Türkiye'de Faşizm Var mı?

“Faşizm, Rusya’da başlamış devrimi devam ettirmediği için, proletaryanın çekmek zorunda kaldığı bir cezadır.” Clara Zetkin, Haziran 1923

“Eğer rakibimiz, ne kadar zayıf olduğumuzu bilebilseydi, bizi muhtemelen un ufak ederdi. Çalışmalarımızı daha başından kana boğup ezerdi.” J. Goebbels, Nazi Almanya’sı Propaganda Bakanı

GİRİŞ

AKP iktidarının “otoriterleşme” eğiliminde olduğu hepimizin malumu. Ancak kimi yorumcular biraz daha ileriye giderek yaşanılan süreci “diktatörlük” yahut da “faşizm” ile adlandırmaya çalışıyorlar. Baştan söyleyelim, bu makalede böylesi bir yoruma şüpheyle yaklaştığımızı açıklamaya çalışacağız.

Faşizm her şeyden önce, sınıfsal bir tahlile ihtiyaç duyan, son derece kritik bir konu; ve sosyal bir olguyu “şiddetin niceliksel derecesiyle” değil de, sosyal yönleriyle ele almanın daha doğru olduğu görüşüyle, faşizmi ortaya çıkaran sosyal, iktisadî ve politik süreçleri merkezine alan bir yaklaşımın konuyu açıklamaya daha yakın olacağını düşünüyorum.


Faşizm, burjuvazinin “demokratik sınırlar” içerisinde çözemediği ekonomik ve toplumsal krizinin bir sonucu, ve bu krizi aşmanın da en barbar, en insanlık dışı yöntemidir. İşçi sınıfına ve onun devrimci örgütlenmelerine topyekûn bir saldırıyı ifade eden faşizm, krizdeki bir kapitalizmin ne gibi felaketlere yol açabileceğinin de somut bir örneğini teşkil eder.

Burada kapitalizmin krizi derken, temelde, artık değerin üretilme olanağının büyük oranda yok edilmesi anlaşılmalıdır. Faşizmin iktidara el koymasının “tarihsel misyonu” da artık değerin üretilme şartlarını, kapitalizmin lehine şiddet kullanarak değiştirmesidir.

Unutulmamalıdır ki, faşizmin ortaya çıkışının bir diğer nedeni de proletarya önderliğinin içine düştüğü politik krizdi![1]

Emperyalizm çağında burjuvazi, politik iktidarını en az maliyetle, yani parlamenter demokrasi yoluyla sürdürmeye çalışır. Fakat büyük burjuvazinin egemenliğinin bu biçimi, ekonomik ve toplumsal güçlerin bir hayli değişken ve istikrarsız dengesine bağlıdır. Nesnel gelişmeler bu dengeyi bozunca, büyük burjuvazi, tarihsel çıkarlarını gerçekleştirmek için devletin yürütme gücünü merkezileştirmeye çalışır. Faşizm işte bu eğilimin gerçekleşmesidir, ve bu anlamda burjuvazinin olağanüstü bir yönetim biçimidir. Eğer faşizm, işçi hareketini ezmeyi başarırsa, kapitalizm açısından görevini tamamlamış demektir.

Faşizm, burjuva toplumu içindeki bütün proleter demokrasisi öğelerinin –bütün işçi örgütlerinin, hatta en ılımlı olanlarının bile– köklerinin kazınmasına dayanır. Onun görevi sadece komünist öncüyü yok etmek değil, bütün bir işçi sınıfını bölünmüşlük içinde tutmaktır. Faşizmin “tarihsel misyonu” üç aşağı beş yukarı özünde budur.

Bir de küçük burjuvazi gerçeği var tabii.

Evet, faşizm tekelci sermayenin kanlı bir diktatörlüğüdür, doğru; ama teslim edilmelidir ki, proletarya sadece “cebirsel” yöntemlerle zincire vurulamaz. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Böylesi büyük bir tehdidi zincire vurabilmek için büyük sermaye, küçük burjuvaziyi proletaryaya karşı seferber eder. Onun gücü, bu “ara sınıfı” kendi hegemonyası altında –bir başka tehdidi bastırmak için– bir kamçı gibi kullanmasından ileri gelir.

