İ.K.’ya Ne Diyelim?

Balıkesir’de 51 yaşında evli bir ilkokul öğretmeni olan İ.K., daha önceden öğretmenliğini yaptığı bir kız çocuğunu babasından “isteyince” ve “kızı teslim almak üzere” babayla buluşma ayarlayınca, babanın polise haber vermesi sonucu yakalandı ve çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Olayın detayları, medya diliyle söyleyecek olursak “kan dondurucu” nitelikte: Aile, öğretmenin çocuklarına olan “ilgisi” yüzünden şikâyetçi oluyor, öğretmen iki aylığına göstermelik bir uzaklaştırmadan sonra bir başka okula atanıyor. Atandığı yer küçük bir köy ilkokulu, artık oradan ses çıkması beklenmediği için mi oraya atanıyor, atandığı yer bir köy ilkokulu olunca öğretmenin ilkokul çağındaki öğrencilerine “ilgi duyması” bir sorun olmaktan çıkıyor mu, Milli Eğitim Bakanlığı ve konuyu inceleyenler bu soruları hiç sormadılar mı? Orası meçhul. Neticede İ.K., bir gece rüyasında öğrencisiyle nikâhlandığını gördüğü, onun artık kendisine helal kılındığı gerekçesiyle babayı aradı ve buluşma yerinde polislerce yakalandı; bu haberin medyada yer bulmasıyla da “pedofili” ve çocuk yaşta evlendirilme mevzuları yine canlandı.

Bu konuyla ilgili daha önce birçok yazı yazıldı, başka örnekler üzerinden konu irdelendi. Ama alıp verdiğimiz onca fikre rağmen, konunun bir türlü cevap bulamadığını düşündüğüm bir yanı yeniden kurcalanmalı. “Pedofili”, bir terim olarak fazla tıbbî bulunuyor, bazıları bu terimin halkın geneline bir şey ifade etmeyecek kadar “yukarıdan” olduğunu söylüyor, kimileri de soruyu bireysel bir patolojik vaka haline getirdiğini ve sorunun toplumla olan bağını kopardığını öne sürüyor. “Pedofili”nin tıbbî ve fazla halktan kopuk olduğu eleştirilerini de göz önüne alarak “sübyancılık” terimini kullansam, bunun toplumla olan ilişkisini yeterince vurgulamış olacak mıyım, emin değilim. Ancak yine de faydası olabilir, daha iyisini bulana dek “sübyancılık” diyelim. Pedofili/sübyancılık teriminin kullanılması, aslında durumu patolojik ve bireysel hale indirgeme amacı taşımıyor, Ezgi Sarıtaş’ın son derece yerinde bir gözlemle ifade ettiği gibi, “çocuk yaşta zorla evlendirmeleri anormalleştirmek ve böylece çocuk yaşta evliliklerin toplumsal meşruiyetini sorgulanır hale getirmek” amacını taşıyor.[1] Buna da, yine normatif bir eylem olduğu, “anormalleştirme” üzerinden hareket ettiği için eleştiriler yöneltilebilir, üstelik bu eleştiriler de son derece anlamlı olur. Ancak ben şu an başka bir sorunun cevabını aradığım için ona yöneleceğim.

Bu konuyla ilgili olarak “Sorunun kökeni bireyde değil, toplumda” diyebiliriz, ki ben de sorunun tamamen bireysel olmadığının farkındayım. Bu sorun konuşulurken, özellikle kültürün bunu “normal” gösterdiğinden ve bunun yarattığı etkilerden bahsediliyor ancak hiç kimse şu soruya cevap vermiyor: Bir şeyin “normal” görülmesi otomatik olarak o şeyi yapmamızı sağlar mı? Sırf “küçük yaşta kız çocuğuyla evlenme” anormal görülmüyor diye bir erkek, bir kız çocuğuna karşı cinsel çekim duyabilir mi? Soruyu başka bir açıdan sorayım, eğer kültürün neyi normal bulduğu cinsel yönelimimizi etkileyecek denli güçlü bir faktörse, o halde “normalleşmesi” için her türlü çaba sarf edilen –hatta “geçer” diye evlendirilen– eşcinsellerin evlendirilmelerine rağmen neden cinsel yönelimleri değişmiyor? Kültürün “normalleştirici” etkisi cinsel yönelimimizi belirleyecek denli yoğun olabilseydi, heteronormatif düzende yetişen herkesin de heteroseksüel olması gerekirdi. Dolayısıyla, sırf “böyle bir kültürde büyüdüğü için” bir erkeğin bir çocuğa karşı cinsel çekim duyamayacağını düşünüyorum. Yani, işin içindeki birey faktörünü de ıskalamamak gerek. Kaldı ki, genellikle bahsettiğimiz durum 9 yaşındaki kız çocuğuyla evlendirilen 12 yaşındaki erkek çocuğu vakası olmuyor, bu vakalar daha farklı bir sorunun konusu. Genellikle konu edilen şey, cinsel yönelimini kültürel kodların da desteğiyle, kanunen kabul görmediği durumlarda bile toplumca kabul gören bir evlilik zemininde yaşama imkânı bulan yetişkin erkektir. Çünkü yetişkin bir erkeğin bir kız ya da erkek çocuğu taciz etmesi, aynı kültür içinde dahi “sübyancılık” adıyla basbayağı olumsuz bir durum olarak ele alınır.[2] Ancak taciz eden erkek, tacize uğrayan çocuk da erkekse bu taciz “meşru” zemine taşınamazken, aynı tacizci bir kız çocuğuyla evlenip mutlu mesut yaşayabilir! Koşullar arasındaki asimetrinin dikkat çekmemesi imkânsız.

