Mayıs Sendromu Sonrası Hükümet

Hükümet, “Mayıs sendromu”nu atlattı ve kendini Eylül ayına kadar zaman kazanmış sayıyor şimdi. RP’ye kalsa gerçekten kazanılmış bir zaman sayılabilirdi bu, ama vaziyeti kuşkulu kılan DYP.

Gerçi görünüşte DYP, Başbakanlığın Çiller’e devredilmesi şartıyla hükümetin Eylül’den de öteye, mesela Kasım ya da 1998 Mart’ında yapılabilecek bir erken seçime kadar sürebileceği teklifini getirip, RP’ye de bunu yarı yarıya kabul ettirerek inisyatifi ele almış gözükmekle birlikte; daha ince bir analiz dizginlerin artık tümüyle RP’nin eline geçmiş olduğunu gösteriyor. Mayıs sendromu atlatıldıktan sonra, DYP ister hükümetten çekilsin, ister istediği tarihte bir DYP-RP hükümetiyle erken seçime girsin, doğrudan ya da dolaylı biçimde RP’nin belirlediği bir kulvarda yürüyecek artık. Bu, orta vadede DYP’yi RP içinde veya çevresinde erimeye mahkûm edecek bir yoldur. DYP’nin orta boy bir parti olarak ayakta kalmasını sağlayacağı yine de şüpheli olmakla birlikte, onun bu yola girmesini engelleyebilecek iki ihtimal vardır. Biri –ki hele bir erken seçim tehdidi varken zayıf görünüyor– Tansu Çiller ve ekibinin istifa etmesi ya da ettirilmesi, öteki ise –bu sonucu da vermek üzere– Eylül, Ekim aylarında bir “sınırlı askerî darbe”nin olması.

Evet, eğer yaz aylarında Refahyol hükümeti bir biçimde çoğunluğu yitirir ama, yerine çoğunluğa sahip bir hükümet kurulamazsa örneğin, ordu en fazla –diyelim– bir yıl sonra faaliyeti durdurulmuş partilerin de katılacağı bir seçimle devretmek üzere iktidara el koyabilir. “Az şiddetli”, RP’ye bile fazla yüklenmeyen, meşhur “MGK kararları”nın başlıcalarını yürürlüğe koyacak yasa değişikliklerini ve “istikrar sağlayıcı” bir seçim yasasını da “re’sen” çıkararak “görev”ini tamamlayacağını peşinen ilân eden bir askerî darbe/müdahale, asıl şimdi, 1997 Kış ve İlkbaharındakinden daha fazla ihtimal dahilindedir.

RP’nin, DYP ve BBP’yi ayrıca bazı küçük sağ partileri de içine alacak bir “demokrasi cephe”si oluşturma ve mümkünse seçimlere böyle bir blok olarak girmeyi hedefleyen projeler üzerinde çalışması bir bakıma bu “darbe” ihtimaline karşı (da) alınmış bir tedbir gibi gözükmektedir. Bu durumda bir savunma tedbiri yerine geçen o proje, eğer RP, Mayıs’ta darbe tehdidini büsbütün savuşturduğuna inanıyor ise bir “taarruz” projesi demektir.

Her iki durumda da şu açıktır ki; Mayıs’tan beri Türkiye siyaset sahnesinin kurtlar sofrasının ortasında DYP bulunmaktadır. Ama aktör olarak değil, nesne ve herhalde “yemek” olarak. Bundan böyle DYP, ister RP’nin sahiplendiği eski DP sloganı “yeter, söz milletindir”in altında sözde “demokrasi cephesi”ne katılsın; ister bu kurt kapanından sıyrılıp bu kez bozkurtların mekanına ilişip onlarla –diyelim– bir “milliyetçi cephe” kurmaya kalksın, ister Tansu’sunu fırlatıp ANAP’la işbirliğine koşsun, her durumda da artık yanında durduğu partinin tâbiyetinde, onun renk ve inisyatifi altındadır.

Ne olursa olsun, siyasal yelpazedeki yeri bir hayli daralmış ve daralacak olan DYP’nin bu kayıplarının ancak bir kısmı ANAP tarafından doldurulabilir. Yani geleneksel merkez sağ partilerin 1980’li yılların sonundan beri azalmakta olan oy desteklerinin bir sonraki seçimde merkez sol partiler toplamının altına düşmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

RP’nin “cephe” projesini bu güçlü ihtimal ışığında değerlendirmek gerekir. RP’nin 1946 DP’sinin o ünlü “söz milletindir” sloganıyla bu “cephe”yi inşâya hatırlanması ve adına da “demokrasi cephe”si koymayı düşünmesi hiç de basite alınacak bir girişim değildir.