Troçki, 10 Haziran 1933’te kaleme aldığı, “Nasyonal Sosyalizm Nedir?” başlıklı makalesinde şunları söyler:

“Alman faşizmi, İtalyan faşizmi gibi işçi sınıfına ve demokratik kurumlara karşı bir koçbaşı gibi kullandığı küçük burjuvazinin sırtından iktidara yükselmiştir. Ama iktidardaki faşizm hiç de küçük burjuvazinin hükümeti değildir. Tam tersine, tekelci sermayenin en acımasız diktatörlüğüdür.” Alıntılamaya devam edelim: “Mussolini haklıdır: Ara sınıflar bağımsız bir politika izlemekten acizdirler. Bunalım dönemlerinde bu sınıflar temel sınıflardan birinin politikasını en akıl almaz sınırına kadar götürmek zorundadırlar. Faşizm, bunları sermayenin hizmetine sokmayı başarmıştır.”[2] (vurgular bize ait)

TÜRKİYE’DE FAŞİZM TEHDİDİNDEN SÖZ EDİLEBİLİR Mİ?

Faşizme karşı omuz omuza! ya da Kahrolsun faşizm! hepimizin sıklıkla duyduğu; yeri geldiğinde iktidarın polis şiddeti/terörü ya da “orantısız gücü” karşısında yumruklarımız havada attığımız sloganlardır bunlar. Gezi eylemleri boyunca, atılan biber gazının ya da TOMA’lardan sıkılan zehirli suların ardından da sıkça atıldı bu sloganlar.

Her şeyden önce şu iki şeyi birbirinden ayırmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Faşizm, salt şiddet eylemlerine dayanan bir hükümet biçimi değildir; ancak faşizm, olağanüstü şiddetve terör yöntemleriyle iktidarını tesis etmeye ve büyük sermaye açısından biricik tehdit unsuru olan sınıfı (işçi sınıfını) bölünmüşlük hâli içinde tutmanın yanı sıra, bu sınıf üzerinde katı bir denetimi de kurumsallaştırmaya çalışır. Onun biricik işlevi özünde budur!

“Normal” zamanlarda kapitalist sınıfın emek süreci üzerindeki katı denetimi, bu sefer “zor yoluyla” tesis edilmeye çalışılır. Sermaye birikimini tıkayan yahut da yavaşlatan her türden tehdit, bu tarz şiddet yöntemleriyle elimine edilir faşizm ile. Önemli olan, bu “operasyonun” hangi sınıfın, hangi sınıfa karşı ve hangi sınıflara dayanarak –ve tabii hangi dönemlerde– gerçekleştirmeye çalıştığıdır.

Troçki, faşist bir partinin hızla kurulup zafere ulaşmasının dayandığı temelleri şu şekilde sıralar:

“Kapitalist toplumun en ağır bunalımı; işçi sınıfının radikalleşmesinin artması; kırsal ve kentsel küçük burjuvazide işçi sınıfına karşı sempatinin artması ve değişiklik özlemleri; büyük burjuvazinin ne yapacağını şaşırması; (…) proletaryanın kendini tüketmesi ve hâlsiz düşmesi; toplumsal bunalımın derinleşmesi; küçük burjuvazinin umutsuzluğu, değişiklik özlemi; küçük burjuvazinin kolektif nevrozu (…) şiddetli tedbirlere yatkın olması; umutlarına ihanet eden proletaryaya karşı düşmanlığının gelişmesi.”[3]


Bu perspektifle AKP iktidarının ne derece “faşist” olduğunu açıklamaya çalışabiliriz belki.

Her şeyden önce şu soruyu soralım: AKP iktidarı boyunca işçi sınıfı muhalefeti –kriz yılları da dâhil olmak üzere– Türkiye burjuvazisi[4] açısından ciddi bir tehdit oluşturmuş mudur, ya da oluşturuyor mudur? Şu an için ve yakın geçmiş için bence cevap, hayır. Elbette ciddi direnişler, grevler, eylemler yaşandı ve yaşanıyor da; ancak bu hareketler Türkiye burjuvazisinin –aralarındaki her türlü sürtüşmeye rağmen– dizlerini titretecek bir boyuta varmadı; en azından şimdiye kadar bu böyleydi.

