IŞİD Şiddetinin Kaynakları ve Temsili Üzerine Başlangıç Notları

Irak savaşından sonra ortaya çıkan ve başlangıçta El-Kaide’ye bağlı bir grup olarak hareket eden Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütü, Suriye’deki savaşın başlaması ve bu savaşın izlediği seyirle birlikte bölgedeki mücadelesini farklı bir boyuta taşıdı. IŞİD’in 2014 Haziran’ında Irak’ın çeşitli kentlerinde kontrolü ele geçirmesi ve uzun zamandır yapmakta olduğu infazlar, örgütü bir anda hem Ortadoğu’nun hem de dünyanın önemli gündem maddelerinden biri haline getirdi. Örgüt yakın zamanda bir İslam devleti kurduğunu ve örgütün lideri Ebubekir El-Bağdadi’nin de halife olduğunu ilan etti. Son gelişmeler, yani İslam devletinin ve halifeliğin ilan edilmesi Türkiye’de yeterli yankı uyandırmasa da başta Fransa olmak üzere batılı ülkelerde örgüt, örgütün lideri ve İslam’da halifelik gibi konular günlerce tartışıldı.

İslam Devleti ve Halifelik Söylemi

Türkiye’deki sessizliğin veya ilgisizliğin en önemli nedenlerinden biri IŞİD’in özünde veya hakikatte Müslüman olmadığı, çünkü Müslüman olan bir örgütün bunları yapamayacağı ve Müslümanlara karşı savaşamayacağı tezi. Dolayısıyla da örgütün İslami söylem içindeki halifelik ve İslam devleti gibi iddiaları pek ciddiye alınmamışa benziyor. Bu hem devlet yetkilileri hem de entelektüel alan için geçerli bir tutum. Özellikle örgütü İslami söylemin dışında görmek isteyen veya İslam ile ilişkisini kabul etmeyen söylem İslam’a dair bir otantiklik ve öz tasavvuruna sahip. Bu özü hakiki otantik İslam olarak görürken bu İslam’dan saptığını düşündüğü İslamları ise İslam’ın dışında görmektedir. İslami söylemler alanına bakan herhangi biri ilk bakışta bütün farklı İslami grupların kendilerini böyle bir otantik konuma yerleştirdiklerini görecektir. Dolayısıyla, çoklu öz tasavvurunun olduğu bir yerde de İslam içindeki farklı söylemlerden hangisinin öze sadık olduğuna karar vermenin imkânı yok. Çünkü her fail veya siyasal aktör kendi konumunu hakiki ve otantik gösterirken, başka söylemleri sapkın ve otantik özden uzak gösterecektir. Dahası böyle bir özün hiç olmadığını da çekinmeden eklemek gerekir. Bu paradokstan kurtulmanın tek yolu İslami söylemler alanını bir çoğul söylemler ve bu söylemler arası bir mücadele arenası olarak görmektir.  İslam’ın neliğine dair bir “öz”den çok, farklı söylemlerin mücadelesiyle farklılaşan veya evrilen bir İslami söylemler alanından bahsetmeliyiz.[1] Bu anlamda IŞİD İslami söylemin ve mücadelenin bir parçasıdır. Hoşgörüye dayalı İslami söylemler kadar bu alandan ve bu alanın tarihsel birikiminden beslenir.

IŞİD konusunun ciddiyeti, içerikten çok şekilde ve formda gizli.[2] Örgütün içeriğe ait iddialarını sahte ve İslam dışı görmemiz için elimizde herhangi bir neden yok. Dolayısıyla onun farklılığını da burada aramamak gerekir. Yani ilan edilen oluşumun ne kadar İslam devleti olduğu ve Bağdadi’nin halife olup olamayacağından ziyade, örgütün bu makama sahip çıkıyor ve onda hak iddia ediyor olması önemli. Bizzat içeriğinden bağımsız olarak sadece isim olarak bile olsa bir İslam devletinin ilan ediliyor olması oldukça önemli bir husus. Dolayısıyla İslam devleti ve halifelik söyleminin bu kadar çekincesiz kullanılmasına dikkatleri çekmek gerekir. Şunu unutmamak gerekir ki, kolektif bir rüya hali olarak İslam devleti söylemi ve bu devletin başı olarak bir halife fantazisi[3] yeni değil. Dahası bunlar belli bir İslami söyleme de mahsus değil. Tıpkı mehdilik söylemi gibi, İslam devleti ve halifelik söylemi de İslam toplumlarının hem kolektif hafızalarının hem de kolektif rüyalarının temel parametrelerinden bir tanesi. İslam’daki kurtuluş söyleminin en önemli mihenk taşlarından birisi İslam devletinin ve halifeliğin kurulmasıdır. Zira İslam devleti, mevcut şimdilikte yer alan ve tarihten tevarüs eden bütün kötülüklerin ortadan kalkmasını garanti eden ve yeryüzünde adalete dayalı bir ütopyayı tesis edecek bir gelecek olan kurtuluş anı olarak tahayyül ediliyor. Bundan dolayıdır ki, konu İslam devletinin veya halifeliğin içeriğinden çok, bu iki siyasal rüyanın biçimi, sembolik anlamları ve Müslüman toplumun bu sembollere yatırdığı toplumsal ve siyasal enerji üzerinde odaklanmalıdır. Konunun ehemmiyeti, ortada bir yalan ve bu yalana inanacak kişilerin zamanla ortaya çıkacak olmasından kaynaklanmıyor. Yani IŞİD bir İslam devleti veya halifelik yalanı uydurmuyor. Tam aksine, bize bir İslam devletini ve halifeliğin boş gösterenlerini vererek onları söylemsel olarak inşa ediyor. Diğer bir deyişle, ortada bir yalan yok, belki sadece bir yanlış isimlendirme veya yanlış tanıma var;  bunun da az çok bütün siyasal süreçlere içkin ve hakikatin kurulmasının ayrılmaz bir parçası olduğunu kabul etmemiz gerekir.[4] Yanlış tanıma veya isimlendirme İslam devletine ve halifeliğe kendinde bir öz atfedilmesi veya mutlak iyilikler olarak kurulması durumunda vardır. Siyasal aktörler bu kanmanın veya yanılgının içinde var olarak bir hakikati ve bu hakikat üzerinden şekillenen öznelliklerini inşa ederler zaten. Demokrasi ve ilerleme getireceğini iddia eden bir toplumsal grup veya parti de bu yanlış isimlendirmenin veya anlamlandırmanın içindedir. Dolayısıyla bugün ciddiye alınmayan ve hatta şaka olarak düşünülen bir halifelik veya İslam devleti yarın kurumsallaşmış bir şekilde karşımıza çıkabilir.

