Seçim, Kutuplaşma ve Sol

Türkiye’nin bir toplumsal ve siyasal bütün olmaktan çıkarak çözülmesinin belki en çarpıcı alâmetleri bu genel seçim ortamında ortaya çıkıyor. Mesele, zaten pek demokratik olmayan “temsilî demokratik sistem”in temsilî hüviyetini de yitirmesiyle artık politikacıların sadece kendilerini temsil eder hale gelmesi ve partilerin tamamen yüzer-gezerleşmesi değil, sadece. Bir dizi çatışma ekseninin çaprazlandığı bir siyasal koordinat sistemiyle karşı karşıyayız; bu çatışma eksenlerinden hiçbiri, ana bölen olamıyor. (“Çatışma”yı elbette “müsademe ve mübareze” anlamında kullanmıyorum, “ayrışma” da diyebiliriz.) En iddialı ve “bölücü” iki çatışma ekseni, yani laiklik-dincilik yarığı ile Kürt meselesine çözüm seçeneklerinin mecazı olan savaş-barış yarığı bile, kapsamlı ve anlamlı bir siyasal ayrışmayı sağlayamıyorlar. Zira bu eksenlerin siyasal açıdan kapsamlı ve anlamlı olmaları için, temel öncelik olarak algılanmaları ve bütün sorunların bu önceliğe tâbi kılınması (veya ertelenmesi) yetmez. Ana bölünme ekseninde yapılan tercihin doğurduğu gereklerin ve sonuçların, geniş bir siyasal ve toplumsal sorunlar kataloğu için çözüm ilkelerini yönlendirmesi ve simgelemesi gerekir. Daha doğrusu, o temel eksen temelinde alınan tavrın geniş bir siyasal bağlayıcılık kazanması için, böyle bir içeriksel ve simgesel kapsamla birlikte sunulabilmesi lâzımdır.

İşte, bugün Türkiye’deki en geniş çeperli iki çatışma ekseni etrafında bile, onca yakıcılıklarına rağmen, böyle bütünlüklü siyasal çerçeveler kurulamıyor. Bu eksenler, sert bir ayrışmaya dayansalar da, elverişli konjonktürler dışında, ancak özel ajitasyon kampanyalarıyla bütünlüklü bir siyasal anlama kavuş(turul)abiliyorlar. Çiller’in MHP yardımıyla bu iki ekseni milliyetçilik ekseninde kaynaştırma denemesinin de, ancak sınırlı ve geçici başarılar sağlayabileceği görüldü. Laiklik eksenine abanarak, Refah Partisi’ni bir tarafa, başka her şeyi öbür tarafa yığan bir cephe stratejisi ise olsa olsa Refah Partisi’ne güç ve ‘anlam’ kazandırıyor. (Öcüleştirilmeyen ve mağdur rolü oynamayan bir RP’nin işi, neredeyse, düşmansız kalmış bir MHP kadar zor olmaz mı?) Temel addettiği bir çatışma eksenindeki tavrını, toplumdaki esaslı ayrışmalar ve sorunlarla ilgili bir izah ve çözüm anahtarına dönüştürmeyen (konumunu böyle sunmayı bile beceremeyen), salt rakamsal güç derlemeye yönelmiş bir kutuplaşma stratejisinin tek dayanağı, ‘kendi’ çatışma eksenini abartmak -ve böylece belki o çatışma ekseninin her şeye hâkim olmasını ummak- olabilir.

İki çatışma eksenini varsayarak tartıştığımız koordinat sistemi, zaman zaman bu ikisi kadar etkili olabilen başka eksenlerin varlığıyla daha da çetrefilleşiyor. Özelleştirme ve ekonomik politikalar bağlamında kalınlaşan emek-sermaye çatışması ekseni, ‘esas’ ayrışma hattı olarak öne çıkıyor. Avrupa’yla bütünleşme ve büyük ölçüde bu hedefin bir vecibesi sayılan demokratikleşme konularının, temel ayrışma ekseni olduğu devreler yaşanıyor. Fakat bu eksenlerden biri, diğerlerini kendi bileşeni haline getirerek ana eksen olamıyor. Zaten kendiliğinden olamaz bu; politikanın işidir. Politika, çatışma eksenlerini ve bunlar arasındaki rabıtayı kurmak ve idare etmektir. Şimdi sorun, değişik eksenler temelindeki değişik kutuplaşmaları tutarlı bir şekilde eklemleyecek bir siyasal gücün olmayışıdır. Siyasal hegemonya bunalımı veya daha ‘sakin’ bir deyimle rejimin yönetim krizi, özetle budur: Türkiye bir türlü ‘anlamlı’ bir şekilde kutuplaş(tırıl)amıyor. Anlamlı bir kutuplaşma ise; yani birincisi sahici toplumsal ayrışmalara tekabül eden, ikincisi çatışmayı taraflardan birisi lehine sonuçlandırmaktan öte kapsamlı bir eylem programını harekete geçiren bir kutuplaşma; politikanın şartıdır. Türkiye’de anlamlı bir şekilde kutuplaşılamaması, politikayı öldürüyor.

Kutuplaş(a)mayan veya -aynı anlama gelecek şekilde- yüzer-gezer kutuplaşmalar arasında bol bol ‘lüzumsuz’ enerji tüketerek salınan bir politik toplum, yerleşik düzen için sıkıntı yaratmaz. Ancak 1990’ların Türkiyesi gibi, çatışma eksenleri arasındaki salınmaları kontrol edemeyen ve üstelik ciddi reformlara da muhtaç bir düzen söz konusu olduğunda, anlamlı bir kutuplaşmanın yokluğu “düzen güçleri”ni bile sıkar - sıkıyor da...