Evet, AKP iktidarı süresince tabandan gelen işçi muhalefeti; sendikaların tavrı ve işçi sınıfının sınıf bilinçliliği durumu göz önünde bulundurulduğunda büyük oranda geriletildi ve geriletilmeye devam ediyor. Ancak AKP iktidarının alttan gelen her türden muhalefeti engellemeye, önüne set çekmeye çalışması faşizm olarak okunmamalı, diye düşünüyorum.

AKP’nin yaptığı, daha doğrusu Türkiye burjuvazisinin AKP eliyle yaptığı şey, işçilerin/emekçilerin kendi mevzilerini savunmaya dönük tepkilerini bertaraf etmek.

Sistem güçlü işçi mücadeleleri ile çatırdamıyor, ülke grevlerle sallanmıyor, sermaye çevreleri yarınımız ne olacak diye kâbuslar görmüyorken nasıl olur da Türkiye’de faşizm var denebilir?[5]

Bugün için, Gezi eylemleri süresince ve sonrasında da, Türkiye burjuvazisine göre her şey yolunda gidiyor. Zira 17 Haziran’da, yani Gezi eyleminin başlamasından yaklaşık iki hafta ve 15 Haziran’daki sert müdahaleden de iki gün sonra TÜSİAD ve Erdoğan arasında yapılan görüşme sonrası, TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Muharrem Yılmaz’ın açıklamaları bu iddiamızı kanıtlar nitelikte. Görüşme sonrası kameraların karşısına geçen Yılmaz aynen şunları söylemiştir:

“Ekonomimizin ulaştığı seviyede kurumları ile kuralları ile piyasanın derinliği ile hiçbirimizin korkmasına gerek olmayacak bir güçte olduğunu birlikte tespit ettik. Türk ekonomisinin bugünü de geleceği de hepimizin güven duyacağı bir seviyededir. Ekonomi ile ilgili kaygılarımız olmadığına göre, ekonomide sağladığımız bu itibarın aynı şekilde ülkemizin toplumsal yaşamında, demokrasisinde de sağlanması için eksikliklerimiz varsa bu konuda da gereken adımların atılması için görüşlerimizi ifade ettik.”[6] (vurgu bize ait)

TÜSİAD başkanı ayrıca, Erdoğan’ın tavrına paralel olarak, “demokratik taleplere canımız feda” manasında bir açıklama yapıp; istikrarı bozacak her türden yakıp, yıkma, kırma eylemlerinin karşısında olduğunu da sözlerine eklemiştir! Kısaca Yılmaz’ın görüşleri şu şekilde de okunabilir: Aman huzursuzluk olmasın, istikrar bozulmasın, yabancı sermaye gitmesin, aman borsa sarsılmasın ki biz de işimize bakalım…


Erdoğan’ın kullandığı dili ve uzlaşmaz tavrını baz alırsak yanlış yorumlara gidebiliriz, diye düşünüyorum. Çünkü mesele Erdoğan’ın dilinin sertliğinin tam da arkasında yatıyor. Soru şu: Erdoğan’ı “otoriter” yapan şey ne?

Bu soruya birkaç farklı şekilde cevap verebiliriz diye düşünüyorum. David Harvey, Sermaye Muamması adlı eserinin girişinde, “Bu kitap sermayenin akışı üzerinedir,” der ve devam eder:

“Sermaye, kapitalist olarak adlandırdığımız bütün toplumların siyasi gövdesine hayat veren kandır; bazen sızıntı hâlinde, bazen bir sel misali, yeryüzünün insan tarafından yerleşilmiş en ücra köşesine yayılır. (…) Bu akışı kesintiye uğratmaya, yavaşlatmaya veya daha da kötüsü geçici olarak durdurmaya hele bir kalkışın; sonucunda günlük yaşamın alıştığımız tarzda devam edemeyeceği bir krizi ile karşılaşırız kapitalizmin.”[7]

Evet, Gezi eylemiyle sermayenin akışı bir kesinti tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Öyle ya, parka yapılacak dev bir inşaat projesi gündemdeyken, bir anda tüm planlar altüst oluyor, ve sermaye sınıfı açısından geleceğe dair karamsar bir tablo çıkıyor ortaya. Sırf bu yönüyle bile Gezi eylemleri, kent üzerinde, halkın müşterek alanları üzerinde sermayenin yayılmacı siyasetine bir meydan okuyuş, bir başkaldırıdır.