Ortadoğu’daki Yeni Siyasi Gruplaşmalar

IŞİD’in Irak’taki ilerleyişine ve infazlarına karşı bölgedeki güçlerin ortak harekete geçmeye yönelik açıklamaları, modern siyaset alanındaki savaş/düşmanlık/dostluk/mücadele anlayışı ve şiddetin temsiline dair yeniden düşünmemizi zorunlu kılıyor. Bu yeniden düşünme hali bizzat siyasallığın kuruluşuna ve bu kuruluşta şiddetin rolüne dair önemli ipuçları veriyor. Bölgenin yıllardır süren trajedisi ile siyaset ve şiddet eksenindeki salınımı hem siyasallığın ontolojisine hem de siyasetin ontikliğine[5] ya da az çok tarihselliğine, tarih içindeki varoluş biçimine dair önemli tespitler yapılmasına fırsat veriyor.

IŞİD’le mücadele konusunda özellikle İran, Türkiye ve Amerika başta olmak üzere Batı’nın aynı çizgide buluşuyor olması bir hayli ilginç. Peki ne oldu da bütün bu ülkeler bir anda IŞİD’e karşı bir araya geldiler? Ya da soruyu şöyle soralım: neden bu ülkelerin hepsi için IŞİD ortak bir tehdit veya düşman durumunda?  İran’ın El-Kaide’yle, El-Kaide’nin ABD’yle, İsrail’in de Hizbullah’la modern hukuki zemin üzerinden müzakere ettiği bilinirken, aynı asgari zeminin IŞİD’le kurulamamasının nedeni nedir? Öncelikle bu yeni ittifakların veya IŞİD’in ortak bir tehdit olarak algılanmasının uluslararası siyasetin jeopolitik stratejileri ile açıklanmasının yeterli olmadığını düşünüyoruz. Yani mesele jeopolitikanın ötesinde siyasetin temel kurucu momentlerinden biri olan dost ve düşman ayrımının inşa edilmesinde yatıyor.[6] Ya da başka bir dille ötekilik ve aynılık/kimliklenme arasında kurulan gerilimde saklanıyor. IŞİD örgütü ve eylemleri az çok modern siyasal ve toplumsal tahayyülleri içselleştirmiş ve bunun tarihsel birikimini taşıyan aktörlerce bir öteki veya kamusal düşman olarak kodlanıyor. Bu ötekilik veya kamusal düşmanlık hali ise ortak değerlerin paylaşılmadığı bir grubu işaret ediyor. Yaygın kanaat, bunda IŞİD’in tüm bu müzakere zeminini ortadan kaldıran “modern-karşıtı” bir düşünce ve eylem pratiğine sahip olmasının ve cihatçı bir yayılma motivasyonuyla hareket etmesinin etkili olduğu yönünde. IŞİD’in uluslararası dengeleri göz ardı etmesi, tüm bu birbirine düşman olarak görülen ülkeleri bir araya getirmeye ve ortak açıklamalar yapmaya mecbur bıraktı.

Netice olarak bu tablo, “modern olanın”, modern olarak görülmeyene karşı duyduğu güvensizlik ve tedirginlik hissinin ne derece güçlü bir motivasyona sahip olduğuyla ilintili. Buna benzer bir tedirginlik daha önce Afganistan’daki Taliban ve küresel bir şekilde örgütlenen El-Kaide hareketleri karşısında yaşanmıştı. Ve fakat Taliban hem egemenlik hem de İslam’a dair söylemlerini daha çok kendi yaşadığı toprakla sınırlandırırken, El-Kaide özelinde ise toprağa dayalı herhangi bir egemenlik ve İslam devleti söylemi bulunmuyordu. El-Kaide kendisine düşman olarak Amerika’yı ve onunla özdeşleşmiş düzeni seçerek onunla küresel bir mücadele içine girmişti. Rakipleri tarafından da kolaylıkla İslami terör damgasıyla yaftalanıp marjinalize edilmeye çalışılmıştı. Hem Taliban hem de El-Kaide örnekleri IŞİD ile belirli benzerlikler taşısalar bile İŞID kadar kendilerini modern olarak tanımlayanları tedirgin etmemişlerdi. Belki burada belirtilmesi gereken ve modernlerin tedirginliğinin ilk işaretlerini veren bir olaydan, Taliban örgütünün Buda heykelini yıkmasından bahsetmemiz gerekir.  Bu olayın önemi modernlerin tarih ve tarihsel mirasla kurduğu ilişkide gizlidir. Nitekim modernlik süreci ile birlikte tarih kahramanlıkların ve hikâyelerin alanı olmaktan çıkarak şimdiki zamana ışık tutacak ve kimlik inşasını sağlayacak bir zemin olarak görülmeye başlanmıştır.[7] Tarih artık belli bir rasyonaliteye sahip, yeniden kurgulanabilecek ve şimdiye ilham verecek bir söylemsel alana dönmüştür. Dolayısıyla modernlik söylemi için tarihten geriye kalan herhangi bir şey kıskançlıkla saklanacak, muhafaza edilecek ve hatta özel müzelerde sergilenecektir. Modernliğin kurucu paradigmalarından biri olan bu tarih, hafıza ve miras fikrine Buda heykelini yıkarak saldıran Taliban modernler arasında önemli bir tedirginlik kaynağı olmuştu. Tarihsel mirasa yönelik benzer bir tavrı bugün IŞİD eylemlerinde de müşahede ediyoruz. Modern olduğunu düşünenlerle modern olmadığı düşünülenler arasındaki bu gerilim farklı siyasi ve dini aktörlerin bir araya gelmesinde önemli bir etken olmuşa benziyor.