Kimse “demokrasiyi bayrak edinmek RP’ye mi kalmış?” demesin. RP’nin, siyasal bilincine hitabettiği milliyetçi, muhafazakâr ve dindar kesimlerin zihninde “demokrasi” her zaman “demokratik haklar” boyutu gayet silik, seçim, partiler ve sivil yönetimden ibaret bir kavram olagelmiştir. Hukuk ve temel haklar nosyonu, duyarlılığı zayıf, işlerine gelen yasaya hukuk diyebilen, başkalarının daha fazla kullandığını düşündükleri “hak”ları haktan saymamaya teşne bu kesim, kendisinin oy vermediği partileri de “gayrımeşrû” saymaya hazırdır. Sivil yönetim deyimi ise onlara öncelikle, kendi oylarıyla iktidara gelmiş DP’nin 1960’ta, AP’nin 1971 ve 1980’de “askerî yönetim”lerce devrilmesini veya istifa ettirilmesini çağrıştırır. 1996-97’nin MGK toplantıları ve darbe beklentileri altında yaşanmış aylarından sonra o çağrışıma DYP takviyeli RP de eklenebilir.

RP sadece kendisinin DP ve AP ile aynı “sivil yönetim” kategorisine konulmasını değil, daha da ötesi DP-AP çizgisinin devamı, yeni baştan biçimlenmiş hali olarak algılanmayı talep ediyor. DYP ile bir seçim ittifakı yapmayı ciddi bir teklif olarak bu partiye götürmesi, yürümeye karar vermiş göründüğü rotada çıkabilecek bazı “mahzurlar”ın önünü almak için olmalı. RP ile ittifak yaparak seçim kampanyasına girecek bir DYP, RP’nin DP-AP çizgisinin –geleneğinin– eski tabanı yeni temsilcisi –kadrosu– olduğunu da tescil ettirmiş olacaktır kuşkusuz. Tansu Çiller’in şahsında o geleneği sürdürme iddiasının hemen tüm imkânlarını tüketmiş olan bu parti, seçime ayrı veya başka bir kombinezon içinde –diyelim MHP ile– girecek bile olsa, RP’nin –“1946 ruhu”nu şimdi kendisinin temsil ettiğini vurgulayacak– propagandasını etkisizleştirmeye de muktedir değildir ve olamayacaktır.

Eğer RP erken bir seçimin arifesine “kazasız belasız” ulaşır. Orduyla yine itişmiş ama, yeni geri adımlar atmadan direnmiş, direnebilmiş bir parti imajını verecek durumda olursa, hiç şüphe edilmesin ki, şu ana kadar DYP’yi desteklemiş milliyetçi-muhafazakâr kesim ve odakların çoğu RP saflarında yer alacaklardır. DYP’nin dağılmasına, parçalarının ANAP veya MHP’nin çekim alanlarına girmesine yol açacak, bunu kaçınılmaz kılacak böyle bir gelişme, ANAP’ı da bir hayli zorlayacaktır. Bu partinin yeniden “mevzilenmesi”, yani kimliğini –imajını demek daha doğru olacak galiba– yeni baştan düzenlenmesi, netleştirmesi gerekecektir.

Tabanında ve yönetiminde hayli önemli ölçüde bir milliyetçi-muhafazakar kesim barındıran ANAP, RP’nin seçim ortamına egemen kılmaya çalışacağı muhafazakâr/sivil “cephe” ile solcu/monden/asker “cephe”si geriliminin tam ortasında kalabilecektir. Böyle bir cepheleşmede taraf olmak istemeyenlerin kabarık sayıda olacağı, dolayısıyla ANAP’ın hayli yüksek bir oy yüzdesi tutturabileceği tahmin edilebilir.

Fakat bunun gerçekleşmesi, ANAP’ın orta yolculuğu ikna edici, güven verici içerikte anlatabilme ve temsil edebilme yeteneğinden çok, RP ve karşısındaki cephe arasındaki tartışma ve mücadelenin iki tarafa da prestij kaybettiren bir seyir izlemesine bağlı olacaktır.