Harvey, kapitalizmin yani sermaye birikiminin tarihi ile kentleşme süreçleri arasında bir bağıntı olduğunu söyler. Ona göre, kullanılmayan sermaye fazlası ile istihdam edilmeyen işgücü fazlasının –ki bu iki şeyin yan yana gelmesi bir kriz durumuna işaret eder– emilmesinde kentleşme çok kritik bir rol oynar. Bu hâliyle bakıldığında, dünya çapındaki bütün kentleşme süreçlerinde –ve tabii İstanbul’da da– hâkim sınıfların öncü rolü oynadığı yadsınamaz bir gerçektir.

Harvey başka bir kitabında ise şöyle diyor:

“Yeniden üretimi sırasında sermaye, çeşitli şekillerde kentleşme sürecinden geçer. Sermayenin kentlileşmesi, kapitalist sınıf güçlerinin kentleşmeye hâkim olma kapasitesini varsayar. Bu ise sermayedar sınıfın yalnızca devlet aygıtları (…) üzerinde değil, topyekûn nüfus (yaşam tarzının yanı sıra emek gücü, kültürel ve siyasi değerlerin yanı sıra dünya görüşleri) üzerinde hâkimiyet kurması anlamına gelir.” Hemen ardından Harvey şunu da ekler: “Bu düzeyde bir denetim ise kolay kolay elde edilmez, hatta hiç mümkün olmayabilir.”[8] (vurgu bize ait)

Gezi eylemleri işte tam da bunu kanıtlamış oldu! Hükümetin ve Erdoğan’ın sıkıştığı yer şurası: Erdoğan, sermaye sınıfları nezdinde, bu türden eylemleri devletin baskı araçlarını kullanarak bertaraf etme konusunda başarısız olursa hiç şüphe yok iktidarı –bütünüyle olmasa bile– sarsılmaya başlar. Ama öte taraftan da sermayenin bir “istikrar” sorunu var. O da şu: Gezi eylemlerini bastırma yöntemlerinin halkta uyandırdığı öfke daha da büyük bir sosyal patlamaya dönüşürse –ki böyle bir potansiyeli vardı ve hâlâ da var– ve bu şeyin maliyetinin parka yapılacak inşaatın maliyetini kat be kat aşacağı anlaşılırsa, işte o zaman geri adım atmak hem sermaye hem de hükümet için en iyi yol olacaktır. Zira her şey istikrar için!


Sık sık duyuyoruz ya hani Erdoğan’ın “tek adam rejimi” kurmakta olduğunu; sermayeyi cezalandırdığını; oraya buraya keyfî talimatlar verdiğini; toplumu tepeden tırnağa muhafazakâr değerlerle yeniden inşa etmeye çalıştığını… ve bunu yaparken de kimseye hesap vermediğini…

Bu söylenenlerde bir haklılık payı var elbette; ancak ben, Erdoğan’ın varlık sebebi olan Türkiye burjuvazisi (her iki kanadı da dâhil) ile gerçek bir karşıtlık içinde olduğunu düşünmüyorum.

Erdoğan için, daha çok sermayenin “Nurjuvazi” denen kanadına yakın olduğu söylenebilir; ve Türkiye burjuvazisinin iki büyük kamplaşması arasındaki örtük “iç savaş” (yoksa “rekabet savaşı” mı?) hâli de göz önüne alınırsa, Erdoğan’ın bu kamplaşmada daha çok “Nurjuvazi”den yana tavır aldığı da düşünülebilir. Ancak temel meseleler söz konusu olduğunda; örneğin işçi sınıfına karşı alınan kemer sıkmacı tedbirler yahut da “eğitim reformu” gibisinden burjuvazinin her iki kanadını da memnun eden meseleler söz konusu olduğunda, burjuvazi içindeki “iç savaş” hâli nedense görünmez oluyor. Çünkü Erdoğan, Türkiye burjuvazisinin her iki kanadı nezdinde de “saygıdeğer” biri!

Burjuvazi arasındaki bu sürtüşme hâlinin fazla abartılmaması gerektiğini düşünüyorum; zira sermaye sınıfı arasındaki bu tarzdan sürtüşmeler rekabetin dayattığı koşullarda kaçınılmazdır ve her zaman da yaşanacaktır. Önemli olan temel meseleler konusunda burjuvazinin ne türden tavır aldığıdır. Yani burjuvazinin, işçi/emekçi kitleler karşısındaki genel sınıfsal çıkarlarıdır esas olan.