Dolayısıyla IŞİD’in ortaya çıkması ile birlikte aslında modern kurumların ve davranış kalıplarının ulus devletler düzeyindeki yakınlaşmalara etkisini, ya da aslında çok farklı görünen devletlerin ve siyasetlerin belli noktalarda modern siyasal tahayyüllere[8] ve onun parametrelerine sadık olduğunu gördük. Bu sadakat daha önceden mezhep veya din gibi farklı fay hatları üzerinden kutuplaşan siyasi aktörlerin de bir araya gelmelerine neden olarak dost ve düşman ayrımının yeniden kurulmasına vesile oldu. Bölgede Sünniliğin ve Şiiliğin iki büyük gücü olarak görülen Türkiye ve İran’ı bile IŞİD’e karşı benzer açıklamalara itmesinin de altında bu ortak parametrelerden ve modern siyasi tahayyüllerden uzaklaşma korkusu var. Türkiye Türkmen ve Sünni-İslami siyasi unsurlarla, İran da Şii-siyasi unsurlarla dirsek temasında bulunarak bir bölgesel planlama çabası içerisindeyken bile, taraflar müzakere masasını terk etmemekte ve en sert çekişmelerin yaşandığı kriz anlarında dahi süpürücü bir söyleme ve eyleme girişmekten kaçınmaktaydılar. Bu hem reel politikanın bir gereği hem de bölgede gayet hassas bir zeminde varlığını sürdüren mezhep faylarına da dikkat etmenin bir sonucudur. Bu tespit, ülkelerin ve siyasi grupların çok olgun ve mükemmel bir denge üzerinde hareket ettikleri iddiasında bulunduğumuz şeklinde anlaşılmasın. Bilakis, Irak’ın işgali ve Suriye’deki iç savaş, tarafları hiç olmadığı kadar derin bir mezhep geriliminin içine çekmiştir. Baas rejimleri döneminde dışlananlar (Şii, Kürt), geçiş hükümetleri döneminde işbirliğine girenler (Şii), ABD’yle ortak hareket edenler (Şii, Kürt), Baas rejimlerinden beslenen ayrıcalıklı gruplar (Sünni kabileler, Suriye’deşebbiha denen gruplar), türbeleri tehdit edenler (Vahhabi gruplar) ve o türbeleri korumaya gelenler (Hizbullah), dünyanın dört tarafından Suriye’ye gelen cihatçılar ve İran’ın askeri unsurları gibi birçok bileşenin domino etkisi ile bölgede bir güç mücadelesi içine girdikleri izleyenlerin malumu. Ve fakat IŞİD’e gelene kadar bu unsurların dışlayıcı bir mezhepçilik üzerinden hareket ettikleri söylenemez. İran ve Hizbullah için mesele Suriye’deki kutsal Şii mekanlarının korunmasıydı, Sünnilerin katledilmesi değil. Aynı zamanda mesele Esad için terörist addedilen muhaliflerin yok edilmesi iken; muhalifler içinse bu bir diktatörlükten kurtulma ve özgürleşme meselesiydi. Yer yer dışlayıcı-mezhepçi söylem kendine yer bulsa da savaşın katalizörü mezhep değildi. IŞİD bu döngüyü tersine çevirdi ve aleni bir şekilde Nusayri-Alevi, Şii (onların dilinde Rafızî, yani yoldan sapmış), ve tüm gayri Müslimleri hedef tahtasına oturttu. Yollarını kestikleri kamyon şoförlerine namaz rekat sayılarını sorarak Alevi olup olmadıklarını tespit ettikten sonra kurşuna dizen bir idealist kafanın alışılmışın dışında bir eylemselliğine şahit olmaya başladık. Benzer mezhepçi infazlar yıllardan beridir Irak’ın camilerinde ve pazar yerlerinde uygulanmaktaydı, fakat Suriye’ye göre daha görece daha istikrarlı olan Irak ortamında bu eylemler idare edilebilir bir zeminde ilerliyordu. Fakat Suriye’de harekete geçen ekstra faylar, bu mezhepçi-dışlayıcı savaş söyleminin hem Suriye’de hem de Irak’ta aleni ve yıkıcı bir şekilde kendine zemin bulmasına yol açtı. Türkiye ve İran’ın bu gidişat karşısında ortak açıklamalarda bulunmaları şaşırtıcı değil, zira IŞİD gibi oluşumlar bu ülkelerin ellerindeki tüm müzakere zeminini ve bunun üzerinden elde ettikleri kazanımları yıkıma uğratacak ve daha kötüsü bölgeyi uzun ve sonu belirsiz bir kaos ortamına sürükleyecek faaliyetlerde bulunmaktaydı.       