RP’nin ordu ile arasındaki “sorun” ve büyük-orta boy sermaye tarafından hâlâ “kabul edilmiş” olmayışı şüphesiz onu 1946 DP’sinin avantajlarından büyük ölçüde yoksun kılıyor. DP, 1946 koşullarında orduya asla söz etmeyerek, hattâ onun hayırhah tutumundan da güç kazanarak, Cumhuriyet rejiminin “laik” politikalarından doğan dinî tepkiyi –bir kısım Alevi oyları ile birlikte– kendi cephesinde toplayabilmişti. Her ne kadar şu anda RP’nin çevresinde toplanmış “dinî hareket” ciddi bir şehir, büyük şehir nüfusunu, dolayısıyla dinamik bir küçük-orta sermaye kesimini içeriyorsa da; bunların İslâmi olmaktan çok milliyetçi-muhafazakâr denilebilecek anlayışları RP’nin “demokrasi cephesi” temalı propagandasını uzun boylu kaldıramaz. RP’nin sol, CHP-DSP ve kısmen de ANAP üzerinden yapacak olsa da esasında orduyu hedef aldığı cümlenin malûmu olan bir kampanya, o kesimlerdeki ordu korkusu ve kutsaması nedeniyle “yeter, söz milletindir” üslûbuyla yürütülemeyecektir. Ordu RP ile “sorun”u olduğunu anlamlı ve yankı uyandırıcı jestlerle duyurdukça, örneğin “irtica” karşıtı demeçler ve “ihraç”ları periyodik olarak yaptıkça RP’nin tüm öfkesini sola, CHP/DSP’ye boşaltan atakları hem kendisini, hem de –“ordunun yanında” imajını tavırlarıyla besledikçe de– solu, CHP/DSP’yi yıpratacak, ANAP’a yarayacaktır. Öte yandan sosyalistlerin HADEP, CHP ve DSP’nin “öteki cephe” diye algılandığı bir ortamda “laiklik” ortak payda gibi görünür, demokrasi ona tâbi, bir ek gibi savunulur, örneğin RP’nin kapatılması türünden girişimlere açıkça karşı olunduğu net biçimde ortaya konulmaz ise, fiilen orduya yaslanıyormuş gibi görünecek bu “cephe”nin de “orta yol”cu sayısını arttıracağı belirtilmelidir.


Bu satırlar yazılırken DGM’nin HADEP yöneticilerini ağır hapis cezalarına mahkûm eden, HADEP kongresinde Türk bayrağını indiren kişiye 22 yıl gibi hayret verici bir ceza biçen kararı ilân edildi. Mahkeme ayrıca HADEP’in kapatılması için müracaat etmeyi de kararlaştırdı.

Bu kararın gerekçelerini henüz bilmiyoruz ama, basına yansıyan mahkeme safahatından öğrendiklerimizden hareketle aşağı yukarı tahmin edebiliyoruz. Kanun kesinleşmemiş yargı kararları hakkında fikir beyan etmeyi yasakladığı için ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki; bu karar herhalde Türkiye’nin demokrasi ve hukuk tarihinde ibretlik bir vak’a olarak yerini alacak; 1990’ların sonuna doğru Türkiye’de siyaset hukuku ve devletin halini özetleyen bir örnek olarak hatırlanacaktır.

Ve şüphesiz HADEP’i fiilen büyük ölçüde dumura uğratan bu kararın ele aldığımız konu bağlamında siyasal sonuçları da olacaktır. HADEP’in –şimdi ÖDP’nin bileşenlerinden olan– BSP ile girdiği 1995 seçimlerinde % 10 barajına bile yaklaşamadığı görüldü. Fakat bu sonuç, elbette ne HADEP’in, ne de sosyalistlerin ve yandaşlarının birlikte sahip oldukları potansiyeli ifade etmektedir. Öte yandan geçen seçimlerde dürüst, olgun bir işbirliği tavrı gösterdiği özellikle belirtilen HADEP, sosyalist etiketli bir parti ile ittifak yaptığını belirtmesine rağmen kamuoyu bu işbirliğini HADEP damgasıyla algılamıştı. Özellikle ülkenin batısında HADEP’i milliyetçi gerilimlerin bir kutbu olarak gösteren bu algılama, o dönem konjonktüründe HADEP’in metropol kentlerinde umduğu sonucu alamayışında en önemli etken olmuştu.

Eğer seçim yasası değişmeden, örneğin baraj indirilmeden bir erken seçime gidilirse HADEP ve ÖDP’nin oluşturacağı veya başını çekeceği bir birliktelik, bu kez sol, sosyalist ve demokrat damgasını kimsenin görmezden gelemeyeceği bir kampanya yürütebilirse –ki bu yalnızca o mahut baraj sorunu nedeniyle değil, ülkenin içinden geçtiği dönemin yukarıdan beri işaret edilen kritikliği nedeniyle asıl, bir zorunluluk, bir ihtiyaç derecesindedir– umulanın üzerinde bir etkinlik, sonuç sağlanabilir.