Mustafa Sönmez, “Nurjuvazi ile Burjuvazi: Çatışma mı, uzlaşma mı? adlı yazısının sonuç kısmında şöyle diyor:

AKP’ye kayıtsız bağlı nurjuvazi ile itirazlarını dillendiren [TÜSİAD] burjuvazi[si] esaslı bir çatışmaya girerler mi? Sanmam. Nurjuvazinin böyle bir lüksü yok. Türkiye kapitalizmi artık, 1980 öncesinin, hatta 2000 öncesinin kapitalizmi değil. Millî gelirinin yarısı kadar dış ticarete açılmış, millî gelirinin yarısına yakın dış borç stoklamış bir ülkeden söz ediyoruz artık. Nurjuvazisi de, burjuvazisi de bu dışa açılmışlığın rüzgârlarının tesiri altında. Hem de iyice kırılganlaşmış, içeri dönme opsiyonu kalmamış bir kapitalizm bu. Dolayısıyla, çatışma yerine bir uzlaşı yolu bulmaya daha çok gayret edecekler.[9](vurgu bize ait)


Evet, Gezi eylemleri sırasında Erdoğan’ın polisi Divan Oteli’ne müdahale etti; Cem Boyner çıkıp, “Ne Sağcıyım Ne Solcu Çapulcuyum Çapulcu” pankartı taşıdı; Garanti Bankası CEO’su, bankalarından çıkan mevduatın hatırı sayılır bir boyuta ulaşması karşısında, “Ben de çapulcuyum” dedi… Ardından iktidarın Koç grubuna “haddini bildirmesi” gündeme geldi.[10] Tabii öncesinde bir de Aydın Doğan gerçeği var…

Ancak bunlar, sermaye sınıfının Erdoğan’a, Erdoğan’ın da sermaye sınıfına karşı savaş açtığı şeklinde okunmamalı. Bunlar “görünüş”te kalan şeyler. Öte taraftan, eğer sermayenin Batıcı-laik kanadı Erdoğan’a karşı tavır alıyorsa, Ferit Şahenk’in iktidara yakın tavrı nasıl açıklanmalı? Ya da Sabancı’nın? Ya da diğerlerinin?

Gezi olayları sırasında NTV televizyonunun tavrını ve NTV Tarih dergisine yapılan “operasyonu” nasıl açıklamalı? En basit açıklama şu: “Çünkü Şahenk biat etti.” Bu açıklama da yine Erdoğan’ı “Bonapartist” bir lider gibi sadece işçi ve emekçilere değil aynı zamanda mülk sahibi sınıflara da tavır alan, toplumun üzerinde “hakem” rolü oynayan bir kişiliğe indirgiyor ki, bu şey bence fazla abartıya kaçan bir yorum. Şu söylenebilir belki: Evet, Şahenk iktidara yakın; ama biat ettiğinden değil, kendi biricik çıkarlarını düşündüğünden.

Tartışmayı fazla uzatmadan kısaca şunları söyleyelim. Bir taraftan burjuvazinin iki büyük kampı arasında süre giden bir “iç savaş” var; ama öte taraftan MİT kriziyle de açığa çıkan Erdoğan ve Gülen Cemaati arasındaki sürtüşme var. Dolayısıyla mevcut iç savaşın içinde başka türden bir iç savaşın yaşandığı gerilimli bir süreçten geçiyoruz. Erdoğan zaten “gergindi”, üzerine bir de Gezi olayları patlak verince hâliyle daha da “gerildi”.

Cemaat ile yaşadığı sürtüşme ortadayken Gezi olayları patlak verince, hükümetin yazarları, çizerleri bu eylemin bir komplo olduğunu anlatmaya başladılar bıkmadan usanmadan. Hatta kimileri ellerine belgeler alıp, bunun dışarıdan tertiplendiğini sözüm ona “belgelendirmeye” bile çalıştı.

İktidar çevrelerindeki bu “dış mihrak” psikolojisinin ardında aslında bir sınıf savaşının yattığı gözlerden kaçmamalı.