Farklı gruplar ve ülkeler tarafından paylaşılan modern siyasal tahayyüller aslında modern devletlerin siyasal idrak ve eylem kalıplarını veya habituslarını da oluşturan bir çerçeve. Toplumun nasıl idare edileceği, vatandaşlık haklarının ne olacağı ve hangi durumlarda askıya alınacağı, savaşın nasıl yapılacağı, şiddetin hangi durumlarda nasıl kullanılacağı gibi konular bu modern siyasal tahayyülün parçaları.[9] Bu asla modern devlet ve aygıtlarının modernliğin siyasal söylemine oturmuş hak ve ödevleri tam anlamıyla yerine getirdiği anlamına gelmemeli. Tam tersine çoğu durumda bizzat devlet ve aygıtları bu söylemi ve söylem etrafındaki sözleşmeyi bozmaktadır. Devletlerin ve siyasal grupların paylaşmış oldukları bu modern siyasal tahayyüller sonucunda IŞİD “modernler” tarafından bir “barbar” olarak algılandı ve bu algı farklı aktörleri bir araya getirdi. Dolayısıyla IŞİD’in bütün bir savaş hukuku dışına taşan eylemleri ve uluslararası sistem içerisinde kurumsallaşmış dostluk ve düşmanlık paradigmalarının dışına taşması kaygı yaratan önemli olgular arasında bulunuyor. Yoksa IŞİD’in gerçeklikte selefi geleneği yeniden kurduğu ve modernlerin de buna itirazda bulunduğu gibi bir iddia değil burada söz konusu olan ki sonuç bölümünde de değindiğimiz gibi IŞİD gibi gelenek vurgusu yapan oluşumların varlığı bizatihi modern bir hadisedir ve geleneğin inşası da ancak modernliğin söylemsel düzleminde varlığını sürdürebilmektedir.

Burada IŞİD’i, benzerlerine kıyasla modern dünyanın kusursuz düşmanı kılan veya böyle algılanmasına neden olan konumunun kökenlerine değinmek istiyoruz. Şüphesiz, ideolojik motivasyon, örgüt yapılanması ve şiddet potansiyeli gibi unsurlar IŞİD’in konumu üzerinde etkili, fakat muadillerinin aksine onu ortak düşmana çeviren temel etkenin ‘diplomasi alanı’nda oyun oynamayı reddetmesi olduğunu düşünüyoruz. Belirli bir kısıtlı kaynağa erişmek için verilen mücadelenin mahalli olarak alan, esas olarak bu mücadeleye yatırım yapmanın değerli olduğu inancına (illusio’ya) dayanır.[10] Ulus devletler ve onlara ilişmiş örgütlerin karşılıklı ilişkilerinden güç devşirme mücadelesi verdikleri diplomasi alanı, temel olarak tahakkümün uluslararası iş bölümündeki mevcut konumunu korumaya ya da değiştirmeye dayanan çeşitli stratejilerin rekabet mahallidir. IŞİD ve benzeri örgütlerin eylemden doğan mantığı, diplomasi alanında güç devşirebileceği bir faille yakınlaşıp belirli bir coğrafyaya (bir ya da daha fazla ulus devlet sınırlarına) özgü iktidar alanında söz sahibi olmaya ya da onu ele geçirmeye dayanır. Fakat böylesi bir çıkar peşinden girilen diplomasi alanında, diğer tüm alanlarda olduğu gibi, eskisi gibi kalmak mümkün değildir. Fail çoğu zaman bilincinde olmadan kendi çıkarlarının peşinden koşarken, alanın gerekliliklerini de dikkate almak zorunda kalacaktır. Bu ilişkiselliğin en önemli sonucu, keyfiyete dayalı eylemlerin sınırlarını daraltmasıdır. IŞİD’i ayrıksı kılan da alana dâhil olmamasının mümkün kıldığı şiddetinin keyfiliğidir. Diplomasi alanının en çekişmeli coğrafyalarından birinde IŞİD, egemenlerin çıkarlarını umursamadan kendi bildiğini okuyor. Örgütü, alana özgü ‘dost-düşman’ sınıflandırmasında otomatik olarak ortak düşmanların en ilkeli konumuna yerleştirenin, eylemlerinin vahşiliğinin gerçekliği kadar, alanı tehdit eden bir vahşet türü sergilemesidir. IŞİD alandaki mevcut güç ilişkilerini mi değiştirecek yoksa mevcut ilişkiler IŞİD’i mi bitirecek bunu biraz da IŞİD’in alan dışındaki konumunu sürdürüp sürdüremeyeceği belirleyecek.  

IŞİD, Şiddet ve Siyaset

Konuyla ilgili önemli noktalardan bir tanesi de IŞİD’in kullandığı şiddet ve bunun temsili ile ilgili. IŞİD’in şiddeti pre-modern zamanlardan kalma bir ifşa ile kullanması, onun ilk saydığımız ayrıksılığından bağımsız değil. İslam’ın yayılma dönemlerindeki şiddet mantığını kullanması veya bundan ilham alması da ayrıksılığının bir göstergesi. Kurbanın kafasını kesmeyi de içeren çeşitli infaz türlerinin mağdurla kurulan ilişkinin biçimine göre değiştiği biliniyor. İlginçtir, bize en dehşet verici gelen infaz olan kafa kesme, diğer türlü infaz edilenlere göre muhatabın daha onurlu olduğuna işaret ediyor. Dolayısıyla IŞİD elemanları, kurbanı kutsallık söyleminin bir parçası yaparak gelecek olan bir İslam devletinin siyasal şiddetinin simgeselliğini de üretmiş oluyorlar. Kurban artık sadece can veren bir insan olarak değil, aşkın bir hedefin belli bir durağında feda edilmesi gereken ve bu feda ile geride kalanlara kutsallığı vaad eden bir karaktere bürünüyor. Şehit ile kurban arasında bu anlamda benzer bir ortaklık ortaya çıkıyor. Örgüt adına savaşanlar şehitlik üzerinden kutsal bir kurbanlık seviyesine yerleştirilirken, düşman bu kutsallıktan arındırılmış çıplak ve tabiri caizse bayağı bir kurban oluyor.[11] Nitekim örgütün takipçi devşirmek için hazırladığı videolora ve marşlara bakıldığında kutsal kurban olmaya çok açık bir çağrıyı görüyoruz. Çağrı bu dünyadaki zaferden çok ölümle gelecek bir şehitlik çağrısına. Şehitlik ve evlilik arasında metaforik kaydırma yapılarak savaştan ölüme kadar olan süreç bir güzel görmeye, tanışmaya, nişanlanmaya, evlenmeye ve birlikte olmaya benzetiliyor. 