Sol politikanın anlamlı kutuplaşmalara duyduğu ihtiyaç, elbette yerleşik düzeninkinden çok daha fazladır - hayatî bir ihtiyaçtır. Burada anlamlı kutuplaşma vurgusu önem kazanıyor. Düz strateji mantığına yaslanan, salt düzenin istikrarını bozmaya ve kendi cephesini kemikleştirmeye koşullanmış kör kutuplaşma; -belki müstesna tarihsel anlar haricinde- sol açısından hiç de anlamlı bir kutuplaşma değildir. Sertliği, huşuneti radikallik zannetmekle aynı yanılgıdır bu. Sol açısından anlamlı bir kutuplaşma kurmanın sırrı, basitçe, ayrım hattının nereden (kimler arasında) çekileceğinde de yatmaz. Zira özgürleşmeci bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeye yetenekli bir ayrışma ve çatışma, kendiliğinden var olan bir cevher, organik bir durum değildir; oluşturulması ve yeniden, yeniden oluşturulması gerekir. Sol politika, kendiliğinden oluşan ‘doğal’ çatışmaları yönlendirerek bundan nemalanan yerleşik politika ekonomisini aşmak zorundadır. Sol, politikayı, taraflardan birinin altedilmesine dönük ‘doğal’ çatışma mantığının ötesine geçiren bir dönüşüme uğratmakla yükümlüdür.

Sol açısından anlamlı kutuplaşma, ‘doğal’ varsayılan bir saflaşmayı dillendirmek veya şurada-burada bunun şubesini açmak değil; her özgül alanda, kapitalist rasyonaliteyi aşmaya dönük alternatif deneyimlere can verecek çelişkileri işlemektir. Sol açısından anlamlı kutuplaşma, bu nedenle de, bir sefer hat çekmekle bitmeyen, her duruma uyarlamayı gerektiren ve çok-merkezli bir kutuplaşmadır.

Genel seçim arefesindeki sol cephe kurma teşebbüsleri, ‘ciddi’ bir kutuplaşmaya doğru adım atıyorlar. Bu teşebbüslerin en ete kemiğe bürünmüşü olan “Emek ve Barış Cephesi”, ülkenin en yakıcı sorunu etrafında, toplumsal, siyasal, ideolojik ve hayatî karşılığı olan bir ayrışma hattını tarif ediyor. Bu, düzen partilerinin birinden ötekine seğirttikleri çatışma eksenleriyle kıyaslanmayacak, ciddi ve ‘hakiki’ bir kutuplaşma perspektifidir. Türkler’le Kürtler’in muhalif ve sivil zeminlerde bile buluşmalarının zorlaşmakta olduğu koşullarda, –reşit ve bağımsız olması kaydıyla ve temennisiyle– ortak bir irade oluşturma girişiminin simgesel önemi de az değildir. Bu girişim, çözümünü bilemeden veya daha ziyade ummadan Türkiye’nin düzenine lânet edenlerden belirli bir “ödünç oy” desteği bulabilecek gibi görünüyor. Bu “lânet oyları”nın hatırı sayılır bir miktara ulaşmasının hiç değilse sistem üzerinde uyarıcı ve ‘terbiyevi’ bir etkisi olabilecektir. Nitekim “sistem aklı”na biraz akl-ı selim katmaya çalışan çevrelerde de, HADEP’in parlamentoya dahlinin faydalarından söz edenler çıkmaya başladı! Velhâsıl, “Emek ve Barış Cephesi”nin netice alması, istenir ve umulur bir şeydir.

Bu girişimin zaafı ise, bileşenlerinin durumuyla ve konumuyla bağlı, bizatihi varlığını (mevcudunu ve siyasal-stratejik pozisyonunu) siyasal ilke haline getiren, dolayısıyla –paradoksal biçimde– kendi kendini muhasara altına alan bir cephe tarifine yatkınlığıdır. Verili içeriğiyle ve imgelemiyle bu ayrışma ekseninin, toplumdaki başka çatışma eksenlerine nüfuz etme, onları indirgemeksizin eklemleme potansiyeli fazla yüksek görünmüyor. Kendini sunuş biçimi ve dili, zihnen ve siyaseten zaten “tavırlı” olanlar dışındakilere hitap etmeye elverişli değil; bu yönüyle, siyasal koordinat sistemini kaplayan çatışma eksenlerine bir tane daha eklemekten ileri geçemiyor. Bu da, Türkiye’yi anlamlı bir şekilde kutuplaştıracak kurucu bir iradeyi seferber etme hedefi bakımından ‘anlamlı’ bir zaaf.

Zaten sol açısından anlamlı bir kutuplaşma, seçim konjonktürüne hasredilemez. Tekrarlarsak, anlamlı bir kutuplaşma, sınıf/örgüt/hareket mevcutlarıyla kayıtlı olmadığı gibi sabit kamplaşmalarla da kayıtlı olmayan bir ayrışma hattını her vakit ve her alanda yeniden çizebilmeyi gerektirir. Ayrışmaya yön veren, müstahkem mevkileri ve cephe mevcutlarını koruma güdüsü değil, ayrışmanın siyasal içeriği ve ayrışmadan beklenen değiştirici, dönüştürücü semere olmalıdır. Bunun da yolu, “anti”cilikten çıkıp yeniden karşıtlarını kendisine “anti” olma konumuna sıkıştıran bir sol politikanın inşâsından geçiyor.

TANIL BORA