Bu örneğe geri dönersek, olayda “galeyana getirici” çok fazla öğe olduğu için (adamın yaşının “kızın babası yaşında” olması, evli olması, öğretmen olması, özel olarak bu kız çocuğunun da öğretmeni olması) bunu “normal” bulan sesleri fazla duymadık. Oysa burada da bir sorun var; bu konunun radarımıza girmesi için karşımızdakinin 30 yerine 51 yaşında olması gerekmemeli yahut öğretmen değil tapu kadastro memuru olduğunda da durum yeterince “anormal” bulunmalı. Bununla birlikte, özellikle “öğretmen” vurgusunun anlamsız olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Tepkinin çok anlaşılır, çok insani bir tarafı var: Çocuğu olanlar başta olmak üzere birçok yetişkin, “o” çocuğun kendi çocuğu da olabileceğini düşündü ve çocuklarının kime emanet olduğunu korkarak sordu kendine. Böyle bir şikâyette bulunulmasına rağmen MEB’in tek yaptığının sular durulunca öğretmeni başka bir okula tayin etmek olması, yeterince sorumsuz bir hareketti zaten. Öğretmen bir gün “rüyasında öğrencisiyle nikâhlandığını gördüğü, o yüzden kızın artık kendi karısı sayıldığını” söyleyerek “kızı teslim almak üzere” babasına buluşmayı teklif etmese yahut baba kızını “vermeyi” kabul etse, bu olayı hiç duymayabilirdik. Oysa bu hikâyede dikkatimizi çekmesi gereken diğer nokta da bu değil mi? Öğretmen, hiçbir telaşa düşmeden babayla buluşma cesaretini gösterdi, çünkü başına bir şey geleceğini düşünmedi. Toplumsal/kültürel etki, bence cinsel çekim duymasında değil tam da burada karşımıza çıkıyor. Yaptığının “normalliğinden” o kadar emin ki, bu buluşmaya rahatça gidiyor. Çünkü kızı “şerefiyle babasından istedi”, babası da kızını “verseydi” ortada hiçbir problem kalmayacaktı.

Olaydaki kolaylaştırıcı, meşrulaştırıcı kültürel öğeleri rahatça görebiliyoruz, dolayısıyla bunun bireysel bir patolojik vaka olmadığının da farkındayız. Ancak bu noktada yine şunları sorma ihtiyacı duyuyorum: 10 yaşındaki (öğretmenliğini yaptığı zamanlarda daha da küçük yaşta olan) bir kız çocuğundan hoşlanıp evlenmeyi isteyebilen bir adamı ne olarak adlandırmalıyız? Nasıl adlandırınca bireysel ve patolojik bir vakaya indirgememiş oluruz? “Bu kültür böyle, bu kültürün içine doğmasaydı belki böyle biri olmayacaktı” diye topu atıp kaçma şansımızın da olmadığını düşünüyorum, çünkü aynı kültür “sübyancı” kelimesini de olumsuz anlamıyla içeriyor. Üstelik daha önemli bir soru da kenarda bekliyor; kültür cinsiyetsiz ve statik midir ki? Devam ettirilen kültürel öğelerin kimin çıkarına işlediğini ve bu devamlılığı sağlamak için nasıl bir çaba harcandığını sorgulamadan, bu sorunun adresi olarak –sanki yekpare ve statik bir kültür varmış gibi– kültüre yönlendirmek, bireyin sorumluluğunu ve failliğini inkâr etmek oluyor bir yerde. İşte o zaman da “madem öyle, o halde niçin eşcinseller ‘normal’leşmiyor?” sorusuyla karşı karşıya kalıveriyoruz.


[1] İlgili yazı için bkz. http://www.birikimdergisi.com/guncel/cocukluk-pedofili-ve-feminist-politika

[2] Elbette kadınların da pedofil ve tacizci olabileceğini unutmamak gerekir, ancak sorunun yoğun olarak yetişkin erkekler üzerinden gerçekleşmesi sebebiyle yetişkin erkek tacizci ve kız çocuğu arasındaki soruna ağırlık verdim.