Bu “gerilimli” ortam içerisinde biricik amacı sermaye düzenini korumak olan bir iktidar partisi ve onun liderinin bu derece “otoriterleşmesi” belki bu gözle de okunabilir, diye düşünüyorum. Bu bağlamda Erdoğan’ın faşistleşmesinden ziyade daha çok Bonapartlaşmasından söz etmek daha doğru olabilir; ancak bunun için de tabandan, sistemi ciddi derecede tehdit eden bir işçi hareketinin gelmesi gerekiyor ki, şu an için –evet, şu an için– bu türden bir tehdidin olmadığını söyleyebiliriz. Yakın dönemde yaşanan politik süreçlerin –örneğin Ergenekon davaları, MİT krizi ve sonrasında yaşanan daha pek çok olay– belirlenmesinde bence bu “tehdidin” olmamasının çok büyük bir rolü oldu.

Balyoz Davası ile ilgili kararın verildiği günlerde Radikal-Yeni Söz’de şöyle yazmıştım:

AKP’nin on yıldır, üstelik her seçimden güçlenerek çıkması, sermaye sınıfları nezdinde itibarını her seferinde artırmasında –yüzeydeki o polemiksel tartışmalar temel gerçeği yansıtmıyor bence!– hangi etkenlerin rol oynadığını açıklamak, yakıcı bir önem kazanıyor. Her şeyden önce şunu vurgulamak gerek: Bugün AKP ile AKP’nin yargı yoluyla savaş açtığı kesim tek bir noktada kesişiyor: Kapitalizme, sermaye düzenine karşı olmamak! Evet, Türkiye’de egemen sınıfın tek bir ortak “iç” düşmanı var: İşçi sınıfı! Ne var ki, şu sıralar işçi muhalefeti sistemi tehdit eder boyutta olmadığı ya da bugün birbirini “yiyenleri” yan yana getirme gücü ve basıncından yoksun olduğu için, “üst katlarda” şimdi gerilimli bir “yer değiştirme” süreci yaşanıyor. Hazır sermayenin “bütünü” ve “milletin” de yarısının oyunu ve desteğini almışken, bu neden olmasın![11] (vurgu bize ait)

Yanlış anlaşılmasın işçi muhalefetinin bu anlamda gerici, tutucu ve “vesayetçi” bir tarafı olduğunu söylemek istemiyorum burada. Hayır, burada sadece yakın geçmişte yaşanan politik süreçlerin sınıflar arasındaki mücadelelerle bağlantılı olduğunu vurgulamak istedim.

Ne demek istediğimizi Mısır ile karşılaştırma yaparak açıklayabiliriz belki. Şunu soralım: Eğer Mısır’da devrimci bir durum olmasaydı, Mübarek gidip yerine Mursi gelebilir miydi? Ya da devrimci kitlelerin basıncı olmasaydı bugün Mursi’yi de yerinden eden Sisi’nin Bonapartist darbesi gerçekleşir miydi?[12] Mısır’daki tüm bu altüst oluşlar sadece birkaç yılda yaşandı, ve hâlâ da yaşanıyor.

Bugün Kemalist reflekslerle AKP’nin on yıllık dönemini yorumlayanlar, süreci “rejim değişikliği” ile adlandırıyorlar. Oysa ortada işçi ve emekçiler açısından değişen hiçbir şey yok! Onlar için hamam da aynı tas da aynı, değişen sadece tellaklar.

Aslında olan şey “üst katlarda” yaklaşık on yıla yayılan (bir-iki yıl değil, on yıl!) bir “koltuk değiştirme” süreci.

12 Eylül, Türkiye burjuvazisinin her iki kanadı açısından da tam anlamıyla bir zaferdi. O günlerden bu yana sermaye sınıfları, dikensiz gül bahçesine çevrilmiş bir ortamda, depolitize edilmiş, ölü bir işçi sınıfı hareketi üzerinde büyüdükçe büyüdü.

Daha çok 12 Eylül sonrası dönemin ürünü olan AKP burjuvazisi, ’80 öncesinin örgütlü sınıf hareketiyle tanışık olmadığından, işçi sınıfı hareketine karşı “bağışıklık” kazanmadığından bugün tabandan gelen her türden harekete karşı inanılmaz bir tahammülsüzlük sergiliyor.

Ben Erdoğan’ın “otoriterleşmesini” bu bağlamda okumanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.