Modern dünyanın dehşete kapılıp tavır gösterdiği IŞİD infazlarının örgüt tarafından ifşası, IŞİD için bir güç gösterisinden ibaret. Modern ulus devletler bu gibi görüntüleri “terörün” lanetlenmesi amacıyla yayınlarlarken, IŞİD için bunlar birer iftihar ve siyasal ve ideolojik propaganda vesilesi. Modern devletin de şiddet eylemlerinden kaçınmadığı bir vakıa. Hatta daha ağır olanı, kitlesel kıyım gibi şiddet türleri ancak modern devlet teknik ve sistematiğiyle uygulanmakta. Fakat bütün bunlara rağmen modern devlet, çoğunlukla olağan şekillerde işlediği şiddeti gizlemek zorunda hisseder. Şiddet, saklanması gereken kazai bir durum olarak algılanır veya sunulur. Bu bir yandan modern devletin zevahirini kurtarırken diğer yandan yurttaşlarının görece şiddetsiz ve steril ortamlarda yaşadığı hissini/yanılgısını oluşturur.[12] Modern devletin yurttaşları açısından açık şiddetin bir tür barbarlık olarak algılanması da bununla ilişkilidir. Çünkü modern birey sivil toplum alanındaki görece şiddetsiz yaşamıyla daima kendini şiddetin dışında bir barış ortamında medeni bir birey olarak tahayyül eder. Bu tahayyülün en büyük sağlayıcısı da şiddet tekelinin devlet elinde toplanarak işlevsel olarak farklılaştırılmış bir kuruma yani orduya/polise tevdi edilmesidir. IŞİD’in infazlarının aleni şekilde yapılması ise modernitenin şiddeti organize ve gizli şekillerde icra etmesi tutumuyla karşıtlık içeriyor. Modernliğin şiddetle kurduğu ilişkinin dışında bir ilişki ile karşı karşıyayız. Şiddetin nüfus içinde işlevsel farklılaştırma ile bu nüfusun belli bir kısmının tasarrufuna bırakılmasından değil örgütün bütün bir nüfusunun şiddet makinesi haline gelmesinden bahsediyoruz. Aslında bu şiddet türü kökensel olarak modern devletin oluşumunda ya da herhangi bir iktidar alanının oluşumunda mevcut bulunuyor. Burada ortaya çıkan siyasal şokun kaynaklarından bir tanesi de, modern devletin gizlediği bu kökensel şiddetle tekrar karşılaşıyor olması. Bir şekilde devlet, bilinçaltına attığı ve bastırdığı kökensel şiddeti tekrar karşısında görüyor ve ilk tepkisi de bunu reddetmek oluyor. Modernite, şiddeti,  kendisine şiddet kullanma hakkı verilmiş kurumlara tevdi ederken, IŞİD bu şiddeti aleni olarak uyguluyor ve uluslararası kamuoyunun üzerindeki baskıyı asla umursamıyor.

IŞİD şiddetinin modern devlet aygıtının şiddetine göre daha görünür olması, şiddet ve siyaset arasında çoğu zaman ihmal edilen bazı ilişkilerin de tartışılmasına fırsat veriyor. Burada mesele IŞİD’in veya modern devlet aygıtının daha vahşi olup olmadığından ziyade, şiddete konu olan nesnedeki değişim. Modern devlet, bütün yıkıcı gücüne rağmen şiddeti “belli sınırlar içinde” kullanmayı taahhüt eder. Fakat bu taahhüdün de asla mutlak olmadığını ve bu taahhüde uymayan devletlerin, devlet sistemi içerisinde önemli bir kırılmaya ve krize neden olduklarını akılda tutmak gerekir. Örneğin, modern devlet aygıtı her ne kadar çeşitli ihlaller yapsa da bazı uluslararası düzenlemeler ve savaş hukuku yoluyla insan bedenini kısıtlı hallerde savaşın konusu yapmıştır.  IŞİD konusunda ise en başından böyle bir taahhüdün yapılmadığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Tabiri caizse savaşın tek kuralı vardır: düşmanı öldürmek. Düşmanın kim olduğu da o kadar net sınırlarla belirlenmiş değildir. Her an herkes kendini bu düşman tanımı içerisinde bulabilir. Bu durum ise insan bedeninin hiper-siyasallaşması ve şiddetin temel konusu olması gibi bir olgu yaratıyor. IŞİD’in bu anlamda savaşı uç noktasına götürdüğünü ve kökensel şiddeti ifşa ettiğini de söyleyebiliriz. Sivil-asker ayrımı gözetmemesi, örgüt için insan bedeninin artık tamamen bir savaş konusu olduğu anlamına geliyor.

