Hayatları Safi Yalanmış Meğerse
İslam dini adına siyaset yapanları ve onları koşulsuz bir bağlılıkla destekleyen yazar-çizer takımını kast ediyorum. Her şeyleri yalanmış meğer. Nasıl kolay yalan söylüyorlar! Apaçık gerçekleri büyük bir pişkinlikle nasıl kolayca inkar ediyorlar! İnanılır gibi değil! Üstelik, biri bitmeden diğeri. Önünü arkasını hiç düşünmeden. Aralıksız yapıyorlar bunu. Durup dinlenmeden yalan söylüyorlar. Tümü aynı şey ama, şu da var: Hepimizin gözü önünde yalanları faş olduğunda hiç utanmıyorlar bir de. Tuhaf bir aşırılık da var yalanla kurdukları ilişkide yani, hiç alışık olmadığımız bir çarpıklık, uygunsuzluk: Yalanlarını daha da ürkütücü kılan,yalanlarında yalandan daha fazla bir şey… Sanki kendilerine, bizim bilmediğimiz bir hak, yalan söyleme hakkı bahşedilmiş gibi davranıyor oluşlarında dile gelen bir fazlalık. 

Politik totalitarizmdir bu durumu içine yerleştirebileceğimiz çerçeve. Daha açık bir ifadeyle burada karşı karşıya olduğumuz şey politikanın sapık öznesi meselesidir. -Tanrı ya da Tarih- Öteki’nin saf iradesinin dolaysız aracısı konumuna ‘yerleşen’ sapığın stratejisidir bu: “Bu benim sorumluluğum değil, onu gerçekten yapan ya da söyleyen ben değilim” demektir sapıkça jest.Çünkü sapık, tuhaf bazı cinsel pratiklere duçar olmaktan çok önce, kendi edim ve söyleminin doğrudan ilahi bir irade tarafından düzenlendiği ve yönlendirildiğini varsayan öznedir.Sapıkça olan şey en temelde, üstlendiğim görevi eylemlerimin bahanesi olarak kullandığım söylem tipinde ortaya çıkar çünkü. Önceliği nereye yerleştireceğimiz net olmasa da, buradaki sorun bu denli ahlaksız bir iktidar bloğu ile ahlak yapımızdaki genel çürüme halinin ortak semptomu ya da sebebi sorunudur. Aynı zamanda bu, belirsizlik ve korku durumlarında, eylemlerimize rehberlik edecek ideolojik/simgesel referanslardan yoksun olduğumuz hissine kapıldığımız zamanlarda belirgin düşman imgeleri yaratan ve güçlü biçimde onları yok edeceği vaadinde bulunan, böylece kaygımızın yatışacağı ümidini uyandıran totaliter figürlerin cezbesine daha kolayca kapılma sorunudur. Demek ki sapıklığın sıradanlaşarak kültürü şekillendirmesi ve totaliter ayartı ile ahlak yapımızdaki çürüme ve çözülme arasındaki derin bağ üzerine yoğunlaşmalıyız.  Toplumumuzu derinlemesine kat ederek her birimize musallat olan bu düşkünlük haline daha fazla tahammül edemeyiz çünkü. Sık sık şahit olduğumuz aleni vahşet sahnelerinin gerisinde de aynı çözülme, ahlak çıpasını kaybetmiş olmaktan neşet eden aynı uçucu serbestlik yok mudur? Bugün, şu sefil iktidar bloğunun ayırdedici vasfı haline gelmiş yalancılık ve utanmazlıkla, orada ete kemiğe bürünmüş ahlaksızlıkla mücadele etmenin kendi varoluşumuz ve geleceğimiz için kaçınılmaz olduğunu görmeliyiz. Bu, devlette ve ortak ahlakta cisimleşen “iyilik” karşısında verilecek bir mücadeledir aynı zamanda. Sophocles’in Antigone figüründen söz etmenin tam yeri: Oidipus’un ölümünden sonra Antigone Thebai’ye geri döner. Krallığı paylaşamayan kardeşleri Eteokles ile Polynices birbirlerine karşı açtıkları amansız bir savaş sonrasında ölürler. Bu sırada tahta çıkan Kreon, Eteokles’in yurdunu savunurken öldüğü için kahraman sayılıp törenle gömülmesini, yurduna yabancıların yardımıyla saldıran Polineices’in ise mezarsız kalarak, cesedinin kurda kuşa yem olarak açıkta bırakılmasını emreder ve üzerine toprak örtülmesini yasaklar. Böyle bir işe kalkışacak olanı ölümle cezalandıracağını duyurur. Antigone, erkek kardeşi Polynices’i usulünce gömme niyetini gerçekleştirmek uğruna hiçbir şeyden çekinmez. “Kör” ısrarında hiçbir “iyilik” tarafından yönlendirilmemektedir. Ne kendisinin (kendisini bekleyen tek “iyilik” canlı canlı gömülmektir) ne de Kreon’un temsil ettiği toplumun iyiliği (Antigone’un ediminin sonucu toplumun mahvı, krallığın çöküşüdür). Başlangıç noktası koşulsuz bir “olmalı” dır: Polynices mutlaka gömülmeli. “Dramanın sayısız noktasında Antigone durup kendisine şunu sorabilirdi: “Gerçekten değer mi?” “Bu koşullarda, bunu yapmakta ısrar etmeye değer mi gerçekten?” Bu durumda da, şüphesiz, Antigone da olmazdı. Hiç şüphe yok ki, Antigone kardeşini gömme ısrarından vazgeçip krallığı kurtarsaydı daha etik bir edimde bulunmuş olurdu diye savunma yapmaya istekli birileri daima olacaktır. Bununla birlikte, bu tür bir etik ne Kant tarafından açılan ne de Lacan tarafından tartışılan perspektife girmektedir, çünkü her ikisi de etiği konfordan çok uzak bir perspektifte yeniden teyit ederler. Etik edimi ne yasa boyutu (kelimenin bildik sosyo-hukuksal anlamında) ne de basit bir yasa ihlali boyutunda konumlandırırlar (Antigone zalim bir devlette çiğnenen “insan hakları” için savaşan bir aktivist değildir). Gerçeğin boyutuna yerleştirirler etiği.”[1] Bugün içinde bulunduğumuz durum olabilecek en radikal safhasındadır. Ya hayatlarımızın bütün sorumluluğu üstlenip “arzusundan asla vazgeçmeyecek” özneler olarak yeni bir evrensel etik inşasına girişecek, kendi inatçı varoluşumuzda ısrar edeceğiz ya da sermayenin tiranlığına tam bir teslimiyetle kendi eylemlerinin haklılığını, koşulsuz bir görev tarafından dışarıdan dayatılmış olmasına dayandıran sahtekarlarlaaynı havayı solumaya devam edeceğiz. Giderek daha da apaçık hale gelen bir durum bu. Çünkü öğreniyoruz ki, bazı mühim hocaların fetvaları sayesinde Öteki’nin (Tanrı’nın) saf iradesinin aracısı olma konumuna –o konumun aktörleri nezdinde de tabii ki- çoktan maddi bir gerekçe, bir tür teminat sağlanmaktaymış zaten. İkircikli bütün tutumlarımızı hızla ve hiç duraksamadan terk ederek ancak, mevcut durumun olanca vahametini/radikalliğini kuşatabiliriz. AKP denen yağma ve talan makinesi, hiperkapitalizm-neo-liberalizmkompleksinin 1980’lerden itibaren tüm yeryüzünü, ulaşabildiği her şeyi özelleştirme, metalaştırma ve temellük etme hareketinin yerel sureti ve failinden başka bir şey değildir. Bu fiiliyata zemin, momentum ve çerçeve kazandıran, tüm söylem ve pratiklerine nüfuz ederek bünyevi bir nitelik edinmiş yalancılıklarını ve sahtekarca varoluşlarını mümkün kılan ve belirleyen şey yukarıda anılan o görevli olma halidir: Öteki’nin (hem Tanrı hem –Osmanlılık hülyalarını düşündüğümüzde-Tarih olarak Öteki) saf iradesinin doğrudan vasıtası olarak var olduğu inancıdır bu. Öncesinde belki de, inançları sayesinde huzursuzluk ve şüphelerden azade, dürüst, vakur, sakin, ahlaklı, tatminkar bir yaşam sürdüren –bunu bilmemiz mümkün değil artık- Müslüman bireylerin bu görevi üstlenmeleriyle birlikte (birikmiş bir hınçla “Çok basit! Türkiye’yi biz yönetmek istiyoruz” demelerinden sonra), maruz kaldıkları değişimin hazin öyküsü bu, bir yandan da. Şimdi ise İslam dini onlar için, sadece bu asli görevin icrasında bir yırtılma ya da süreksizlik olduğunda müracaat edilen bir yapıştırıcıdır, o kadar.  Eklemeye bile gerek yok belki ama, bu sahte ve sapıkça varoluşun daha ürkütücü bir boyutu daha yok mu: Önceden belirlenmiş/özdeşleştikleri bir görevin içine yerleştiklerini düşündükleri oranda –o vehmin şiddeti ölçüsünde- kendilerini her türlü sorumluluk hissinin dışında görmeleri değil mi bu. Başımıza en feci belaları açarken  vicdanlarının hiç sızlamamasının bir sebebi olmalı çünkü: Temel tabiyetim Dışsal bir Efendiye ve Onun varsaydığım görevlerine yönelikse varlığımın tam kalbinden yükselen vicdanın hiçbir çağrısını duymam artık. O yüzden tam bir uyanıklık ve dikkatle mücadele etmeliyiz onlara karşı. Zaten bildiğimiz şeyi hiç aklımızdan çıkarmadan: O zihniyet ve ruh dünyasının temel harcında en gaddar, en çılgınca ve ahmakça senaryo, fantezi ve eylemlerin olduğunu bilerek.


[1]A.Zupancic. Ethics of the Real, Verso, 2000, s.57-8, (Türkçesi: Gerçeğin Etiği, çev. A.S. Özcan, Epos Yayınları, 2005)