Böylesi bir kampanya, RP’nin son yıllarda “umut” gibi algılanabildiği, büyük kentlerin varoşlarında mutlaka büyük ses getirecektir. RP’nin iktidar döneminde tutarsızlık, iki yüzlülük ve kirlenmeye açıklık gibi bilinen merkez partilerin alamet-i farikalarını aynen taşıdığının görülmesi, özellikle bu kitlede hem RP’nin prestijini, hem de “dinî ideolojiye yüklenen ahlâkilik imgesini, güvencesini büyük ölçüde sarsmıştır. Bu kitle mucizevi iktisadî-politik kurtuluş reçetelerine kanmayacak kadar “realist”tir ama kendini insanî bir ilgi, insanca bir dayanışma, iş ve ilişkiler ortamında hissetmenin susuzluğunu da yaşamaktadır. Onlara yönelik temel insanî değer ve beklentileri vurgulayan, ülkenin, toplumun tüm sorunlarını bunların ışığında çözümler arayacağını güvenceleyen içtenlikli bir kampanya, RP ve karşıtlarının sunduğu kısır ikileme mahkûm olmadığımızı anlatma başarısı ölçüsünde çok daha başka ve geniş kesimleri de etkileyebilecektir.


Bu dergide birçok defa çeşitli açılardan ortaya konulduğu üzre; Türkiye’de “politik sınıf”ın, ordu da dahil politik güçlerin –bir ölçüde RP hariç– tümü, gerçekte kaygan bir zemin üzerinde “oynamaktadırlar.” Çözülmüş ve gitgide kuralsızlaşan bir ortamda, ardarda yaşanmış umut kırıklıklarının ve yüzyılı aşkındır pençesinde kıvranılan kendine güvensizliğin büzdüğü toplumsal hayalgücü ve cesaretsizlik, kudret sahipleri tarafından empoze edilen gündemlerin dışına çıkaracak insiyatiflere kolay kolay hayat hakkı ve gelişme imkânı tanımıyor. Bunun sonucunda, o empoze edilmiş gündemlere teslim olmamak, bu fasit daireyi kırmak amacıyla yola çıkanlar, bir süre sonra “gündem”in içinden konuşmak, orada taraf olmaktan başka çare göremez hale geliyorlar.

Ama, dünyamızın “yeniden şekillendiği” şu son derece kritik evrede Türkiye’nin o fasit daireyi kendi içinde döndürüp durmasının imkânları da tükenmek üzeredir. Eğer Türkiye birtakım “sol”cularımızın ezberlemiş olmanın verdiği kolaycılık ve beyin tembelliğine kanarak tercih edeceği o bayat “ilericilik” söylemine takılı kalmış bir “sol”dan başka alternatif yaratamayacaksa, o sol ve “ilericiler”in karşısında yine ezberlediği bir dil ve argümanlarla çıkmaktan pek memnun olacak bir RP “milletin sesi” rolünü kapabilecekse, bu tür bir cepheleşmeye varırsak, önümüzdeki dönem ya kaos, ya tam bir kilitlenme veya kanlı, karanlık bir yoldur. Eğer bu yaz aylarında o uğursuz cepheleşmeye alternatifin adımları atılmazsa, bir yanda Şevki Yılmaz türü demagoglara öbür yanda en azılı Kemalistlerin bile ağızlarına almaktan çekindikleri bir imha senaryosunun borozanlığına sıvanmış “Aydınlıkçı” demagoglara “gün doğmuş” olacaktır. Yıllardan beri, kan, gözyaşı, cinayet ve boğucu bir çürümenin eşlik ettiği genel çözülme ortamında yeni bir birlikte yaşama kültürü, bir yeniden inşâ zemini oluşturabilmek için samimi uğraş vermiş her kesim ve görüşten insan ve girişimi, bu yetersiz, ama çok değerli potansiyeli yitirmek demektir bu.

Empoze edilen cepheleşmenin aslî güçlerinin –ordu ve RP’nin– kirli bir uzlaşmaya pekâlâ varabileceklerini defalarca belirtmiştik ve şimdi de bu ihtimalin hâlâ açık olduğunu unutmamak gerekir. Eğer o sözünü ettiğimiz potansiyel yaratılan gerilime dayanamaz, teslim olur ve her biri tarafların birine iltihak etmekten başka çare göremez hale gelirse; o uzlaşmanın olması ile olmaması arasında pek de bir fark olmayacak demektir.