SONUÇ

Faşizm, burjuvazinin olağanüstü koşullarının olağanüstü rejimidir. AKP hükümetinin ve tabii Erdoğan’ın “faşist” ya da “diktatör” olduğu türünden açıklamalardan önce, toplumun bağrında cereyan eden gerilimli sınıf mücadelesinin (sınıflar-arası ve sınıflar-içi her türden mücadele) röntgenini çekip ona göre bir tahlil yapmak daha anlamlı olabilir. Aksi takdirde her türden şiddet içeren uygulamayı faşizm olarak damgalama yanlışına düşeriz ve düşüyoruz da.


[1] Bu konuyu geçen yıl Sendika.Org’da yayınlanan Faşizmi bugün konuşmak başlıklı makalemde anlatmıştım. Bkz. http://www.sendika.org/2012/07/fasizmi-bugun-konusmak-gencer-cakir/

[2] Lev Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, Yazın Yayıncılık, 3. baskı, İstanbul, 1998, s. 449–450. Benzer şekilde Gramsci de faşizmin küçük burjuvazi doğası hakkında şunları söyler: “Faşizmin karakteristik özelliği, onun bir küçük burjuva kitle örgütü yaratmayı başarmasında yatmaktadır. Bu, tarihte ilk kez gerçekleşmektedir.”

[3] Lev Troçki, a.g.e., s. 494

[4] Burada “Türkiye burjuvazisi” derken hiçbir ayrım yapmıyoruz. Yani burada hem MÜSİAD ve TUSKON’da örgütlü sermaye sınıfını hem de TÜSİAD ile TÜRKONFED’de örgütlü sermaye sınıfını kastediyoruz. Kısaca, bir bütün olarak hem geleneksel Batıcı-laik burjuvaziyi hem de “Nurjuvazi”yi kastediyoruz burada.

[5] Tabii burada ister istemez başka bir tartışmaya da kapı aralamış oluyoruz: askerî diktatörlükler ile faşist diktatörlükler arasındaki ayrım. Türkiye solunda 12 Eylül, genel bir kabullenişle “faşizm” olarak adlandırılıyor. Ben bunun sorunlu bir tanım olduğunu düşünüyorum. Belki başka bir makalede daha ayrıntılı tartışılabilir, ancak yine de söylemeden geçmeyelim: Hem 12 Eylül’ün hem de şimdiki iktidarın faşist olduğunu söylemek, konuyu sınıf bağlamından kopartmakla eşanlamlı bence.

[6] http://www.radikal.com.tr/turkiye/tusiad_baskani_yilmaz_gelecegin_guvencesi_toplumun_katilimci_iradesi_olacak-1138064

[7] SEL Yayıncılık, çev. Sungur Savran, 1. baskı, İstanbul, Nisan 2012, s. 7

[8] Asi Şehirler, Metis Yayınları, çev. Ayşe Deniz Temiz, 1. basım, İstanbul, Mart 2013, s. 116

[9] http://www.yurtgazetesi.com.tr/nurjuvazi-ile-burjuvazi--catisma-mi-uzlasma-mi-makale,5034.html

[10] Yalnız Koç grubunun AKP’li yıllar boyunca “koç gibi” büyüdüğü gerçeği de gözlerden kaçmasın. Forbes’ın “En Zengin 100 Türk” 2013 listesinde Koç Holding’den Semahat Arsel listenin 2’nci sırasında yer almaktadır! Ayrıca Milliyet’in haberinden, Arsel’in bir yıl önceki servetinin 2.6 milyar dolar, 2013’teki servetinin ise 3.2 milyar dolar olduğunu öğreniyoruz. Bkz. http://ekonomi.milliyet.com.tr/iste-turkiye-nin-en-zengin-insani/ekonomi/ekonomidetay/28.02.2013/1674545/default.htm

[11] Balyoz’un ekonomi politiği; link: http://www.radikal.com.tr/yenisoz/balyozun_ekonomi_politigi-1102395

[12] Yeri gelmişken söyleyelim: Sisi’nin bu darbesi Bonapartist bir darbedir, çünkü darbe, her ne kadar dışarıdan öyle görünüyorsa da, temelde Mursi’ye karşı yapılmamıştır; bütün bir egemen sınıfın –ve tabii emperyalizmin– selameti açısından kitlelerdeki devrimci hareketlenmenin önüne set çekmek için kitlelere karşı yapılmıştır. Ya da şöyle de söyleyebiliriz: Kitleler Mursi’yi kendi başlarına devirmesinler diye Sisi’nin askeri darbesi gelmiştir.