, ortada bir Sünni-Alevi çatışması değil, Sünni kitle ile Aziz Nesin’in taraf oldukları bir olay olduğunu söylemek bir dereceye kadar mümkün olsa bile; Madımak Oteli’ni yakan kitlenin bu olaydaki tutum ve davranışlarıyla ortaya koyduğu “sorun”un yürekleri daraltan karakterini görmezden gelmek mümkün değildir. Yetkililerin ve herkesin Alevi-Sünni çatışması sözkonusu değil demesiyle yatışan, ortadaki vahşeti Nesin’in tahrikçiliği tezine hak vererek mâzur göstermeye çalışanlar ne denli gayret ederlerse etsinler, Madımak Oteli önündeki o insanî hasletlerden tamamen sıyrılmış kitlenin görüntüsünü zihinlerden silemezler. Sözde Sünnilik adına bir tepkiyi temsil eden, ama samimi bir Sünniye bile “bunlar kim, benimle ilgisi ne” diye sordurtması gereken bu lanetli yığının orta büyüklükteki bir şehirde binlerce insanı içerebildiğini bilmek, ortada dikkate alınması gereken bir Alevi-Sünni sorununun varlığını tespit etmek demektir. Daha doğrusu, Sünniler bir sorun nedeniyle harekete geçtiklerinde, kitlesel güçlerinin hatırı sayılır kısmını bu yığının teşkil edeceği ve bunların tepkinin, eylemin biçimini, içeriğini pekalâ belirleyebildikleri gözönüne alındığında; Sünnilerin taraf olacağı her olayda, örneğin şimdilik atlatılmış gözüken bir Sünni-Alevi çatışması zeminine girildiğinde, olayların “rengini” ve gidişatını bu kitle belirleyebilecek demektir. Gözlemler birleştirildiğinde Aleviliğin kitle tabanında da benzer kaygıları uyandıran bir yığının varolduğu görülecektir.

O halde Sivas’taki yangının bir Alevi-Sünni çatışması olmadığına şükretmeyi bir yana bırakıp, bu yangının alevlerinde tüm korkunçluğu ile kendini gösteren o kitlenin önümüze koyduğu “sorun”a dikkatimizi yöneltmemiz gerekirdi. Bu kitlenin bu toplumdaki çatışmaya gebe –ama hiç de kanla, vahşetle ve tüm değerlerin silindiği zeminde halli gerekmeyen– sorunlarında kendiliğinden taraf olacağı, itilmişlik, ezilmişlik, tutunamama, umutsuzluk, geleceğe, kendine ve ortak değerlere inancını yitirme vb. bir dizi faktörün biriktirdiği nihilizme yatkın tepkilerini taraf olduğu yerlere de taşıyacağı bilinerek ortaya konabilirdi sorun.

Ama yüzleşilmesi, herkes için değişik açılardan zor ve kimilerine göre de çözümlenemez, olduğu gibi kabullenilmesi gereken, böyle olduğu için de bahsedilmesi bile gerekmeyen bir sorundu bu. O nedenle de Sivas olayının ürkütücü boyutlarıyla önümüze koyduğu bu sorun sessiz bir ortak kabulle hasır altı edildi ve ortadaki kanlı bilanço, birbirlerine karşı geleneksel ithamlarını yöneltmek için bir malzeme bulmuş olan bildik tarafların tezlerine yedirildi.

***

Gaziosmanpaşa ve Ümraniye olayları sürecinde de benzer bir duruma tanık olundu. Olaylar ilk patlak verdiğinde bir Sünni-Alevi çatışması mı diye endişelenen toplum çoğunluğu, naklen yayınlarda gördükleri ve onca kurban vermiş Alevilerin de bizzat belirttikleri gibi olayın bir Alevi-Sünni çatışması olarak nitelenemeyeceğine inanıp bir parça yatıştı. Fakat televizyonlar sayesinde gördükleri öyle şeylerdi ki; bunları ne hükümetin aklına geleni kattığı “tahrikçi”ler dizisi, ne de Alevi kitlelerin sonuna kadar haklı tepkilerinden kendilerince yararlanmak isteyen “devrimci” grupçukların pankartları örtebiliyordu. Çünkü apaçık ortadaydı ki, Gaziosmanpaşa da –yöre polisiyle zımni bir “koordinasyon” içinde oldukları kuvvetle muhtemel– bir ekibin alçakça suikastine uğrayan Gazi Mahallesi halkının son derece meşrû tepkisi, adına layık bir güvenlik gücü tarafından pekala yatıştırılabilir iken, polis tarafından adeta ufak çapta bir imha provasının malzemesi haline getirilmiştir. Polisin tavrı televizyondan olayı izleyen her izan sahibi kişiyi dehşete düşürecek bir nitelikte olmuştur. Bu olayların ışığında Türkiye’deki güvenlik güçlerinin, demokratik bir ülkede sorunların çözümüne yardımcı olmak şöyle dursun, bizatihi sorun, hem de hayli ağır bir sorun haline gelmiş olduğunu görmemek için sadece gözlerin değil, zihinlerin ve vicdanın da kör olması gerekir.