Buradaki diğer ilginç nokta ise IŞİD tarafından gerçekleştirilen infazların sosyal medyada paylaşılma biçimleri. Şiddetin ifşa edilmesi kadar önemli olan diğer husus da, yukarıda değindiğimiz gibi bunun nasıl ve ne şekilde ifşa edildiği. Bu konu şiddetle kurulan ilişkiyi aydınlatıyor. IŞİD tarafından hazırlanan ve propoganda için kullanılan uzun bir videoda öncelikle IŞİD militanları kafir olarak suçladıkları kesimlere meydan okuyorlar. Kuran’dan çeşitli pasajlar okunarak kafir olarak kodlanan kesimlere tehditler yağdırılıyor ve onların kurumlarının ve sistemlerinin reddedildiği ilan ediliyor. Sonrasında ise Irak ve Suriye’nin farklı bölgelerinde yapılan suikastler ve infazlar veriliyor. Örgüt birçok suikastı ve infazı videoya çekiyor. Burada ilginç olan bu videonun ve videoda yer alan infazların imgesel kurgusu. Videonun IŞİD’e ait olduğunu bilmiyor olsanız bazı görüntülerin Hollywood aksiyon filmlerinden alındığını düşünebilir, ya da kendinizi düşük bütçeli bir Hollywood aksiyon filminde sanabilirsiniz. Örgüt, bir aksiyon filminde kullanılan tekniklere benzer ağır çekim, infaz edilenin daha önceki zamanlara ait görüntüsü ve kim olduğuna dair bilgiler gibi yöntemleri kullanarak videolar hazırlamış. Dolayısıyla şiddet ve ideoloji ekseninde bir görsellik düzeni kurularak görüntü bilinçaltına hitap eden bir çağrıya dönüştürülmüş. Şiddetin bu haliyle görselleştirilmesi veya gösterileştirilmesi, savaş, kamera ve sinema arasında kurulan hayli ilginç bir ilişkiyi bünyesinde barındırıyor.[13] İzleyenler açısından gerçek bir infazdan çok, bir sinema mizanseni hissi uyandırıyor. Ve propoganda gücü tam da bu sinema şiddet estetiğinden kaynaklanıyor. Görüntülerin kurgusallığa yaklaşması bu görüntüleri etkisiz yapmaktan ve aslında olmamış gibi bir algı yaratmaktan ziyade, bu gösteriye ortak olmaya, bu filmde aktör olmaya çağırıyor ve böylece de propaganda amacına ulaşmış oluyor. Sinemada görülen görüntülerin kurgu olduğunu ve aslında yapılmayacağını bilirsiniz. Şiddet sahneleri bir şekilde şiddeti şiddet imgesi vasıtasıyla bir temsile dönüştürerek sinema salonunun içine hapseder. Dışarı çıktığınızda şiddetin temsilini içeride bırakmış olursunuz. Ancak IŞİD videolarında gösteri devam etmektedir. O yapılabilir ve gerçekleştirilebilir bir şiddet görselliğini temsil ederek şiddete yeni bir estetik katar.

Toprak, Egemenlik ve Küresel Çağrı

IŞİD’in uğrunda şiddetin en gösterişçi türlerine başvurduğu toprakla ilişkisine gelirsek; örgütün taleplerinin, yaygın toprak ve bölünme taleplerinden veya bildiğimiz yeni devlet taleplerinin şeklinden farklılık gösterdiğini ifade edebiliriz. Toprağa dayalı yeni devlet iddiaları genel olarak kendini bir toprak parçasıyla özdeşleştiren ve uzun zamandır o parçada yaşayan gruplar tarafından yapılmaktaydı. Yani toprak ve egemenlik iddiaları veya kavgaları arasında önemli bir ilişki vardı. Nitekim modern-ulus devlet olarak süregelen fenomeninin en önemli parçalarından biri toprağa dayalı egemenlik iddiasıdır. Fakat bu defa durum kısmen de olsa değişmiş görünüyor. Dünyanın farklı bölgelerinden gelen ve savaştıkları topraklarla bağı olmayan cihatçılar bu topraklar üzerinde devlet kurmak istiyorlar. Üstelik toprak talepleri sadece bir devleti kapsamıyor. Birden çok devletin sınırları bu toprak taleplerinin konusu oluyor. Toprak üzerinde iddia sahipliği söylemi üreten hayali topluluk ise ne modern anlamda bir ulusa ne de etnik bir gruba işaret ediyor. Hayali grup İslam devleti söylemi etrafında bir araya gelmiş homojen bir küresel grup durumunda. Bireyler farklı coğrafyalardan geliyor olsa da bu grup siyasal bir çoğulluğa dayalı kozmopolitizmden farklı olarak aynılığa dayalı otoriter bir söylem üretiyor. Bu bildiğimiz anlamıyla Westphalia’dan bu yana kurgulana gelmiş olan toprak-halk-egemenlik birlikteliğini de bozan bir durum. IŞİD’in insan kaynağı açısından bu tekçi-kozmopolit yapısı, yeni bir şeyle de karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Aslında sürmekte olan bir sürecin yani küreselleşmenin ilginç bir sonucuyla karşı karşıya bulunuyoruz. Küreselleşme ile birlikte daha çok ekonominin ve iktidar biçimlerinin küreselleştiğini ve direnişlerin uzun süre yerel kaldığını gördük. Küresel direnişe dair ilk direnişler anti-küreselleşme hareketlerinden geldi. Dünyanın farklı yerlerinden gelen eylemciler belli bir noktada toplanıp tekrar dağılıyorlardı. Bu da daha çok varlıklı orta sınıflara özgü bir eylemlilik biçimiydi. Toplanıp dağılmayan hareketlere yine selefi bir takım gruplar haricinde pek müşahade etmedik. Aslında küreselleşme bunun fırsatını yaratıyordu. Önemli olan ulus devlet sınırlarına hapsolmamış bir ideoloji üretmekti, ki bu noktada cihat ideolojisinin önemi ortaya çıkıyor. IŞİD ulus ötesi bir ideoloji sayesinde dünyanın farklı yerlerine dağılmış insanları belli bir mekânsal merkezde toplamayı ve gruplaştırmayı başardı. Küreselleşme ile birlikte sosyal medya ve iletişim araçlarının yayılması, toprak ve devlet çerçevesine sıkışan hareketlerden bir ayrılmayı da içeriyor. Bunun ilk örneği El-Kaide örgütüydü. Örgüt mevcut teknolojinin bütün imkânlarından faydalanarak küresel bir ağ kurmuştu. Fakat IŞİD’den farklı olarak belli bir toprak üzerinde bir şeriat devleti kurmak gibi bir hedefe sahip değildi. IŞİD başka bir açıdan da İsrail’in kurulması sırasındaki insan hareketini andıran bir yöne sahip. Bağdadi’nin Müslümanları İslam devletine hicrete çağırması bu benzerliği gösteren bir husus.

