Yargıçlar Hükümeti

Yargıçlar hükümeti tabiri, 18. yüzyıl ortasında Fransa'da, kralın yetkilerini kısıtlama amacıyla mahkeme görevi de gören yerel parlamentoların kralın çıkardığı kanunları yürürlüğe koymamaları üzerine çıktı. Kavram, 1803'te ABD Yüksek Mahkemesi'nde görülen Marbury ve Malison davası sonrasında, yargı yoluyla yönetmek (government by judiciary) biçiminde kullanıldı. Günümüzdeki içeriği ile, karşılaştırmalı hukuk uzmanı Edouard Lambert'in 1921'de yayımlanan kitabı ile hukuk literatürüne girdi. Aynı zamanda Fransa'da anayasa hukukunun babalarından sayılan Lambert, ABD'de Yüksek Mahkeme'nin hükümetin çıkarmak istediği sosyal yasalara karşı direnmesini bu kitabında eleştiriyordu.

Yargıçlar hükümeti tabirinin demokrasiye yönelik bir tehdit olarak kullanılması, 1930 başlarında ABD Başkanı Roosevelt'in büyük krizden çıkmak için yapmak istediği iktisadi ve sosyal reform hamlesine Yüksek Mahkeme üyelerinin direnmesiyle yaygınlaştı. Roosevelt, Yüksek Mahkeme'nin üye sayısının yasayla belirlenmediğini, dolayısıyla bu direniş devam ederse hemen 10 yeni yargıç daha atayarak mahkemenin çoğunluğunu değiştirmek tehdidini savurmuş, yüksek yargıçların aniden fikir değiştirmelerini sağlamış ve New Deal programını uygulayabilmişti. Daha sonra tabir, hükümetlerle yargı organları arasında ortaya çıkan ihtilaflarda zaman zaman dile getirildi.

Yargıçlar hükümeti tabiri, her zaman eleştirel içerikte kullanılır. Halkın temsilcileri tarafından oylanmış bir yasayı, kişisel tercihlerine, inançlarına dayanarak veya siyasal bir amaçla yok sayan bir yargıcın davranışını ifade eder. Ama demokratik hukuk devletinde, durum biraz karışıktır. Örneğin anayasa yargısı, 1960'larda Demirel ve şürekasının hep şikayet ettikleri gibi, milli iradenin boyunduruk altına alınması mıdır? Yoksa, hiçbir denetime tabi olmayan bir meclis çoğunluğundan çıkacak olası diktatörlük eğilimlerinin frenlenmesinin aracı mıdır? Bu sorun, demokratik düzende, Anayasa Mahkemesi'nin yürürlükteki anayasaya tabi olması kuralıyla aşılır.

Yargıçlar hükümeti tabiriyle eleştirilen, yasama, yürütme ve yargı güçleri arasındaki kuvvetler ayrılığı ilkesinin, yargı gücü tarafından çiğnenmesidir. Güçler ayrılığı ilkesinde, yargının bir işlevi, yasama ve yürütme gücünü ellerinde tutanların tahakkümcü eğilimlerine karşı yurttaşları korumaktır. Yasaların anayasaya uygunluğunu denetleyen Anayasa Mahkemesi, bu anlamda temel hak ve özgürlüklerin teminatıdır. Ama bu anayasa yargısının yetkilerinin yürürlükteki anayasa ile sınırlanmış olması durumunda geçerlidir. Anayasa mahkemesi, yasalarla belirlenmiş koşullara uygun biçimde değiştirilmiş bir anayasanın maddelerini, yürürlükten kalkmış anayasa adına yargılayabilir mi? Yargılayabilirse, örneğin neden 1982 Anayasası'nın temel hak ve özgürlükleri ihlal eden bir dizi maddesinni 1961 Anayasası'na dayanarak iptali yoluna gidilmedi veya 1924 Anayasası bugünkü anayasa değişikliği konusunda amir norm olarak kabul edilebilir mi soruları gündeme gelir.

Yeni hukuk tartışmalarında, anayasa mahkemelerinin yargı yetkisini kullanmasının, yol gösterici yargıç işlevinin yerine getirilmesi olarak tanımlanabileceği ifade ediliyor. Bu yaklaşıma göre, anayasa yargıcı, bir kanunun anayasaya aykırılığına karar verdiğinde, yasamaya bu yönde bir tasarrufta bulunabilmesi için önce anayasa değişikliği yapması gerektiğini söylüyor. Ama bu ikaz yetkisi, yürürlükteki anayasa ve bağlı bulunan uluslararası sözleşmelerle sınırlıdır. Bu çerçevede, anayasa mahkemesine başvurma olanaklarının genişletilmesi gereği de, demokrasinin güçlenmesi adına haklı olarak savunulur. Yurttaşların da, milletvekilleri ve yargıçların sahip olduğu gibi, yasama ile ilgili temel itirazlarını doğrudan anayasa mahkemesine götürme hakkına sahip olmaları demektir bu.

HUKUKİ DEĞİL SİYASİ

Türkiye'de bugün yüksek yargı organlarının temsilcilerinin bazı ifadelerinden, bazı yüksek yargı kararlarından, yargı hiyerarşisinin kişisel tercih, görüş ve siyasal değerlerinin, aldıkları kararlarda zaman zaman baskın olduğu izlenimi edinmek mümkün. Devleti ve/veya ülkeyi kurtarmak veya bazı ideolojik kalıplar adına, yargının karar verdiğine sık şahit oluyoruz. Aynı biçimde, yüksek yargı organları yasama ve yürütmenin tasarruflarını siyasal yerindelik ilkesi çerçevesinde denetlemekte kendilerini yetkili görebiliyorlar.