Bu “güvenlik aygıtı”, bu haliyle, bu personel ve zihniyetiyle ortada durdukça, asgari bir demokrasi bilincine sahip hiç kimse kendisini ve rejimi güvende sayamaz. Gaziosmanpaşa ve Ümraniye olayları, bırakınız mevcut demokrasiyi daha gelişkin hale getirmeyi, onu 1982 Anayasası’nın çizdiği kadarıyla koruyabilmek için bile bu aygıtın ciddi bir engel teşkil ettiğini göstermiştir. Daha da ötesi Alevi toplumu içinde Gaziosmanpaşa ve Ümraniye’de yaşadıklarından sonra, –en azından bu güvenlik aygıtının indinde– artık ulus-dışı bir topluluk gibi görüldükleri kanısı güçlü biçimde yerleşmiştir.

Artık böyle düşünebilir hale gelmelerinde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü, bir zanlıyı linç etmek kararıyla hükümet konağına yürüyen kalabalığa direnmek yerine konağı onlara teslim etmeyi yeğleyen polisin, Bosna Hersek için düzenlenen bir protesto mitingini büyükelçilik binalarına saldırıya kadar vardıranları seyredebilmiş polisin niçin kendilerine karşı, üstelik ölü ve yaralılar vermiş oldukları bir saldırının şokunu yaşıyorlarken Cumhuriyet tarihinin –polisçe icra edilen– en kanlı kıyımını reva gördüğü sorusunu başka türlü cevaplamaları mümkün değildir. Şüphesiz bu cevap verilirken, 1980’den itibaren polis kadroları içinden Alevilerin “ayıklanıp”, ülkücü ve “Fethullah Hocacı”ların yığınla yerleştirildiği de dikkate alınacaktır. TC devlet aygıtının tamamına hakim kılındığı pek söylenemeyecek olan “Türk-İslâm sentezi” zihniyetinin Milli Eğitim’e ve özellikle de güvenlik aygıtında neredeyse tamamen geçerli kılındığı olgusu da gözden ırak tutulmayacaktır.

Türkeş, olaylarda polisin tebrik edilecek derecede yerinde davrandığını ilân ederken hiç şüphesiz Alevi kitlelerin polise karşı infial halinde olduğunu biliyordu. Fakat Türk-İslâm sentezinin beratına sahip siyasal hareketin lideri olarak, bu infiali kaale alması elbette beklenemezdi. Alması gereken tavrı aldı, durması gereken yerde yerini aldı ve Alevi kitlesine de nerede sayıldıklarını –arif olan anlar misali– imâ etti.

Fakat, nasıl Sivas olayında tüm korkunçluğu ile kendini gösteren kitlesel hareketlerin tabanındaki –özet ifadeyle– çürüme sorunu elbirliği ile örtbas edilmişse; aynı şey bu kez kendisini devlet düzeyinde, bizatihi güvenlik aygıtı halinde dışa vuran sorunda da yaşanacaktır, yaşanıyor da. Nitekim olayların sıcaklığı içinde duyduğumuz güvenlik aygıtını sorgulayan sözlerin ardı gelmedi. Başta hükümet olmak üzere tüm düzen kurumları, Sivas olayının ve sorununun örtbas edilmesinde epey yararlanılan “tahrikçi” temasını bu kez de öne çıkarıp dikkatleri buraya yöneltmeye çalıştılarsa da Çiller o eşsiz feraseti ile öncülüğe kalkışınca bu girişim de yarım kaldı. Türkiye toplumunun durumu ve gidişatından, dünyayı oyuncaklarından ibaret sanan bir kız çocuğu kadar anladığı kesin olan Bayan Çiller, şu sıra tüm oyunlarını Gümrük Birliği üzerinden oynamaya koyulduğu için Gaziosmanpaşa ve Ümraniye olaylarını da buna bağlaması “doğal”dı.

O nedenle Çiller’in ve hükümetin tahrikçi listelerini istihza ile karşılamasına rağmen, kamuoyu odakları hızı azalmakla birlikte “tahrikçi” aramaya daha bir süre devam etti. Öte yandan buna paralel, ama ayrı bir koldan olayları kimin başlatmış olabileceği ve niçin, neleri hesaplayarak işe giriştiği konusu da zihinleri işgal ediyor. Pek teşne olduğumuz komplo teorileri için hayli çapraşık ve çekici bir malzemenin ortada olduğu da açık.