Sonuç Yerine: Gelenek-Modernlik Karşıtlığının Ötesinde

Son olarak, IŞİD’i tartışırken, diğer pek çok siyasi sorunu tartışırken adet edindiğimiz sorunlu ‘modernlik/geleneksellik’ ikiliği karşısında dikkatli olmamız gerekiyor. Bu yazıdaki amacımız da tarafları modernlik/geleneksellik ve medenilik/barbarlık ikilikleri üzerinden kodlamak değil. Aksine bu ayrımların siyasal süreçlerce ve tarafların söylemlerince ilişkisel bir düzlemde kurulduğunu hatırlatmak istiyoruz. Dolayısıyla taraflarca idealize edilen konumlar kendinde nesnellikller veya özler olmayıp toplumsal ilişkiler içinde kurulan fenomenlerdir. Bu söylemsel süreçleri de sadece fikirler ve bilinçle ilgili biri süreç olarak değil içinde her türlü pratiğin de yer aldığı dilsel-pratik bir eylemlilik hali olarak okuyoruz. Söylemler sadece soyut düşünceler ve onların retorik birlikteliği ile ortaya çıkmaktan çok belli toplumsal ilişkiler ve pratikler sonucu varlığa gelirler veya kendilerine yaşam zemini bulurlar. Söylem süreçleri dilsel mantıkla çalışsa bile sadece dil ile ilgili bir mevzuya işaret etmezler. Pratik ve retorik dilsel bir mantıkla gerçekliği inşa ederler. Bu açıdan dil ve dilsel mantık arasındaki ayrım asla unutulmamalıdır.

 Modernlik/geleneksellik karşıtlığını sorunlu kılan temel olarak iki boyuttan söz edebiliriz. İlk olarak, IŞİD’in temsil ettiğini iddia ettiği geleneksel konum ve onun kendisini gerçekleştirme olanağı bizzat karşı olduğu modern koşulların ürünüdür (Aynı şekilde, kendisini saldırı altında hisseden ‘modern dünya’ kendi ürettiği saldırganlığın tedirginliği içindedir). İlkini gizleyen ikinci sorunlu husus, araştırmacının birbirine rakip bu iki söylemsel inşayı üreten konumlar ve ilişkisellikleri incelemeden, söylemsel düzleme hapsolan ve böylelikle verili gerçekliği onaylayan tutumudur. Entellektüel alanda ve siyaset alanında verilen kavramı tanımlama mücadelelerinden uzaklaşıldığında ‘modern’ kavramı, şimdiki zamanın, yaşanan dünyanın nesnel koşullarını ifade eder. Bu haliyle modern koşullar, dünyayı olduğu gibi muhafaza etmeye ya da değiştirmeye dair bütün düşüncelerin ve eylemlerin ortak ve zorunlu kaynağıdır. Modernlik ise bu koşullarla uyumlu eylem kalıplarını ve onları meşrulaştıran söylemsel inşaları içerir. Gelenek, tarihin mirasını ve aktarılmış olanı ifade eder; bu haliyle insanlık durumunun ayrılmaz bir parçasıdır. Geleneksellik ise yaşanan dünyanın çirkinliği karşısında aktarılmış olanın güzelliğini ve asliliğini seçici (ve çoğu zaman hayali) bir tarih kolajına referansla işaret eden bir söylemsel inşayı ve bu söylemin motive ettiği stilize eylemleri ifade eder. Onun da varoluş koşulu, şimdiki zamanın nesnel koşullarının sahnesidir. Dolayısıyla, modernlik/geleneksellik karşıtlığı birbiriyle savaş halinde iki farklı dünyayı ima etmekten ziyade modern dünyanın verili nesnel koşullarının ürettiği (ve aynı zamanda ürünü olduğu) tahakkümün iş bölümünde hâkim olan konumu koruma ve ele geçirme mücadeleleri arasındaki eylemden doğan karşıt konumları ifade eder.

Sonuç olarak IŞİD’in gelenekselliği, modern dünyadan farklı bir dünyanın gerçekliğinin ürünü değildir. Tam tersine IŞİD’inkisi, modern dünya koşullarının ürettiği, tarihin mümkün olan yorumlarından sadece birini ifade eden bir söyleme referansla şiddet saçan ve yine aynı söylemle bu şiddeti meşrulaştırmayı deneyen bir gelenekselliktir. Geleneği yeniden kuracaklarına iman etmiş olmakla beraber, tahakkümün iş bölümünde hâkim olan konumu ele geçirdiklerinde bile (modern dünyanın nesnel koşullarından dolayı) geleneği kuracak araçlardan mahrum olduklarını biliyorlar. Gelenekselliğin mümkün olan bütün türlerinde olduğu gibi buradaki büyüsü de mağduriyetin bu paylaşılmış bilgisine dayanıyor.

 


[1] İslam’ın özü meselesine dair bkz. Aziz Al-Azmeh, Islams and Modernities, (New York: Verso, 1993).

[2] Siyasal süreçlerin gerek siyasal eylem gerekse de özneleşme aşamasında söylemin biçiminin veya formunun önemi için bkz. Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, çeviri: Tuncay Birkan, (İstanbul: Metis Yayınları, 2004).