Bu izlenim, yüksek yargı mensuplarının basın açıklamalarında çok daha açık biçimde hissediliyor. Örneğin Yargıtay Başsavcısı'nın 17 Ocak 2008'deki yazılı açıklamasında dile getirdiği, Türkiye Cumhuriyeti devletinin devlet politikası, (...) kurucu devlet ve kurucu meclis tarafından yapılan 1924 Anayasası ile belirlenmiştir hükmünün herhangi bir yasal ve anayasal dayanağı yok. Başsavcı burada siyasal görüşünü ifade ediyor. İddia makamında olduğu için, böyle bir takdir hakkına sahip olduğu söylenebilir. Ama böyle bir tavır siyasal partilerle ilgili davaların hukuki değil, siyasal davalar oldukları kanaatini de bir o kadar güçlendiriyor.

Bunun yanında, Anayasa Mahkemesi'nin Cumhurbaşkanlığı seçimi usulü konusunda ve daha yakın tarihlerde türban ve laiklik tartışmaları içinde, yasama ve yürütme organlarının yetkilerine ortak olma eğilimi içinde oldukları yönünde güçlü emareler var. Bunlar bugün, yükseköğretimde türbanın serbest bırakılmasını amaçlayan anayasal veya yasal düzenleme tasarıları hakkında dile getiriliyor; başka bir gün, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli veya dini kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunun ileri sürülemeyeceği ilkesinin değişmesi fikrini dile getirmenin bile söz konusu olamayacağı iddiasıyla ortaya çıkıyor.

Yüksek yargı organları, aldıkları kararlarda, değiştirilmesi söz konusu olan bir hassas yasa maddesinin başka bir çerçevede yürürlükte kalmasını sağlama amacı da güdebiliyorlar. Örneğin Türk Milletini aşağılamak suçu ihdas eden Ceza Kanunu'nun 301. maddesinin değiştirilmesi gündeme geldiğinde Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, bu tür suçlamaların çok daha yaygın ve etkin biçimde hukuk davası yoluyla yürürlükte kalmasına yol açan bir karar alabiliyor. Bunu yüksek yargının fiili yasama yetkisi kullanması biçiminde değerlendirebiliriz.

Böyle bir yargıçlar yönetimini mümkün kılan olgulardan biri, yasaların her türlü yorumu mümkün kılan muğlaklıkta yazılmasıdır. Nitekim Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de, kişisel değerlerin tanımlanmasında yasada boşluk olduğu tesbitinden hareketle, reşit her Türk vatandaşının ırk, din ve vatandaşlık konularında aktif dava ehliyetine sahip olduğunu ilan edebiliyor. Manevi tazminat talep etme hakkını bir siyasal mücadele aracına dönüştürüyor. Ve elbette bunu yaparken, Türk milletinin bir üyesi olarak, kişiliğinin kan dökmekle özdeşleştirilmesinin şeref ve haysiyetini zedelediği, medeni dünya önünde kendini küçük düşürdüğünü iddia ederek, bu haysiyet kırıcı işlemi yapanlara karşı manevi tazminat davası açma yolunu da açmış oluyor. Görüldüğü gibi, yargıçlar yönetimi, popülist olduğu genellikle iddia edilen yürütme ve yasama güçlerinden daha basiretli olamayabiliyor. Milli kimliğin onurunu korumak adına, toplumsal barışa çok ağır bir darbe vuracak bir karar alabiliyor.

Demokrasi, gücün paylaşılmasına dayanır. Toplumsal yaşamın işleyişi ve örgütlenmesi ile ilgili sonuçları olan kararları alan her otorite, genel olarak yönetim organı içinde yer alır. Yasama ve yürütme güçleri gibi, yargı da bu yönetimin bir parçasıdır. Bu nedenle yargıçlar yönetimi ifadesindeki eleştiri, yargıçlar bütünüyle yönetimin dışında olmalıdırlar anlamına gelmez. Hükümetin icraatlarının ve meclisin yasama faaliyetinin yargı denetimine tabi olması nasıl demokrasinin olmazsa olmaz bir ilkesi ise, yargının da hikmeti kendinden menkul ilke ve kurallara dayanmaması, yargı mensuplarının kendi kişisel görüş ve değerlerine tabi biçimde karar almamaları bir o kadar elzemdir. Birincisinin yokluğu, ceberrut yönetimin yolunu açar, ikincisi ise yargıçlar yönetiminin ve ardından akil adamlar diktatörlüğünün.

Bu gerilimin oluşumunda Türkiye'de hükümetin belli bir sorumluluğu var. Ama bugün esas sorumluluk, hukukun üstünlüğü ilkesini yargıçlar hükümetine dönüştürmeye çalışan ve yargıya rejim mahkemeleri görevi atfedenlerdedir. Bunlar, ağızlarından düşürmedikleri demokratik hukuk devletinin toplumsal meşruiyet köklerine kendi elleriyle kibrit suyu döküyor.

Radikal İki, 27.1.2008