Bu “teori”lerle uğraşmayı her zamanki erbaplarına bırakarak, yıllardan beri vurguladığımız bir noktanın bu vesileyle altını bir kez daha çizmekle yetineceğiz. Geçerken belirtelim ki Türkiye toplumunun halihazır durumu, bir bakıma “komplocu”lar için gayet verimli bir ortam sağlıyor gibi görünmesine karşılık, hiçbir komplonun planlandığı gibi yürümemesinin, yürüyemeyeceğinin de esas kanıtıdır.

Çünkü, hatırlanacağı üzre, yıllardan beri ve özellikle “Sivas olayı” üzerine iki yıl önce yayımladığımız özel sayıda hayli ayrıntılı olarak açıkladığımız gibi, Türkiye hem toplum, hem de devlet olarak çözüldüğü, parçalarına ayrıştığı bir süreç yaşamaktadır. Her bileşenin kendi özgül mantığına kapandığı, her şeyi o mantık doğrultusunda algılar ve ona göre davranır hale geldiği, bu giderek kaosa benzeşen süreçte, komplo gibi değişik bileşenlerin aynı hedefin tamamlayıcıları gibi davranabilmelerini, tepki vermelerini gerektiren bir girişimin işlemesi son derece zorlaşır. Çünkü kimse başlattığı, başlatılmasına fırsat ve vesile yarattığı bir hareketin sonuçlarını, yol açacağı tepkileri denetleyemez. Bu tepki ve sonuçların şu çapta ve şu istikamette olacağını hesaplayamaz.

Aslında en tehlikeli ve sinsi komplodan bile daha vahim sonuçlara gebe bir durumdur bu. Hele ortada çatışmaya her an dönüşebilecek bir gerilim varsa ve bu gerilim en çok toplumun alt tabakalarında yoğunlaşmış, çatışmalar az önce kendisinden bahsettiğimiz kitlelerce yaşanacak ise.

Örneğin Gaziosmanpaşa olaylarında, Alevi kitleleri sokağa döken suikast, stratejilerini pekalâ bir Alevi-Sünni çatışması üzerine kurabilecek olan (bkz. Birikim, sayı 70, s. 3-10) İBDA-C türünden örgütlerce tertiplenmiş olabilir. Ve bunlar Alevi kitlelerin tepkilerini hemen yakınlarındaki Sünni toplulukların oturduğu mahallelere yöneltmelerini umarak böylece başlayacak bir Alevi-Sünni çatışmasının yaygınlaşmasını hesaplamış olabilirler.

Olaya müdahale eden güvenlik güçlerine komuta edenler durumu hükümetten aldıkları emirler dahilinde denetim altına almaya çalışırken, alt kademede yeralan ve pek çoğu “ülkücü” harekete sempati ötesi yakınlık duyan polisler, –ideolojileri gereği– öfke ve kuşkuyla baktıkları bu Alevi kitlesi –hele içlerinde “kızıl” ve “bölücü” pankartlar taşıyan, slogan atanlar da varsa– gösteri sınırını zorladığında, Türk-İslâm sentezinin zaten ulus-dışı –dolayısıyla telef edilmeye açık– saydığı bu kitleye silahlarını doğrultabilir. Uygun bahane ve gerekçeler -örneğin polislerin yaralanması gibi– varsa “yukarıdan” verilmiş emirlerin böylece geçersiz kalması başlarına iş de açmayabilir. Ama olay esnasında böyle düşünmüş olsalar da sonuçta toplumun büyük kısmının kendilerine “suçlu” diye baktığı olay ertesi havayı da hesaplayıp bunu göze aldıkları pek söylenemez.

Böyle olmuştur demiyoruz, ama devlet aygıtındaki çözülmenin burada böyle tezahür edebileceği, dolayısıyla olayların, katılan her ögenin hiç de hesapta olmayan sonuçlarla karşılaştığı bir mecrada seyretmiş olabileceği şeklindeki bir açıklamanın, devleti ve toplumu ile Türkiye’nin halihazır durumuna daha çok uyduğuna işaret etmek istiyoruz yalnızca.

Ve bundan dolayı da, bilhassa bu ortamda, yani her topluluğun kendi kimliğine ve o kimliğin ötekileri dıştalayan, en azından “biz”e mesafeli gösteren mantığına sarılmasını hızlandıran Gaziosmanpaşa ve Ümraniye gibi olayların ertesinde, ne denli sıcak ve haklı gerekçeler olursa olsun, bu mantığa, onun sürükleyeceği dar hedeflere sıkışmanın o çözülme ve dağılma durumuna teslim olmak anlamına geldiğini bir kez daha hatırlatmak görevimizdir.

O çözülme ve dağılma ortamında yeni bir birlikteliğin kurucu ögesi olabilecek bir bilinci, kavrayış ve kucaklama ruhunu geliştirebilmek, yani acıyı bal eylemek... Acıların olgunlaştırdığı bir halka yaraşan da budur.