[3] Burada fantazi  kavramını pejoratif anlamıyla yani gerçeklikle ilişkisi olmayan bir kandırmaca olarak değil aksine toplumun kuruluşunda önemli bir uğrak olarak ele alıyoruz. Antagonistik yapıya sahip bir imkânsızlık olarak toplumun ve tarihin boşluklarını doldurmaya yarayan tahayyülü bir süreçten bahsediyoruz. Kavram ve onun toplumsalın inşasındaki önemi için bkz. Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, ss. 84-100.

[4] Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, s. 78.

[5] Ontolojik ve ontik kavramları arasındaki ayrım esasen Heidegger’e aittir. Heidegger ontoloji kavramıyla tarih ötesi kuruluşa dair apriori bir mantığa, ontik kavramıyla da tarihsel süreç içerisinde oluşan fenomenel alana göndermede bulunur. Chantal Mouffe bu ayrımdan yola çıkarak “siyasal” ve “siyaset” kavramları arasında bir ayrım yapar. Siyasalı ontolojik düzeyle, siyaseti ise ontik düzeyle ilişkilendirir.  Bu çerçevede “ontik olanın geleneksel siyasetin envaiçeşit icraatıyla, ontolojik olanın ise toplumun kuruluşuyla ilgili olduğu anlamına gelir.” Bkz. Chantal Mouffe, Siyasal Üzerine, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2010), ss. 15-16.

[6] Carl Schmitt, dost ve düşman ayrımının siyaset olarak adlandırdığımız fenomeni mümkün kılan en önemli ayrım olduğunu iddia eder. Düşman kişisel bir hasımdan ziyade topluluğun ortak bilincinde asıl kimliğine kavuşmuş kamusal bir düşmandır. Bu ayrım sayesinde bizlik ve öteki bilinci oluşarak siyasal bir cemaatin imkânı yaratılmış olur. Bkz. Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, çeviren: Ece Göztepe, (İstanbul: Metis Yayınları, 2006).

[7] Tarih kavramının tarihsel değişimi ve modernlikle birlikte aldığı yeni biçim için bkz. Hannah Arendt, “The Concept of History: Ancient and Modern,” Between Past and Future: Six Exercises in Political Thought, (New York: The Viking Press, 1961).

[8] Modern siyasal tahayyül kavramını Charles Taylor’in modern toplumsal tahayyüllerine paralel olarak kullanıyoruz. Kavram kökensel olarak az çok aynı anlamı muhteva etse de, konunun anlaşılırlığı için siyasal ve sosyal tahayyül arasında bir ayrım yapmayı uygun gördük. Burada siyasal tahayyül kavramı tarihten tevarüs eden siyasal idare etme ve edilme biçimleri ile siyasal rasyonaliteyi/duygulanımsallığı ifade için kullanılıyor. Bkz. Charles Taylor, Modern Toplumsal Tahayyüller, çeviren: Hamide Koyukan, (İstanbul: Metis Yayınları, 2006)

[9] Burada siyasal tahayyül kavramı Foucault’nun yönetimsellik (governmentality) kavramına yakın bir anlam etrafında kullanılmıştır. Bkz. Michel Foucault, “Governmentality,” içinde eds. Graham Burchell, Colin Gordon, Peter Miller, The Foucault Effect: Studies in Governmentality, (Chicago: The University of Chicago Press, 1991).

[10] Bourdie’nün kavram setinin merkezi unsurlarından biri olan alan üzerine ayrıntılı bir tartışma için bkz. Pierre Bourdieu ve Wacquant, Loïc J. D., An Invitation to Reflexive Sociology, (Chicago:  The University of Chicago Press, 1992), özellikle ss. 95-114.

[11] Kurban kavramının siyasal ve sosyal göndermeleri için bkz. Saime Tuğrul, Ebedi Kutsal Ezeli Kurban: Çok Tanrılılıktan Tek Tanrılığa Kutsal ve Kurbanlık Mekanizmaları, ( İstanbul: İletişim Yayınları, 2010).

[12] Şiddet, barbarlık ve terörizm gibi kavramların tartışılması özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra yoğun bir şekilde artmıştır. Modern devletin şiddetle olan ilişkisi, terör ve barbarlık söylemleri için Derrida ve Habermas arasında yaşanan tartışma önemli şeyler söylüyor. Derrida özellikle devlet aygıtı ile şiddet arasındaki örtük ve açık ilişki türlerini bu tartışmada gözler önüne seriyor. Bkz. Giovanna Borradori, Terör Günlerinde Felsefe: Jürgen Habermas ve Jacques Derrida ile Diyaloglar, çeviren: Emine Barca, ( İstanbul: YKY Yayınları, 2008)

[13] Savaş, kamera ve görsellik ilişkisini dikkatlerimizi çeken önemli düşünürlerden biri Paul Virillo’dur. Virillo “War and Cinema: The Logistics of Perception” isimli kitabında konuyu inceler. Virillo’ya göre göğüs göğüse muharebenin zamanla azalması ile birlikte savaş teknolojisi ve silahlar ile kamera arasında bir ortaklık ortaya çıkar. Artık savaş da tıpkı kamera ile kurulan ilişki gibi bir bakış ve görme ilişkisine ve bu ilişki etrafında kurulan şiddet gösterisine dönüşür. Görmek ve yok etmek arasında farklı bir ilişki ortaya çıkar. Bkz. Paul Virillo, War and Cinema: The Logistics of Perception, çeviren: Patrick Camiller (London: Verso, 2009). Nitekim  Vilém Flusser de fotoğraf ve avcılık arasında kurduğu analojiyle görme ve şiddet arasındaki ilişkinin ilk ipuçlarını verir. Bkz. Vilém Flusser, Bir Fotoğraf Felsefesine Doğru, çeviren: İhsan Derman, (İstanbul: Hayalbaz, 2009).